Seksen Altı Cilt 03 Bölüm 00: Önsöz

 

 

 

Onlar buna gurur diyordu.

O zamanlar tek bildikleri şey gururdu.

 

-FREDERICA ROSENFORT, SAVAŞ ALANI HATIRALARI

 

 

 

 

 

 

Önsöz

Göz alabildiğine açmış örümcek zambaklarının kızıllığı, her şeyi yakıp yok eden gün batımının aydınlattığı, her şeyi yok eden bir delilik kadar güzeldi.

Cumhuriyet’in Seksen Altıncı Bölgesi kıtanın kuzey kesiminde yer alıyordu ve gün batımından sonra genellikle soğuk oluyordu. Alacakaranlık rüzgârının savaş alanında uzun süredir yanan savaş alevlerini söndürdüğünü hisseden Shin, gökyüzünün kararmasını izledi.

Cumhuriyet’in insansız savaş aracı olan Juggernaut’un İşlemcisi olarak savaş alanına gönderilmesinin üzerinden bir yıl geçmişti. Bu durgunluğa alışmıştı. Çatışma sona erdiğinde, hem dost hem de düşman eşit derecede hiçliğe indirgeniyordu. Bu, parçası olduğu her birim için geçerliydi. Değişmeyen tek şey, savaşta ölen yoldaşlarının geride bıraktığı sessizlikti. Bu bir yıldır böyleydi. Artık buna alışmıştı.

Barut kokusu ve topların gürültüsü çevredeki her hayvanı korkutup kaçırmıştı. Bu yüzden savaş alanı tamamen sessizdi. Tek bir yaratığın çığlığı bile duyulmuyordu. Dünya akşam ışığıyla yıkanırken cırcır böceklerinin cıvıltısı bile duyulmuyordu. Hayaletlerin bitmek bilmeyen feryatları kulaklarında hâlâ yankılanıyordu ama artık onlar bile uzak geliyordu.

Lejyon kendi bölgesine çekilmişti ve bugün de orada kalacaktı. Savaş alanında bu şekilde savunmasız kalmak pervasızlık oalrak görülebilirdi ama Shin bir süre daha böyle kalmak istiyordu. Savaşa alışmış olabilirdi ama hâlâ on iki yaşındaydı. Vücudu hâlâ gelişmemişti, henüz ergenliğe ulaşmamıştı. Lejyonla savaşmak, özellikle de tüm eş birlikleri savaşın yarısında düştükten sonra, çok yorucuydu.

Undertaker. K-Kaçınız geri dönecek?

Shin zavallı bir beyaz domuz olduğunun farkında olmayan o ikiyüzlü İşleyicinin sesi hafızasında canlanırken gözlerini kıstı.

Bırakın yanıtlanmayı, sorulmasına bile gerek olmayan bir soruydu bu.

Kayıpların olmadığı bu savaş alanında, İşlemcilerin ölümü – Seksen Altı’nın ölümü – doğal bir yasaydı. Kale duvarları ve mayın tarlaları geri çekilme yollarını tıkarken Seksen Altı’ya gerçek insanların yerine savaşıp ölmelerini emredenler Cumhuriyet vatandaşları, bu İşleyici gibi beyaz domuzlardı. Zorlu koşullara rağmen hayatta kalırlarsa, sonunda ölüme yürümeleri emredilecekti.

Ebeveynleri ve kardeşleri erken yaşta ölmüş, çocukların çaresizce ihtiyaç duyduğu rehberlik ve korumadan yoksun bir şekilde büyümek zorunda kalmışlardı. Tek evrensel sabit onları bekleyen anlamsız ölümler ve Cumhuriyet askerlerinin küçümseme ve nefretiydi. İşlemciler daha küçük yaşlardan itibaren ölmelerinin beklendiğini biliyorlardı ve bu yüzden, ister sadece bir an ister beş yıl uzakta olsun, yaklaşan ölümün parıltısına alıştılar.

Kabul etmekten başka çarelerinin olmadığı acı bir gerçekti bu.

Eğer ölüme yürüyeceksek, en azından bize rehberlik edecek güvenilir Azrail’imizin olması o kadar da kötü olmayabilir.

Ve bu sözlerle birlikte, her biri onu geride bıraktı.

Evet.

Bu doğru olabilir, diye düşündü, kızıl, kan kırmızısı gözleri, canlı renklerini paylaşan cennete ve dünyaya bakarken daraldı.

Shin’in atandığı ilk birim yok edilmiş ve geride kendisinden başka kimse kalmamıştı. Aynı şey bir sonraki birimi ve şu anda görevli olduğu birim için de geçerliydi. Her zaman hayatta kalan tek kişi o oldu. Ölümü müjdeleyen ve hayaletlerin seslerini duyan bir canavar olarak tanınmaya başlamıştı ve bu etikete alışmıştı. Ne de olsa muhtemelen doğruydu.

Hepsi senin suçun.

Tıpkı kardeşinin bir zamanlar ona söylediği gibiydi.

Ve bu kadar zalimce bir şey söylemiş olmasına rağmen, Shin’in onunla ilgili son anısı, Shin’i geride bırakırken sırtının gitgide uzaklaşıp küçülmesiydi.

Shin, asla ulaşamayacağını bildiği akşam gökyüzüne doğru yalnız bir el uzattı.

 Kardeşim… Neden…?

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.