Seksen Altı Cilt 02 Bölüm 02 Kısım 2

[ A+ ] /[ A- ]

…Düşmanın hareketleri değişti.

Shin, dördüncü Aslan’ı yendikten sonra Lejyon’un konuşlanma düzenlerini değiştirdiğini fark etti. Hem gözleri hem de bilinci endişeyle etrafına bakındı. Bir düşmanı kuşatırken, kuvvet birimlerini birbirlerinin çapraz ateşine yakalanmayacak şekilde konuşlandırmak yaygın bir bilgiydi. Ve bu durum Lejyon için de geçerli olmalıydı, her ne kadar Cumhuriyet güçlerini eş birlikleriyle birlikte vurmaktan çekinmeseler de…

Ancak bu Lejyonlar, müttefiklerinin ateş hattında kalması anlamına gelse bile, onun yolunu kapattılar. Onu oyalıyorlardı. Ve Shin’in yeteneği, sanki bu farkındalığı onaylarcasına, yakındaki Lejyonların ona doğru hareket etmeye başladığını bildirdi. En yakın düşman kuvvetine -muhtemelen bu devriye bölüğünün ana kuvvetine- olan mesafe buradan dört bin metreydi. Bir Aslan’nın seyir hızı göz önüne alındığında, muhtemelen bir dakikadan kısa bir süre içinde Shin’i menzillerine almış olacaklardı.

Eğer ana kuvvetle birleşirlerse, Shin’in bile başı belaya girerdi. Hücum eden Gri Kurt’un darbelerinden kaçan Shin ateş açtı ve kuşatmayı yarmak için düzenlerindeki o anlık boşluğu kullandı. Ağır makineli tüfek ateşi zırhını sıyırıp geçerken, zırhı feryat etti ve makine durum sisteminde bir gösterge yandı. Arka sol bacağı izin verilen hasar sınırını geçmişti.

Demek Lejyon’un peşinde olduğu şey buydu.

Bunu fark ettiğinde Shin’in gözleri acı bir şekilde kısıldı. Onun “kellesinin” peşindeydiler. Onu bir Kara Koyun ya da Çoban yapacaklardı. Lejyon ölü askerlerin sinir ağlarını asimile edecek ve-

Shin bir şey hissetti. İşlemciler arasında en kıdemli olan Shin bile onu burada bulmayı beklemiyordu. Ve bu beklenen bir şeydi; onunla yalnızca bir kez karşılaşmıştı ve kalabalık içinde onu diğerlerinden ayırt etmek imkansızdı. Shin bunu daha önce kendisi de söylemişti. Bu ünite geniş bir alanı tamamen bastırmak için tasarlanmıştı ve sadece bir hedefi vurmak için ateş açmazdı.

Ama şimdi bakışlarının kendisine sabitlendiğini hissedebiliyordu.

Buradan çok uzakta, Akrep’in ateş menzilinin bile ötesinde, derin bir kötülük hissedebiliyordu, sanki öfkeyle donmuş soğuk siyah bir göz tarafından kendisine bakılıyormuş gibi.

“Öldüreceğim”

Belki de sözleri birbirine çok benzediği içindi ama Shin bir an için kardeşini öldürmekte başarısız olup olmadığını merak etti. Ses tonu bile o kadar benzerdi ki, neredeyse öldürüldüğü geceye geri döndü.

Kör dehşet, kontrol çubuklarını kavrayan ellerini dondurdu.

“Öldüreceğim”

Parçalanmış görüntüler Shin’in bilinçaltına aktı. Kendisine ait olmayan anılar. Bu Duyusal Rezonans gibiydi ya da belki de bağlandıklarında başkalarının zihinlerine bakmasını sağlayan bir yetenek gibiydi.

Bulutlu bir gökyüzü. Yıkıntılar. Parçalanmış kaldırım taşları. Ve uzakta canlı bir şekilde asılı duran, arka planında sadece gri olan, bir çocuk giyebileceği kadar küçük, asılmış bir günahkâr gibi sallanan kan lekeli bir örtü.

“Öldüreceğim”

“Kadın ya da erkek, çocuk ya da yaşlı, soylu ya da halktan biri. Herkes, her biri. İstisnasız. Hepsini öldüreceğim…!”

Bu sesi tanıyordu. Bu sesi Cumhuriyet’ten, Seksen Altıncı Bölgedeyken, Öncü filosunun bir parçası olarak ilk koğuşta savaştığı zamanda duymuştu. O savaşta dört yoldaşı ölmüştü. Radar menzilinin çok ötesinden onları paramparça eden bu sesti-

“…!”

Undertaker’ın kenara sıçramasına neden olan şey savaşçı içgüdüleri miydi yoksa bu saldırıyı daha önce bir kez yaşamış olması mıydı? Darbe, radarın alarm vermesiyle aynı anda geldi. Saniyede dört bin metre başlangıç hızıyla ultra yüksek bir hızda hareket eden, her biri birkaç ton ağırlığındaki mermilerden oluşan bir yaylım ateşi, muazzam miktarda kinetik enerjiyle sarılı olarak savaş alanına yağdı. Çelik yağmuru acımasızca Lejyon’un devriye bölüğünün üzerine düştü.

Patlama o kadar gürültülüydü ki Shin sağır olduğunu düşündü. Savaş alanının üzerinde beyaz bir ışık parlayarak görüş açısını engelledi. Güçlü şok dalgaları mermi parçalarını her bir yöne fırlattı, Lejyon’un zırhını yiyip bitirdi, onları parçaladı ve havaya uçurdu. Bombardıman büyük toprak ve tortul kaya parçalarını etrafa saçtı ve bunlar bir meteor yağmuru gibi savaş alanına geri düşerek zeminde kraterler oluşturdu.

Sonbahar tarlası göz açıp kapayıncaya kadar kavrulmuş toprağa dönüştü.

Sağır edici patlama ve güç girdabıyla savrulan Undertaker, merminin etkili yarıçapından zar zor kurtuldu. Ama bundan zarar görmemiş demek imkansızdı. Ana motoru kokpite giren başıboş parçalar yüzünden ciddi hasar görmüştü. Jiroskop Göstergeleri ve soğutma sistemi göstergeleri solmuş ve tüm sanal pencereleri kapanmıştı.

İtiş gücü ve silah sistemleri hâlâ devrede olduğu için şanslıydı. Etrafta hâlâ düşmanlar vardı. Bir eliyle neredeyse bilinçsizce hasar kontrolü yaparken, bozulan ana ekranı görmezden geldi ve düşmanın konumunu izlemeye çalıştı-

O anda artık ölmekte olan Juggernaut’un ağırlığını taşıyamayan arka bacağının eklemleride kırıldı.

“-!”

Kalan bacaklarıyla dengesini zar zor korumayı başardı. Ama yapabileceği en fazla şey buydu. Juggernaut’un gövdenin arkasında bulunan ana bataryası son derece ağırdı ve ağırlık merkezini o kadar çok değiştiriyordu ki geriye doğru eğiliyordu. Arka bacaklarından herhangi birini daha kaybederse, Juggernaut tamamen yürüyemez hale gelirdi.

Yaşlanan bir bakım görevlisinin tanıdık küfürleri Shin’in kulaklarında yankılandı.

“Sana süspansiyon ünitesinin zayıf olduğunu söyleyip duruyorum, buna rağmen neden böyle zorluyorsun?! …Bu çılgın dövüş stilin bir gün seni öldürtecek!”

Ve işte geliyor.

Duman ve tortu perdesinin arasından fırlayan bir Aslan Patlama yüzünden bacaklarının yarısı havaya uçmuş olsa da onlara doğru geliyordu. Shin başının üzerinde sallanan ve üzerine inmeye hazırlanan makinenin ön bacağına bakarak bir gülümseme attı.

Undertaker darbeyle geriye savruldu, gövdesinin parçaları havaya saçıldı.

Sonunda kayalıklarda iyi tutunabilecekleri bir yer bulan Raiden ve diğerleri uçuruma tırmandılar ve ormandan gelen silah seslerini takip ederek şuan ki manzarayla karşılaştılar. Raiden, Azrail’lerinin kaybettiğini ilk kez görüyordu.

İçgüdüleri kendini koruması için ona bağırıyordu – bir insanın bir Aslan’ı tek başına yenmesine imkân yoktu. Ve mantığı ona bunu yapmamasını söylüyordu- eğer şimdi ortaya çıksalardı, Shin boşu boşuna ölmüş olacaktı.

Hay sikeyim.

Bir saniyeden fazla hareketsiz duran Raiden, sanki ileri doğru itilmiş gibi koşmaya başladı. Yanındaki yoldaşlarının ayak seslerinden aldığı cesaretle ormanın içinde ilerlemeye başladı.

Yüksek saldırı tüfeği ateşiyle irkilen Shin ağır göz kapaklarını zar zor kaldırdı. Tüm optik ekranları ve göstergeleri tamamen ölmüştü ve devrilen Juggernaut’un içi karanlıktı. Nefes almak acı veriyordu. Ciğerlerini bir yanma hissi dolduruyordu ve kesik kesik aldığı nefes kan kokuyordu. Herhangi bir yerinde kanama varmış gibi görünmüyordu ama kendini aşırı derecede soğuk hissediyordu.

Geç de olsa, sanki başkasının sorunuymuş gibi, iç organlarında yaralanmalar olduğunu fark etti. Eğer gerçekten hâlâ hayattaysa, muhtemelen bir şeyler yapmalıydı -en azından tabancasını çekip her şeye bir son vermeliydi- ama parmağını bile kıpırdatamıyordu.

İnce, dayanıksız zırhın diğer tarafından gelen silah seslerini ve terk ettiği yoldaşlarının bağırışlarını duyabiliyordu. Bir yanı bunu yaptıkları için aptal olduklarını düşünüyordu ama aynı zamanda onlarla alay edemeyeceğini de düşünüyordu. Şimdi, tam da onların yaptığı şeyi yaparak bu duruma düşmüştü ne de olsa.

Aptalca ve anlamsızdı -tıpkı bu savaş gibi- ama yine de iyi bir ölümdü, onun dileyeceği türden. Dudaklarında yine uygunsuz bir şekilde alaycı bir gülümseme belirdi. Kardeşini öldürmeyi başarmış ve beklediğinden çok daha fazla yol kat etmişti. Söylenmemiş hiçbir şey kalmamıştı.

…Ve yine de, belki de böyle bir an olduğu için, ölmek istemediğini fark etti.

Lejyon tarafından asimile edilecek miydi?

Ve eğer bir Lejyon olursa, kimin adını söyleyecekti?

Aklına tek bir yüz bile gelmedi. Bu onun tek pişmanlığıydı.

Çığlıklar ve silah sesleri aniden kesildi.

Shin’in yeteneği, ona bir Lejyon’un Juggernaut’un kanopisini yırtmak için uzandığını bildirdi.

Kalın zırhı delip geçen tungsten(zırh delici) mermiler ve metalin gıcırtısı.

Shin’in bilinci hiçliğe gömülmeden önce duyduğu son şeyler bunlardı.

 

* * *

Beş düşman hedefi etkisiz hale getirildi.

Geriye kalan tek Aslan bu raporu Sektör ağına gönderdi. Ayrıca, destek ateşi sunan prototipin yeniden kalibre edilmesi için bir tavsiye de gönderdi. Hedefi ele geçirme tavsiyesine rağmen, bir düşman Saha Silahı’nı yok etmek amacıyla ateş açmış ve bir bölük dost askeri imha etmişti. Görünüşe göre işlem birimlerinin sağlıklı muhakeme kapasitesi eksikti.

Mesajını gönderdikten sonra Aslan optik sensörünü, yere düşen Juggernaut’a çevirdi. Diğer dört İşlemci gibi o da yaşamsal belirtilerinin sonlanmasına neden olacak kadar tahrip edilmemişti. Düşman İşlemci kırılgandı, çıkarma ve tarama dokularına zarar verebilirdi ve öldüğünde dokuları bozulmaya başlıyordu. Bu nedenle, onu canlı olarak ele geçirmek en uygun seçimdi.

Bu Juggernaut’a binen düşman unsur, makinenin düşük performans seviyelerine rağmen savaşın gidişatını değiştirebilecek olağanüstü bir İşlemci birimiydi. Eğer kendi taraflarındaki dost bir birime verilecek olursa, savaş çabalarına büyük katkı sağlayacağı kesindi.

Aslan gibi savaş odaklı Lejyonların malzeme taşıma araçları yoktu, bu yüzden geniş alan ağı üzerinden bir iletim göndererek yakındaki bir Kırkayak’dan, numuneyi yakındaki bir Kraliçe’ye taşımasını talep etti.

Ve tam o anda: Aslan yaklaşan bir dost birim tespit etti ve IFF (Dost/Düşman Tanımlama) moduna geçti. Bu, şu anda herhangi bir kuvvete atanmamış bir Ağır Tank tipiydi. Onu tespit eden Aslan ateş etti ve-

Büyük bir patlama savaş alanını sardı.

Aslan’nın, yakın mesafeden benzer bir Tank türünün ana silahlarından gelen bir mermiye bile dayanabilen kalın kompozit çelik zırhı, 155 mm’lik zırh delici mermilerle acımasızca delindi.

Dinozorya az önce Aslan’a ateş etmişti. Otomatik makine ne korku ne de şaşkınlık nedir bilmiyordu ama anında durumu değerlendirdi. Az önce olan şey Lejyon için mümkün olmamalıydı. Dinozorya onu bir düşman mı sanmıştı? İmkânsızdı. Birbirlerinin IFF imzalarına karşılık vermişlerdi.

İkisinin de aynı ordudan olduğunun bilincinde olmasına rağmen Aslan’a saldırmıştı. Başka bir deyişle, bu makine bir düşmandı. Eski tip tungsten mermiler kullanılmıştı. Yüksek patlayıcılı bir tanksavar savaş başlığı ya da tükenmiş uranyum mermisi olsaydı, iç patlaması onu tek bir darbede yere sererdi.

Aslan IFF bilgilerini yenileyerek bu Dinozorya’yı düşman bir birim olarak tanımladı. Bu çatışmanın raporunu veri bağlantısı üzerinden gönderdi ve düşmanla yüzleşmeye hazırlandı.

Art arda ateşlenen yüksek kalibreli mermiler Dinozorya’nın zar zor çalışan merkezi işlemcisini paramparça etti. Herhangi bir ikincil patlamaya yol açmayacak şekilde ateş etti – böylece yakındaki Juggernaut’a herhangi bir zarar gelmesine izin vermeyecekti. Parçalanmakta olan Aslan’nın Dinozorya’nın neden tanksavar savaş başlıkları değil de zırh delici mermiler ateşlediğini bilmesine imkân yoktu.

Aslan’nın çatlak optik sensörünün algıladığı son şey, sıvı mikro makinelerden yapılmış bir el uzatan Dinozorya’nın garip görüntüsüydü-

 

* * *

Shin rüya görüyordu.

O rüyada Shin küçük bir çocuktu ve kendine geldiğinde biri onu kollarında taşıyordu. Sadece ikisi, etrafta başka bir ruh olmadan, şekilsiz karanlığın içinde yürüyorlardı. Bu, mekanik hayaletlerin feryatlarının ötesinde her zaman duyabildiği aynı karanlıktı; tüm algının ve ruhun derinliklerindeki sınırsız boşluktu.

Shin başını kaldırdığında ağabeyini gördü. Hatırladığından biraz daha yaşlı görünüyordu, yaklaşık yirmi yaşlarında… Muhtemelen öldüğü gün de böyle görünüyordu.

“Abi…?”

Rei gülümsedi. Bu onun nostaljik, nazik gülümsemesiydi.

“Uyanmışsın.”

Rei durdu ve diz çökerek Shin’i yere koydu. Genç bedeninin kafası çok büyüktü ve dik durmasını zorlaştırıyordu. Birkaç denemeden sonra dengede durmayı başardı ve tekrar kardeşine baktı.

“Ben buraya kadar geldim. Ama yollarımız ayrıldıktan sonra tek başına kaçmaya devam etme. Ne de olsa harika yol arkadaşların var.”

Hâlâ diz çökmüş olan ve genç Shin’in gözlerinin derinliklerine bakan Rei devam etti.

“Bu kadar büyüdüğüne inanamıyorum.”

Şaşkınlıkla aşağı doğru bakan Shin bir kez daha on altı yaşındaki bedeninde olduğunu fark etti. Kardeşinin adını söylemeye çalıştı ama sesi çıkmadı. Konuşmak ya da hayaletlerle iletişim kurmak mümkün değildi. Shin’in sessiz bakışlarına karşılık veren Rei’nin yüzü derin bir kederle doldu. Elleri Shin’in boynundaki yara izinin üzerinde gezindi. Tıpkı o gece ve tıpkı o savaş alanında olduğu gibi, abisinin büyük elleri boynunda geziniyordu.

“Özür dilerim… Çok acımış olmalı. Ölmeyi reddetmem ve bunca zaman seni aramam seni buraya kadar getirdi.”

Shin yanıldığını söylemek, en azından inkâr ederek başını sallamak istedi. Ama vücudunu hiçbir şekilde hareket ettiremiyordu. Ve canının yanmadığını söylemek yalandan başka bir şey olmazdı. Kardeşinin ona karşı böylesine saf bir nefret beslemesi canını yakıyordu. Kardeşinin sesinin her gece onu çağırdığını duymak, ona hayatlarında ters giden her şey için –günahı yüzünden*- kendisinin hatalı olduğunu hatırlatması. Kendi “ölümünü” rüyalarında sayısız kez yeniden yaşamak ve asla affedilmeyeceğini ona her zaman, her zaman hatırlatan kaçınılmaz çığlıklar tarafından rahatsız edilmek acı veriyordu.

(Çn: Sin: Günah, Shinin isim anlamı günah demek.)

Ama yine de onlar sayesinde buraya kadar gelebilmişti. Ölüme mahkûm edildiği savaş meydanında; Lejyon’la sonuçsuz, bitmek bilmeyen bir mücadeleyle geçirdiği günlere ve yoldaşları birbiri ardına can verirken acı dolu yalnızlık dolu gecelere, sadece kardeşini öldürme hedefi onu ayakta tuttuğu için dayanabilmişti.

Eğer buna sahip olmasaydı, uzun zaman önce savaş alanında ölmüş olurdu. O her zaman orada, ölümün ötesinde onu beklediği için Shin hâlâ yaşıyordu. Söylemek istediği o kadar çok şey vardı ki-

Ama kelimeler çıkmıyordu.

“Artık beni takıntı haline getirmene gerek yok. Beni unutabilirsin.”

 Hayır.

“Ah… Tamam, yalan söyledim. Zaman zaman beni düşünmeni isterim. Kendi hayatını özgürce yaşayıp ve mutluluğu bulduktan sonra, uzun ve mutlu hayatını yaşarken düşün. Belki bazen…”

Abi.

Rei güldü.

“Bu sefer seni beklemeyeceğim… O kadar sabırlı değilim, biliyorsun. Önünde hala uzun bir hayat var… Kendine iyi bak. Ve lütfen mutlu ol.”

Rei onu bıraktı. Arkasını döndü ve karanlığın diğer ucuna, annesinin, babasının ve sayısız yoldaşının içine düştüğü uçurumun kenarına doğru yürüdü. Eğer oraya ulaşırsa, bir daha asla karşılaşmayacaklardı.

Shin’in bedenini bağlayan büyü aniden kayboldu.

“Abi.”

Ama uzanan eli Rei’ye hiç ulaşmadı. Belki de sesini bile duymamıştı. Yaşayanları ölülerden ayıran görünmez bir şey Shin’in yolunu keserek kardeşinin peşinden gitmesini engelledi.

“Abi!”

Karanlık onu sararken Rei gülümseyerek arkasını döndü. Bu, o savaşın sonunda kardeşinin elini tutamamasıyla aynıydı. Asla başaramayacağını biliyordu ama yine de uzandı.

“Abi!”

Kendi sesi Shin’i uykusundan uyandırdı.

Kendini donuk yapay bir tavana bakarken buldu. Shin puslu kırmızı gözlerini kırpıştırdı. Tanıdık olmayan beyaz bir tavandı. Dört eşit derecede beyaz duvar onu çevreliyordu ve yanında düzenli aralıklarla yüksek sesli elektronik bip sesleri çıkaran monitörlü bir cihaz vardı. Havada ağır bir dezenfektan kokusu asılı duruyordu.

Küçük bir odada sterilize edilmiş bir yatakta yatıyordu, monitörün kablosu ve vücuduna bağlı bir serum vardı. Küçüklüğünden beri bir toplama kampında bulunan ve hayatı boyunca neredeyse hiç tıbbi tedavi görmemiş olan Shin’in tüm bunları bir hastane odasında olduğu gerçeğiyle ilişkilendirmesi mümkün değildi.

Burnunun arkasında bir yanma hissi belirdi ve birinin yüz ifadesini görmesinden korktuğu için sol eliyle gözlerini saklamasına neden oldu. İçini kaplayan duygu, derin bir rahatlama ve eşit ölçüde bir kayıp karışımıydı. O anıların parçaları alevlenerek görüş alanını doldurdu.

Hatırladı. Sonunda. Aslında onu asla kaybetmek istemiyordu…

Serumun yanı sıra sol eline bir tür sensör takılmıştı ve elini hareket ettirdiği anda bir alarmı tetikliyordu. Ancak bu, izlenen bir hastanın uyandığını bildirmek için verilen, basınç hissi olmayan bir alarmdı.

Yatağın karşısındaki duvar beyaz rengini kaybederek şeffaflaştı ve diğer taraftan takım elbiseli orta yaşlı bir adam odaya baktı. Gümüş çerçeveli gözlükler takıyordu ve siyah saçlarına kır düşmüştü. Bu Jet adamın belli bir bilgin havası vardı.

Arkasında bir hemşire belirdi ve odasını aynı derecede inorganik görünen koridora bağlayan ve kapı görevi gören şeffaf bir “duvarın” içinden onu izliyordu. Karşısında ve koridorun her iki yanında benzer kapılar görebiliyordu, bu yüzden Shin diğer küçük odaların burada sıralandığını varsaydı.

“…Görüyorum ki sonunda aklın başına gelmiş.”

Adam Shin’e unuttuğu birini hatırlatan nazik bir sesle konuştu. Shin bir şey sormak istiyordu, durumu anlamlandırmak için herhangi bir şey ama sesi çıkmıyordu. Ani bir acıyla sarsılan Shin inledi ve hemşire kaşlarını çattı.

“Ekselansları. Kendine daha yeni geldi ve ameliyatın yan etkileri nedeniyle hala ateşi var. Lütfen yapmayın-”

“Farkındayım. Ben sadece onunla birkaç kelime konuşmak istiyorum.”

Sakin bir gülümsemeyle hemşireyi yatıştıran adam elini kapıya dayadı. Bu bir asker eli, diye düşündü Shin sisin içinden. Silah kullanmaya alışkın bir adamın sert ve kalın avuç içiydi. Dördüncü parmağındaki gümüş yüzük Shin’in hafızasında tuhaf bir iz bırakmıştı.

“İyi günler, oğlum… Başlangıç olarak, bana adını söyler misin?”

Normalde bu soruya cevap vermek çok az düşünmeyi gerektirirdi ama Shin’in bunu hafızasından çıkarması uzun zaman aldı. Düşünceleri karmakarışıktı. İçinde bulunduğu durumu, tüm bunların anestezinin etkisi olduğunu fark edecek kadar iyi anlayamamıştı.

Zihninde bir anı kırıntısı titreşti – daha öncede bir başkası ona bu soruyu sormuştu. O zaman verdiği cevabı tekrarladı, daha önce hiç görmediği birinin uzun, gümüş saçlı hayali göz kapaklarının arkasını okşuyordu.

“Shinei… Nouzen.”

Adam bir kez başını salladı.

“Ben Ernst Zimmerman, Giad Federal Cumhuriyeti’nin geçici başkanıyım.”

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.