Lunerra’nın Ekstrası Cilt 1 Bölüm 5

[ A+ ] /[ A- ]

Sınıfta boş bulduğum bir yere geçtikten sonra hızlı hızlı çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalıştım. Ana karakterin dışında sınıfımdaki tüm bu ‘karakterlerin’ içinde bulunmak beni heyecanlandırıyordu.

 

Göz ucuyla Adrian’a bir bakış attım. Hala olduğu yerde camdan dışarıyı seyrediyordu. Bu haliyle hangi yolda ilerlediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama zaten bunu şıp diye öğrenmeyi de beklemiyorum.

 

Eğer kişiliğini gerçek anlamda çözmek istiyorsam, o zaman onu her fırsatta gözlemlemem ve her hareketini analiz etmem gerekiyor. Bunu yapabilmek içinse onun yanında olmam, yani kısaca onunla kanka olmam gerek ama onunla nasıl yakınlaşmam gerektiğini bilmiyorum. Çünkü daha öncede dediğim gibi, kişiliği hakkında en ufak bir fikrim yok.

 

Bir süre boyunca onu izlemeye devam ettim ve bu sırada sınıfın tüm öğrencileri yavaşça geldi. Sonrasında saat tam olarak 09.00’ı gösterdiğinde; tüm üniversitede çalan bir zilin ardından içeriye beyaz önlüklü, uzun koyu yeşil saçlı ve kahverengi gözlü bir kadın girdi.

 

Eski dünyamdaki üniversitelerde zil olmazdı ama burası farklıydı. Programda fazladan yer eden pratik eğitim meselesini oturtabilmek için tüm dersler tıpkı lisede olduğu gibi aynı anda işleniyordu.

 

Zaten bölüm bile seçmemiştik… İlk sene hazırlık tarzında bir şeydi. Bölüm seçimi ikinci senede yapılıyordu ve üniversite kendini ikinci senede göstermeye başlıyordu.

 

Kadın kürsüye doğru ilerledi, tahtanın tam önüne geldiğinde durdu ve sınıfa baktı. Gözleri her bir öğrenciyi süzüyorken, sonunda bana geldiğinde kısa bir süreliğine duraksadı.

 

“İsmin?”

 

Bana ismimi bozan bu kadın, sınıfın tarih öğretmeniydi. Ha birde… Gereksiz bir bilgi ama eğer silah olarak mızrak kullanmayı seçerseniz kendisi ana karakterin pratik eğitmeni oluyordu ama bu şu an önemli değil. Çünkü bu profesör, tarih profesörü olduğu kadar maalesef ki bizim rehber öğretmenimiz. Yani dün sınıfa gelmediğimi biliyor, tabii ismimi de biliyor ama atmosferi ağırlaştırarak bana üstünlük taslamaya çalışıyor galiba.

 

“Aiden Tenebra.”

 

İsmimi sakince söyledim ve ardından profesör kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. Ne yani? Titrememi falan mı bekliyordun? İçimden konuşuyor olabilirim ama bil diye söylüyorum, ben tüm okul hayatımı senin gibi beni ezmeye çalışan hocalar ve profesörlerle geçirdim. Yani bu numaralar bana sökmez.

 

“Dün neden derslere katılmadın?”

 

Otoriter bir sesi vardı ama bunu çok umursamadım.

 

“Ufak bir rahatsızlık geçirdim ve maalesef yataktan kalkamadım. Şu an iyiyim ve önümüzdeki derslere katılmaya özen göstereceğimden emin olabilirsiniz.”

 

Saygılı bir şekilde konuştum, çünkü bu profesörle aramın kötü olmasını istemiyordum.

 

Profesör bir süre yüzüme baktı, ardındansa küçük bir iç çekti ve benimle daha fazla uğraşmanın anlamsız olduğuna karar verip sınıfa doğru dönerek konuşmaya başladı.

 

“Evet! Dün krallığın kuruluşundan başlamıştık değil mi?”

 

Profesör dijital tahtaya tıklayarak kendi geçmişine girdi ve bu sınıfta en son çizdiği şeye baktıktan sonra kaldığı yerden ders işlemeye başladı.

 

Tek bir derste ilk 15 yılı bitirmiş huh… Oyundakinden biraz daha hızlı ilerlemiş gibi. Gerçi ikinci kısmın ilk aşamasında tanıtım amacıyla biraz iç konuşma vardı. Yani zamanlama gerçek hayatta biraz değişmiş galiba. İlginç…

 

Bu şekilde profesör bize krallığın kuruluşunu öğretmeye başlamışken ben de ona odaklandım ama ilgimin sönmesi maalesef çok da uzun sürmedi.

 

Bunun sebebi tarih sevmediğim için değildi, aksine özellikle Lunerra’nın tarihin oldukça beğeniyordum ama sorun, benim bu oyunu aşırı seven bir manyak olarak tüm tarihini çok dan ezberlemiş olmamda yatıyordu.

 

Şu an üzerinde yaşadığım krallığın ismi; Cevilian Krallığı. Aslında oldukça gelişmiş bir krallık olmasına rağmen aşırı eski bir tarihi yok. Hemen hemen 150 yıllık bir krallık ve şu an tahtta krallığın altıncı kralı var.

 

150 yıllık bir krallığın nasıl bu kadar gelişmiş olduğuna gelirsek… Aslında bunun sebebi ardı ardına gelen kralların yönetimde gerçekten aşırı iyi iş yapması.

 

Girdikleri savaşlar, diğer krallıklar ile aralarında kurdukları ticari ilişkiler ile 150 yıllık krallık, neredeyse 130 yıldır altın çağ yaşıyor desek yalan söylemiş olmayız.

 

“Sonuç olara-”

 

Profesör bir anda konuşmayı kestiğinde, kalemimle oynamakla meşguldüm. Bu yüzden dalgınlıkla bunu yapmaya devam ettim ama sonra ortamın garip bir şekilde sessiz olduğunu fark ederek kafamı kaldırdım. Böylece profesörün keskin gözleriyle karşılaşmıştım, harika…

 

“Derse biraz daha dikkat edin lütfen.”

 

Basit bir uyarı aldım ve ardından profesör konuyu anlatmaya devam etti. Ben de bu yüzden dersi dinliyormuş gibi yaparak daha önemli şeyleri düşünmeye başladım. Mesela, Adrian’a nasıl yaklaşmalıydım?

 

Göz ucuyla ona baktım ve onun büyük bir konsantrasyon ile profesörü dinlediğini gördüm. Demek çalışkan biri… Ayrıca yüzü hala ifadesiz olsa da tarihe ilgi duyuyor gibi, o zaman onunla bu konular hakkında konuşarak bir sohbet başlatabilirim.

 

“Aiden Tenebra.”

 

Sınıfta yankılanan sesle birlikte iç çektim. Adrian’a sadece beş saniyeliğine bakmıştım, eğer iki saniye daha bekleseydin yeniden sana dönecektim biliyor musun?

 

“Sıkılmış gibi görünüyorsun, anlattığım şeyleri zaten biliyor olma ihtimalin ne kadar acaba?”

 

Tam da üstüne bastınız profesör. Vereceğim cevap hoşunuza gider mi bilmiyorum ama ana branşınız olan tarih hakkında sizden bile daha çok şey biliyor olma ihtimalim oldukça yüksek…

 

“Tarihi severim profesör, bu yüzden krallığın ilk 90 yılının tamamını ezbere biliyorum.”

 

Krallığın tüm tarihini bildiğimi söylemek abartı kaçacağından, ben de üst sınırı 90 yıla çektim. Eski Aiden’ın zaten zeki biri olduğunu düşünürsek bu ona çok da garip kaçmamalı.

 

“Krallığın 86’ncı yılında tahta çıkan kraliçe?”

 

Demek beni test ediyorsun… Sıkıntı yok, bana uyar.

 

“Phloria Estelle Cevilian, dönemindeki diğer prensleri her konuda geride bırakarak krallığın yönetimin tamamını elinde bulunduran ilk kadındır. Yaklaşık 24 yıl kadar krallığa hüküm sürmüştür ve bu sırada savaşlardan kaçınarak ticaret odaklı bir politika izlemiştir.”

 

Sadece ismini söylemekle kalmayıp, araya küçük detaylarda sıkıştırdım. Böylece profesörün ilgisini çekmeyi de başarmıştım.

 

“Kaç çocuğu oldu ve taht kavgası sonucu kaç yaşında hangi oğlu öldü?”

 

“Bir prenses ve iki prens doğurmuştur. Kendisi hastalık döşeğindeyken taht için kavga etmeye başlayan iki oğlu arasından Prens Henry, bizzat küçük kardeşi tarafından bir akşam yemeğinde zehirlenerek 15 yaşında ölmüştür.”

 

Profesörün kaşları çatıldı, bunu bilmemi beklemiyordu galiba.

 

“Bunu bilirsen derslerimde istediğin her şeyi yapmana izin vereceğim.”

 

Oh, oldukça iyi bir teklif. Aslında işime gelir, buyurun profesör. Bana istediğiniz her şeyi sorabilirsiniz.

 

“20 yıl önce doğu yakalarında gerçekleşen patlamanın gerçek sebebi nedir?”

 

Demek tuzaklı soru…

 

“Her ne kadar ilk başlarda bunun sorumlusu vatana ihanet suçuyla damgalanan veliaht prens olarak görülse de sonrasında bunu ona zorlayanın o sırada savaşta olduğumuz krallık olduğunu itiraf etmiştir.”

 

Profesörün yüzünde bir gülümseme belirdi. Tam bir şey diyecekti ama onun konuşmasına izin vermeden devam ettim.

 

“Tabii, bu herkesin bildiği yanlış öğrenilen bir bilgi. Çünkü asıl gerçek, veliaht prensi kıskanan diğer taht adayının onu bir sözleşmeyle kendisine bağlayıp vatana ihanet etmiş gibi göstermesi.”

 

Söylediklerimden sonra profesörün ağzı açık kaldı. Çünkü ona ilk 90 yılı ezbere bildiğimi söylemiştim ama 130’uncu yıldan bir soruyu doğru cevaplamıştım. Tabii, şaşkın olmasının asıl nedeni bu değildi.

 

Şaşkın olmasının asıl nedeni, bu olayın gerçekten araştırılmadığı sürece %90 ihtimalle ilk söylediğim şekilde yanlış öğrenilmesiydi.

 

Peki ben bunu nereden biliyordum? Eh, oyundaki ‘her şeyi’ ezbere biliyorum derken yalan söylemiyordum. Gelecek bir yana, geçmişte oldukça iyi bildiğim şeyler arasındaydı.

 

Verdiğim cevaptan sonra profesör bir süre sessiz kaldı. Sınıfımdaki öğrenciler ortamdaki garip sessizlik yüzünden benden beklenmeyen bir şey yaptığımı anlamışlardı ve şu an açıkça ilgi odağıydım.

 

Aslında garip bir şekilde tatmin olmuş hissediyorum… Şimdiye kadar fark etmedim ama galiba bayağı egoist biriyim…

 

Profesör gözlerimin içine bakarak sakin olduğumu fark ettiğinde ilk önce biraz yalpaladı ama sonra hızlıca toparlanıp sözünü tutarak bana dersi bölmediğim sürece istediğim şeyi yapabileceğimi söyledi. Ben de bunu memnuniyetle kabul ettim tabii.

 

Profesörün sesi sınıfın içerisinde yankılanmaya devam ederken kafamı sıraya koydum ve ardından yapacağım şeyleri bir sıraya sokmaya çalıştım ama maalesef ki uzun süre düşünecek fırsatım olmadı. Çünkü profesörle yaptığımız soru/cevaptan sadece üç dakika sonra zil çalmıştı ve teneffüse girmiştik ancak beni bölen asıl şey, teneffüs de değildi.

 

“Hey, bir bakar mısın?”

 

Duyduğum sesle birlikte anlık olarak duraksadım. Çünkü bu sesi iyi biliyordum.

 

Kafamı kaldırıp bana seslenen kişiye baktım ve sonra Adrian’ın zümrüt yeşili gözlerini önümde buldum. Duygudan yoksun gözlerini bana dikmişti, açık pencereden esen rüzgâr yüzünden hafifçe dalgalanan saçları ve yakışıklı suratıyla bir magazin kapağına fotoğraf çektiriyormuş gibi görünüyordu.

 

“Evet?”

 

Adrian’a yaklaşmak istiyordum ama ilk onun bana gelmesini beklememiştim. Bak bu ilginç oldu işte…

 

“Oldukça iyi tarih biliyorsun değil mi?”

 

İyi tarih biliyorsam ne olmuş ki? Acaba aklından neler geçiyor… Hadi ona biraz güven verelim.

 

“Evet, sandığından bile daha iyi biliyorum.”

 

Bunları yüzümde oluşan hafif bir gülümsemeyle söyledim. Soracağı şey her ne olursa olsun cevaplayabileceğim izlenimini vermeye çalışıyordum.

 

“O zaman daha önce hiç ‘Lithoa’ diye önemli bir şey veya kişi duydun mu?”

 

Ah… Demek bunu merak ediyordun? O sinir bozucu bunağın sana söylememiş olması normal, zaten tüm oyundaki en nefret ettiğim karakter kendisi.

 

Elimi çeneme götürerek biraz düşündüm ve ardından yüzümde istemsiz bir sırıtış belirdi. Hadi bunağı biraz kızdıralım.

 

“Ah? O isim ile anılan bir bunak biliyorum.”

 

Söylediğim şeylerle önce Adrian’ın gözleri genişledi, sonrasındaysa başı ağrıyormuşçasına birden başını tuttu. Şerefsiz bunak kafasının içinde çığlık falan atmıştı galiba.

 

“Üzgünüm… Ufak bir baş ağrısı… Neyse, bu Lithoa’nın bir bunak olduğuna emin misin?”

 

Yani, sesi ve görünümü 40’lı yaşlarda bir insanı andırıyor olabilir ama o arkadaş aslında 160 yaşında.

 

Uyanış gerçekleştiğinde hemen hemen 90’lı yaşlarındaydı, sonrasında sistem sayesinde eşsiz bir yetenek kazandı ve bir nevi ölümsüz oldu. Böylelikle neredeyse 70 yıl kadar hayatına devam etti ama sonra trajik bir şekilde öldü.

 

Eh, hak ettiğini buldu desem yeridir. Öyle bir kişilikle ne saygıma ne de sevgime layık biri. Hem ona bunak dedikçe kendimi iyi hissediyorum. Gerçek hayata etki edemediğini de düşünürsek, arkasından konuşmamı engelleyen hiçbir şey yok.

 

“Evet, eminim. Bu bunak 30 yıl kadar önce bir krala saçma sapan bir eşya için yalvarıyor, sonrasındaysa kral bunu bir zindanın içine sürgün ediyor. Bildiğim tek şey bu.”

 

Adrian bir daha başını tuttu.

 

Aslında düşündüm de oyunu oynarken çıkaramadığım tüm hıncımı böyle çıkarabilirim… Üzgünüm Adrian ama o bunağın delirdiğini sadece hayal etmek bile bana müthiş hissettiriyor.

 

Bunaktan bahsetmişken Adrian’ın içindeki ruhtan bahsediyorum bu arada. Tabii az önce söylediğim şey onun ölüm sebebi falan değil, sadece hayatında yaşadığı şeylerden biri ama yine de o gururlu şerefsizin bunu sadece hatırlamakla delireceğini iyi biliyorum.

 

“Anladım… Rahatsız ettiğim için özür dilerim…”

 

Adrian arkasını dönerek kendi koltuğuna geri oturdu ve aramızdaki kısa sohbette böylece sona erdi. Ona iyi bir ilk izlenim verdiğimi düşünüyorum, bilgili gözükmek her zaman iyi bir şeydir.

 

Adrian ile yaptığım ufak sohbetten sonra, bu teneffüs dışında sınıftan başka kimseyle hiçbir derste iletişim kurmadım ve sakince dersleri işledik.

 

Bazı derslerde yine bildiğim şeyler anlatıldığı için sıkılsam da herkes tarih profesörü kadar anlayışlı değildi. Bu yüzden derslere odaklanıyormuş gibi yaptım ve böylece son dersimizi bitirdiğimizde, tarih profesörümüz tekrar sınıfa girdi.

 

“Sessiz olun!”

 

Gürültülü sınıfı bu şekilde susturduktan sonra hepimize kısa bir bakış attı ve ardından kapıya bakarak hemen dışarıda bekleyen hizmetlilere içeri girmelerini söyledi.

 

Hizmetliler sınıfın içine birkaç kutu getirdiğinde ne olduğunu hatırladım. Bize bazı özel araç gereçler verilecekti.

 

“İsmini söylediğim yanıma gelsin! İlk olarak, Adrian Caleo.”

 

Elindeki liste alfabetik olduğundan bu listeye uyan profesörün çağrısıyla Adrian ayağa kalkarak kutuların yanına doğru yürüdü.

 

Profesör kutulardan birini açarak içinden bir saat, bir yaka kartı ve bir tablet çıkardıktan sonra onlara birtakım numaralar girdi. Ardından yaka kartının üzerinde Adrian’ın ismi ile büyük bir #1 numarası belirdi.

 

“Adrian Caleo, tüm birinci yıllar içerisinde birinci sıralama için uygun görüldün.”

 

Oh? Birinci sıra demek… Adrian hikâyenin birinci kısmı boyunca iyi çalışmış gibi, onu yakalamam gerçekten zor olacak.

 

Ben onun hiç olmazsa ilk 10’da olacağını zaten tahmin ettiğimden tepkisizdim ama sınıfımın geri kalanı benden oldukça farklıydı. Adrian’ın birinci sıralamada olduğunu öğrendiklerinde hepsi araba farı görmüş tavşana dönmüştü.

 

“Bu saati üniversite sınırları içerisinde olduğun sürece bileğinde takman senin adına en iyisi olur. Telefonunu buna bağlayarak onunla yapmak istediğin her şeyi saatinle yapabilirsin. Saatin dışında, tableti derslerde kitaplar yerine kullanacağız ve ona zarar vermediğin sürece kişisel şeyler içinde kullanabilirsin. Ha birde bu yaka kartını ne olursa olsun üzerinden çıkarma. Bu üniversitenin bir kuralı yani uymaya özen göster.”

 

“Anladım… Teşekkürler profesör.”

 

Adrian saati bileğine taktı, yaka kartını üniformasına iliştirdi ve ardından tabletini eline alarak yeniden yerine döndü.

 

Öncenin aksine, artık tüm sınıf ona dikkat etmeye başlamıştı. Eh, birinci sıralamada bulunan birinin sınıflarında olması onlara garip geliyor olmalı.

 

“Aiden Tenebra!”

 

Profesör ismimi seslendiğinde kimsenin fark etmeyeceği şekilde hafifçe iç çektim. Bir ekstra olarak ana karakterin hemen ardından geliyorum demek… İlginç bir tesadüf oldu.

 

Yavaş ve sakin adımlarla profesörün yanına yürüdüm. Ardından tıpkı Adrian’ın yaptığı gibi önünde durdum ve profesörün gözlerinin içine baktım.

 

“Aiden Tenebra…”

 

Nedense sesi hayal kırıklığına uğramış gibi geliyordu. Yani sonucum pek iyi değil…

 

“Tüm birinci yıllar içerisinde 624’üncü sıraya uygun görüldün.”

 

Açıkçası gerçekten şaşırmıştım, o kadar ki bıraksalar yüzümde bir sırıtış belirebilirdi ama gülme isteğimin nedeni trajik sonucum için değildi. Daha çok, sahip olduğum istatistiklerle birlikte benden daha kötü birinin olabileceği düşüncesi bana komik gelmişti.

 

Bu dünyada istatistiklerini arttırmak kolay değil. Bunu öylesine söylemiyorum, bir kere D- seviyeye ulaştığınızda ileriye gitmek gerçekten bayağı zorlaşıyor çünkü artık sadece bedeniniz ile insanlığın sınırlarını aşmaya başlıyorsunuz.

 

Fakat birde şöyle bir şey var ki D seviyeye kadar olan yol o kadar da sıkıntılı değil. Tabii o da zor… Ama yine de ileriki seviyelere göre nispeten daha kolay. Bu yüzden benden daha düşük istatistiklere sahip biri olduğunu düşünmek gerçekten komik.

 

“Az önce söylediklerimin aynısı senin içinde geçerli.”

 

“Anladım, teşekkürler.”

 

Saati sağ bileğime taktım ve yaka kartıma bir göz attım.

 

——————————–

Aiden Tenebra

#624

1-C

——————————–

 

Kartı üniformama iliştirdikten sonra tableti elime aldım ve yerime doğru yürüdüm ama sonra bir gariplik hissettim. Meraklı bir şekilde başımı kaldırarak etrafıma bakındım ve böylece olayın ne olduğunu anlamam uzun sürmedi.

 

Değerli sınıf arkadaşlarım, oldukça ‘hoş’ ifadelerle bana bakıyordu.

 

Sıralamam nedeniyle hedef olacağım demek… Sıralamamın ne olduğu en ufak bir şekilde umurumda bile değil ama bu bana biraz problem çıkartabilir.

 

Yerime oturduktan sonra cihazların dağıtımı devam etti ama sınıfın genel olarak gözetlediği sadece iki kişi oldu. Bunlardan biri doğal olarak Adrian iken, diğeri maalesef ki bendim.

 

“Herkes cihazlarını aldı değil mi?”

 

Liste bitmiş olsa bile profesör son bir kez herkesi kontrol etti ve ardından iç çekerek çalışanlara kutuları geri götürmelerini söyledi.

 

“Evet! Bugünlük tüm teorik dersleriniz bu kadar, bu yüzden şimdi üstünüzü değiştirmek için soyunma odalarına gidin ve antrenman kıyafetlerini giyin. Rehber öğretmeniniz olarak size eşlik edeceğim ancak kendinize en uygun eğitmeninizi bulduğunuzda benimle bir işiniz kalmayacak.”

 

Böylece profesör, tüm sınıfı tek sıra halinde peşine takarak soyunma odalarına götürdü.

 

Koridorlar boyunca diğer sınıflardan toplanan öğrencileri görebiliyordum. Aralarında tanıdıklarım, tam olarak hatırlayamadıklarım ve daha türlüsü vardı ama ilerlemeye devam ederken gördüğüm bir figür ile gözlerim gerçek anlamda büyüdü.

 

Evet… Oynadığınız tüm iki boyutlu oyunları, animasyon tarzı filmleri, oyunları ve animeleri hayal edin. Bunların hepsinde karakterler özenle çizilir, neredeyse hiçbirinde çirkin biri neredeyse yoktur ama bir zaman sonra bunlardan o kadar çok görmüşsünüzdür ki bir karakter ne kadar yakışıklı ne kadar güzel çizilirse çizilsin artık size normal gelmeye başlar.

 

Eh, az önce kendi teorimi çürüttüm galiba. Çünkü grafikleri artık animasyonlar ve belirli çizgilerle sınırlı olmayan bu dünya, özellikle ‘çekicilik’ istatistiğinin de etkisiyle bana ömrü hayatım boyunca hiç tahmin etmediğim şekilde unutmayacağım bir manzara sergiliyordu.

 

Bir kız için ortalama uzunlukta sayılabilecek altın sarısı saçlar, bir vampiri andıran kan kırmızısı gözler, tam anlamıyla pürüzsüz bir cilt ve mükemmel vücut hatları.

 

Oyunu oynadığım sıralarda gördüğüm kadarıyla bu karakter kesinlikle güzeldi, bunu asla inkâr etmemiştim ama gerçekliğe dönüşen bu dünyada Lucia Quie’nin böyle görünebileceği aklımın ucundan dahi geçmemişti…

 

Bir erkek olarak dürtülerimin yavaşça harekete geçtiğini hissedebiliyordum, insanlar âşık olduklarında böyle mi hissediyorlar acaba? Gerçi yaşadığım şeyin aşk olduğuna dair şüphelerim yok değil.

 

Hayatımda hiç âşık olmadım ama bu daha çok baştan çıkarılmışım gibi hissettiriyor… Hatırladığım kadarıyla Lucia’nın çekicilik istatistiği daha hikâyenin başından A+ gibi bir şeydi…

 

Gözlerimi zorlukla ondan ayırdıktan sonra düşüncelerimi doğrulamak için etrafıma bakındım ve evet… Tıpkı benim gibi, koridorda onu gören tüm erkeklerin dibi düşüyordu.

 

Yürümeye devam ederken derin bir nefes alıp verdim. Sakin ol Aiden… Sakin ol… Çekicilik istatistiğine yenik düşecek biri değilsin sen… Yirmi bir yıllık hayatını bir sap olarak geçirdin, basit bir istatistiğe düşemezsin…

 

Böylece yaklaşık iki dakikalık bir yürüyüşün ardından, soyunma odalarının olduğu bölüme geldik ve kızlar ile erkekler olarak ayrı taraflara dağıldık.

 

Lucia sonunda görüş alanımdan çıktığı için halimden memnun bir şekilde üzerinde ismimin yazdığı dolabı aramaya başladım. Kısa bir süre sonrasındaysa özellikle benim vücut oranlarıma göre hazırlanmış olan antrenman kıyafetinin olduğu dolabı açtım ve tabletimi içine bırakıp kabinlere doğru yöneldim.

 

Boş bulduğum kabinlerden birine girip üzerimi değiştirdim. Üniformamı tabletimle birlikte dolabın içine attım ve onu kilitledikten sonra soyunma odasından çıktım.

 

Yaka kartımda yazan ‘#624’ yüzünden geçtiğim her yerde iğneleyici bakışların altında kalsam bile sınıfımın dizildiği yere doğru yürüdüm ve aralarına karıştıktan sonra herkesin toplanmasını beklemeye başladım.

 

Beklerken, bir yandan da tanıdık başkalarını bulur muyum diye etrafa göz atmaya devam ettim ama sonra gözlerim yeniden o sarı saçlara takıldı…

 

Böylece kendime bir öncelik belirledim, olabilecek en hızlı şekilde bir zihnimi koruyacak bir şey bulsam iyi olacak…

 

“Dikkat!”

 

Tarih profesörümüzün sesi kulaklarıma girdiğinde hızla arkamı dönüp hazır ola geçtim. Benimle aynı hareketi yapan sınıf arkadaşlarımla birlikte profesör hepimize bir bakış attı.

 

“Beni takip edin!”

 

Başka hiçbir şey söylemeden arkasını dönerek bizi açıklık bir alana götürdü ve böylece ağzım açık kaldı.

 

Neredeyse her türlü silahı bulabileceğiniz bir yere geldiğimizde, profesör bize ana silahımızı seçmemizi söyledi. Ben de kendime bir şey bakınmadan önce hızlı bir şekilde Adrian’ı aradım ve onu bir mızrağın önünde dikilirken gördüm.

 

Biraz tereddüt ediyormuş gibiydi ama gözlerindeki bakışla onu seçeceğine adım gibi emindim.

 

Adrian mızrak seçiyorsa… Yeteneklerini gösterdiğinde tarih profesörü onu kendi öğrencisi olarak alacaktır. Peki, şimdi düşünelim… Mızrağa karşı seçebileceğim en iyi silah neydi?

 

İstatistik penceremde gördüğüm tek ustalığımı düşündüm… Seviyesi F olsa bile, en azından kılıç ustalığım vardı. Elime başka bir silah alırsam alışmam uzun sürebilir… Hem kılıç diyoruz burada kılıç! Hangi erkek kılıca hayır der ki?

 

Uzunlukları, genişlikleri ve keskin tarafları gibi değişkenlere sahip farklı farklı bir sürü kılıç önümde duruyordu ve hangisini seçmem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

 

Etrafımdaki insanların silahlarını hızlı bir şekilde seçtiğini fark edince, hızlı karar vermem gerektiğine düşünerek sade ve sıradan görünümlü bir kılıç seçtim ve onu basitçe savurdum.

 

Ustalığım harekete geçmiş olacak ki, kılıcı savururken ona garip bir yakınlık hissediyordum. Kılıçla aramda oluşan bu bağ ciddiye alınmayacak kadar değersiz olsa da kesinlikle hoşuma gitmişti. Evet… Galiba bununla devam edeceğim.

 

“1-C! Yanıma toplanın! Hadi!”

 

Profesörün sesini duyduğumda seçtiğim kılıçla birlikte onun yanına doğru yürüdüm.

 

Profesör beni gördüğünce tuttuğum kılıca kısa bir bakış attı ve ardından yeniden beni umursamıyormuş gibi davranarak konuşmaya devam etti.

 

“Seçtiğiniz silahlara göre gruplara ayrılın.”

 

Söylediği gibi birbirimizin silahlarına bakarak gruplara ayrıldık ve bir süre sonra herkes yerini almıştı.

 

Yanımda duran kişilere baktım ama sonrasında Julian ile göz göze geldik. Sabahki karşılaşmamızda onda iyi bir izlenim bıraktığımı düşünüyordum ama gözlerimiz buluştuğunda, onun benden tiksindiğini hissettiğime yemin edebilirim.

 

“Güzel! Şimdi, mızrak grubu beni takip etsin. Diğer gruplar ise beklesin, birazdan bir profesör sizi almaya gelecek.”

 

Böylece profesör, Adrian ile birlikte mızrak seçen herkesi arkasından sürükleyerek açıklık alanın uzak bir köşesinde bulunan arenaya doğru harekete geçti.

 

Kılıç grubunda bulunan biz, yaklaşık dört dakikadır bekliyorduk ki sonrasında birinin bize seslendiğini duydum.

 

“1-C kılıç grubu! Beni takip edin.”

 

Bize seslenen kısa siyah saçları ve yine saçları gibi siyah gözlere sahip boyu neredeyse 190 santim olan profesöre baktığımda, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi.

 

Aslında kılıç seçmemin nedenlerinden biride başlı başına bu adam. Söylememe gerek yok ama oyundaki favori silahım kılıçlar ve özel öğrencisi olabileceğimiz bu adam, benim favori karakterlerimden biri. Neden mi? Çünkü ömrü hayatınız boyunca ondan daha sempatik ve eksantrik bir adam bulamazsınız.

 

Profesör bizi peşinden sürükleyerek boş bir arenaya götürdü ve ardından bizi arenanın etrafını çevreleyecek şekilde dağıttıktan sonra ortamızda oluşan boşluğa geçerek hepimize kısa bir göz attı.

 

Tüm birinci sınıfların karışmış hali olduğumuzdan tanımadığı bazı kişileri seçmeye çalışıyor olmalıydı.

 

“Evet! Şimdi siz ördekler, benim karşımda düello yapacaksınız ve seyirci kısmında oturan tüm kılıç eğitmenleri bizi izleyecek. Ardından sizi isteklerine göre bir sıraya sokacaklar ve rütbelerinize göre size özel bir eğitmen atanacak. Bu yüzden kıçınızı tekmelememem için düelloya her şeyinizi verseniz iyi olur!”

 

Bu üniversitede bulunan insanlar düşünüldüğünde oldukça kaba bir dil kullanıyordu ama özellikle bunu seviyordum. Çünkü bu kampüste bulunan herkes, karşılaştığı insanlarla özellikle saygılı konuşurdu. Sonrasında bu basit sağduyudan yoksun bu adamla ilk karşılaştığımdaysa, karşısındaki kim olursa olsun gülümsemesini asla indirmeden iğrenç bile olsa espriler yapmaya devam etmesi beni gülümsetmeye yetmişti.

 

Tabii bunun üzerine birde oldukça yetenekli bir kılıç eğitmeni olması, oyunu Adrian olarak oynadığım dönemde onun öğrencisi olmak için özellikle çabalamama kesinlikle değiyordu.

 

“Genel sıralamanıza göre başlayacağız. Şimdi, ilk olarak… üçüncü sıra, Lucia Quie!”

 

Kalabalığın arasından çıkan sarı saçlı güzelliği gördüğümde kalbim tekledi. Lanet olsun… Onunda kılıç kullandığını unutmuşum.

 

Tüm erkekler ona büyük bir ilgiyle bakarak garip bir atmosfer oluştursa da Lucia onları görmezden gelerek profesörün karşısına dikildi. Elinde tuttuğu kılıcıyla birlikte bir insan antrenman kıyafetinin içinde bile bu kadar güzel olabiliyordu demek… Ah, lanet olsun! Bırak bunları düşünmeyi, daha önemli işlerin var…

 

“Elinden geleni yap küçük hanım.”

 

Profesörün sözleriyle birlikte Lucia derin bir nefes alarak kılıcını ona doğrulttu. İkisi kısa bir süreliğine birbirlerine bakakaldılar ve ardından ilk hareketin gerçekleşmesi çok da uzun sürmedi.

 

Lucia, bir profesöre karşı olduğunu umursamadan gözlerimin takip etmekte zorlandığı bir hızla ilk atağı gerçekleştirdi.

 

Kılıçların çarpışmalarıyla çıkan o metalik sesle birlikte harmonik hareketleri birleştiğinde, garip ama garip olduğu kadar güzel bir dans gösterisi sergiliyorlarmış gibiydi. Ben de bu sırada onların her hareketini aklıma kazıyordum.

 

Gözlerimin onları takip edemediği bir hızda neredeyse üç dakika boyunca bir saniye bile beklemeden saldırılarını değiş tokuş etmeye devam ettiler ama tam da bu üçüncü dakikanın sonlarında, Lucia’nın hareketleri yavaşlamaya başladı.

 

Böylece kısa bir süre sonra, profesör birdenbire saldırmayı kesti. Lucia ise terler içerisinde yere yığıldı. Savaşa devam ederken onu ayakta tutan şey adrenalindi ama şimdi, bu adrenalin kesildiğinden gerçekten yorulmuş gibi görünüyordu

 

Profesör, Lucia’nın kalkmasına yardım ederek onu tebrik etti ve ardından düelloyu izleyen eğitmenler onu küçük bir alkışa tuttu.

 

Lucia, profesörle neredeyse dört dakika boyunca eşit takaslar yapmaya devam etmiş olmasına rağmen çok da tatmin olmuş gibi görünmüyordu. Tıpkı oyundaki gibi her şeyin en iyisi için çabalıyor demek…

 

“Oldukça iyi iş çıkardın Lucia, buradan uzaklaşmadığın sürece dinlenebilirsin.”

 

Lucia yüzündeki kötü ifade ile birlikte kalabalığın arasına karıştı ve ardından, profesör sırasıyla öğrencileri çağırmaya devam etti.

 

Kılıç kullananlar arasında dikkatimi çeken sadece üç kişi vardı. Bunlar sırası önemsiz bir şekilde; Julian Virhen, Lucia Quie ve Celine Potenbea’ydı.

 

Julian ve Lucia dışında, Celine’i bu dünyaya geldiğimden beri ilk defa görmüştüm. Kendisi her ne kadar Lucia kadar göze batmasa da hem ailesinin bilinirliği hem de kılıcının keskinliği ile kesinlikle ilgi odaklarından biriydi.

 

Saçları kahverenginin koyu tonlarındaydı ve sadece omuzlarına kadar iniyordu. Saçlarının yanı sıra keskin bakışlı mor renkli gözleri, Lucia ile kıyaslanamasa bile inkâr edilemez bir şekilde göze hoş geliyordu.

 

“624’üncü sıra, Aiden Tenebra!”

 

Düşüncelere dalmışken beni hayal dünyamdan çıkaran şey, profesörün bana seslenmesi oldu.

 

Sıramı duyan öğrenciler bana küçümseyici bir şekilde bakıyorlardı ama onları umursamadan profesörün karşısına geçtim.

 

“Üzerine çok gitmeyeceğim dostum ama yine de dikkat etsen iyi olur.”

 

Ona cevap vermek yerine, sessizce başımı sallayarak gözlerimi kıstım ve duruşumu bile almadan ona odaklandım.

 

Bazıları için şu an ki hareketim, maçı çok dan kaybettiğim için bunu çok da umursamadığımın işaretiyken bazıları için yerini bilmezlikti.

 

“Duruşunu almayacak mısın?”

 

Profesör kaşları çatılmış bir şekilde bana baktı, onu ciddiye almadığımı düşünüyor galiba. Üzgünüm profesör… Ancak en başta nasıl duruş alacağımı bile bilmiyorum.

 

“Yanlış anlamayın profesör, sadece düelloya başlayalım.”

 

Söylediklerimle birlikte önce biraz duraksadı. Sonrasındaysa yüzünde bir gülümseme belirdi, galiba onu kışkırttım…

 

Öğrenciler, düellonun kaç saniye süreceği ile ilgili birbirleri ile iddiaya giriyorken ne profesör ne de ben kılımızı bile kıpırdatmadık. Merak etmeyin… Birazdan hepinize o laflarınızı geri iade edeceğim.

 

Aramızdaki garip gerginlik, kalbimin küt küt atmasına neden oluyordu. Terliyordum, omuzlarımda ağır bir yük vardı ve ortamdaki tek ses rüzgârın uğultusu olduğundan profesöre odaklanmam zorlaşıyordu.

 

En azından yapmam gereken şeyi bildiğimden kendimi rahatlatmaya çalıştım ama tabii, maalesef ki profesörle aramızdaki bu sakinlik uzun sürmedi.

 

Profesör benim saldırmayacağımı anlamış olmalı ki az önceki hareketim yüzünden bana ‘yerini bil!’ diye bağırıyormuşçasına saldırmıştı. Öyle ki onu görememiştim bile ama yine de yaptığım tek şey, hafifçe sağa doğru bir adım atarak kenara çekilmek oldu.

 

Dikey ve düz bir hattı takip ederek az önce durduğum yere savrulan kılıç, havayı yararak aşağı indi ve ardından profesörün yüzünde anlamsız bir ifade belirdi.

 

Bizi uzaktan izleyen eğitmenler dahil, etrafımızı çevreleyen kalabalık bir anda suspus kesildi.

 

“Vay anasını! Çocuktaki şansa bak lan!”

 

Kalabalığın arasından yaptığım şeyi şansa bağlayan birini duydum ama dikkatimi bozmadım. Çünkü profesör, kendini hızlı bir şekilde toparlayarak tekrar harekete geçmişti ve bana tekrar saldırmıştı.

 

Ayrıca bu sefer saldırısı, kaçmama kolay kolay izin vermeyecek şekilde yatay bir savuruştu ama o daha harekete geçmeden geriye doğru attığım iki adımla birlikte bu saldırısından da kaçınmıştım.

 

Kılıcı ikinci kez atlatmamla birlikte tüm arenaya tekrar derin bir sessizlik hâkim olmuştu.

 

Profesörün yüzündeki şoku gördüğümde hafifçe iç çektim. Az önceki savuruş, neredeyse Lucia ile düello yaparken gösterdiği saldırılar kadar sert ve keskindi ama bunu tamamen görmezden gelerek, sanki bu bir çocuk oyunuymuşçasına soğuk bir şekilde konuştum.

 

“Profesör, o saldırı da neydi öyle? Beni küçümsüyor musunuz?”

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.