İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 12 Bölüm 14

Dönüş

 

 

Kuzey Toprakları’nda kar hafif hafif yağıyordu.

Yola ilk çıktığımdan beri yaklaşık dört ay geçmişti.

Sonbahar ve canavar insanların çiftleşme mevsimi çoktan geçmiş, uzun bir kış mevsimine girilmişti. Ormanın ortasında bile ayak bileklerime kadar kar vardı.

Buraya bir ay sonra bile gelseydik, kar göğsüme kadar ulaşır ve Sharia’ya giden yolun geri kalanında seyahat etmemi zorlaştırırdı.

“Bayan Elinalise ve ben yolu göstereceğiz,” dedim.

Karşımıza herhangi bir canavar çıkarsa, hepsini alt edebilirdik. Mana bir sorun değildi. Zenith hiç yorulduğunu belli etmeden yürüyordu.

Armadillo titriyordu ama ara sıra büyümle onu ısıttığım sürece iyi olacaktı.

Her şey yolunda, diye düşündüm kendi kendime.

 

Bir akşam, Elinalise ve ben birlikte gözcülük yapıyorduk.

“Rudeus, seninle konuşmak istediğim bir şey var,” diye birden ağzından kaçırdı. Bu konuşmanın içeriğinin ne olacağını şimdiden belli belirsiz hissedebiliyordum. Hiç şüphesiz Roxy.

Tam karşısına oturdum, bacaklarımı bağdaş kurup altıma aldım – beni kınamaya başlarsa önünde eğilmek için mükemmel bir duruş. Elinalise yerdeki daha rahat bir koltuğa oturdu.

Öfkesini nasıl ifade edeceğini merak ediyordum. Sylphie’ye saygısızlık ettiğim için bana saldıracak mıydı? Yoksa Roxy ile yattığım için beni azarlar mıydı?

Ama ikisini de yapmadı.

 

“Rudeus, Millis’in takipçisi değilsin, değil mi?” “Ha…?”

Ne demek istediğini anlamamıştım ama Tanrı diyebileceğim tek bir kişi olduğunu biliyordum. Küçüklüğümden beri bu değişmemişti.

“Değilim,” dedim sonunda.

“Ben öyle düşünmüyorum. Sylphie de değil, değil mi?” “Hayır, olmamalı.”

Sylphie dindar değildi. Aslında, tanıdığım tek sadık Millis takipçisi Cliff’ti. Boynunda kilisenin muskası vardı ve haftada bir kez kilisedeki ayine benzer bir şeye katılırdı. Sylphie Millis’in böyle bir sembolünü takmazdı ve kiliseye de gitmezdi. Belki de Cliff kötü bir kıyaslamaydı – inancı olması mümkündü, ama eğer öyleyse bile bunu söylediğini hiç duymamıştım.

“Benim Cliff’im sağlam bir mümindir,” dedi.

“Kesinlikle öyle,” diye hemen katıldım, az önce onu da düşünmüştüm.

“Millis inancına göre bir erkeğin yalnızca tek bir karısı olabileceğini biliyor muydun?”

“Öyle görünüyor.”

Elinalise devam etti, “Bu eski moda bir ferman, bir erkeğin karısını hayatının sonuna kadar sevmesi gerektiğini söylüyor. Yine de böyle bir sevgiye mazhar olmak oldukça iyi hissettiriyor.”

Bu kulağa doğru geliyordu. Birini tüm varlığınızla sevmenin ve karşılığında aynı şekilde sevilmenin iyi hissettirdiğinden hiç şüphem yoktu. Öte yandan, bocalayan, aldatan kalbim Roxy’ye kaymıştı.

Onu gerçekten seviyordum. Buna hiç şüphe yoktu.

Ama ED’ye sahip olduğumda ne kadar mutsuz olduğumu da hatırladım. Sylphie beni iyileştiren ve hayatıma mutluluğu geri getiren kişiydi ve bu yüzden ona, karşılığında onu tatmin edecek bir sevgiyle karşılık vermek istedim. Bu duygular da bir o kadar güçlüydü.

“Ancak, Rudeus,” diye başladı Elinalise. “Evet?”

“Ben farklıyım. Aynı anda birden fazla partneri sevmenin yanlış olduğunu düşünmüyorum.”

“Böyle düşünmene şaşırmadım ama bu samimiyetsizlik değil mi?” diye sordum.

Elinalise sadece başını salladı. “Eğer Sylphie’yi bir kenara atsaydın, bu başka bir şey olurdu. Ama onu gerektiği gibi sevdiğin sürece, bu samimiyetsizlik olmaz.”

“Sevmen gereken iki kişi varsa, bu her birine ayırabileceğin zamanın yarı yarıya azalacağı anlamına gelir, değil mi?”

“Bütün gün birbirinizle birlikte değilsiniz, değil mi? Yarıya inmeyecek. Eskisinden biraz daha az olabilir ama o kadar.”

Yani ikinci bir partner edinmek, ilk partnerime verdiğim sevgi azalsa bile bir sorun teşkil etmez mi? İnsanlar duygusal yükselişlere kayıtsız kalabilir, ancak çok küçük azalmalara karşı oldukça hassas olabilirler. Sylphie’nin ona olan sevgimin azaldığını düşünmeye başlaması korkunç olurdu.

“Geçmişi düşünmeye çalış. Paul Lilia’yla evlendikten sonra Zenith mutsuz muydu?”

Mutlu ya da mutsuz… Burada asıl meselenin bu olmadığını hissediyordum.

Gerçi şimdi o söyleyince Zenith’in pek de mutsuz olmadığı doğru oldu. Her şey eskisi gibiydi. Hatta Lilia’ya eskisinden daha da yakınlaşmıştı ve bu yüzden çok daha mutlu görünüyordu. Paul aniden her iki karısının da saldırılarına maruz kaldığı için mutsuz olabilirdi ama… belki de bu da kendi içinde bir tür mutluluktu. Bir daha asla geri gelmeyecek bir mutluluk.

 

“Tam olarak ne söylemek istiyorsun?” diye sordum. Paul’u hatırlamak kederin yeniden ortaya çıkmasına neden olmuştu. Onun hakkında konuşmaya devam edersek daha da kötüleşebilirdi. Sadece Elinalise’in ne demek istediğini duymak istiyordum.

“Roxy’yi karın olarak kabul et. Onu seviyorsun, değil mi?” Donup kaldım. “Şu an ciddi misin?”

“Evet, tabii ki ciddiyim.”

“Bayan Elinalise, bunu söylemeniz gerçekten doğru mu? Siz Sylphie’nin büyükannesisiniz. Onun mutluluğunu düşünmeniz gerekmez mi?”

Onu suçlamaya hakkım olduğundan değil. İlişkisi olan bendim; Sylphie’ye ettiğim yemini bozup Roxy ile yatan bendim. Koşullar ne olursa olsun bu gerçek değişmemişti. Yine de kendimi suçlayıcı bir tonda konuşurken buldum.

“Evet, bunu söyleyebilirim. Bunu benden başka kimse söyleyemez,” dedi kibirle bana bakarken. “Böyle söylememem gerektiğinin farkındayım ama Sylphie’nin büyükannesi olmadan önce Roxy’nin yakın arkadaşıydım.”

Bir an için ne demek istediğini anlamadım. Sonra tanışma sıralarından bahsettiğini fark ettim. Elinalise önce Roxy ile tanışmış, daha sonra Sylphie ile karşılaşmıştı.

“Dürüst olmak gerekirse, Roxy’ye şu anki haliyle bakmaya dayanamıyorum.

Kendini ilişkinin içine atmak ve sana yaslanmak istiyor ama sırf seninle çok geç tanıştığı için kendini geri çekilmeye zorluyor.”

O böyle söyleyince Roxy için üzüldüm… ama olaya onun açısından bakınca Sylphie için de üzüldüm.

“Kötü şartlarda ayrılırsanız, sefil bir hayat süreceğinden hiç şüphem yok. Pisliğin biri ondan faydalanabilir, ona kötü davranabilir ve sonra da ödenmemiş borçları için onu teminat olarak satıp, hiç tanımadığı bir adamın çocuğunu doğurmasına neden olabilir.”

 

“Bu biraz fazla ileri gitmek değil mi?”

Rahatsız bir şekilde sordum.

“Böyle bir hayat süren bir kadın tanıyorum.”

O kadar içten konuşuyordu ki, bir an için kendi kişisel deneyiminden mi bahsediyor diye düşündüm.

Elinalise devam etti: “Roxy’nin mutlu olmasını istiyorum, bu mutluluğun bazı şartları olsa bile.”

“Yani, ben de aynı şeyi istiyorum.”

“Rudeus, bunu yapabileceğini biliyorum. Sylphie ve Roxy’yi aynı şekilde sevebilirsin. Ne de olsa sen Paul’un oğlusun. Bunu yapabilmelisin.”

Gerçekten yapabilir miydim? Belki de. Hayır, kesinlikle. İkisini de eşit derecede seviyordum. Sevdim ve sevebilirdim de. Ama bu gerçekten doğru muydu? Bu kadar çok şey söylemek, bu kadar bencil olmak doğru muydu?

Hayır. Bunlar sadece şeytanın fısıltılarıydı. Onları dinleyemezdim.

 

ÇN: Lan o fısıltıları o gecede duysaydın ya.

 

“Hayır, Sylphie benim tek-”

Elinalise sesini yükselterek, “Bunu söylemeyi planlamamıştım,” diye araya girdi. “Ama Bazaar’da birlikte içtiğimizde Roxy bana aylık döngüsünün hâlâ gelmediğini söyledi.”

“Ha?” Aylık döngü…? Oh, bekle! Ne olduğunu biliyordum. Ama bu şu anlama mı geliyordu…?

“Henüz kesin değil,” diye ekledi.

İşi bitirmiştik. Bu mümkündü. Ayrıca, sarhoş oldukları gece gelip göğsüme vurmuştu (zayıf da olsa). Belki de bu bir işaretti?

Elinalise yüzüme baktı ve “Rudeus, eğer Roxy gerçekten senin çocuğuna hamileyse, ne yapacaksın?” dedi.

Sorusu kafamda Paul’un o zamanki halini canlandırdı… Lilia’nın çocuğuna hamile olduğu zamanki halini. Çok acınası görünüyordu. O zamanlar çaresizken onu kurtaran bendim. Şimdi, onun saygıyı hak eden bir adam olduğunu düşünüyordum. Ama bu onun yaptığı hataları yapmak istediğim anlamına gelmiyordu.

“…Yapılması gerekeni yapacağım.” “Hangisi?” diye sordu.

“Onunla evleneceğim.”

Evlenmek! Bu kelime ağzımdan çıktığı anda kalbim mideme inmiş gibi hissettim.

Sylphie’yi seviyordum ama aynı zamanda Roxy’yle evlenmek ve onun da ailemin bir parçası olmasını istiyordum. Başka birinin onu almasını istemiyordum. Onu benim yapmak istiyordum. Bu benim bencilliğimdi. Aynı şeyi Sylphie’ye de söylemiş, onu çocuğuma hamile bırakmıştım ve şimdi de başka bir kadını arzuluyordum. Bu affedilemezdi. Sadece bir çöp parçası benim düşündüğüm gibi düşünebilirdi.

Paul için de şimdiye kadar pek çok kez aynı şeyi söylemiştim -ona da aynı şekilde bir çöp parçası demiştim- ama ben de bir erkektim. Artık sevdiğim ve istediğim iki kadın olduğuna göre, tıpkı Paul’un yaptığı gibi ikisine de sahip olmak için elimden geleni yapamaz mıydım? Belki Sylphie benden iğrenecek ve Roxy beni terk edecekti. Ama ikisini de kaybetsem bile denemeye değmez miydi?

Oh, bu doğru. Bu sadece bana bağlı değildi.

“Roxy ve Sylphie’nin bunu kabul edip etmemesi farklı bir hikâye,” dedim sonunda.

“Kesinlikle. Ben gidip Roxy’yi getireyim.” “Ha?”

 

Beni bu sözlerle baş başa bırakan Elinalise hemen yakındaki çadırlardan birine girdi.

Birkaç dakika sonra Roxy tek başına dışarı çıktı. Hiç de uykulu görünmüyordu. Onun yerine yüzünde gergin bir ifadeyle bana baktı. Belki de Elinalise ona bir şey söylemişti.

“Benimle ne hakkında konuşmak istiyorsun Rudy?” Önüme oturdu, bacaklarını altına aldı. Ben de onu izledim ve daha dik oturdum.

Ne söylemem gerekiyordu ki? Her şey çok hızlı gelişiyordu. Henüz kelimeleri bulamamıştım. Hayır, düşünmeye gerek yoktu.

Roxy’ye karşı hissettiklerim konuşmadan önce üzerinde düşünmem gereken bir şey değildi.

“Bunu çok ama çok uzun zamandır söylemek istiyordum,” diye başladım.

“Evet?”

“Sizi seviyorum öğretmenim. Her zaman sevdim, çok çok eskiden beri. Ve sizi sadece sevmiyorum, size saygı duyuyorum. Büyüyü benim kadar iyi kullanamadığınız gerçeğinin bilincinde gibi görünüyorsunuz, ama bu benim için önemli değil. Öğretileriniz bana defalarca yardımcı oldu.

Buraya kadar gelebilmemin tek nedeni onlar.”

Roxy’nin yüzü yavaş yavaş kızardı. Muhtemelen benimki de pembeleşmişti. Bu şekilde yüz yüze konuşmak utanç vericiydi.

 

“Bunun için teşekkür ederim.”

“Ama,” diye ekledim kekeleyerek, “benim de bir karım var.”

“Evet, duydum.”

“Öyleyse lütfen ikinci karım ol” demek gerçekten uygun muydu?

Bu bencilce bir ifade değil miydi? Ama daha iyi bir yol bulamadım.

Ne yapmalıydım?

Sadece söylemek zorundaydım. Ne şekilde ifade edersem edeyim, isteğim aynı kaldı. Sylphie’den ayrılmayı değil, önce Sylphie’nin fikrini almadan Roxy’yi aileye katmayı teklif ediyordum. Olay gerçekleştikten sonra onun onayını almam gerekecekti. Bu tam da beş para etmez bir insanın yapacağı türden bir şeydi.

Yine de şimdi söylemek zorundaydım. Söylemezsem Roxy kaçıp gidebilirdi. Elindeki iş biter bitmez hemen yola koyulacak türden biriydi. Onu şimdi durdurmazsam çok geç olabilirdi.

…Yeter. Eğer daha sonra söylemediğim için pişman olacaksam, o zaman şimdi söylemeliydim. Bu beni bir bok parçası yapsa bile.

“Karımın adı şimdi Sylphiette Greyrat, ama aslında bir soyadı yoktu. Sadece Sylphiette’ti.”

Roxy başını salladı. “Evet, ben de öyle duydum.”

” Adını Roxy Greyrat yapmanın bir sakıncası var mı?”

Bir an için şüpheyle baktı. Ama hemen sonra ne demek istediğimi anlamış olmalı ki eliyle ağzını kapattı. Roxy neredeyse aynı hızla soğukkanlılığını geri kazandı. “Bunu söylediğin için minnettarım, gerçekten. Ama önce karının onayını alman gerekmediğine emin misin?”

Elbette. Tamamen yabancı birinin ailemizin bir parçası olmasından bahsediyorduk – Sylphie’ye mutlaka danışmalıydım. Bunu küçük kız kardeşlerime de açıklamam gerekecekti. Lilia’ya da.

“Onun onayına ihtiyacım var,” diye itiraf ettim. “O halde…”

Beni geri çevirecekti. Görünüşe göre Roxy sadece ve sadece onu seçmemi istiyordu. Bu düşünce aklımın bir köşesinde belirir belirmez…

“Bu durumda, lütfen onun onayını aldıktan sonra bana tekrar sor,” dedi Roxy yüzünde ciddi bir ifadeyle, etrafımıza kar serpiştiriyordu.

 

Lütfen bana tekrar sor. Kelimeler zihnimde yankılandı. Beni reddetmediği gerçeğini fark ettiğimde vücudumun kızıştığını hissettim.

 

Sharia’nın Büyülü Şehri’ne yaklaşmıştık.

Lilia’yla Roxy hakkında da konuştum. Her zamanki sahte yüz ifadesiyle sadece, “Anlıyorum o zaman. Pekâlâ.” Sesi pek de

Muhtemelen daha önce Roxy ile aynı durumda olduğu için beni yargıladı.

Hayır, sorun bu değildi. Tek eşli evlilik kavramı sadece Millis’te var olduğu içindi. Her iki durumda da Roxy’ye verdiğim sözü tutmuş ve Lilia’nın anlayışını kazanmış olmak omuzlarımdaki yükü hafifletmişti. Geriye kalan tek şey eve dönmek, Sylphie’ye yolculuk koşullarını açıklamak ve Roxy’nin aileye katılması için yalvarırken başımı önüne eğmekti.

Hâlâ Roxy’nin aileye katılması için yapmam gerekenlerin ağırlığını hissediyordum.

Paul ve Zenith’in durumunu Aisha ve Norn’a açıklamak. Ama onlar da benim gibi bunu kabul etmek zorundaydılar. Norn’un öfkeyle tepki vereceğinden ve beni suçlayacağından emindim ama yine de bunu yapacaktım. Kaçmayacaktım. İşler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, pişmanlık duymayacaktım.

“…Pişmanlık mı?”

 

Tam o sırada endişe çirkin yüzünü gösterdi.

Bunlar İnsan-Tanrı’nın sözleriydi. Bir şeyden “pişmanlık duyacağımı” söylemişti.

Paul’un ölümü, Zenith’in bir kabuğa dönüşmesi ve benim sol elimi kaybetmem yeterince doğruydu. Çok şey kaybetmiştim. Yine de garip bir şekilde pişmanlık hissetmedim. Bunun için Roxy’ye teşekkür edebilirdim.

Evet, bir parçam şöyle düşündü: Keşke daha güçlü olsaydım, keşke kılıcı nasıl daha iyi kullanacağımı öğrenseydim, keşke o hidrayı yenecek kadar güçlü olsaydım.

Ama başka bir yanım, her halükarda bunun imkânsız olduğunu hissediyordu. Savaş yeteneğim pek iyi değildi.

 

O savaş aurasını vücudumun etrafına saramazdım, nasıl deneyeceğimi de bilmiyordum. Bir kılıç ustası olarak ilerlemek için savaş auranızı manipüle edebilmeniz gerekirdi. Ayrıca, hidra büyüye karşı bağışıklık kazanmıştı. Kral seviyesinde büyüler öğrenmek için gayretle çalışmış olsaydım bile işe yaramazlardı. Başka bir yolu olabilirdi ama geçmiş geçmişte kaldı.

Bu yüzden hiç pişmanlık duymuyordum. Paul’un ölümü geçmişimi gözden geçirmemi sağladı. İnsanları endişelendirmiş ve başlarına bela açmıştım ama sonuçta tüm bunlardan iyi bir şey çıkmıştı.

Hissettiğim şey pişmanlık değil, üzüntü idi. Sadece hüzün. Begaritt Kıtası’ndan yanımda taşıdığım tek şey hüzündü.

Ama şimdi endişeli hissetmemin nedeni de buydu. Belki de gerçekten pişman olacağım şey henüz gelmemişti. Örneğin, belki de geride bıraktığım küçük kız kardeşlerimin başına bir şey gelmişti.

Ne dediğini hatırlayın.

Linia ve Pursena hakkında şundan bundan bahsetmişti. Bu onlardan birine bir şey olduğu anlamına mı geliyordu? Buradaki bir tür sorunu çözmek için onlardan yardım mı almam gerekiyordu?

Ya da – sakın bana söylemeyin – hamile karıma bir şey mi olmuştu…?

Beni pişmanlık içinde bırakabilecek tek şey bunlardı.

 

Endişelerime rağmen daha hızlı hareket edemiyorduk. Hava kötüleşmişti ve kar hızla artıyordu. Diğerleri etkilenmemiş görünüyordu ama Zenith zorlanıyordu. Toprak büyülerimi kullanarak sırtıma alabileceğim bir koltuk yaptım ve onu taşıdım. Armadillo yarı donmuş görünüyordu. Belki de onu geride bırakmalıydık ama bunun için artık çok geçti.

En azından ona bir isim vermeliyim ki isimsiz ölmesin, diye karar verdim.

Dillo. Dillo iyi bir isimdi. Elinden geleni yap, Dillo!

Begaritt’e giderken harabelere ulaşmak sadece beş gün sürmüştü ama dönüş yolculuğumuz on günden fazla zaman alıyordu. Şimdiye kadarki tüm maceralarımla kıyaslandığında o kadar da uzun değildi. Yine de bir şekilde tüm seyahatin en uzun ayağı gibi hissettiriyordu.

 

***

 

 

Sharia’nın Büyülü Şehri’ne vardık.

Adımlarımın hızlandığını hissederek hemen evime yöneldim. “Hey, Patron, ne oldu? Görünüşe göre bir hayalet görmüşsün. Görmemen gerekmez miydi?

Kendine şu Detoksifikasyon şeyinden mi yaptın?” Geese sordu

endişeyle.

Onu görmezden geldim ve aceleyle ilerlemeye devam ettim.

“Demek burası şehrin merkezi, ha? Şimdilik gidip kendimize bir han bulalım mı? Bu kadar insanla Patron’un evinde kalmamızın imkânı yok.”

Arkamda konuşan biri vardı ama sözleri kulağıma ulaşmadı.

“Hey, Patron, dinliyor musun? Patron mu? Hey, Rudeus!”

Bir anda koşmaya başladım. Herkesi arkamda bıraktım ve evime doğru, bir yıldan uzun süredir yaşadığım şehirde daha önce yürüdüğüm tanıdık sokaklara doğru koşmaya başladım.

Yanlarından geçtiklerim bana şaşkınlıkla bakıyor, acelemin ne olduğunu merak ediyorlardı ama ben olabildiğince hızlı gidiyor, tökezliyor, dengemi tamamen kaybediyordum. Belki de sol elimin olmayışı düzgün koşmamı engelliyordu.

Tam düşmek üzereyken biri beni yakaladı ve dik tuttu.

“Bütün bu telaş ne için?”

 

Elinalise’di.

“Sadece…” Kelimeleri bulmaya çalışarak söylemeye başladım.

Tekrar sormadan önce bir an bekledi, “Ne oldu? Bir süredir panikliyorsun. Bir şey mi oldu?”

“Hayır, sadece Sylphie’nin başının belada olduğunu hissediyorum.” “Başı dertte mi? Neye dayanarak?”

“Hiçbir şeye, gerçekten.”

Onu başından savdım ve tekrar aceleyle yürümeye başladım. Bu endişeyi olabildiğince çabuk gidermek istiyordum. Evim az ilerideydi. Eğer her şey olması gerektiği gibiyse, Sylphie’nin karnında bir bebek olması ve evde olması gerekirdi. Ya da belki çoktan doğum yapmıştı? Eğer öyleyse, erken bir doğum olurdu. Eğer bu olduysa, o zaman belki…?

Bunun dışında her şey olabilir. Başka bir şey. Sadece daha fazla kötü şey olmasını istemiyordum.

Eve vardım. Kar yığılmıştı ama ev bıraktığımdan çok da farklı görünmüyordu. Bahçedeki ağaçların ve saksı bitkilerinin sayısı biraz artmıştı; Aisha’nın hobisinin bir ürünü olduğunu tahmin ediyordum. Ev eskisinden daha güzel görünüyordu.

Anahtarımı eşyalarımın arasından çıkarıp kapıdaki deliğe soktum ve çevirmek için uğraştım. Metal soğuktu ve ellerim titriyordu. Kapı açılmıyordu; anahtar dönmüyordu.

“Tch.”

Kapı tokmağına uzandım. Tenim buz gibiydi ama yine de birkaç kez vurdum.

“Zaten açık olmadığına emin misin?” diye sordu Elinalise arkamdan.

Onun önerdiği gibi kapı kolunu denedim, çevirdim, çektim ve kapı açıldı.

İçeri adım atarken çok dikkatsiz olduğumu düşündüm.

Gözlerim hemen odanın diğer ucunda kapıyı açmaya çalışan biriyle buluştu.

“Ah, ağabey?!”

” Aisha… herkes güvende mi?”

“Ne demek istiyorsun?”

Aisha’nın şaşkın bakışları ben ve Elinalise -şimdi yanımda duruyordu- arasında, sonra da arkamızda gidip geldi.

 

 

ÇN: Büyük ihtimal anlamışsınızdır zaten ama bu cümlede düşündüğü şey aniden değişiyor o yüzden garip gelmiş olabilir.

 

 

Takip edip arkama baktığımda Roxy’nin nefes nefese kaldığını gördüm.

O an için Aisha’yı omuzlarından tuttum. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmiş olmalıydı çünkü sağ omzuna baktı ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Belli ki şok olmuştu, yüzümle elim arasına baktı.

“Ha? Bu da ne? Sana ne oldu-” “Görüyorum ki güvendesin. Peki ya Sylphie?”

“Ha? Oh, um… o burada mı?”

Onun bu sözleri üzerine, Aisha’nın hemen arkasında, aynı derecede şaşkın görünen Sylphie’nin olduğunu fark ettim. Karnı ikiye, belki de üçe katlanmıştı. Göğüsleri bile biraz şişmişti.

Yaklaşık yedi ya da sekiz aylıktı, muhtemelen şimdiden anne sütü salgılıyordu… hayır, şu anda bunun bir önemi yoktu.

“Rudy, ne oldu?” diye sordu.

“Sylphie, iyi misin? Hiçbir şey olmadı mı?”

“Ha? Hayır, herkes bana karşı çok iyi davrandı ve Aisha da yardım etmek için elinden geleni yapıyor.”

Yani Sylphie iyi miydi? Evet, o kadarını görebiliyordum.

“Peki ya diğerleri?” diye sordum. “Norn? Linia, Zanoba ve diğerleri güvende mi?”

“Ha? Güvende mi? Burada hiçbir şey olmadı,” dedi, hâlâ kafası karışıktı. “Kimse hastalanmadı ya da yaralanmadı mı?”

 

“Hayır, kayda değer bir şey yok…” Sylphie sanki neden bahsettiğim hakkında hiçbir fikri yokmuş gibi tamamen şaşkın görünüyordu.

Bu ifadeyi görünce anladım ki… gerçekten de yanlış bir şey yoktu.

“Abi?”

Bunu fark ettiğimde, Aisha’nın yüzü karşımda duruyordu. Ne kadar da büyümüştü. Hayır, durun, az önce yere çökmüştüm.

“Tamam…” Nefes verdim. Gerginlik bedenimi terk etti.

Sonunda, İnsan-Tanrı’nın bahsettiği pişmanlık

Paul’un ölümü ve önceki hayatımdaki ebeveynlerimin ölümleriyle ilgili pişmanlık. Kaygılarımın geri kalanı gereksiz endişelerdi.

“Haah…” Bunu kavradığımda derin bir oh çektim. “Tanrı’ya şükür.”

Sylphie yavaş yavaş yaklaştı ve elini omzuma koydu. Sıcaklığının bornozumun kumaşına yayıldığını hissedebiliyordum. Hemen diz çöktü ve kollarını nazikçe bana doladı. Ben de kendi kollarımı beceriksizce de olsa ona doladım, sol elim eksikti ve sıktım. Tanıdık kokusu burnuma doldu.

“Evine hoş geldin Rudy.”

Ona anlatmam gereken o kadar çok şey vardı ki… Paul hakkında, Zenith hakkında, Roxy hakkında. Ayrıca meydanda bıraktıklarıma da evime hoş geldin demem gerekiyordu. Ne de olsa buraya kadar tek başıma gelmiştim. Biraz fazla paniklemiştim. Hiçbir şey olmamıştı. Diğerleriyle vakit geçirmeliydim.

Ama bunu yapmadan önce söylemem gereken bir şey vardı.

“Ben geldim.”

Geri dönmüştüm.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.