İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 10 Bölüm 10

[ A+ ] /[ A- ]

10.BÖLÜM

KIRILMA NOKTASI 

 

Bu olay mektubun ulaşmasından bir ay sonra gerçekleşti. O gün Nanahoshi’ye bir deneyde yardım ediyordum, ancak parametreleri her zamankinden daha farklıydı. 

“Eğer bu düzgün çalışırsa, bir sonraki aşamaya geçebilirim.” Nanahoshi bana öncekilerden çok daha büyük bir büyü çemberi gösteriyordu. Yine de bir tatami matının sadece yarısı genişliğindeydi. Yine de bir tatami hasırının sadece yarısı genişliğindeydi. Nadir bulunan bu parşomen parçasının üzerine koyu renkte çizilmiş karmaşık motifler vardı. 

Ç.N: Tatami matı japonlara özgü bir minder türüdür. Ortalama 200×200 santimetre boyutlarındadır. Yani Nanahoshi’nin çemberi 1 metre.  

“Emin olmak için, bu çemberin ne işe yaradığını sorabilir miyim?” 

“Başka bir dünyadan yabancı bir nesneyi çağıracak.” 

“Ve bu başka bir ışınlanma felaketine yol açmayacak, değil mi?” 

Işınlanma hadisesi Nanahoshi buraya çağrıldığı için meydana gelmişti. Bu da benzer bir olayın sadece küçük bir şey çağırdığı için meydana gelmeyeceğinin garantisi olmadığı anlamına geliyordu. En azından ben böyle düşünüyordum ama Nanahoshi başını salladı. “Bu güvenli. En azından teorik olarak.” 

 “Her ihtimale karşı, bu teorinin ne olduğunu sorabilir miyim?” 

“Daha önceki deneylerimize dayanarak, çağırmaya çalıştığımız nesne ne kadar büyük ve karmaşıksa, o kadar fazla mana gerekiyor. Başka bir deyişle, bu dünyada büyü, Enerjinin Korunumu yasalarına uyuyor. Bu sefer karmaşık olmayan küçük bir şey çağıracağız. Beni buraya getiren enerjinin bölgeyi yok eden şey olduğunu varsayarsak, teorik olarak bu çember en fazla bir metre menzilindeki insanları ışınlayacaktır. Doğrusu bu mümkün değil ama her ihtimale karşı çemberin içine bir güvenlik mekanizması ekledim, böylece ne kadar mana emeceğini kontrol edebiliyorum.” 

Pekala, güzelce anladım. Tabii, neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.  

“Enerjinin Korunumu… şey tam olarak ne oluyordu?” Kütlenin Korunumu yasasından ne farkı vardı? 

“Bilmeyenlere iyi açıklayabilecek kadar bilgili sayılmam ama temelde bu dünyada meydana gelen tuhaf şeylerin çoğundan mananın sorumlu olduğu anlamına geliyor. Sürekli kullandığın şu büyü-Taş Karambolü müydü? Sanki havada aniden bir kaya yaratmışsın gibi görünüyor ama aslında o sırada mananı bir kayaya dönüştürüyorsun.” 

Enerjinin Korunumu Kanunu, öyle mi? Anladım. Bu yüzden büyüye ne kadar çok mana akıtırsam, ateş büyüsünde alev o kadar sıcak oluyor, ve toprak büyüsünde ortaya çıkan kütle o kadar büyük oluyordu. 

“Ayrıca…” Nanahoshi bundan sonra çemberin ardındaki prensibi bana açıklamaya devam etti ama bir noktadan sonra hepsi benim için kulağa Yunanca gibi geliyordu. Şöyle böyle bir yasayı uygularsanız çemberin büyüklüğü ve etkisi şu olurdu, o zaman onun dediği şeyin diğer yasasını uygularsınız şöyle olurdu falan filan. 

Dürüst olmak gerekirse, teorisinde kusur olsa bile anlayamazdım. Bildiğim tek şey, kendinden emin göründüğüydü ve bu, başarı şansının yüksek olduğu anlamına geliyordu. En kötüsü olsa ve bir yere ışınlansam bile artık iyi kötü evin yolunu bulacağımdan emindim.  

“Bu başarısız olursa ve ışınlanırsam mümkünse ailemle iletişime geç.” 

“Dediğim gibi, böyle bir şey söz konusu değil.” 

Çemberin önüne geçtim. “Tamam öyleyse, hadi başlayalım.” 

“Lütfen.” 

Bu kelimenin bana yönelik olup olmadığından emin değildim. Belki de daha çok Tanrı’ya bir yalvarıştı.  

Ellerimi kağıdın kenarına koyarak manamı çembere aktarmaya başladım. Çemberin içinden bir akım dalgalandı ve bir ışık yayılmaya başladı. Manamın kollarımdan emildiğini hissedebiliyordum. 

Garipti. Bir şeyler doğru gelmiyordu. Işığın ilerlediği yol tıkanmış gibi görünüyordu. Sanki bir kısmı yanmıyordu. 

Fııışt! 

Yumuşak bir hışırtı sesi duyuldu ve aniden mana akışı durdu. Çemberden yayılan ışık soldu.  

Bitmişti. Çemberden başka reaksiyon gelmedi. Sonra yakından baktım ve kağıdın bir kısmının yırtık olduğunu gördüm. Belki kısa devre yapmış ve güvenlik devreye girmişti? Ne olursa olsun bu bir başarısızlıktı. 

“Ne oldu yani?” 

“İşe yaramadı.” dedi Nanahoshi sessizce. Sandalyesine geri döndü ve masasına dirseğini dayayıp büyük bir nefes aldı. “Haah.” 

Üstündeki çizim kaybolmuş, geriye sadece dairenin alttaki kaba taslak çizimi ve deneyin neden olduğu yırtık kalmıştı. Nanahoshi hiç kıpırdamadan dalgın dalgın bakmaya devam etti. Bir süre sonra bana bakmadan şöyle dedi: “Yardımın için sağol. Bugünlük eve gidebilirsin.” 

Neredeyse iki yıllık çabanın sonucu sadece birkaç saniye içinde yok olmuştu. “Böyle şeyler olur, biliyorsun,” diye karşılık verdim. 

Nanahoshi cevap vermedi. 

Benim hatam mıydı? Hayır, tek yaptığım manamı akıtmaktı. Başka hiçbir şeye dokunmadım. Benim yaptığımı herkes yapabilirdi, yeter ki manaları olsun. Yani deney benim yüzümden başarısız olsa bile, bana yeterince bilgi vermemesi Nanahoshi’nin suçuydu. 

Hiçbir şey söylemedi. 

Her halükarda, bugünlük bu kadarı yeterliydi. “Peki, izninle o zaman.” Gitmek için ayağa kalktım. Odasından çıkmadan önce dönüp ona baktım. Hâlâ aynı pozisyondaydı, kılını kıpırdatmıyordu. 

Dağınık araştırma odasında yürüdüm ve koridora çıktım. Sadece birkaç adım atıp durmak zorunda kaldım. Nanahoshi son birkaç aydır inanılmaz derecede gergindi. Sandalyesine yığılma şekline bakılırsa, yıkılmıştı. Belki de ne sonraki deneyi, ne de bu hüsranı düşünüyordu. Belki de artık, sadece tamamiyle pes ediyordu. 

Hayır. Görünüşünü beni neye inandırırsa inandırsın Nanahoshi güçlü biriydi. Şüphesiz, bir başarısızlığı olduğu gibi kabul etme ve üzerinde durmama kapasitesine sahipti. 

Tam düşündüğüm gibi… 

“AAAAAAAAH!” 

Araştırma odasından çığlıklar yükseldi. Sonra bir şeyin kırılma sesi. Topuklarımın üzerinde döndüm ve hızla odaya koştum. 

“Aaaah!” 

Nanahoshi çıldırmıştı. Yazdığı kitabın sayfalarını yırttı ve yere çarptı. Etraftaki rafları devirdi ve kavanozların içindekileri yere boşalttı. Maskesini parçaladı ardından yere savurdu. Sonra yüzünü tırmalamaya başladı ve sendeleyerek bir duvara çarptı. Duvarı yumrukladı, sonra kavanozun dökülen malzemelere tekrar takıldı ve sonunda zemine kapaklandı, kavanozdan dökülen kumları avuçlayıp savurdu. Ardından ayağa kalktı ve saçlarını yolmaya başladı. 

Panikle ona doğru koştum ve kollarını arkadan bağladım. “Dur artık, sakinleşmelisin!” 

“Eve dönemiyorum, dönemeyeceğim, dönemiyorum.” Nanahoshi bu sözleri mırıldanırken gözleri boş bakıyordu. Vücudundaki tüm kaslar sanki yeniden çıldırmaya hazırlanıyormuş gibi gerildi. “Eve gidemem, ben yapamam, yapamam-aaaaaaah!” 

Kıvranarak çırpınmaya başladı, elimden kurtulmak için olanca gücüyle mücadele ediyordu. Ama gücü sadece içine kapanık liseli bir kızın gücüydü. Son derece zayıftı. Kendini kurtarmasının hiçbir yolu yoktu. Çok geçmeden vücudu gevşedi. Onu bıraktığımda, güçsüzce yere yığıldı. 

“Şimdi, daha iyi misin?” Pek de iyi olmadığını hissettim. Bir çarşaf kadar beyazdı, boş gözleri ve koyu göz altı halkaları vardı. Dudakları tüm rengini kaybetmiş, kurumuş ve çatlamıştı. Bu, zihinsel olarak çok kötü durumda olan birinin yüzüydü. Kendine zarar verebilirdi. 

Onu bu şekilde yalnız bırakamazdım. Ne yapmalıydım? Böyle bir durumda en çok yardım edebilecek kişi… Sylphie’ydi! Doğru, Sylphie. Bu konuda bir şeyler yapabilirdi. Ayrıca bugün gece nöbeti de yoktu. Tamam. O halde Nanahoshi’yi bu geceliğine evimize götüreceğim. 

Dur biraz… Bundan önce sakinleşmesi için bir yer bulmalıyım. “Sen iyi misin?” diye sordum.  

“…” 

“Kendine biraz fazla yüklendin. Bugünlük dinleneceğiz, tamam mı?” 

Nanahoshi cevap vermedi.  

Kolumu omzuna sarıp onu neredeyse sürükleyerek ayağa kaldırdım. Sonra araştırma odasını terk ettik. 

Belki de onu bir yere kilitlemeliyiz. Düşünmek için duraksadım. Hayır, daha sonra endişeleniriz. Bir günlüğüne de olsa iyi olacaktır. Umarım. 

Bizi Sylphie’nin olması gereken beşinci sınıflara doğru götürdüm. Birinden onu benim için getirmesini istemeli miydim? Yoksa sınıfa girip onu kendim mi getirmeliydim? İnsanlar yanımızdan geçerken bize bakıyordu, Nanahoshi destek için bana dayanıyordu. Bu rahatsız ediciydi. Şu anda çok dikkat çekiyorduk ve Nanahoshi maskesini takmıyordu. Dikkat çekmemek akıllıca olurdu. Ama bu mümkün müydü? 

“Usta!” 

Biri bana seslendi. Arkamı döndüğümde Zanoba’yı gördüm. “Usta neler oldu böyle?!” 

“Zanoba, Nanahoshi’nin başı dertte. Bana yardım et.” 

“Hasta mı?!” 

“Öyle bir şey,” dedim.  

“Bu durumda önce revire gitmeliyiz.” 

“Ah. Tamam, evet. Revire o zaman.” 

Zanoba, “Onu taşıyacağım,” diye gönüllü oldu. 

“Nazik ol.” 

“Tabii ki. Haydi gidelim buradan, Sessiz Usta.” 

Onu bir prenses gibi kaldırdı. Bir insanı taşımanın sağlam, dengeli bir yolu. Nanahoshi hiç direnmedi. Yüzünde yorgun bir ifade vardı, tüm enerjisi tükenmiş bir kabuk gibi görünüyordu. 

“Yol açın!” Zanoba bağırdı ve kalabalığın içine daldı. Önünde bir okyanus gibi yarıldılar. Ben de arkasından takip ettim. 

Revirde Nanahoshi’yi yataklardan birinde dinlenmeye bıraktık. Yüzü bomboştu. Yüzünde korkunç bir ifade vardı. Sanki ölümün gölgesi Nanahoshi’yi sarmış gibi görünüyordu. Bölge hekimine ciddi bir şey olmadığını söyledik. Ne de olsa psikolojik sorunlar büyüyle çözülemezdi. 

Tam bakışlarım ayaklarıma kaymaya başlamıştı ki, Julie gömleğimin eteğinden tuttu. “Üstat, yüzünüz… berbat görünüyor.” 

İçgüdüsel olarak yüzüme dokundum. Şu an ne tür bir ifadem var ki? 

Hay aksi. Görünüşe göre ben de oldukça sarsılmış durumdaydım. Biraz sakin olmalıydım. 

“Sadece benim güzel bir yüzüm yok o kadar.” Başını okşadım. Böyle küçük bir kızın benim için endişelenmesine neden olduğuma inanamıyordum. 

“Buyurun efendim.” Bir fincan aniden bana doğru itildi. Zanoba’ydı. 

“Çok sağol.” Minnetle aldım ve içindekini hüplettim. Belli ki suyu revirin sürahilerinden birinden almıştı. Dilim kâğıt gibi kurudu. Anlaşılan ağzım bir noktada gerçekten kavrulmaya başlamıştı. 

“Vay canına.” Oturdum ve derin bir nefes aldım. 

Zanoba yanımda durdu ve sessizce sordu, “Usta, ne oldu? Sizi daha önce hiç bu kadar telaşlı görmemiştim.” 

“Pekâlâ…” Deney odasında neler olduğunu anlattım. Deney başarısız olmasını ve Nanahoshi’nin çılgına dönmesini. Onu yalnız bırakırsam kendini öldürecekmiş gibi göründüğünü bu yüzden ona yardım ettiğimi.  

Tüm bunları duyduktan sonra Zanoba, yüzünde karmaşık bir ifadeyle Nanahoshi’ye baktı. “Yani bu araştırmayı canı istediği için yapmıyor.” 

“Hayır.” 

İstemeyerek yaptığı bir şey değildi, fakat bu konuda tutkulu da sayılmazdı. Bunu sadece evine dönebilmek için yapıyordu. Işınlanma Hadisesi’nin üstüne altı yıl geçmişti ve ileriye doğru önemli bir adım olacağını umduğu şeyde de başarısız olmuştu. Geriye dönüp bakınca altı yılın çoktan geçtiğini ve hiç ilerleme kaydetmediğini fark etmişti. 

İç geçirdim ve saldalyeme gömüldüm. Zanoba bundan sonra başka bir şey söylemedi. İkimiz orada dalgın gözlerini tavana dikmiş Nanahoshi’yle birlikte kalakalmıştık. 

Bir süre sonra Nanahoshi gözlerini kapadı ve uykuya daldı. Aynı anda Sylphie de geldi. “İnsanlar senin ve Zanoba’nın bir kız öğrenciyi revire taşıdığınızı söylüyorlardı,” dedi. 

Şimdi ne tür dedikodular yayıyorlardı acaba? Tüm okul, bir kız öğrenciyi bayıltıp revire götürdüğümü ve orada ona kötü bir şey yaptığımı mı sanıyordu? 

Tanrım, ne berbat şey, diye düşündüm. Neden kimse bana güvenmiyor? “Patron” olduğum için mi? Zaten onların güvenini kazanmak için pek bir şey yapmamıştım. Umurumda değil. 

Sylphie’ye olan biteni anlattım. 

“Böyle bir şey olduğuna inanamıyorum.” Sylphie, Nanahoshi’ye bakarken yüzünde ciddi bir ifade vardı. 

“Onu yalnız bırakmak tehlikeli olabilir, bu yüzden bugün bizim evde dinlenmesine izin vermeyi düşünüyordum.” 

“Ama burada, revirde dinlenmesi daha iyi olmaz mı?” 

“Bence uyandığında tanıdığı biriyle birlikte olması onun için daha iyi olur.” 

Ne olursa olsun, onu yalnız bırakamazdım. Nanahoshi gençti ve bu durum onu derinden sarsmıştı. İnsanların sınırları zorlandığında, olmadık şeyler yapabiliyorlardı. Kendilerine zarar verebilirlerdi. 

“Düzelmesi ne kadar zaman alır bilmiyorum,” dedim. “Ona göz kulak olmam gerek, bizimle kalmasını istiyorum.” 

“Hmm, bu kısmı sana bıraksam sorun olur mu?” 

“Eğer sadece yemekleriyle ilgileneceksem, bunu halledebilirim.” 

Sakinleşene kadar onu gözlerden uzak tutabilirdik. Gerçeklikten biraz kaçmasını sağlamalıydık. Bir tür inziva operasyonu. 

“Bu seni aldatmak falan değil.” 

“Farkındayım. Yoksa kendini suçlu hissetmeni gerektirecek bir şey mi yaptın?” 

“Yapmadım.” Kendimi suçlu hissetmem için hiçbir neden yoktu. Yine de evime farklı bir kadın getirmiştim. Hem de zayıf ve savunmasız bir pozisyonda olan birini. Yine de Sylphie şüphelenmiş gibi durmuyordu. Güven böyle bir şeydi, değil mi? 

“Bunu sana bırakıyorum, Rudy. Bugün doğruca eve mi gideceksin?” 

“Evet. Seninle gelemeyeceğim, o yüzden alışverişi tek başına halledebilir misin?” 

“Bana bırak.” 

Sylphie’nin güven verici cevabı karşısında başımı salladım. Sylphie’den daha azını beklemezdim. 

Okuldan ayrıldık ve aceleyle evimize doğru yola çıktık. Zanoba Nanahoshi’yi taşımak için yine gönüllü oldu. Bu sefer onu sırtında taşıdı. 

Bir prens olsa bile ona daha çok yakışırdı. 

“Zahmet verdiğim için üzgünüm, Zanoba.” 

“Sorun değil, yardım etmek için elimden gelen tek şey bu.” Nanahoshi’yi kolayca taşıdı. Julie arkamızda yürümeye başladı. Zanoba’ya bir matkap ve dalgıç kıyafeti verseydiniz insanlar ona Bay Kabarcık derdi. 

Bunu test etmek için Julie’yi kaldırmaya çalıştım.  

“Ah! Üstat, n’apıyorsun?” 

“Hiçbir şey.” 

Zanoba öylece baktı. Yürürken Julie’yi kollarımda tutuyordum. Vücudu şaşırtıcı şekilde kiloluydu. Daha bir yıl önce bir deri bir kemikti, görünüşe göre düzgün besleniyordu. Kasları biraz zayıftı ama yedi yaşındayken kaslı biri olmasına gerek yoktu. 

“Zanoba sana iyi davranıyor mu Julie?” diye sordum. 

“Evet, Usta beni bir sürü şey yediriyor.” 

“Bunu duyduğuma sevindim. Söylediğinin doğrusu ‘Evet, Usta bana bir sürü şey yediriyor.’ ” 

“Usta bana bir sürü şey yediriyor” 

“Aynen, işte öyle.” 

Düşündüm de, Nanahoshi’nin düzgün beslenip beslenmediğini merak ediyordum. Onu taşıdığımda kendini oldukça hafif hissetmişti. Zor zamanlarda yemek moralinizi düzeltebilirdi; en sevdiğiniz yemekleri yemek ya da biriyle bir yemeği paylaşmak gibi küçük şeyler bile neşe getirebilirdi. Nanahoshi’nin bunları yaptığından şüpheliydim. 

“Vay anasını,” diye iç geçirdim. Nanahoshi nasıl bir hayat yaşıyordu öyle? Tek başına kilit altında, neredeyse hiç yemek yemeden, kimseyle konuşmadan. Sürekli o büyülü çemberleri çiziyordu. 

“Bu sizin hatanız değil, Usta. Sizi bu kadar derinden etkilemesine izin vermeyin.” 

“Evet, evet biliyorum.” 

Anlaşılan Zanoba iç çekişimi farklı bir anlama çekmişti. Bana bakarken yüzünde ciddi bir ifade vardı. Görünüşe göre Nanahoshi’den çok benim için endişeleniyordu. Onunla neredeyse hiç konuşmamıştı, bu yüzden onu suçlayamazdım. 

Ondan sonra bir süre sustuk. Sessizlikte Julie’nin kalp atışlarını duyabiliyordum. Bir çocuk olarak vücut sıcaklığı benimkinden daha yüksekti. Sıcaktı ve kalp atışlarını duymak da garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Bir dahaki sefere dışarı çıktığımda ona bir şeyler almalıydım. 

Eve vardığımızda, Zanoba’dan Nanahoshi’yi küçük kız kardeşlerim için düzenlediğim iki odadan birine bırakmasını istedim. Yatağın üzerine öylece yığılıp kalmıştı. Gözleri açıktı; bir ara uyanmış olmalıydı. Ama içleri bomboştu. Sanki gözlerimin uzanamadığı bir mesafeyi izliyordular. Neredeyse bir cesetin gözleri gibiydi. 

Bu durumdan kurtulabilecek miydi? Kendi gözlemlerime dayanarak, istikrarsız bir durumdaydı ama kurtarılamayacak durumda değildi. Daha önce ben de benzer depresif nöbetler geçirmiştim ama sonunda geçmişlerdi. 

Şu an için üzerini aradım ve tehlikeli bir silah olarak kullanılabileceğini düşündüğüm her şeyi çıkardım. Üzerinde İsviçre Ordusu tipi küçük bir çakı vardı. Böyle bir şeyle kendini öldürebileceğini sanmıyordum ama yine de ne olur ne olmaz diye onu da aldım. 

İkinci katta olduğumuz için odasında pencere dışında tehlikeli bir şey yoktu. Belki de onu korumak için büyü kullanmalıydım. Camı kırmasının bir faydası olmazdı ama o kadar ileri gidecek cesarete sahip olamayacağına emin olmak istiyordum. 

Hareket etmediği için birinci kata geri indim. 

“O iyi olacak mı?” Zanoba endişeyle sordu. Depresyonla ilgili herhangi bir deneyimi olan birine benzemiyordu. Zayıf anları oluyordu elbette ama genelde iyimser biriydi.

“Kim bilebilir ki? Her halükarda çok yardımcı oldun Zanoba.” 

“Hayır, sonuçta benimle her zaman ilgilenen sensin. En azından bunu yapabildim.” İşte Zanoba buydu. Ona her zaman güvenebilirdim. 

“Peki ya siz, Usta? İyi olacak mısınız?” 

“Ben mi? Neden?” 

“Görünüşe göre Sessiz Usta’nın çöküşü seni ciddi bir şekilde etkilemiş.” 

Ciddi etki mi? Gerçekten mi? 

Aslında, muhtemelen haklıydı. Nanahoshi kendini kaybetmiş, çılgına dönmüştü, ve onu durdurduğumda cansız bir kabuğa dönüştü. Bunu başından sonuna kadar görmek bana geçmişimi hatırlattı. Onun için biraz farklı tezahür etmiş olsa da, ikimiz de benzer zihinsel acılar yaşamıştık. Onun acısını sanki kendi acımmış gibi hissettim. Eğer benim koşullarım biraz farklı olsaydı, onun yerine yerde boş boş yatan ben olabilirdim. 

“Biraz öyle oldu. Bana geçmişte yaşadığım acıları hatırlatıyor.” 

“Anlatmak ister misin?” diye sordu. 

“Küçükken ben de benzer bir deneyim yaşadım. Hissizleştim ve kendimi içime kapadım.” 

“Bu duyguyu anlayamam.” 

Her ne kadar bunu söyleme şekli mesafeli hissettirse de küstahça anladığını da iddia edemezdi. “Eminim anlayamazsın.” 

“Ne olursa olsun, yardımcı olabileceğim başka bir şey varsa, lütfen haberim olsun. Güç benim bolca sahip olduğum tek şey.” 

“Evet, mutlaka yapacağım.” Zanoba’nın nezaketini takdir ediyordum. İşin içinde bebekler olmadığı sürece oldukça iyi bir adamdı. 

Zanoba biraz sonra eve gitti. Yapacak başka bir şeyim olmadığı için zamanımı Nanahoshi’nin odasında o uyurken kitap okuyarak geçirmiştim. Onun yerinde olsaydım yalnız kalmak isterdim. Ama o bu noktaya kadar zaten yalnızdı. Her zaman bir başınaydı. Sylphie eve gelene kadar onunla kaldım. 

Çeviri&Düzenleme:Rooty
İletişim ve tavsiye için Instagram adresim: ql_enesk
Okuduğunuz için teşekkürler, keyifle kalın.
Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.