İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 07 Bölüm 06

Ani Yakınlaşma

 

İlkbahar geldi geçti ve yaza geldik. Zaman hızla aktı, Rosenburg’a geleli bir yıl oluverdi. Buralarda adımı duymayan kimsecik kalmadı. En taşra yerler bile “Quagmire Rudeus” ismini bilir oldu. Fakat henüz Zenith’den haber yok.

Yine de başka bir şehre taşınmak yerine burada kalmayı tercih ettim.

“-Bugün de iyi iş çıkardık.”

“-Hem de ne iyi iş!”

“-He valla.”

Bugün de her zamanki gibi Counter Arrow’un üyeleri ile birlikte kadeh kaldırıyorum.

“-Yine götümüzü kolladın helal olsun sana Quagmire!”

“-Hayır, hayır. Sizler gibi böylesine yetenekli meslektaşlarım olmasaydı bir şey yapamazdım.”

“-Al işte, yine alçakgönüllü tavrı. Hadi ama haksızlık ediyorsun kendine, o ormana tek başına gidecek kadar taşaklı birisin.”

O olaydan beri Counter Arrow ile daha fazla iş yapmaya başladım. Öylesine değil–o olaydan sonra beni daha sık görevlere davet etmeye başladılar. İlk başta şans eseri diye düşünüyordum ama sonra ne zaman Maceracılar Loncasına girsem orda olduklarını fark etmeye başladım. Benim gibi odun kafalı bir herif bile eninde sonunda ne dümen döndürdüklerini anlamaya başladı.

Bu da tabii diğer partilerle daha az iş yapmama vesile oldu. Önceleri Counter Arrow ile beş seferin birinde göreve çıkarken zamanla beş seferin üçünde hatta dördünde çıkmaya başladım. Partinin bir parçası oldum resmen.

“-…Benim babam avcılık yapardı o yüzden küçük yaştan itibaren bana nasıl ok atılacağını öğretirdi. Bu yüzden okçuluk yapıyorum, her ne kadar maceracılık için uygun olmasa da.” dedi Sara.

“-Babam bir şövalye idi. Eğer çocuk erkek doğarsa kılıç sanatı, kız doğarsa büyü eğitimi vereceğiz diye kararlaştırmışlar. Fakat büyüye daha yatkın olduğum için Roa’dan Roxy adında bir büyü öğretmeni tuttular.”

Değişen başka bir şey daha vardı; Sara ve ben artık daha yakındık. Ne zaman görev sırasında kamp kursak ya da sonrasında bara içmeye gitsek yanıma oturur ve rastgele bir konudan konuşmaya başlar. İlk başlarda muhabbetimizi kısa tutuyorduk ama şimdi çocukluğumuzdan ve nereden geldiğimizden bahsetmeye falan başladık.

“-Roxy işte böyle ustam oldu. Muhteşem birisidir o bir de.”

“-Hı hı.”

“-Şeytan olmasına rağmen insanlarla iyi geçinmek için elinden gelenin en iyisini yapardı. Çok düz birisiydi, işler yolunda gitmese bile bunun onu üzmesine asla izin vermezdi. Onu izlerken kendime hep–”

“-Hı hı. Anladım.”

Konuştuğumuz konuya göre ruh hali değişkenlik gösterse de yine de iyi anlaştığımızı düşünüyorum.

Sara, Millbots bölgesinin kuzey sınırındaki bir köyden geliyormuş; Asura’nın ortasında bir yer. Avcılıkla geçinen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ve küçük yaştan itibaren avcılık yaparak onlara destek olmuş. Günlerden bir gün, onlu yaşlarında, canavarlar aniden yakındaki ormandan akın etmeye başlamış ve ebeveynleri bu akın sırasında katledilmiş.

Yetim ve yalnız kalan Sara, Suzanne tarafından sahiplenilmiş. O sıralar Suzanne ile Timothy aynı partideymiş ama diğer üyeler tamamen farklı kişilermiş. Komşu köy tarafından canavarları avlasınlar diye gönderilen bir partiymiş bu parti.

Canavarlar çok fazlaymış, aynı şekilde onlarla ilgilensin diye gönderilen maceracılar da. Timothy ve Suzanne dışında bütün parti üyeleri öldürülmüş. Mimir ve Patrice de hemen hemen aynı durumdaymış. Ve böylece Millbotts bölgesindeki canavar akınından kurtulanlar yeni bir parti kurmuş: Counter Arrow.

O günlerde Counter Arrow D-Seviyesi bir partiymiş. Sara maceracı olduktan sonra partiye yardım ederek hem kendi rütbesini hem de partinin rütbesini artırmış ve çok geçmeden partinin resmi üyesi olmuş. Ok atma yeteneği doğuştan gelen bir özelliği olsa da hızla kendini geliştirmeyi başarmış.

Counter Arrow, B-Seviyesine ulaşan dek üye alıp vermiş. B-Seviyesine ulaştıklarında Asura Krallığının iç kesimlerinde yapacak iş kalmamış. Taşralarda biraz iş yapmaya devam ettikten sonra üyeler daha zorlu bir bölgeye taşınmaya karar vermiş. Kuzeye mi Güneye mi gitsek diye kararsız kalmışlar. Halihazırda Kuzey Topraklarına yakın olan Donati bölgesinde oldukları için ve Timothy kuzeyde doğduğu ve oraları iyi bildiği için Kuzey Topraklarına taşınmaya karar vermişler.

Onu bunu geçte…Demek Sara avcı ailesinden geliyor he? Aynı Sylphie gibi. Acaba Sylphie şu an ne yapıyor…

“-Greyrat ismini duyar duymaz senin o Asuralı soylu ailelerin çocuklarından biri olduğunu zannettim. Evde işler umduğun gibi gitmediği için kaçtığını düşünmüştüm.”

 

Demek bana olan kötü tavrının sebebi nereden geldiğimi ve ne yaptığımı yanlış anladığı içinmiş.

Başka bir deyişle, önyargılıymış.

“-Eh, Greyrat ismi Asura da bayağı yaygın bir isim sonuçta.”

“-Evet, ama sen o Greyratlardan değilsin, değil mi?”

“-Şey o konuda, onlarla kan bağım var.”

“-Ah. Demek sen de…” Dudaklarını büzdü.

“-Soylu falan değilim ama. Yanlış anlama.”

Sessizlik ile geçen birkaç saniyeden sonra Sara “-O canavarlar ormandan akın ettikten sonra soylular şövalyelerini neden göndermedikleriyle ilgili bir sürü bahane uydurdu. Bu yüzden de birçok insan hayatını kaybetti.”

“-Derebeyiniz cidden böyle bir şey mi yaptı?”

“-Evet, duyduğum kadarıyla.”

“-Oh… bazen insanlar bir şey kaybedince hemen soyluları eleştirir. Derebeyinin yardım etmesini engelleyen başkaları olabilir.” dedim.

“-Yine de yaptığı şey acımasızdı. Bir sürü köylü hayatından oldu.”

Demek soylulardan bu yüzden nefret ediyor. Sara, işin içinde parmağı olmaya nsoylu çocukların bile, ben dahil, bir gün böylesine kötülükler yapacağına inanıyor olmalı.

“-Soyluların bile kendince sorunları var ama.” dedim ona çünkü Philip ve Sauros’un ne gibi zorluklardan geçtiğini biliyorum. Philip’in kendi oyununu yürütmekle meşgul olsa da Sauros amca sadece hükmettiği insanların mutluluğunu düşünen bir insandı. Gerçi bazı şeyleri kaba kuvvetle çözmeyi seven birisiydi, neyse.

İnsanlarının başına gelenleri önemeyenler onların arasında yaşamayanlardır, başkentte yaşayanlar yani. İnsanlarına ne olduğunu umursamazlar ve yardım etmeye çalışanlara köstek olurlar. Sauros amca köstek olunanlardan birisiydi, bu yolda hayatını bile elinden aldılar.

Yine de, yaptıkları için suçlayamam onları. Soylular kendi dünyalarında kendi savaşalrını veriyor sonuçta. İnsanlar önlerinde yaşanmayan şeyleri unutmaya meyilli varlıklar sonuçta.

“-Ö-Özür dilerim, yanlış bi şey mi söyledim?” Düşüncelerimle meşgulken Sara elini omzuma koydu, bir anda sessizleştiğim için panikledi herhalde, ellerimi avucunun içine aldı. Avucun içi semsertti ve hiç kadınımsı değildi, attığı onca ok yüzünden nasırlanmıştı. Buna rağmen sıcak ve güçlüydü.

“-Hayır, yanlış bir şey söylemedin. Sadece akrabalarımı hatırladım o kadar. Işınlanma Felaketinde ölen insanlar arasındaydılar.”

“-Oh…demek öyle. Özür dilerim. Soylu olmasan da soylu olanlarla yakındın.”

“-Kafanı yorma. Eminim köyüne olanlarla alakaları yoktur.”

Philip’in kardeşinin ne kadar sapkın birisi olduğunu söylemişti, Sara’nın köyüne giden yardımın engellenmesinde Boreas ailesinden birisinin parmağı olabilir. Ayrıca köy Millbotts bölgesinde yer alıyor ve Paul’un kaçtığı Notos ailesi tarafından yönetiliyor. Notoslarında işin içinde parmağı olması muhtemel. Konu çok tartışmalı olduğu için sözünü etmedim.

“-Ama öldüler değil mi?

“-Evet öldüler.”

“-O zaman anlayışsızlık yapmışım. Özür dilerim.”

Özür dilemesine izin versemde aslında umurumda değil. Büyük ihtimalle bahsettiği soylularla tanıdığım soylular arasında gram benzerlik olmadığı için. Sauros ve Philip iyi insanlar oldukları için şanslıyım bayağı.

“-Oh, şey… Konuyu değiştiriyorum ama…”

“-Evet.”

“-Şey, şu sıralar acaba kılıç kullansam mı diye düşünüyorum sürekli. Yakın mesafede yay kullanmak sıkıntı çıkarabiliyor o yüzden Suzanne’dan bana kılıç sanatı öğretmesini istedim.”

Ani bir konu değişimi, ama anlıyorum. Konuştuğumuz konu çok da neşeli değil sonuçta. Buna “ortamı koklamak” diyoruz. Başka tanıdığım kızda olmayan bir yetenek.

“-Doğru; sadece oklarla canavarlara karşı koyamazsın sonuçta,” diyerek dediğini onayladım.

“-Evet. Ayrıca bir partinin içinde olduğum için eninde sonunda yakın mesafeye geçmek zorunda kalabiliyorum. Bu yüzden şimdiye değin kılıç yerine her-işi-gören-bıçağımı kullandım. Fakat bahsi geçen bıçak dün kırıldı.”

Sara, bahsettiği bıçağı çıkarıp masanın üzerine koydu. Aynen dediği gibi bıçak ikiye ayrılmıştı. Odun soymak için kullanılabilir ama savaş sırasında işe yaramaz.

“-Hah. Bıçaktan önce yayının kırılacağını sanmıştım.”

“-Yayı kendim yaptım, istediğim zaman yenisini yapabilirim. Hatta civardaki dallarla çok güzel bir tane yapabilirim.” dedi Sara.

Yay çok kullanılan bir silah değil, o yüzden silahçı dükkanlarında satılmıyor. Şehirde büyü asası ve aleti için kullanılabilecek bir sürü odun olduğu için kendine yay yapabilir ama. Aynı şekilde ok da yapabilir.

İyi de bütün bunları yapacak zamanı nerede buluyor bu kız, diye düşünmeden edemedim. Sonra aklıma her kamp yaptığımızda yatmadan önce odun parçası soyduğu an geldi. Ok yapımı için öncesinde kuş tüyü de hazırlamıştır kendine tabii. Böylece boş zamanlarında istediği kadar ok yapabilir kendine.

“-Son zamanlarda aldığımız her görevi yerine getirdiğimiz için para biriktirdim bir de. O yüzden kısa kılıç almayı düşünüyorum.

“-Anladım.”

Konuşmaya devam etti. “-Rudeus, yarın boş musun? Benimle alışverişe gitmeye ne dersin? Orta seviye silahşörsün değil mi, neyin iyi neyin kötü olduğunu söyleyebilirsin herhalde.”

“-Hayır, kesinlikle söyleyemem. Ama neden olmasın, hadi gidelim.”

“-Anlaştık o zaman!” dedi, yüzünde güller açıyordu.

“-Ooh?”

“-İkiniz tek başınıza mı çıkıyorsunuz yoksa? Ne kadar sevimli.”

Suzanne ve Timothy’e ufak bir bakış atınca ikisinin de sırıttığını fark ettim. İşte o an Sara’nın teklifinin ne olduğunu anladım.

Bir randevu.

 

*****

 

Randevuya çıkmayalı bayağı oldu. En son ne zaman çıktım sahi? Kutsal Millis Krallığındayken olmalı, Eris ile alışverişe çıkmıştık. İnsanların ne giydiğini gözlemleyerek bir şeyler almıştık.

Kıyafetlerden bahsetmişken, elimde olan tek şey yırtık bir cüppe. Yeni bir şey almaya fırsatım olmadı hiç. Modayla uzaktan yakından alakam yok. Sokaktaki insanların giyim tarzını taklit edebilirim ama Rosenburg’ta örnek alınacak kadar iyi giyinen birilerine rastlamıyorsun.

Gerçi nasıl giyindiğimin bir önemi yok. Sonuçta ona sadece alışveriş ederken eşlik ediyorum o kadar. Gidip bi tane kılıç alacaz. İkimizin de gerçekten çıktığını sanmıyorum. Tamam, iyi anlaşıyoruz ama sadece o kadar. Bana romantik duygular beslediğini sanmıyorum, ya da besleyeceğini. Artık bakire değilim. Sara’nın da azdığını falan düşünmüyorum.

Evet, hadi doğal davranalım, dedim kendime. Doğal olmak. Bugün doğal olacağım—Doğal Rudeus.

“-Beklettiğim için üzgünüm. Hadi gidelim.”

Tavernanın lobisinde bu düşünceler içinde boğulurken Sara beni almaya geldi. Baya tatlı olmuş bakıyorum da. Minyon, davetkar kokusu ve sarı saçı. Ah görünüşe göre saçını taramış; görev sırasında saçı hep dağınık oluyor da. Kıyafet de değiştirmiş. Öyle ahım şahım değil ama önem verdiğini anlayabiliyorsun. Sürekli taktığı göğüs zırhı ve ok sadağı görünürde yoktu ve ceketinin altına hafif bir kıyafet giymişti. Pek modaya uygun değil, evet ama çok az maceracının günlük kıyafeti vardır, o yönden bir puan önde. Güzel görünmek için elinden gelenin en iyisini yapmış.

Ve şimdi ne kadar odun bir herif olduğumu anladım. Onun bana karşı hisleri var. Sanırım nedenini de biliyorum—ormandaki olay. Amacım olmasa da sanırım onu yanlışlıkla kendime aşık ettim. Fırtına sırasında doğan bir aşk. Hm, en azından bu aşkı kendi ellerimle kazandım, o konuda gönlüm rahat en azından.

Ondan nefret etmiyorum. İlk başlarda bana karşı kaba olsa da kendince sebepleri vardı. Davranışları için özür bile dedi, gerçi davranışları beni hiç rahatsız etmemişti de neyse. Bana karşı hisler beslediği gerçeği içimde bir korku uyandırsa da bundan rahatsız değilim. Ona karşı sırılsıklam aşık falan değilim de, ama eğer madem nehir o yöne akıyor o zama akıntıya göre gidelim biz de. Artık bakire değilim sonuçta!

Hayır sakinleş. Çiğneyebileceğinden fazlasını yutamazsın. Yaptığın hatayı tekrarlıyorsun. Aradaki mesafeyi ayarlaman gerekiyor.

“-Ne oldu?” diye sordu Sara.

“-Yok bir şey;hadi gidelim.”

Birlikte yürüyorduk, Sara biraz önümden ilerliyordu ama birbirimizi görebilecek kadar yakındık hala. Maceracı dizilimi—İhtiyaç anında birbirimize yaklaşmayı ödün vermeden yan yana yürümek. Gerçi Sara olması gerekenden biraz daha yakın. Ellerimizin birbirine değebileceği kadar yakın hatta.

“-İşte burası.”

Geldiğimiz yer kaliteli bir silahçı dükkanıydı; Remate Dükkanı, Merkezi Asura başkenti Arus’ta olan devasa bir şirket tarafından yönetiliyor. Dükkanın içeriği de çoğunlukla başkentten gelen ihracat ürünlerinden oluşuyor. Şirketin ismini birkaç ay öncesine kadar duyan yoktu, yüksek kaliteli malları yerel marketlerde hızla yayılmaya başlayınca bilinir oldu. Hatta buraya gelirken bindiğim karavanın tüccarı o şirkete ait malları getiriyor bile olabilir. Dükkanın girişinde özel bir şey olmasa da yine de maceracıların gözünü ve cebini korkutan cinsten bir yer.

“-Burası pahalı görünüyor.” dedim.

“-Evet, ama yüklü miktarda param var o yüzden kaliteli bir şey almak istedim.”

Basherant’da ki büyü aleti üretimi son yıllarda artışa geçti. Cüzi bir ücret ödeyerek Asura’da bulabileceğinden daha kaliteli bir mal bulabilirsin; tek eksi yönü çok az seçenek sunması. Sanırım Sara bu dükkanı Asura’dan gelen çeşitli mallar için seçti.

Kaliteli bir küçük kılıcın hayatındaki değerini hafife almamak gerekir. İşler sarpa sarınca yedek silahın hayatını kurtarabiliyor.

“-Hoş geldiniz!” İçeri girince dükkanın çalışanlarından biri bizi neşeyle karşıladı. Karşımızda resmen bir cephanelik yatıyordu. Çoğunluğunu uzun kılıçlar oluşturuyor olsa da asalar, kırbaçlar, gürz ve sopalar gibi çeşitli kör silahlar da vardı. Tek eksik olan mızrak ya da kargı gibi silahlardı.  Buranın insanları, Superd kabilesinin kullandığı “Şeytan Silahları” olduğu için bu tür silahları kullanmamaya özen gösteriyorlardı. Eğer maceracıysan nazar değdirecek silah satın almamaya önem vermelisin.

Sakince sundukları seçenekleri inceleyip kısa kılıçların olduğu reyona ilerledik. Yüksek kaliteli kılıçlar duvarda asılı dururken orta kaliteli kılıçlar raflarda sergileniyordu. Ucuz maldan yapılmış olan düşük kaliteli olanlar ise kenarda bir kutuya doldurulmuştu.

Pahalı olanları görmemiş gibi yaptık. Şahane duruyorlar, evet hatta aralarında büyülü olanları bile var ama Sara’nın parası onlara yetmez. Orta seviye silahlara bakıyoruz. Bunlar ünlü demirciler tarafından yapılmış, büyülü olmasa da sağlam yapılı ve ele oturan cinsten olan silahlardı. Fiyatı biraz dudak uçuklatan cinsten olsa da kalitesine değer.

Ucuzlara gelecek olursak: Eğer yeni olsalardı göze o kadar kötü görünmezdiler, ama bakım yapmaya pek meraklı değilsen çok hızlı yıpranırlar. Çoğu insan bu klasmanı tek kullanımlık olarak görüyor.

“-Seçim yapmak çok zor,” dedi Sara.

“-İlk defa mı böyle bir yere geliyorsun?”

“-Evet, bildiğin üzere yay kullanıyorum ve eski küçük kılıcımı da sokaktakı bir ikinci el dükkanından almıştım. Bir de yaylarımı kendim yapıyorum.” Sara önündeki seçenekleri dikkatlice değerlendirdi, eline oturuyor mu oturmuyor mu diye her birini tek tek test etti.

Benim de küçük bir bıçağım var ama nereden aldığımı hatırlamıyorum. Şeytan Kıtasındaki rastgele bir dükkandan almış olabilirim? Yo bekle biraz, o bozulmamış mıydı? Sanırım Ejder Kral Krallığından aldım şu an kullandığımı. Ben de kendime yeni bir tane alsam iyi olur.

Bu karara varınca ben de küçük kılıçları incelemeye koyuldum. Bazısının uzun bıçağı bazısının kısa bıçağı vardı bazısı hafif bazısı ağırdı. “Kısa Kılıç” basit kategorisel bir isim, ama o kategorinin içinde bir sürü tür var. Bugün bir şey satın almayı planlamamıştım ama hazır gelmişken ben de kendime bir şeyler aliyim dedim, ne olur ne olmaz.

“-Hmm, bu olur mu? Ya da bu… Hangisini seçsem acaba. Sen ne dersin Rudeus?”

Sesin geldiği yöne bakınca Sara’nın elinde iki tane kılıç gördüm. Biri hafif eğimli yırmı santimetre uzunluğunda diğeri de düz, otuz santimetre uzunluğunda çelik bir kılıçtı.

“-Hmm…” İkisini de elimde test ettim. Ağırlık ve denge yönünde büyük fark var aralarında. İkisini de test ettikten sonra kısa, eğimli olanı elime aldım. “-Ok yapmak için bu daha uygun olur.” dedim. Daha dengeli çünkü ki bu da hassas işler için biçilmez kaftan yapıyor. “-Ama eğer canavarlarla savaşmak istiyorsan, bu daha iyi.” Diğer kılıcı ona uzattım. Uzun ve kalın bir bıçağı vardı ve sağlam hasar verir gibi duruyordu. Ne kadar dayanıklı olduğunu bilemiyorum gerçi.

“-Anladım…hmm.”

Kılıçlar hakkında pek bir bilgim olmasa da bana fikrimi sorduğu için cevap vermemek kabalık olur. “-Çoğunlukla ok yapmak için kullanmıyor musun?” diye sordum.

“-Evet, ama acil bir durum çıktığında da kullanmak istiyorum.”

“-O zaman neden ikisini de almıyorsun?”

Sara kafasını salladı. “-İkisi birlikte çok ağır olur. Ayrıca, belimde iki koca kılıç asılı dururken ok atmak zor olur.”

“-Madem öyle o zaman ok yapmak için ucuz bir bıçak al, çantanda dursun. İhtiyaç anında yedek silah olarak kullanabilirsin.”

“-Evet, bak o dediğin olur…” “-Ama yine de pahalıya geliyor.”

“-Eğer sorun olmazsa ufaktan yardımım dokunabilir.”

Sara tekrar kafasını salladı. “-Kötü hissederim.”

Tatlı dilimi konuşturarak “-Eninde sonunda yardım etmeme izin vereceksin zaten,” deyip kesemden bir iki akçe çıkardım.

Geçen yıl neredeyse hiç harcama yapmadım. Sadece lazımlıklarımı aldım o kadar, ona rağmen çok bir şey çıkmadı cebimden. Gelirim, günlük harcamalarımı geçti. Eğlenceye de para harcamadığım için cebimde küçük bir servet oluştu desek yanlış olmaz. Bir iki kısa kılıç almak için yeterli param var kısaca.

“-Tamam,” sonunda kabul etti. “-Ama sonra geri öderim.”

“-Sorun yok. İstediğin zaman ödersin.”

Sara iş borç ödemeye gelince baya ciddileşiyor. Yemek ısmarladığımda bile sonrasında parayı geri ödeyeceğim diye ısrar ediyor. Parayı geri verip vermemesini umursamıyorum ama o geri ödemekte kararlı, o yüzden parayı başka yolla ödemesini isteyeceğim, mesela gözcülük görevimi almasını falan isterim. Zararımı karşılama isteğinden rahatsız değilim.

“-Tamamdır!” Gülünce çok tatlı oluyor.

 

Silahçıdaki işimiz bitince civardaki diğer dükkanları gezdik, büyü aleti ve zırh satan dükkanları. Daha önce girmediğimiz dükkanları, aşırı pahalı ürünler satan bir yerleri,  bile gezdik. Maceracıların normalde böyle yerlerde işi olmaz; raflardaki her bir ürün bizim yıllık gelirimizi aşan fiyatlara satılıyordu. Camdan bakınıp geçtik.

Bu dünyadaki çoğu büyü aleti genellikle beyaz eşya dediğimiz şeylerin görevini yerine getiren ya da başlangıç seviye büyü yapabilen objelerden oluşuyor. Bu ürünler üzerine yapılan araştırmalar halen devam ettiği için teknolojiler hala ham. Örneğin fazla mana yükleyince ateş püsküren bir çakmak var. Kulağa ilk başta işe yarar bir ürün gibi gelse de etrafta taşınmayacak büyüklükte, neredeyse yumruğum kadar!

Camdan bakınmamızı bitirince bir şeyler içmeye gittik. Prestijli bir mekan seçtik—–şaka yapıyorum! Her zaman gittiğimiz bara gittik. İkimiz de maceracıyız sonuçta ve Sara pahalı restoranlardaki yemek adabını bilmiyor. Adab deyince geçimişi hatırladım bak şimdi, böylesi benim için daha iyi.

“-Onca şeye baktıktan sonra yeni göğüs zırhı mı alsam diyorum.” diye ofladı Sara

“-Sanırım üzerimdeki cüppeyi giymeye devam edeceğim. Çok hoşuma gidiyor.”

“-Kaç yıldır giyorsun ki onu?”

“-İki ya da üç yıl sanırım,” dedim.

“-Sağlam olduğu kesin,” dedi, “-Ama sanki yakaların azıcık aşınmaya başlamış gibi. Neden yeni bir tane almıyorsun?”

“-Hmm. Tamamen eskiyene kadar giymeyi istiyorum.”

“-Eh, muhtemelen ben de aynısını yapacağım, ama… ama benimki koruyucu giysi. Er ya da geç değiştirmem gerekecek. Dövüş sırasında ne olacağını bilemezsin sonuçta.”

Bugün yaptığımız alışveriş gezisi hakkında konuşmaya devam edip her zaman içtiğim etli fasulye çorbasını yudumladım, bir de sadece yazları menüye giren salatadan yedim. Şimdi düşünüyorum da Eris hiç böyle muhabbetlerden hoşlanmazdı. Alışveriş de yapmazdık, ya da nasıl giyindiğimizi de umursamazdık. Konu muhabbete gelince ağzından bal da damlamazdı Eris’in.

Baya eğlenceliymiş lan bu.

“-Çok bi hasar almış gibi görünmüyor ama,” dedim, göğüs zırhına işaret ederek.

“-Evet, ama uzun zaman önce almıştım, son zamanlarda sıkmaya başladı.”

“-Sıkmaya mı…?” Ne demek istedi? On beş yaşında gerçi; bu dünyanın standartlarınca o çoktan yetişkin oldu, ama hala ergenliğin etkisinde ve ergenlik deyince akla belirli bölgelerin büyümesi geliyor.

“-Ne diye kızardın?!” diye azarladı beni. Konu konuşmaya gelince hala sınıfta kalıyorum anlaşılan. “-Hay ulu tanrım, erkekler.”

Yine de batırdığımı düşünmüyorum. Sara da rahatsız olmadı ya da bunalmadı.

“-Ahh, sanırım yavaştan çakırkeyif oluyorum. Senle birlikteyken içkiyi fazla kaçırıyorum.” Sara bir iki kadehten sonra sarhoş olmaya başladı.

“-Sahiden mi?”

“-Evet. Her niyeyse…sen yanımdayken rahatlıyorum.” dedi ve omzuma yaslandı. Vücut ısısının arttığını hissedebiliyorum.

Bu düşündüğüm şey mi yoksa? Fırsat mı yatıyor yoksa önümde?

Hipotezimi doğrulamak için kolumla belini kavradım. Kaslı olmasını beklerdim ama onu tutunca yumuşak ve ince hissettirdi. Basit bir dokunuş bu günlük bana yeter… Ya da yetmez, ellerimiz buluştu. Gözleri hafiften nemlendi ve bana bakarak

“-Rudeus…”

“-S-Sara…” Bedenlerimiz daha da yakınlaştı.

Tamamdır, hadi yapalım şu işi.

Maziyi mazide bırakıp yeni denizlere yelken açma vakti geldi de geçiyor. Sonsuza kadar yerimde sayıklayamam. Daha bir yıl önce önüme bakıp yoluma devam etmeye karar vermiştim ki bu da Eris ile aramda yaşananları unutup dikkatimi başka bir ilişkiye yönlendirmem anlamına geliyordu.

Doğru. Eris ile aramda yaşananlar bitti. Yeni bir sayfa açmam gerkiyor. Harcanacak vakit yok.

Elimi geri çekip doğruldum. “-Şey ee, geç oluyor. Yavaştan kalksak diyorum. Odana kadar eşlik ederim istersen.”

Fakat hala dikkatli olmam gerekiyor. Eris ile olduğu gibi cümburlop dalıp işi bitirmemem gerekiyor. Eğer bu ilişki de önceki gibi biterse bir daha doğrulacak gücü kendimde bulamayabilirim. Doğur zamanı kollamalıyım. Değil mi, Paul?

Bunun üzerine düşünürken hesabı ödeyip dışarı çıktık. Çıkarı çıkmaz Sara tekrar bana yapıştı. “-Seninle biraz daha konuşmak istiyordum.” dedi. Sözleri ağzından yarım yamalak çıkmıştı. Yanakları şişmiş ve kızarmıştı. İçkiyi fazla kaçırmış olabilir—yine de, kötü bir şey değil.

Bana gelirsek, eğer merak ediyorsanız. Bir damla dahi ağzıma sürmedim. “-Ee şey, başka bir bara geçmeye ne dersin?”

“-Hmm.” Parmağını çenesine getirip düşünürmüş gibi yaptı ve gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Sonra duraksamadan “-Senin odana geçsek olmaz mı?” diye mırıldandı.

Ne dediğinin farkında mı acaba? Hayır—Farkında olmasa da teklifin cazibesine karşı koymak zorundayım.

Bekle bekle. Ya ona karşı koymak zorunda değilsem?

Nehrin akıntısına uy sadece.

Eveet, akıntıya uy.

Birlikte çok hoş zaman geçirdik. Razı olduğu sürece doğanın dizginleri eline almasına karşı çıkmaya gerek yok.

“-Ş-Şey ee, t-tamam! Hadi odama gidelim, olur mu?”

“-Olur.” Koluma girdiği için alışık olmadığım biçimde uysaldı. Cicikleri ise, ne çok büyük ne de çok küçük olmayan cicikleri, koluma değiyordu. Yaydığı ısı kolumu yakacakmış gibiydi resmen. Yumuşacıktılar, çok, çok yumuşaktılar.

Bu dünyanın kadınlarının—Eris ve Sara—cazibesine karşı koyunamıyor.

Bir kez daha bir şeyin olması gerektiği gibi olmadığı hissine kapıldım. Bu his de ne be? Daha önce hissettiğimi hatırlıyorum ama bir şey eksik gibi. Yani, her Eris’in göğsüne dokunduğumda bir kıvılcım hissediyordum, o hissi, hissedemiyorum. Bir şey eksik.

Eh, boş versene. Şu an önemsemem gereken tek şey kendimi Sara’nın göğüslerinin yumuşaklığına bırakmak.

 Yo, bekle biraz, sakinleş!

Doğru anı kolladığın sürece göğüslerini kolunla hissedeceğinden daha fazla hissedebileceksin.

Kalbimin yerinden çıkacakmış gibi attığını hissediyorum. Nefes alış verişim tuhaf gelmiyor, değil mi?

“-Geldik,” dedim

“-Evet geldik, üçüncü katta kalıyorsun değil mi?” diye sordu Sara.

Kollarımız birbirine girmiş şekilde hana geri döndük, hancı bizi görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Hızla mutfağa gidip geri döndü ve bana bir şey yolladı. İçgüdüsel olarak yakaladım. Bir şişe. İçkiler hakkında pek bir bilgim olmasa da pahalı bir şeye benziyor. El sallayıp içinden İyi şanslar der gibi oldu ve mutfağa geri döndü.

Sara’nın yüzünü gözlerimle süzdüm, ama sıfır ibare bulabildim. Yanakları önceki gib kızarık değildi ve kendi başına gidemeyecek kadar sarhoş değildi. Aklından ne geçirdiğini kestiremiyorum.

“-Noldu? Hadi odana çıkar beni,” diye ısrar etti.

Merdivenleri tırmandık. Han da ölüm sessizliği vardı, odalarla birkaç kişi kalıyordu sadece. Her attığım adımla gıcırdayan merdiveni tırmanıp bir üst kata çıktım, kalbim küt küt atıyordu.

Evet, nefes alış verişim kesinlikle tuhaflaştı.

“-Burası,” dedim.

“-Hoş bulduk.” Tuhaf nefes alış verişime laf etmeden odama girdi.

Az önce aldığım şişeyi masanın üzerine koydum ve cübbemi çıkarmaya başladı–bekle biraz, hayır. Önce ateşi yakmam gerekiyor. Hayır! Yaz ayındayız şu anda; yakmaya gerek yok. Cübbemi çıkardım.

Bir o yana bir bu yana gide dururken Sara çoktan ceketini çıkarıp askılığa astı ve yatağıma oturdu. Evet doğru duydunuz, YATAĞIMA. Yanındaki sandalyeye değil ama yatağa. İlk defa bir kız yatağıma oturuyor sanki, ama bu doğru olamaz. “-B-Bir şey içmek ister misin? İçki ve su var.”

“-Suyun mu var?” dedi, şaşkın biçimde.

“-Büyücüyüm ben, kendi suyumu yapabilirim.”

“-Ha anladım.”

Zaman kazanmaya çalışarak bir bardağa su doldurdum. Bekle bir dakika bardağı yıkamış mıydım acaba? Konu bulaşığa gelince baya tembel oluyorum.

Uhh…

“-Boşver, gel de otur şuraya.” dedi.

“-Emredersiniz! Geliyorum hemen!” Mıknatısla çekiliyormuş gibi sürüklenip yanında oturdum, tam da parmakla gösterdiği yere hem de!.

Birbirimize çok yakın oturyoruz. Hem de çok. Baya baya, abartılı bir şekildeç ok yakın, aha ulu tanrım.

“-Şey…” diye konuşmaya başladı Sara.

“-Evet.”

“-Sana gerçekten minnettarım. Eğer o zaman benim için gelemseydin ölmüş olurdum muhtemelen.”

“-Evet.”

Sahiden ciddi ciddi oturup konuşmak mı istedi? Bu muydu yani? Omuzlarımız hala birbirine değiyor ve tek görebildiğim şey köprücük kemiğiyle altında yatan kabarık göğüsleri. Bütün bunlara rağmen oturup ciddi bir şekilde konuşmak mı istedi sadece?

Bir anda gözlerimiz buluştu. Yüzü o kadar yakındaydı ki burunlarımız birbirine değiyordu. Yüzü görüş alanımı kapladı ve mavi gözbebeklerinde kendi yansımamı görür oldum.

“-İşte bu yüzden…şey….yapabilirsin.”

Onu yatağa ittim. Davranışlarımda gram edep zerreciği yoktu. Fazla güç uyguladığımı da sanmıyorum. Kendime artık bir bakire olmadığımı hatırlatarak şevkimi dizginlemeye çalıştım ve elimden geldiğince nazik dabranmaya çalıştım. Dikkatlice—ve özenle—-hata yapmamaya dikkat ettim. Geçmişin tekerrür etmesine izin vermemeliyim.

Onu yatırdım, öptüm, kucakladım, kıyafetlerini çıkardım, biraz daha kucakladım, biraz daha öptüm ve kendi kıyafetlerimi çıkardım. İşte o zaman….

“-Huh?”

Farkına vardım.

“-…Huh?”

Sonunda neyin yanlış olduğunu buldum.

Sara’nın vücudu inceydi, kıvrımlıydı, güzeldi ve beyazdı, kıyafetlerinin olduğu yerlerde bronzlaşma izleri vardı. Arzu ettiğin her şeyi verebilecek bir vücuttu. Bacaklarının arasında olmaması gereken bir et çubuğu da yoktu.

Hayır, onla ilgili yanlış olan hiçbir şey yoktu. Sorun bendeydi. Bedenim kırmızı bayrak çekmişti. Ya da daha açık olmak gerekirse: Bayrak falan kaldırmıyordu. Hatta hiçbir şey kaldırmıyordu. Tamamen cevapsızdı.

“-…Ne?”

Normalde bunun gibi durumlarda çavuşun ömrü boyunca bu anı bekliyormuş gibi ihtişamla hazır ola geçmesi gerekir, Evladım, yani yıllardır verdiğim savaşta yanımda olan çavuşum, on beş yıldır yanımdan ayrılmayan çavuşum…

“-…Eh?”

Kalkmıyordu.

 

Türlü şeyler denedik. Kendimi azdırmayı denedim. Saranın bana dokunmasını. Ona sürtünmeyi denedim. Ama yok, tepkisiz bir şekilde asılı durmaya devam etti. İkimiz de yorulunca birbirimizden ayrıldık ve sessizce aramıza bir mesafe koyduk. O yatakta uzanıyorken ben sandalyede oturuyordum.

Kafam savaş alanı gibi. İlk defa böyle bir şey yaşıyorum.

Neden? Nasıl? Ne zaman… ne zaman oldu bu? Bu çok garip! Neden şimdi, hiç olmadık yere, o kadar yaramazlık yaptıktan sonra, neden şimdi?

Bedenime ne oldu?

Görüşüm daraldı ve ağzım kurudu. Şaşkınlık içindeyken sadeece kalbim atmaaya devam etti, yüzüm kireç gibiydi. Acınası, endişeli ve keder yağmuruna tutulmuş gibi hissettim kendimi.

“-Hey,” dedi Sara. Ben farkında değilken kıyafetlerini geri giymiş. Sadece külotunu veya sütyenini değil, ceketiyle birlikte her şeyini geri giymişti. Artık yatakta da oturmuyordu tabii. Kapıya doğru yürüdü ve sırtı bana dönük bir şekilde “-Saa karşı…. bir şeyler beslemiyordum, tamam mı.”

“-Huh?”

Konuşurken arkasını dönmedi. Sözleri kısaydı ve ağzından hızlı çıkmıştı, beni iteklercesine konuşmuştu. “-Sana…sana teşekkür etmek içindi. Evet, sana olan borcumu ödemek içindi. O yüzden yanlış fikirlere kapılma. Bunu yapmamın tek sebebi yapmak zorunda olduğumu düşündüğüm içindi.”

“-G-Görüşürüz!” dedi ve kapıyı ardından çarparak odamdan çıktı.

“-Ah, bekle—”

Odadan çıktığında bir şey mırıldandığını duydum, “-Yüz karası.”

Kalbimden yaralanmış bir şekilde derinlerden gelen haykırma isteğimi bastırdım. Merdivenlerden aşağı inerken çıkardığı sesler odanın içinde yankılandı.

“-…Of.”

Söyleyecek söz bulamıyorum. Onca şeye rağmen tekrar yaşandı.

Nerede yanlış yaptım? Bir şeyi batırmış olmalıyım gene değil mi? Acaba Eris de mi böyle hissetti? Yoksa o gece istemeyerek mi yaptı o şeyi, sırf ben mutlu olayım diye mi?

Neden böyle bir şey yaşandı? Bundan sonra hep böyle mi olacak?

“-Soğuk.”

Üşüdüğümü hissettim. İç çamaşırlarımı giydim. Şortumu ve tişörtümü üzerime geçirip cübbemi omzuma geçirdim. Ama o üşümem geçmedi. İçini donduran cinsten bir soğuktu, ne kadar kıyafet giyersen giy üzerinden defedemeyeceğin türden bir soğuktu. Kurtulman için başka bir şey yapman gereken türden bir soğuktu.

“-Sanırım bununla geçecek.”

Masanın üzerindeki şişeyi kaptım.

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.