İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 07 Bölüm 05

[ A+ ] /[ A- ]

Ormanda Bir Gece

 

Birkaç ay geçti ve kış geldi. Kış, Kuzey Topraklarında çok sert geçen bir mevsim. Buranın Asura Krallığının azıcık yukarısında olduğuna inanmak, diyarın tamamını kaplayan kar kütlesini görünce zorlaşıyor.

Kar bölgeyi kaplayınca komşu krallıklardan gelen ithal mallar da azalmaya başladı; sonuç olarak da yerlilerin taze sebzelere olan erişimi kısıtlandı. Yemekleri genellikle kış öncesi topladıkları fasulyelerden, turşulanmış fermente sebzelerden ve maceracıların avladığı canavar etlerinden oluşuyor. Böylesine yavan yiyecekleri güçlü alkolle tüketmek buralarda gelenek haline gelmiş. Çevremdekiler, alkol içmiyorum diye beni uzun zamandır yargılıyor, umurumda değil ama. Zaten son zamanlarda ne yesem tat almıyorum.

Kış gelse de hayatımda değişen bir şey olmadı. Her zamanki gibi günlük idmanımı yaptım, dua ettim, yemeğimi yedim ve maceracılık yapmaya gittim. Günlük rutin.

Bu kasabaya geleli altı ay oldu ve artık burada yapacak pek bir şey kalmadığını düşünmeye başladım. İyi ya da kötü “Quagmire Rudeus” ismi yavaştan etrafa yayılmaya başladı. Çaylaklara sürekli yardım ediyorum ve kıdemli maceracılar arasında tanınan birisiyim. Rosenburg’un maceracı partilerinin içinde gittikleri her yerde Zenith’i soruşturan arkadaşlarım bile var! Kış gelmeden önce yola koyulan partilerden biri Zenith’i aradığımı etrafa yayacağına dair söz bile verdi.

Sıkı çalışmamın sonucu olarak namım, maceracılarla alışveriş yapan silahçı dükkanlarına, zırh dükkanlarına ve item satan dükkanlara kadar yayıldı. Bir de üstüne büyü aletleri satan bir dükkanın beğenisini kazandım. Her dara düştüklerinde yardım elimi uzattım ve karşılığında sadece kim olduğumu etrafa yaymalarını istedim. Bunun ne kadar etkili olacağını bilmiyorum fakat tüccarların kendi ağları var. Bağlantıları sayesinde Zenith’e ulaşmayı umuyorum.

Ama bütün bunlar bi kenara, onca efora rağmen hiçbir haber alamamam Zenith’in bu bölgede olmadığı ihtimalini işaret ediyor. Başka bir ihtimal de onun çoktan—

Hayır. Dur orada bakalım. Bu konu irdelemenin sana bir faydası olmayacak.

“-Of…” Kışlık kıyafetlerimi giyip handan ayrıldım. Varış rotam: Maceracılar Loncası.

Dışarısı soğuktu. Kar neredeyse hiç yağmıyordu ve esen rüzgar pek güçlü değildi. Vücudumu kaplayan Kar Köstebeği kürkü beni sıcak tutuyor, yüzüme esen rüzgar ise sinir bozuyor. Her nefes verdiğimde ağzımdan beyaz sis çıkıyor ve ağzımdaki tükürük her an donabilirmiş gibi hissettiriyor. Hava sıcaklığı sabah olduğundan ya da akşam olduğundan daha sıcak olsa da yine de çok soğuk.

Karla kaplı sokakta ilerlerken soğuktan tir tir titriyordum. Bahar gelir gelmez bir sonraki şehre geçsem iyi olur, diye düşünsem de bunu gerçekleştirecek motivasyona sahip olmadığımı hissediyorum.

 

 

Maceracılar Loncası kışın bile insanlarla dolup taşıyordu. Bunun sebebi muhtemelen çok az partinin birden fazla gün süren iş almasından kaynaklanıyor çünkü kimse karın içinde yolculuk etmek istemiyor. Bunun yerine akşam sökmeden bitirilebilecek işleri seçiyorlar çoğunlukla. Eğer olmazsa, geceyi geçirmek için bir yakındaki köylerden birine köye gidiyorlar.

Tabii bu, bir sürü partinin uygun iş düşene kadar loncada yatıp kalkmasına neden oluyor. Bu arada benim işim değişmedi. Her zaman yaptığım gibi belirli görevleri almakta kararsız kişilerin yanına gidip hizmetimi sunuyorum ya da başkası yardım etmem için beni davet ediyor. Dört ana büyü okulunu sözsüz bir şekilde kullanabildiğim için çok değerli bir parti üyesi oluyorum.

Bu tabii istemediğim bir şey. Yeteneğimin suistimal edilmesini istemiyorum; Partilerin beni tanıyıp namımı etrafa yaymasını istiyorum. Fakat bir sonraki adımımın ne olacağını bir türlü kararlaştıramıyorum.

Bugün de, her zaman olduğu gibi, ilan panosunun önünde bir koltuğa oturuyorum. Zaman içinde bu koltuğa kişisel koltuğum muamelesi yapmaya başladım. Acaba ben görevdeyken başkası oturuyor mudur koltuğuma?

“-Cık.”

İlan panosunda asılı duran görevlere bakarken ve maceracıların gelmesini beklerken birinin dilini şaklattığını duydum. Stepped Leader’ın ilan panosuna yaklaştığını görünce kalbime bir sancı girdi. İğrentisini dillendiren kişi de tabii Soldat’dan başkası değildi.

Bardaki olaydan beri beni aşağılık bir varlık olarak görmeye başladı, beni ne zaman görse ya hayıflanır ya da benden iğrendiğini belli etmek için başka bir şey yapar. Ondan olabildiğince uzak durmak istiyorum ancak mevsim kış olduğu için partisi labirent keşfine gidemiyor.

“-Artıklara mı bakınıyorsun yine?” diye imalı bir şekilde sordu Soldat.

“-Bunu yapmamım bir sebebi var.”

İlan panosuna gitmeden önce dönüp yüzüme “-Ne sebebi? Her yaptığın iş yarım yamalak,” diye patladı.

Beceriksiz olduğumun farkındayım. Bu sorunu nasıl çözeceğimi bilmiyorum, fakat kimse mükemmel değil. Şu anda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bunun neresi ona iğrenç geliyor?

Yakamı salsa da kurtulsam. Onu ilgilendirmiyor bile, dedim içimden, asık suratlı bir şekilde.

Soldat hızla partisinin yeni görevini seçti, resepsiyon masasındaki işini bitirip loncadan ayrıldı. Asla uzun süre takılmazdı. Muhtemelen ya bana katlanamadığı için ya da kendini işiyle meşgul tutmak için. Loncaya girer, ilan panosuna doğru emin adımlarla ilerler, kaşla göz arasında bir görev seçer ve yoluna koyulur. Bir sonraki gün de geri döner ve eğer karşılaşırsak, benimle alay eder.

Zorbalık etmiyor ama. Çünkü Soldat da benden kaçınmak için elinden gelenin en iyisini yapıyor. Bundan eminim. Ancak yine de,her fırsatta bana ne kadar boktan bir insan olduğumu ya da işimi yarım yamalak yaptığımı söylüyor, bu yüzden de doğal olarak bunalıyorum. Belki amacı loncaya gelmemeye karar verdirene kadar bana rahatsızlık etmektir.

Arada sırada Counter Arrow’dakiler yardım etmek için araya giriyor, fakat bugün loncada değiller. Hazır konusu açılmışken, o elemanları birkaç gündür ne loncada ne de şehirde görüyorum. Rastgele bir köye görev almak için gitmiş olmalılar.

Onlarsız yalnız hissediyorum.

O gün kayda değer bir görev çıkmadı. Loncaya girdikten hemen sonra kar yağışı hızlanmaya başladı. Fırtınalı günlerde düşük ödemeli işleri almayan partiler çoğu zaman tatil yapar. Tabii, acil paraya ihtiyacı olan bir iki maceracı yok değil, ceplerine para girsin diye seviye sınırı olmayan görevleri alırlar. Seviye sınırı olmayan görevler, kar kürekleme ya da insanların çatısını temizleme gibi şeyler içerir. Kar kürekleme enayi işi gibi geldi bana, hiç yoktan iyidir ama.

İş teklifi yoksa yapacak işim de yok demektir. Oturup Maceracılar Loncasının kasvetli havasını da solumak istemiyorum. Şu seviye sınırı olmayan görevlerden birini alayım bari.

“Yeni şeyler denemek” Soldat’ın “Yarım-yamalak” sözünü haksız çıkarmıyor. Sözleri bende bir şeyler yapma isteği uyandırdı.

“-Yoldaki karı temizleme, çatılardaki karı temizleme, derebeyinin bahçesindeki karı temizleme ve son olarak surlardaki karı temizleme.”

İlan panosuna bakıyorum da hep kar temizleme görevi var. Görevlerin arasındaki tek fark kimin verdiği. Her ne kadar kış soğuğunda dışarı çıkıp kar kürekleme düşüncesi insanın içini karartsa da en azından bu işten para kazanacağım, değil mi?

Yok ya, parasına değmez.

Yine de çekinmeme rağmen görevi almaya karar verdim.

“-Bay Quagmire, sizin böyle görevler aldığınızı bilmezdim.”

“-Değişiklik olsun.”

“-Değişiklik olsun he, hmm? İyi, çok iyi, kulağa mükemmel geliyor!” Kadın resepsiyonist neşeyle gülümsedi ve evrak işlerini halletti.

 

*****

 

Görev yeri bir tür kar toplama merkeziydi. Şehirdeki karlar, çok da büyük olmayan bu plazaya taşınmıştı. Parkın ortasında kocaman bir fırın vardı.

Görevli gibi görünen adama yaklaşıp görev belgemi gösterdim. “-Benim adım Rudeus Greyrat. Tanıştığıma memnun oldum.”

“-Sen şu ünlü Quagmire’sın değil mi?” diye sordu.

“-Ünlü olup olmadığımı bilmiyorum,” dedim tuhaf bir şekilde.

“-Eh, o zaman işe koyul.”

Ne güzel tarif ettin öyle işi nasıl yapacağımı(!) “-Şey, eee… Ne işi yapacağımı açıklar mısınız?”

“-He, ilk defa yapıyorsun değil mi bu tür bir işi? İş kolay. İnsanlar buraya karı yığar, sen de şurdaki kürek ile oraya taşırsın. Kısaca kar kürekleyeceksin. Sakın büyü aletinin kurulu olduğu bölüme kar yığma tamam mı. Yeterince kar taşıdıktan sonra işaret vermemizi bekle ve büyü aletini aktive et. Manan bitse de kar gelmeye devam edecek, o yüzden işi bırakıp gitmek yerine yardım etmeye devam et.

“-Tamamdır, anladım.” Hala bunun ne tür bir iş olduğunu çözemedim ama ne yapacağımı anladım sayılır, o yüzden enine boyuna düşünmeye gerek yok. Çalışmam gerekiyor sadece.

İşçilerden biri bana kürek verdi. Bana söylenildiği gibi karları plazanın arkasına taşımaya başladım. İnsanlar direkten plazanın arkasına yığsa karları daha az iş çıkardı, diye düşündüm.

İyi de büyü cihazı var plazanın ortasında. Ya birisi yanlışlıkla aletin üzerine kar dökerse ya da bozarsa, öyle bir durumda çıkabilecek sorunları düşün. Bu yöntem muhtemelen en verimli olanı.

Çalışırken aklımda geçen boş düşünceler bunlardı işte. Yanımda çalışan diğer maceracılarla lafladım ve karları neredeyse benim boyuma ulaşan yığına attık. Başka işçilerde yığının üzerine kar atıyordu. İşimiz bittiğinde oluşturduğumuz duvar neredeyse boyumu üç kat geçmişti.

İş ağır olsa da bu zamana kadar özenle eğittiğim sağ kolum “Hulk” ve sol kolum “Hercules” in başından kalkamayacağı türden bir iş değil. Aniden kanıma salgılanan laktik asidi hissedince sevinçten uçmaya başladılar. Gücümü belime yükledim, bacaklarımı kitledim ve karı küreklerken kol kaslarımı kullandım.

 Ne doldurdun be; aferin aslanıma, diye yankılandı Hulk’un sesi, dirsek kaslarım kasılırken. Kürekleyeceğim, dedi Hercules, dirseğim geriye doğru çekilirken. Her iki kolumdaki kaslar yırtılıyormuş gibi hissettiriyordu.

“-Büyücüsün ama güçlüsün he,” diye iltifat etti çalışanlardan biri.

“-Büyücünün bile kas gücüne ihtiyacı vardır,” dedim. “-İdmanlıyım.”

“-İyi de büyücülerin kas gücüne ihtiyacı olmaz ki.”

Vücudum ısındı ve üst vücudumdan ter damlaları dökülmeye başladı. Sürekli kullanmadığım kasları çalıştırmak iyi hissettiriyor. İyi ki bu görevi almışım.

“-Tamamdır Quagmire, şimdi büyü aletini olduğu yere git ve işaret verdiğimde çalıştır.”

“-Anlaşıldı.” Verilen emre uyarak küreğimi geri teslim ettim ve aletin olduğu yere yöneldim. Oluşturduğumuz duvarın ortasında olduğu için plaza boyunca dolanıp girişten girmem gerekiyor malesef. Plazadaki yolların birinden makinenin olduğu yere gitmeye başladım. İstesem kardan duvara delik açıp içinden geçebilirim ama ne derler bilirsiniz, Romadayken romalıların yaptığı gibi… Amaan, uzun yoldan gitmeyi tercih ettim işte.

“-Ne kadar çok çocuk var burada.”

Plazanın girişinden kar geliyordu. Çalışan bir sürü maceracı, yerli ve milita üyeleri vardı. Aralarında küçük çocuklar bile vardı.

 Kar taşıyorlar sadece, diye kendimi avuttum. Çocukların altından kalkabileceği bir iş.

Taşıma yöntemleri çeşitliydi. Kovalarla taşıyanlardan tut sırtlarında varillerle taşıyanlara, varille taşıyanlardan tut at arabasıyla taşıyanlara; herkes farklı şekilde taşıyordu karı. Her birinin yüzünde donuk ifade vardı. Kimsenin bu işten zevk almadığına şaşırmamak gerekir aslında. Kürek çekmek eğlenceli bir iş değil sonuçta.

Gerçi çocuklar yetişkinlerden daha neşeli görünüyor. Acaba işi sevdikleri için mi böyleler yoksa ne kadar çok taşırlarsa o kadar fazla ödeme alacaklarını bildikleri için mi?  Gencecik kız ve erkek çocukları ağzına kadar doldurdukları kar kovalarını artlarında sürüklüyor. Aynı şeyi sürekli yaptıkları için yüzleri kızarmıştı.

Acaba yoğun kar yağışı yerlilerin elini kolunu bağlayıp yapacak iş bırakmadığı için mi burada bu kadar çok insan var?

Onları izliyorken kar taşıyan bir kızın ayağı takılıp yere düştü. Zeminin düşüşü hafifletecek kadar yumuşak olması gerekse de acı içinde ayağını tutup gözyaşı dökmeye başladı.

Farkında olmadan yanına gidip ona “-Sorun ne?” diye sorarken buldum kendimi.

“-Ah…! B-Bişeyim yok.” Korkup ayağını sakladı ve zar zor ayağa kalkmaya çalıştı ancak acıya dayanamayıp yere çöktü.

“-Lütfen, izin ver de bakıyım.” Elini ayağından çekip botunu çıkardım. Çıkardığımda ayağının kıpkırmızı olduğunu ve burkulmuş olduğunu gördüm. Tırnakları simsiyahtı ve ayağının her bir yanı su toplamıştı. Soğuk ısırması. Zavallının ayağına bakınca içim acıdı. “-Tanrının bu lütfu besin olsun ve ayağa kalkamayacak olanlara kalkması için kudret versin. Şifa!”

“-Ah!”

Elimi ayağına koyup büyü sözlerini söyleyince ayağa normale döndü. Bu dünyadaki şifa büyüsü olayı bayağı kullanışlı. Ama nedense diğer ayağına elimi koymaya çalışınca kız bana çaresizlik içindeymiş gibi baktı. Onu iyileştirmek için o kadar uğraştırdıktan sonra neden bana böyle bakıyor?

“-Yapmamam gereken bir şey mi yaptım?” diye sordum.

“-Ş-Şey, b-benim param yok. Ödeye…. ödeyemem.”

“-Haa.”  Şimdi hatırladım. Bazı şeref yoksunu kimselerin parası olmayan insanların yaralarını iyileştirip karşılayamayacakları bir ödeme talep ettikleriyle alakalı dedikoduları hatırladım. Bu tür olaylar, özellikle yetimhanelerde, yaşandığında yetimler satılmak için köle yapılıyormuş.

“-Senden bir şey istemiyorum.” dedim ve ayağa kalktım. Eğer bu çocuğa öylesine aşağılık bir şey yapsaydım bir daha asla Ruijerdin yüzüne bakamazdım.

“-Hey, Quagmire, napıyon sen?!”

Ayağa kalktığımda idareci bana bağırıyordu. Plaza boyumun üç katı uzunluğunda karla kaplıydı. Geldiğimde plazanın yarısını kaplayan kar şimdi tamamını kaplıyordu.

“-Hallediyorum.” Büyü aletine doğru koştum.

“-Tamam Quagmire, yap hadi.”

“-Tamam!”

Emredildiği üzere elimi aletin üzerine koydum ve mana pompalamaya başladım. Bu tür büyü aletlerinin nasıl çalıştığını bilmiyorum o yüzden ne kadar mana yüklemem gerektiğinden emin değilim, umarım idareci bana ne zaman durmam gerektiğini söyler. O zamana değin yüklemeye devam etmem gerekiyor.

Cihaza yükleme yapmaya devam ettim ve çalıştığını doğruladım. Sonra etrafıma bakınca,

“-Vay canına.” oldum.

Cihaz yakınındaki alana ısı veriyor. Kar hızla eriyip toprağa karıştı. Sanırım plazanın zemini de bir tür büyü aleti, ayağımın altındaki tuğlaya geometrik şekillerin kazınmış olduğunu gördüm. Acaba plazanın tamamı büyü aletini bir parçası olabilir mi?

Mana yükledikçe karın yavaşça eriyişini seyrettim. Gözlerimi alamıyorum. Yüksek hızda karın çözünmesini izliyormuş gibiyim sanki. Beyaz rengi, yerini turuncu tuğlaya bırakırken baharın gelişini seyrediyormuşum gibi hissettim adeta. Baharın gelmesine daha çok var gerçi. Havada halen varlığını sürdüren kasvetli bir grilik var ve kar yağmaya devam ediyor.

Plazadaki kar, kaşla göz arasında kayboldu, plazanın içindeki insanların yüz ifadelerini görüyorum. “-Oooh!”

Bir alkış koptu. Neyi alkışlıyorlar? Elimi aletin üzerinden çekip bende alkışlamaya başladım.

“-Evveet, tahmin etmeliydim. A-Seviyesindeki bir maceracının böyle bir şey yapabileceğini tahmin etmeliydim.” İdareci etkilenmiş bir şekilde yanıma geldi.

“-Bu kadarı yeterli mi?” diye sordum.

“-Evet, fazla bile.”

“-Hala manam var, eğer istersen…?” Yağan kar hızla turuncu tuğlayı beyaza boyamaya başladı, bu gidişle çok geçmeden tekrar dolmaya başlayacak.

“-Yok, bu kadarı kafi. Görevin tamamlandı say. Aferin. Boş zamanında tekrar uğra tamam mı? Bize gerçekten yardım etmiş olursun,” dedi ve görev kağıdımı “tamamlandı” olarak işaretledi.

Bak bu hızlıydı. “-Daha fazla kar küreklemem gerekmiyor mu?”

“-Erittiğin onca kardan sonra hayır, küreklemen gerekmiyor. Dürüst olmam gerekirse üçte birini bile eritemeyeceğini düşünmüştüm. Ayrıca, sana bundan fazla para veremem.”

Demek buydu. Karın hepsini eritince görevi tamamlamış oldum. Şimdi anlıyorum. İdareci de iyi birisiymiş, istese beni çalıştırmaya devam edebilirdi.

Şimdi sıkılmaya geri dönebilirim. Her ne kadar kar küreklemek istemesem de pek bir şey yapmadığımı hissediyorum. Acaba tekrar kürek mi çeksem? Beleşe çalışsam da umurumda değil artık.

Yok ya. Madem canım sıkıldı o zaman loncaya gidip başka bir seviye sınırı olmayan bir görev seçim. İlla kar küreklemek zorunda değilim. Örneğin idman yapabilirim ya da—

“-Bay büyücü!”

Tam gitmek üzereydim ki küçük bir çocuk parmağıyla beni gösterdi ve iç monoloğumu yarıda kesti. Çocuk küçük bir kızdı, az önce yardım ettiğim değildi ama. “-Adınızı öğrenebilir miyim?” diye sordu.

“-Rudeus Greyrat,” diye cevapladım, neden adımı sorduğuna dair en ufak fikrim yok. Adımı duyar duymaz koşarak uzaklaştı, cevap bile vermedi.

Noluyo be? Adımı sorup koşarak uzaklaştı? Terbiyesiz çocuk.

Ama yanılmışım… koşan kız başka çocukları bir araya getirdi. Aralarına girdi ve aralarında müzakere etmeye başladı. Olduğum yerden fısıltılarını duyabiliyorum. İsmim gerçekten o kadar fısıltıya değer mi? Bir süre sonra grup kafalarını tamam anlamında salladı ve sokak arasına kayboldu. Grubun olduğu yere bakarken az önce iyileştirdiğim kızı orada gördüm. Gözlerimin içine baktı ve başını öne eğip grubun peşinden gitti.

“-Hm.” Normalde insanlar arkamdan konuştuklarında kötü hissederim, fakat bu sefer hissetmedim— muhtemelen hakkımda kötü şeyler söylemedikleri içindir. Belki çocukların adımı bilmesinden iyi bir şey çıkar. Her ne kadar boşuna kürek çekmek olarak baksam da arada sırada hayır işlemekten zarar gelmez. Uzun zamandır ilk defa kendimi iyi hissettim.

  Eh, hadi loncaya geri dönelim.

*****

Öğleden sonra, Maceracılar Loncası.

Tanıdık yüzlerle karşılaştım: Suzanne, Timothy ve Patrice— Counter Arrow’un bütün üyeleri. Eh, hepsi değil. Bu saatte buradasalar muhtemelen görevden yeni döndüler demektir. Diğerlerini kaçırdım sanırım.

Normalde konuşmayı önce onlar başlatırlar ama bu seferliğine ben başlatmaya karar verdim. Bugün iyi hissediyorum.

“-Merhaba.”

“-Oh. Rudeus.”

Hm? Kasvetli görünüyorlar sanki. Sadece Suzanne değil Timothy ve Patrice de.

“-Bir şey mi oldu?” diye sordum.

“-Evet… Mimir ve Sara…”

İkisini bugün görmedim. Gerçi beş kişilik bir grup olmaları allahın her günü birlikte takılacakları anlamına gelmiyor. Yokluklarının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum en azından. Bir şey mi oldu acaba?

“-İkisi evlendi mi yoksa?” diye şakalaştım.

“-Sen şaka yapar mıydın ya?”

“-Özür dilerim.”

Timothy’nin her zamanki tebessümü yerinde yoktu. Doğrusu yüz ifadesi tebessümün tam tersiydi— kasvet. Sanırım sözlerim onu kızdırdı. Sahiden, bir şey mi oldu?

“-Soru sormamda sakınca var mı?”

Timothy bir şey demedi. Onun yerine Suzanne cevap verdi “-Öldüler.”

Neşeli havam anında yok oldu. “-Ah, anlıyorum,” dedim.

Gerçekten öldükleri gerçeğini henüz sindiremedim. Böyle bir şey ilk defa başıma gelmiyor. Maceracılar olarak ölüm, yanımızdan hiç ayrılamayan bir yoldaş gibi. Arkadaş olduğum başka bir partinin de katledildiğini duymuştum.

Yine de, hüzün verici bir durum. Öldükleri gerçeğini kabullenmekle ölümlerinden etkilenmemek aynı şey değil sonuçta. Onlara çok yakın değildim ve birbirimizi pek tanımıyorduk. Ama yine de onlarla aynı sofradan yedim; ölümün kıyısından birlikte döndüm. Hayatlarını kaybettiklerini öğrenmek istesem de istemesem de beni üzüyor.

Fakat yapacak bir şey yok artık. Er ya da geç bütün maceracılar ölür. Bu mesleği yaptıkları sürece ölüm onlar için her zaman bir olasılık. Dünya böyle işliyor çünkü.

“-Hayır,” dedi Timothy. “-Mimir ölmüş olabilir fakat Sara henüz ölmüş değil.”

Ölümlerini çoktan kabullendim fakat Timothy aksini iddia ediyor. Suzanne ve Patrice ona kızarken yüzü hayal kırıklığı ile büzüldü. “-Biz sadece savaş sırasında ayrı düştük, cesetlerini bulmadık. Onları biraz daha arasaydık—”

“-Vazgeç artık.” diye ısrar etti Suzanne. “-O ormanın içinde hiçbir şey bulamazsın, özellikle kar fırtınası sırasında. Onları ölmüş say.”

“-Ama—-”

“-Sana dedim ki vazgeç artık! Eğer orada arama için kalsaydık biz de ölmüş olurduk! Bunun farkındaydık, bu yüzden emirlerine uyduk ya!” Timothy suratını asarken Suzanne, Timothy’e bağırıyordu.

Sanırım Timothy geri çekilme emri vermiş. Şimdi de bu kararından pişmanlık duyuyor.

Nedenini anlayabiliyorum. Kararının sonucunu görünce pişmanlık kaçınılmaz olabiliyor. Bir şeyden vazgeçmek zorunda kalınca küçük de olsa o umut parçacığına bel bağlasa mıydım diye düşünmekten kendini alamıyorsun, sonu kötü bitse de bitmese de.

“-Timothy suçu üstlenmene gerek yok. O sırada emirlerini dinlememeyebilirdik ama dinledik!  Bizde senin kadar suçluyuz.” dedi Patrice.

“-Doğru söylüyor.” diye destek verdi Suzanne. “-Biz senin yanındayız. Kendine yüklenme o yüzden.”

İkisi her ne kadar acı içinde de olsa Timothy’i avutmaya çalışıyor. Belki ikisi de Sara’nın yaşadığı umuduna bel bağlıyorlardır ama yapılacak bir aramanın ne kadar tehlikeli olabileceğini bildikleri için seslerini çıkartmıyorlardır. Kendi hayatlarını da düşünmek zorundalar. Sırf kötü hissettikleri için geri dönerseler en ufak bir hatada başka birini kaybedebilirler. Belki de iki kişiyi. Belki bütün takımı.

Bu düşünceler aklımdan geçiyorken kış başlamadan birkaç ay önce keşfettiğimiz o mağara geldi aklıma. Yardımıma ilk koşan Sara’ydı. Şimdi düşünüyorum da çok riskli bir hamleydi. Bütün partinin katledilmesine ya da birinin ölümüne yol açabilirdi.

“-Nerede ayrı düştünüz?” diye sordum.

“-Batıya doğru Trier Ormanında. Kar fırtınası yüzünden görüş alanımız kısıtlanmıştı farkında olmadan ormanın içlerine girmişiz. Çıkmaya çalışınca Kar Bufalosu sürüsü saldırısına uğradık.”

“-Hmm, yazık olmuş.” Trier Ormanı. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa yarım günlük mesafede.

“-Eh ben de gidiyim artık.” dedim ve yanlarından ayrldım.

Timothy ve diğerleri bir şey demedi, beni durdurmaya da çalışmadılar.

Loncadan aceleyle çıkıp hemen hana gittim. İçeri girer girmez odama uçtum. Kışlık giysimin üzerinde biriken su damlacıklarını silktim. Odamın köşesindeki büyük çantayı kapıp ve arta kalan yiyecekleri içine doldurup sırtıma geçirdim. Sonra ışık hızında merdivenlerden inip sokağa çıktım.

Neden bunu yapıyorum? İnan bilmiyorum. Saçma bir iş olduğunun farkındayım. Ama yine de gitmek istiyorum. Oraya gidip o genç kızın, hem sözleriyle hem de davranışlarıyla kaba olan, sürekli Suzanne’ı taklit etmeye çalışan o kızın gerçekten ölüp ölmediğini kendi gözlerimle görmek istiyorum.

Neden bilmiyorum.

Evet, ciddiyim, sahiden bilmiyorum. Ama yine de bu allahın belası fırtınanın içine doğru yol alıyorum.

“-Bu fırtına da amma sinir bozucu.” Gözlerimi kısıp gökyüzüne baktım. Kar yağmurunun ardına saklanmış gri bir lekeye benziyor. Roxy bana havayla oynamamı tembihlemişti, fakat benim başka planlarım var.

Bulutları dağıtması için bir hortum oluşturdum.

“-Oh be.” Masmavi gökyüzü ışıl ışıl parıldıyor ve karı ezen botlarım ses çıkartıyor.

 

******

 

Akşam oldu.

Trier Ormanına vardığımda hava çoktan karamıştı ve etraf zifiri karanlıktı. Havayı kontrol etmem sayesinde fırtına içinde ilerlemek zorunda kalmadım. Ormandaki ağaçlar gökyüzünü kaplayan bir kubbe oluşturuyor. Meşalem iyi ışık vermiyor ve yoğun kar kütlesi toprağın üzerinde yatıyor. İlerledikçe belime kadar battığımı hissettim. Bu şekilde yürümek çok zor. Yavaş yavaş, adım adım yürüdüm. Arada sırada ağaçların üstünden dökülen soğuk toz öbekleri sanki beni gömmeye çalışıyormuş gibi üzerime yağıyordu.

Bir dakika… Kendiliğinden düşmüyor. Bir şey üzerime atıyor.

Yukarı bakınca işin arkasındaki canavarı gördüm: Kar Yağdıran Treant. Yazları bu treantlar normallerinden farksızdır ama kış gelince ve bu treantlerin üstüne kar birikince yoldan geçen canlıları, adından da anlayabileceğiniz üzere, üstüne biriken karlar ile gömmeye çalışır. Bu bölgeye özel düşük seviyeli canavarlar arasındalardır. Çoğu tür üzerine kar yağdırmakla yetinse de bazı özel türler buz büyüsü de kullanabilir, normal bir insanı dümdüz edecek büyüklükte buz kütleleri fırlatabilirler. Buz büyüsü kullanabilen bu türlere Buz Yağdıran Treant diyorlar. Henüz karşılaşma fırsatına erişemedim.

Eğer mümkünse karşılaşmamayı tercih ederim.

“Duru Ateş.” Üzerime yağan karları eritmek için ateş büyüsü kullandım.

“Taş Gülle.” Sonra da treant’ı öldürmek için taş büyüsü.

Gövdesine kocaman bir delik açınca saldırmayı kesti.

Saldırı teşebbüsleri çok can sıkıcı. Ayağımla yararak ilerlediğim kar daha büyük bir engelmiş gibi hissettiriyor. Yürümek çok zor, bazenleri ayağımın tamamen karın içine battığı oluyor. Böyle olunca ateş büyüsü kullanarak ayağımı kurtarıyorum.

Kışlık giysim kar köstebeğinden yapılma olduğu için su emdikçe daha da ağırlaşıyor. Kurutmak için rüzgar büyüsü kullanmak zorunda kaldım.

İlerde böyle arazilerde daha iyi hareket edebilmek için idman yapmalıyım.

Bu düşünceyi aklımdan geçirirken sessiz bir şekilde ilerlemeye devam ettim. Bir tarafım burada ne bok yediğimi merak ediyor. Sara’yı bulmamın imkanı yok. Diğer üçü Sara kaybolur kaybolmaz hemen aramaya koyuldu ama onlar bile bir şey bulamadı. Onların başaramadığını ben mi başaracaktım? En son nerede ayrı düştüklerini bile sormayı akıl etmedim.

Nerede olduğumu bilsin diye adını seslenebilirim, ancak bunu yapmayacağım. Eğer yaparsam canavarlar nerede olduğumu bilir çünkü diye azarladım kendimi. Heh, bu bana Soldat’In “Yarım yamalak iş yapıyorsun” demesini hatırlattı. Cidden, ne yapıyorum ben? Bu aramayı sırf kendi egomu tatmin etmek için yapıyorum.

Eğer bu kadarı yeterli değilse, ne yeterli?

Sara’yı bulmak tabii ki. Eğer Sara’yı kendi yöntemlerimle bulursam bu beni tatmin eder işte. Ölü ya da diri olması önemli değil. Önemli olan harekete geçip bir şey yaptığımı kanıtlamak.

İşte bu.

Bir sonuca ulaşmak.

Şu anda bir sonuca ulaşmak istiyorum, başka bir şeyi değil. Sara’yı çaresizlik içinde kurtarmaya falan çalışmıyorum ya da Counter Arrow’un bana gösterdiği şefkati bir şekilde geri ödemeye çalışmıyorum. Sadece bir şey başarmak istiyorum. Ya da birisini terk etmemek istiyorum.

Eris beni terk etti. Bu olay yüzünden depresyona girdim. Aynı şeyi başka birisine yapmak istemiyorum. Bana yapılan o korkunç şeyi başka birisine yapmak istemiyorum.

Belki sebebi budur. Bilmiyorum—-Bilemiyorum—neden burada olduğumu, böylesine cesaret gösterdiğimi bilmiyorum.

“-İşte buradasınız.”

Kafamda bin bir türlü düşünce cirit atıyorken önümde bir canavar sürüsü tespit ettim: Büyük bir Kar Bufalosu sürüsü. Beyazların içinde yan yana kıvrılmışlar. Gri postları kar fırtınası esnasında mükemmel kamuflaj görevi görüyor ve bu sayede hiçbir şeyin farkında olmayan maceracılara sürpriz saldırı yapıyorlar. Ama şu an hava açık. Onca ağacın arasında görmek ne kadar zor olsa da onları fark etmemek neredeyse imkansız.

Kar Bufaloları ormanlık alanları mesken edinirler. Her ormanda farklı sürüler oluştururlar. Genelde kışı bir bölgede geçirip yeni doğanlarını karın içinde yetiştirirler. Eğer birisi bufalo saldırısına uğramışsa bu o kişinin bölgelerine izinsiz girdiği anlamına gelir.

Başka bir deyişle burası Timothy ile Sara’nın ayrı düştüğü yer olabilir. Ayrıca cesedinin o canlıların birinin midesinde olduğu anlamına da gelebilir. Önceki hayatımdaki bufalolar otobur canlılardı, fakat bunlar etoburlar.

İki elime de mana aktardım. Hepsini tek seferde öldürmek imkansız olsa da sürpriz bir saldırı sayılarını azaltmada yardımcı olabilir.

“-Yer Köstebeği!”

Ellerimden çıkardığım büyü Kar Bufalolarının altındaki zeminden fırladı. Kaş ile göz arasında insan kolu kalınlığındaki düzinelerce taş mızrak topraktan fırlayıp on tanesi kadarını kazıkladı.

“-Brwooor!” Sürü, sürpriz saldırım karşısında ani bir atağa geçti ve hareket ederken çıkardıkları seslerle etrafındakileri ürküttü.

“-Taş Kargısı!” Bu büyüyle de geri kalanları öldürdüm, birer birer hepsini katlettim. Neredeyse hiç sorun çıkarmadılar. Beni bulmak için etrafta koşuşturdular sadece. Beni bulduklarında ise çoktan ölmüşlerdi. Teker teker beni bulanların arasına katıldılar.

Birkaç tanesi geriye kalınca sürü kaçmaya çalıştı. Ama çok geçti. Hiçbirinin kaçmasına izin vermeyecektim.

“-Toprak Kargısı!”

Makine gibi art arda büyü yağdırdım üzerlerine. Çok geçmeden her bir tanesi eşek cennetini boylamıştı.

Eğer daha önce kaçmaya çalışsalardı ya da hayatta kalan canavarlar bir araya gelseydi şansları olabilirdi. Saldırıya uğradıkları anda kaçmaya değilde saldırıya geçmeleri canavar olduklarının kanıtıydı. Vahşi hayvan olsaydılar kaçmaya çalışırlardı. Kazanamayacaklarını anlayıncaya kadar savaşmaya devam ettiler. Savaş için kuduran canlılar sahiden de korkutucu olabiliyor.

“-Phew.” Sara arada kaynamasın diye temkinli yaklaşmaya çalıştım ancak görünen o ki inceliğim gereksizmiş. Etrafa yayılmış bufalo cesetlerinin arasında yürüyerek ilerledim. Ölü sürünün ortasına ulaştığımda kan kokusu çoktan etrafımı sarmıştı.

Dağ gibi yığılmış kemik parçaları vardı, yedikleri avlarından geriye kalanlar. Çoğu kemik dört bacaklıydı, kemik yığınının arasında Kar Bufalosu kemikleri de vardı. Hıı demek siz yamyamsınız da.

Yığının içini aradım. Canavarların kemik dışında yarım bıraktığı yiyecekler de var. Muhtemelen arta kalan yiyecekleri düzenli yemek akışı olsun diye diğer hayvanları çekmek için kullanıyorlar. Ruijerd bir keresinde buna benzer bir şey yapmıştı. Bu bufaloların, Şeytan Kıtasının ünlü Ölü Son’u ile aynı taktiği kullanacak kadar zeki olması ürkütücü.

Öğle yemeğinde yedikleri kişilerin kemiklerini bulmayı umuyorum. Aslına bakarsan birkaç tane insanımsı kafatasına rastladım. Aradığım şeyi bulmaya çalışırken: Sara’nın bedeni ya da ona ait herhangi bir şey. Eğer bulursam kesinlikle tatmin olacağım.

“-Ngh!” Kemikleri karıştırırken istemeden inledim. Tanıdık yüze sahip bir kafatası buldum, derisi hala üzerindeydi.

“-Mimir…”

Counter Arrow’un şifacısı. Kafasının yarısı yenilmişti. Yanakları tamamen yoktu, geride sadece alnı ve saçları kalmıştı. Ondan geriye kalanlar sayesinde bir şekilde tanıyabildim onu.

“-Gh…hah….argh.” Nefesim boğazıma takıldı. Mimir öldü. Timothy haklıydı.

Doğru ya, Mimir’den bahseder bahsetmez hemen konuyu Sara’ya getirdikleri için unutmuş olmalıyım. Onu burada bulmuş olmam çokta şaşırtıcı olmasa gerek.

Neredeyse hiç konuşmamıştık. Onunla ilgili hatırladığım tek şey Galgau Harabelerinden döndükten sonra barda içki içerken beni geride bırakıp bırakmamaları gerektiğini tartıştıkları sırada takındığı yüz ifadesiydi.

Çantamdan katlanmış bir torba çıkarıp içine koydum. En azından ondan geriye kalanı götüreyim.

Gözlerimdeki yanıcı hissi göz kırpıştırarak bastırdım ve dişlerimi sıkarak aramaya devam ettim. Mimir bu haldeyse o zaman Sara da…

“-Hm?”

Kemik yığınının içinde bir yüzük buldum. Sadece bir tane değil, insanların süs niyetine kullandığı bir sürü yüzük vardı. Hm, bufaloların parlak şeylere ilgili olduğunu bilmezdim; muhtemelen avlarını yerken zaman içinde birike birike yığına dönüştü.

“-Ah…”

İşte o eşyaların arasında buldum, tüy şeklindeki tanıdık bir süs eşyası.

Sara’nın küpesi.

“Haa….” Bir of çektim. Vücudumun hafifleştiğini hissettim. Demek sahiden öldü he. Timothy ve diğerlerinden ayrı düşünce Kar Bufaloları tarafından kovalanıp sonunda koşamayacak hale gelince canlı canlı yenilmiş olmalı. Kar fırtınasına yakalanmış, biçare, çaresizce hayata tutunmaya çalışıp bunu başarabilecek güçten yoksun bir şekilde…

Kasvet düşüncelerime hakim oldu.

Doğru, Sara ve benim yakın olduğum pek söylenemez. Ne zaman beni görse ya dalga geçer ya da yerin dibine gömerdi. Ancak Soldat’ın aksine son zamanlarda acımasız davranmadı bana. Ona karşı art niyet beslemedim hiç. Sözleri beni hiç incitmedi, çünkü dediklerinde ciddi değildi. Eğer fırsat tanısaydı iyi anlaşacağımızdan emindim.

Dilimi ısırdım ve ağlamamak için kendimi tuttum. Almak istediğim sonuç bu değildi ama neticede görevim tamamlanmış oldu. Umduğum şeyi buldum. Şimdi temizliği yapıp eve dönmem gerekiyor.

“-…Whoof.” diye nefes verdim. Vücudumu bir kez daha güçle doldurdum ve Kar Bufalolarının cesetlerini bir araya getirmeye başladım. Onları fiziksel gücümle taşımak çok meşakatli olacağı için toprak büyüsü kullanarak kemik yığının üzerine taşıdım.

Diğer canavarların kan kokusunu alıp neden buraya akın etmediğini düşünür gibisin. Belki burada bufalo sürüsü olduğunu biliyorlardır ya da belki sadece çok şanslıyımdır. Her neyse.

Cesetleri yakmak için ateş yaptım. Yanmış et kokusu etrafa yayıldı. Berbat bir kokuydu. Rastgele bir iki tane odun parçası fırlattım. Odunlar çatırdayıp ikiye ayrıldı ve yaydığı duman gece göğüne doğru yükseldi.

Vefat edenlere adadığım tütsüm bu olsun. Onları yakmak için kullandığım odunlar.

Bir süre dumanı izledim. Şu an kafamın içinde binbir türlü düşüncenin geçmesi gerekiyor ama nedense bomboş hissediyorum. Orada öylece durdum, dalgın bir şekilde alevlerin dans edişini izledim.

Ateşin doğru söndürüldüğünden emin olduktan bir süre sonra “-Eve gitsem iyi olur,” dedim.

Eğer şimdi yola çıkarsam şehre ulaştığımda güneş daha yeni doğuyor olur, Mimirin ve Sara’nın kalıntılarını Counter Arrow’a gösterip yatağa girerim. Uyku bu gibi durumlarda en iyi ilaç olabiliyor.

Kafamdan geçen düşünceler bunlardı, topuğumda dönüp—–

“-…Hm?”

Bir şey duydum sanki: Su birikintisinin aniden donma sesi.

Canavar mı? Diye düşündüm. O ses bir canavardan mı gelmişti? Yine de o ses uzaktan geldi, ateşin çıkardığı sese karışsa bile. Sanırım Kar Bufalolarının kan kokusundan etkilenen bir şey. Hemen buradan ayrılsam iyi olcak. Görevimi çoktan tamamladım. Daha fazla kalmanın bir anlamı yok.

Kötü şeyler olacağına dair bir his var içimde.

Ürperdim, sanki orada göremediğim bir şey vardı. Sanki bir şey beni izliyordu, gölgelerde saklanan kaplan gibi.

Etrafımı gözledim, görünürde hiçbir canavar yoktu. Ses de kesilmişti. Tek duyduğum ağaç dallarından gelen çatırdama sesiyle esen rüzgarın çıkarttığı uğultuydu—doğanın sesleri.

Emin olmak için yukarı baktım.

“-Oha!”

Anında yana sıçradım. Bir saniye sonra devasa büyüklükte bir blok yanıma düştü, ağırlığı etraftaki karı etrafa saçmıştı. Görüş alanım donmuş tozla kaplansa da İleri Görüş gözüm o şeyin ne olduğunu net olarak gördü: Buz. Az önce durduğum yere düşen devasa bir buz parçası. Altında olsaydım kim bilir ne olurdu? Ürperip arkama bakınca onu gördüm.

Dağ gibi bir gölge. Yüzlerce yıl yaşında bir gövdesiyle ve göğü kaplayan yeşil dallarıyla bir treant. Göğüs kafesim büyüklüğündeki kökleri beni takip ederken çatırdıyordu.

“-Buz Yağdıran Treant mı?”

Şeytan Kıtası ve Yüce Ormandaki yolculuklarım sırasında treant görmeye alıştım. Fakat bu seferki bambaşka. Kaç yaşında bu be? Treantlar yaşlandıkça güçleniyor. Bu arkadaş çok yaşlı, ne kadar güçlü olduğunu tahmin bile edemiyorum.

Devasa dallarını sallayınca yutkunup geri çekildim. Treantın devasa boyutu ondan kaçınmamı imkansızlaştırıyor. Süpürgeyle vurulmuş bir böcek gibi savruldum, üstüm başım kara boyandı.

Treant bir anlığına hareket etmeyi kesti. Dallarının üstüne bakınca bir şey gördüm. Çiçek? Meyve? Hayır—BÜYÜ! Buz kütlesi atmaya hazırlanıyor.

İlk defa bir canavarın büyü kullandığını görmüyorum ama ilk defa bir canavarın böylesine büyük bir büyü oluşturduğuna şahit oluyorum.

“-Gah!” Hemen asama mana doldurup vücudumu geriye atacak bir hava dalgası oluşturdum. Odunu yaran bir şarapnel edasıyla havaya savrulup üzerime gelen buz kütlesinden kaçındım. Arkadaki ağaçlardan biri çarpmanın etkisiyle devrildi.

Karın içinde aceleyle ilerlerken bir kez daha asama mana doldurmaya başladım. Bu sefer taş gülle kullanacağım. Yükleyebilidiğim kadar mana yükleyip treant’e ateş ettim. Canavar çok büyük, ıskalamam imkansız.

Çok büyük olduğu doğruydu.

Taş güllem havayı yarıp hedefine vurdu. Aşina olduğum çarpma sesi etrafımda yankılandı, ancak Kar Yağdıran Treant hala hareket etmeye devam ediyordu. O kadar mana yüklediğim taş güllenin tam isabet yapması gerekirdi. Canavara hiç hasar işlemedimi yoksa?

Küçük dilimi yutmuş bir şekilde sönmek üzere olan ateşin alevleriyle aydınlanan treant’a baktım. Gövdesi tamamen donmuştu, şerefsiz buzdan kendine zırh yapmış. Amma zeki bir ağaçmış bu. Zırhı başarıyla taş güllemi durdurabildi. Taş güllem ağacın gövdesine yapışmış duruyordu.

Demek taş gülle işlemiyor he? O zaman ne kullansam etkili olur? Ateş? Ya da rüzgar? Su da olabilir. Canavara hasar vermek için neyi kullaniyim? Bekle…Eğer rakibimin gücünü ölçemiyorsam geri çekilmem gerekir.

İşte tam o sırada, geri çekilecekken bir şeye gözüm çarptı. Canavarın köklerinin arasında bir insan figürü vardı. Onu görünce olduğum yerde donakaldım. Bu kişiyi tanıyorum.

“-Sara…?!”

Her niyeyse Sara’nın bedeni ağacın gövdesinde asılı duruyordu. Ölü mü yoksa hala nefes alıyor mu? Treantler normalde avlarını yemeden önce öldürürler; ama bazıları avlarını gövdesineb ağlayıp yavaş yavaş hayatlarını sömürürler. Sara’nın vücudunda kötü morluklar ve şişlikler vardı ama öldüğünü gösteren bir işaret yoktu.

Hayatta mı yoksa değil mi anlamadım. “-Hm…”

Bu işte bir terslik var. Gözlerimi kısıp daha dikkatli baktım. Sara’nın olduğu yerde asılı duran baika cesetlerde vardı. Bazısı çürümüştü, hatta aralarında Ferli Ayı da vardı. Fakat hepsinin yanı sıra gözğme en çok Kar Bufalosu çarptı. Ağacın dalları arasına sıkışmış halde çaresizce kurtulmaya çalışıyordu; ağzından köpükler çıkararak.

Tabii ki de o sapsağlam köklerin arasından kurtulmasına imkan yok. Bu arkadaş sayesinde treantın avlarını hayatta bıraktığını öğrendim. Belki Sara henüz ölmemiştir; sadece bayılmıştır.

Onu nasıl kurtaracağım peki? Kar Yağdıran Treant gökdelen gibi, gövdesinin yarısı buzdan yaptığı zırhla korunuyor. Geniş alanı etkileyen bir büyü kullanırsam Sara arada kaynayabilir. Buzun içinde değil, acaba dalları kesip onu kurtarabilir miyim?

Ben düşünmekle meşgulken treant avına devam etti, dallarını bana doğru savurdu. “-Ateş Bıçağı!” Geri çekilirken oluşturduğum ateş büyüsü ağacın dalının büyük bir kısmını kesmeyi başardı.

Şimdi, bana bir kez daha devasa büyüklükte bir buz kütlesi fırlatacak ve bundan da kaçınmam gerekecek. Tam da tahmin ettiğim gib,i donmuş suyu bana doğru fırlattı. Atacağını bildiğim için kaçınması kolay oldu.

Şimdi ise dallarıyla saldıracak. İlk önce sağ sonra soluyla.

“-Hm?”

Saldırısından kaçınırken bir şeyin eksik olduğunu hissettim. Şüphe dolu gözlerle treanta baktım. Ağaç buz kütlesini oluştururken tanıdık bir su donma sesi duydum.

Yoksa… Yoksa bu canavarın tek bir saldırı tarzı var? Buz kütlesi yolla sonra dallarınla avını ez. Bu rutin saldırıyı sürekli yapmaya devam mı edecek?

Şüphelerimin doğru olduğu birkaç tane daha buz kütlesi ve dal saldırısından kaçınınca doğrulandı. Acaba aniden başka bir şey mi yapacak? Hayır, bu sadece normal bir treant. Ne kadar büyük olsa da sadece D-Seviyesinde bir canlı. Başka saldırı tarzının olduğuna inanmak çok zor.

“-Ateş Bıçağı büyüm işe yarıyor.” Bunu ve buz zırhının gövdesinin sadece kalın kısımlarını koruduğunu aklıma kazıdım. Karanlık olmasaydı bunu daha önce fark edebilirdim, taş gülleme karşı koymasına şaşırdım bir de.

“-Başarabilir miyim…?” Rakibimin devasa boyutu beni biraz endişelendirse de sadece iki farklı saldırısı olan bir canlı olduğunu öğrendiğim için rahatım. Büyük olsa da basit bir treant sadece.

“-Başarabilirim!” dedim ve öne atıldım.

Buz kütlesinden kaçınıp dalları Ateş Bıçağı ile kestim. İstesem başka tür büyü kullanabilirim fakat canavarın göstermediği saldırısı olup olmadığını bilmiyorum.

İt dalaşına devam ettikçe treantın zayıf noktasının ne olduğu belli olmaya başladı. Devasa boyutu yüzünden sadece birkaç dalı yere uzanabiliyordu. Bunu fark edip büyümle dalları kesince savaşı kazanmış oldum.

Kaçmaya çalışmadı, treant saldırmayı kesip olduğu yerde donup kaldı, ölü taklidi yapıyor. Bu fırsatı yaklaşmak için kullanıp, her an dallarıyla beni ezebileceğini hesaba katarak ağaca doğru ilerlemeye başladım. Sağ sağlim Sara’ya ulaşıp onu sarmalayan dalları kestim.

“-Sara…! Sara!”

“-Mm….” İsmini seslenince göz kapakları kırpıştı. “-Huh? Kim var orada?” diye zayıf bir sesle sordu.

“-Rudesu ben.”

“-Rudeus mu?”

“-Seni kurtarmaya geldim,” deyip onu arkama attım ve hızla uzaklaşmaya başladım. Her ne kadar treantın hareket etme kabiliyetini köklerini keserek elinden alsam da bir anda üzerime buz atmayacağı ya da başka bir şey yapmayacağı kesin değil.

Koştum, koşabildiğim kadar hızlı koştum, ta ki treant dan uzaklaşana kadar.

 

*****

 

Ağaçtan kurtulalı birkaç saat oldu.

Güvenli olduğumuzu teyit edince Sara’nın yaralarını şifa büyüsüyle iyileştirdim, çok ağır yaralanmıştı. Her yerine darbe yemiş, eller ve ayaklarında soğuk ısırığı olmuş. Kemikleri kırılmış, özellikle sağ bacağındaki kırık çok ciddi. Kalça kemiği ikiye ayrılmış ve etrafı şişmiş. Muhtemelen kemikleri paramparça olmuş.

Şifa için cilt teması gerekiyor, o yüzden üzerindekileri çıkarmam gerekti. Laf edecek diye tahmin ettim ancak hiç sesini çıkarmadı. Belki maceracı olduğu için bu ona doğal geliyordur? Mimir de bir şifacıydı o da aynısını yapmış olmalı.

Bir de, kara bulandığı için donu ıslanmıştı ve donu şeffaflaşmıştı. Her ne kadar bakmamak için kendimi tutsam da göz ucuyla bakamadan edemedim.

“-Kar Bufalosu yamaçtan aşağı attı beni,” dedi bir anda.

“-Huh?” Aniden konuşmaya başlayınca kafam karıştı.

“-Bacağım o yüzden kırık.”

“-Ha.”

Sanırım donuna baktığımı fark etti. Ama diğer herkesten nasıl ayrı düştüğünü anlatarak bu hareketimi görmemiş gibi yaptı. Vücudunu örtmeye çalışmamasının nedeni onu kurtardığım içindir belki? Gözlerim bayram ediyor. Kadın görmeyeli aylar oldu.

“-Sürünün topladığı kemikler arasında küpeni buldum. Öldüğünü sanmıştım.” dedim.

“-Eh? Ha, o mu? Küpem büyülü bir eşya. Eğer sivri kenarını birisine batırırsan kısa süreliğine halisünasyon görmesini sağlarsın.” diye açıkladı elini kulağına götürürken Sara.

“-Kar Yağdıran Treant’in bölgesine girmeseydim kurtulabilirdim.”

Anlaşılan Sara, Bufalolardan kaçtıktan sonra soğuktan korunmak için kendine igloo inşaa etmiş ve kırık bacağına destek olsun diye arta kalan oklarından bacak desteği yapmış. Tek başına yardım gelmesini beklerken de Kar Yağdıran Treant iglosunu basıp onu esir almış.

Eğer onun yerinde olsaydım asla aklıma soğuktan korunmak için igloo inşaa etmek gelmezdi. Olduğum yerde soğuktan donar giderdim herhalde.

“-Hey, bitirdin mi?” diye sordu elleriyle üzerini kaparken. Dalmışım o sıra.

“-Ah, evet. Teşekkür ederim.”

“-Ne diye teşekkür ediyorsun ki?” diye mırıldandı kendi kendine, arkasını dönüp pantolonu giydiğinde yüzü kıpkırmızıydı. Kırık bacağı ve her yerinde şişlikler olan sapsarı cildinden eser kalmadı. Turp gibi sağlam. Tapılası bir bacağa sahip artık. Ona teşekkür etmeyim de ne yapayım?

Nedense bir terslik olduğunu sezdim. Sanki bir şey eksikti. Ne acaba? Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum… “-Bacağında bir sorun yok değil mi?”

“-Evet, bir sorun yok. Artık acımıyor bile, bak.” Önümde eğilip gerildi.

Yanlış olan şifa büyüm değilse o zaman ne? “-Bir şey eksik gibi hissediyorum.” dedim ona. “-Şu anki durum sana da garip gelmiyor mu? Acaba küpeni bulduğum yerle mi alakalı…?”

“-Hayır, attığım için nerede bulsan şaşırmazdım. Oh! Tuhaf olan şey senin burada olman.”

“-Ah, hayır, ben sadece… Timothy ve diğerleri senin kaybolduğunu söylediler, o yüzden…”

“-Demek eve döndüler he,” dedi farkına varınca.

“-Hayır, onu ima etmemiştim–”

“-Sorun yok,” diye yarıda kesti cümlemi Sara. “-Onları suçlamıyorum. Şartlar göz önüne alınınca alınması gereken bir karardı… Diğer herkes iyi mi?”

“-Hayır. Mimir öldü. Parççası yanımda.” deyip çantamı açtım. İçine göz attı. İçinde ne olduğunu görünce yüzünü ekşitti. Sonra yüz ifadesi üzgün bir hal aldı. “-Anlıyorum… Diğerleinin haberi var mı?”

“-Öldüğünden emin gibilerdi. Daha yakın bir yere gömebilesiniz diye yanıma almayı düşündüm.”

“-Evet, muhtemelen Mimir de böyle isterdi. Um, en azından çantayı ben taşıyayım.

“-Olur, sorun olmaz.”

Sara dudaklarını büküp çantayı sırtına geçirdi.

Nedense içimdeki o garip hissin ne olduğunu çıkaramadım. Kabullenmekten başka yapacak bir şey yok. Ne olduğunu anlasam bile şu anda elimden bir şey gelmez.

“-Tamamdır, hadi geri dönelim.”

“-Evet,” dedi ve kafasını salladı. Böyle uysal olunca çok tatlı oluyor. Aynı Eri—

Onu hatırlamamak için kafamı deli gibi salladım.

“-Hey,” dedi bir iki adım attıktan sonra. Yüzüne bakınca içinin ferahladığını gördüm, her an ağlayabilecekmiş gibi görünüyordu.

“-Beni kurtardığın için minnettarım.”

O, minnettar… tebessüm edişi beni büyüledi resmen. Elimden gelse sonsuza kadar izlerim onu.

İşte tam o sırada içimde bir şey tak etti. Sanki o zamana değin işlediğim bütün günahlar affedilmiş gibiydi.

Kurtarıldım.

Böyle düşünmem çok tuhaf, onu kurtaran benim sonuçta.

 

 

******

 

Rosenburg’a döndüğümüzde akşam olmuştu.

Yolu yarıladığımızda Sara kamp yapmayı önerdi, ama geri çevirdim, şehre hemen dönmeyi istiyordum. İkimizin kamp yaptığını hayal etmek biraz korkuttu beni.

“-Ah!”

Rosenburg kapısında tanıdık yüzler vardı: Timohy, Suzanne ve Patrice. “-Rudeus ve…. Sara mı?!”

“-Suzanne!” Sara, Suzanne’ı görür görmez hemen kucağına atladı.

“-Nasıl olur? Biz de tam da seni aramaya çıkıyorduk.”

“-Rudeus kurtardı beni.!”

Sara yaşananları anlatırken herkes şaşkınlıkla dinledi. Hikayesini bitirdiğinde hepsi bana döndü, gözlerinde  “İnanmıyorum” ifadesi vardı.

“-Demek geçen akşam… Konuştuklarımızı duyunca hemen Sara’yı kurtarmaya mı gitin? Tek başına?”

“-Eee, yani şey…” diye konuşmaya başladım.

“-Peki orda ölseydin bizi ne kadar büyük sorumluluğa sokacağını düşündün mü? Yaptığın şey çok aptalcaydı.”

Suzanne beni azarlamaya başlayınca yere sindim.

Sara önüme geçip. “-Orda dur biraz Suzanne! Öyle demene gerek yoktu!”

Suzanne bir süre onu süzdü, gözlerinde şaşkınlık vardı tekrardan, yanağını kaşımadan önce. “-Eh, sanırım haklısın. Söz söylemeye yüzüm yok zaten… aniden patlayıverdim sadece. Neyse, sana minnettarım. Sanırım Sara’yı kurtardığın için teşekkür etmem gerekiyor,” dedi tuhafça.

Her şeyi kendim yapmak yerine aramaya onlarla katılabilirdim demek istedi sanırım. O kadar hızlı gitmemin sebebi havayı manipüle etmemdi. Başka türlü kar yağışının kesileceğini sanmıyorum.

“-Parti lideri olarak asıl benim teşekkür etmem gerekiyor.” Timothy elimi kavradı. Hüzünlüydü ve her zamanki nazik tebessümünden eser yoktu.

“-Eğer Sara sağ sağlim dönmeseydi verdiğim karardan büyük pişmanlık duyardım. Teşekkür ederim.” dedi.

“-Bu borcu nasıl ödeyebiliriz? Sen iste yaparız.”

Eli sıcaktı. Ya da belki benim vücudum soğuktu. “-Buna hiç gerek yok. Bana hep yardım ettiniz.” Bunu derken ciddiydim. Counter Arrow’un üyelerinin sürekli yanımda olması hoşuma gidiyor. Bu yüzden Sara’nın kaybolduğunu duyunca içgüdüsel olarak bir şey yapmak istedim. “-Hesap defterini yaktık say,” dedim ve zoraki gülümsemeye çalıştım.

Timothy bir kez daha beni süzdü, ve her zamanki gibi sırıttı. “-Ah evet… Hım. Bir ihtiyacın olursa yardımına koşacağız.”

“Evet. Aynı şekilde.”

Timothy’le el sıkıştık. Sonra bir şeyi hatırlamış gibi oldu, “-Ah, evet. Bu arada Rudeus…”

“-Ne oldu?”

“-…Yok bir şey. Önemli değil.” Kafasını sallarken ne söyleyeceğinden emin değilmiş gibi görünüyordu.

Yapacağı teklifin ne olduğuna dair çok iyi fikrim var, irdelememeye karar verdim. Eğer tahmin ettiğim şeyi teklif etseydi reddetmeden önce bir saniyeliğine tereddüt ederdim.

“-Hadi eve gidelim,” dedim.

“-Görüşürüz.”

Counter Arrow’un üyeleri tavernaya kadar bana eşlik etti. Daha yeni sabah olmuştu, insanlar daha yeni yeni uyanıyordu. Güneş semada yavaşça yükselirken ışığı karı aydınlatıyordu. Beşimiz yan yana yürüyorduk, kar ayağımızın altında ezilirken ses çıkarıyordu. Bitap düşmüştüm, Sara da aynı şekilde. Diğer üçünün muhtemelen kendince sormak istedikleri var fakat soru sormak yerine odama dönmeme öncelik verdiler.

“-Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.” dedim onlara bakarken.

“-Görüşürüz Rudeus!” diye bağırdı Sara içeri girmeden önce.

Bütün gece uyanık kaldıydı değil mi? Benim gibi bu sabah keyif küreğini çekmek yerine dondurucu soğuğun içinde, bacağı kırık, dehşet acı içinde ormanda mahsur kalmakla meşguldu. Bayağı yorulmuş olmalı bir de. Keşke kamp yapma önerisini dinleseydim. Ama kamp yapsaydık o zaman Rosenburg’a ulaştığımızda diğerlerini kaçırmış olurduk.

“-Görüşürüz. İyi uyku aldığından emin ol tamam mı?”

“-Sen de!”

“-Olur olur.” El sallayıp içeri girdim.

Tavernanın içi sımsıcacıktı ve havada iştah açıcı bir koku vardı. Otel sahibi erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamış. Yemekhane olarak da kullanılan 1.kattan çıktım ve üçüncü kata tırmandım. Odamdaki şömineyi yaktım. Odanın ısınana kadar baya zaman geçeceği için hava alsın diye camı açtım. Camdan dışarı bakınca Counter Arrow’un sokağa karışan soluk figürlerini gördüm. Ben onları izlerken aralarından biri geriye döndü.

Sara’yla gözlerimiz kesişti. Bir şey demek istermiş gibi dudaklarını oynattı. Sözleri sessizdi ama. Sessizdi çünkü diğerleri geriye dönmedi. Ne dedi acaba? Dudak okuyamadığım için çıkarım yapmam imkansız. El sallayıp gözden kaybolana kadar izledim.

Gülümseyip diğerlerini yanına döndüğünde çok mutlu görünüyordu.

Camı kapatınca ani bir yorgunluk çöktü üzerime.  Uyuyayım bari,Y

Yatağa gömülüp öğlen yemeğine kadar uyumaya niyetlendim. Bugün, uzun zamandır ilk kez huzulra uyuyabileceğim gibi hissettim.

Yatağa kendimi attığımda aklımdan bunlar geçiyordu.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.