İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 07 Bölüm 04

[ A+ ] /[ A- ]

Quagmire Rudeus

 

“-Haahh…haahh…”

Hafif soluklar vererek söken şafağın altında yatan Rosenburg şehrinin sokaklarında koşuyorum. Havada buharlaşan nefesimi ve buzla kaplanmış yolları görüyorum ve her attığım adımla gelen karın çıtırdama seslerini duyuyorum…

Kendimi tamamen koşuya vermiştim ve şehir arkamda sanki bir nehirmişcesine akıp gidiyordu.

“-Phew…”

Hana yaklaşınca adımlarımı yavaşlattım. Ağır nefesler arasında aşağıya bakıp titreyen baldırlarıma “-Bugünkü koşuyu beğendiniz mi çocuklar?” diye mırıldandım. Hazır aklıma gelmişken söyleyeyim, sağ bacağımın adını Tindalos sol bacağımın adını da Baskerville koydum. Çünkü iki oğluşumun kan tazıları gibi atik ve hızlı olmalarını istiyorum.

“-Ah, evet evet! Hehe. Aferin oğluşlarıma. Aferin!”

Yavrularımın ikisi de neşe içinde viyaklıyor şu anda, onları okşamak için biraz duraklamaya karar verdim. Koşularımızı nazik ve özenle yapılan masajlar ile bitirmeyi alışkanlık haline getirdim. Şifa büyüsü kullanmıyorum tabii ki; büyüler kas ağrısını giderse de hiçbir büyü hissettiğim gururu başarıyla iletemez. Parmaklarımla ağrıyan baldırlarımı ovarken “-Bugün iyi iş çıkardınız çocuklar,” diye mırıldandım.

İkisine ne kadar sevgi verirsem bana karşılığında iki mislini veriyorlar. Hiç yoktan kaslarım bana ihanet etmiyor. Onlara gösterdiğim şefkatin değerini biliyorlar. Tabii, eğer onlara verdiğim ilgiyi kesersem veya onları yaralarsam aramızdaki ilişki hemen oracıkta biter. O yüzden onlara elimden gelen en iyi muameleyi göstermem gerekiyor. Eğer bir gün kendimi bir sıkıntının içinde bulursam aramızda oluşan bağ mutlaka meyvesini verecektir.

“-Oops. Sizi unuttum sanmayın sakın.”

Ayaklarımla olan işim bittiğine göre artık dikkatimi kollarıma çevirebilirim. Sağ kolum “Hulk” ve sol kolum “Herkül” e yani. Verdiğim isimlerin onların birer adale canavarına dönüşmesi için ilham kaynağı olmasını umuyorum. Ayaklarımı hallettikten sonra sıra kollarıma geldi şimdi. Büyücü olarak kollarıma çok ihtiyaç duymasam da arada bir ihtiyacım oluyor tabii. İnsanlar kollarını birçok iş için kullanıyor; bu yüzden onlara gereken önemi vermezsen er ya da geç pişman olurum.

Hulk ve kardeşi çok kıskançlar, onları ihmal ettiğimi hemen anlıyorlar. Bu hayatta en son istediğim şey oğluşlarımın erimeye başlaması.

“-Tamamdır. Hadi bakalım, yüz şınav çekeceğiz. Bir-iki-üç…”

Yere yüzüstü uzanıp düzenli aralıklar ile yukarı-aşağı hareket etmeye başladım. Buradaki amacım belirli bir sayıya ulaşmak değil, asıl hedefim kaslarımın çalışmasını sağlamak. Çok geçmeden Hulk ve Herkül neşe içinde titremeye başladı. Bir iki cesaret verici söz mırıldanıp oğluşlarımı daha da zorladım.

Bu benim için hiç kolay değil ve tabii ki onlar için de değil. Ancak birlikte tattığımız acı bizi hiç olmadığımız kadar yakınlaştırıyor—ve güçlendiriyor.

“-Phew…tamamdır, hadi bakalım. Aferin size çocuklar…”

İşimi bitirir bitirmez kaskatı kesilmiş kaslarıma minnettarlık övgüleri arasında masaj yaptım. Hulk ve Herkül oldukça memnun görünüyor. Bugün kendime bayağı bi sevgi puanı kazandım anlaşılan. Başarılı bir idmanın daha sonuna daha geldik. Muhteşem.

Banyomu ettikten sonra odanın köşesine kurduğum sunağa her zaman yaptığım gibi dua ettim. “-Tekrar görüşmek üzere… Lütfen bana göz kulak ol, Usta.”

Kutsal yadigarı sunağın içinden dikkatle aldım, katlayıp cebime koydum. Normalde böylesine kutsal bir eseri sunağın içinden koparıp almak kafirlik olur. Ama maalesef çalınma olasılığına gözümü yumamam. Kiralık bir odada değerli eşyaları ulu ortalıkta bırakmamak aklı selim insanların yapacağı bir şey sonuçta.

“-Hadi bakalım. Umarım panoda adam akıllı bir iş vardır…”

Cüppemi üzerime geçirdikten sonra handan ayrılıp loncaya doğru yol aldım.

Bu şehre geleli birkaç ay oluyor. Fiziksel eğitimimi yeniden başlatmanın yanı sıra kendimi maceracı olarak geliştirmeye çalışıyorum, ilk yaptığım plana göre ilerliyorum.

“-Quagmire! Önceki gün için teşekkür ederim!”

“-Sen olmasan kim bilir ne hallerde olurduk evlat.”

“-Sahiden, destek büyülerinin zamanlamasını çok iyi yapıyorsun, sanırım senden üç beş bir şey kaptım kendime.”

Her şeyi göz önüne alınca iyi bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum. “-Asıl benim sizlere teşekkür etmem gerekiyor millet. Ben sadece yardım ettim o kadar. Sizin yetenekleriniz olmasaydı hiçbir şeyi başaramazdık.”

“-Heh. Çok mütevazisin evlat! Yaptığın onca işten sonra havalanmanı beklerdim doğrusu.”

“-İstersen partimize katılmana izin veririz, eğer istiyorsan tabi.”

“-Ah, şey ben ee–”

“-Hey! Onu partimize almamamız gerekiyor hatırlasana!”

“-Uuups. Üzgünüm.”

“-Ahaha…”

Hala tek tabanca takılıyorum. Ne zaman bir parti bir işi alıp almamakta kararsızlığa düşse onlara yaklaşıp hizmetlerimi kiralamayı teklif ediyorum. Şu son birkaç ayda bir sürü partiye yardım ettim bu şekilde. Ücretimi, iş ödemesinin onda biri miktarında alıyorum, ek olarak da görev sırasında topladığımız ganimetlerden yüzde elli oran kesiyorum. Maceracılar Loncası bu tür ‘yardımlaşma’  anlaşmalarına pek sıcak bakmasa da kuralları çiğnemediğim için bir sorun olmaması gerekiyor, zaten şimdiye kadar da bir sorun çıkmadı.

Buradaki loncanın çalışanlarının kulağına partimi “kaybettiğim” ve annemi çaresizlik içinde aradığım haberi gitmiş. İçimden bir ses bana acıdıkları için istediğimi yapmama izin verdiklerini söylüyor. Eğer olur da yeni bir şehre taşınırsam muhtemelen kısa süreliğine de olsa iş yaptığım partilere katılmam gerekecek. Yine de şu anlık kartımın alt kısmında başka bir partinin isminin yazmasını birkaç günlüğüne de olsa istemiyorum.

“-Her neyse, seni yanımıza almayı iyi ki akıl etmişiz evlat. Tekrar iş yapmak için sabırsızlanıyorum!”

Stratejimin ana odağı savaşta ağırlığımı ortaya koyarken nazik, arkadaş canlısı bir tavır takınmak. Şu ana kadar gayet işe yaradı ve ismim Rosenburg da çoğu insan tarafından bilinir oldu.

“-Hey Quagmire!” diye bir ses geldi odanın köşesinden.

“-Ah, Quagmire gelmiş!” diye bağırdı başka birisi. “-Adamım, acilen yardımına ihtiyacımız var! Tam da çıkmak üzereydik!”

“-Teklifiniz için teşekkür ederim ama bugünlük sadece bakınıyorum o kadar.”

Şimdi düşününce gerçek ismim o kadar da bilinmiyor. Çoğu insan beni takma ismim “Quagmire” olarak biliyor. Dövüş sırasında bataklık(Quagmire) büyüsü dışında bir büyü kullanmadığım için şaşırmamak gerekir aslında. Bazen ihtiyaç anında Derin Sis büyüsü yaptığım da oluyordu gerçi.

Her neyse, sonuçta loncadaki maceracıların çoğu beni görünce yüzü güller açıyor mu açıyor, sorun yok o zaman. Görünen o ki Timothy taklidim ve kendimi saf, hizmetlerinin değerini bilmeyen genç bir büyücü olarak sunmam işe yarıyor. Kendini bu kadar işe yarar gösterince sevilmemek imkansız hale geliyor.

Buranın yerlileri beni ve ismimi gayet iyi biliyor. Bu gidişle bütün şehre hakkımda dedikodu yayılması an meselesi.

“-Hey Quagmire! Bugün şehirden ayrılıyoruz. Annen ile ilgili bir şey duyarsam sana haber yollarım tamam mı?”

“-Ah. Teşekkür ederim, çok makbule olur.”

Ayrıca bunun gibi birkaç seyyar partileri Rosenburg dan ayrılırlarsa annem Zenith’i görürlerse beni haberdar etmeleri için ikna ettim. Her şey tıkırında ilerliyor şu anda. Eğer annem bu şehirde bir yerlerdeyse benden haberdar olması an meselesi.

Bu çok cesur bir iddia tabii. Ancak yine de burada zamanımı harcadığımı düşünmüyorum. Rosenburg da düzenli bir rutin oluşturursam sırayla diğer şehirlerde de aynı rutini uygulayabilirim. Kuzey Topraklarında doğuya doğru şehirden şehre geçersem er ya da geç Zenith e rastlarım diye umuyorum.

Bu raddeye gelmem üç ayımı alsa da sonunda yol kat ediyormuşum gibi hissetmeye başlıyorum. Her aşamayı eksiksiz tamamladığım sürece uğradığım her şehirde sağlamından bir yıl geçirmem gerekebilir. Yani başka bir deyişle bu planı uygulamak baya zamanımı alabilir.

Yine de, her ne olursa olsun…hep bir adım ileri atmalıyım değil mi, Usta Roxy?

“-Hey baksana, yine dua ediyor!”

“-Rahat bırak onu. Quagmire çok dindar bir çocuk. Daha az önce sokağın ortasında dua ederken gördüm onu…”

Whoops. Amma dikkatsizmişim be.

Elimi cebime sokup kafamı dua edermişcesine eğdim. Kutsal yadigarım yanımda olduğu sürece bana bir şey olmaz. Hayatın bana göndereceği bütün belalara göğüs gerebilirim. Roxy beni gözetiyorken hiçbir şey bana zarar veremez. Ben yenilmezim. Ben Meka-Rudeus’um, yok edilemez olanım!

“-Pfft.”

“-Quagmire Rudeus? Az nefes aldır be.”

“-Bu çocuk da kendini bir şey zannediyor…”

Doğal olarak beni sevmeyen insanlar da yok değil. Ancak yaptığım işe karışmadıkları sürece bunun beni üzmesine izim vermeyeceğim. Pasif ve itaatkar tavrımı devam ettirdiğim sürece Loncanın büyük çoğunluğunu kendi tarafımda tutabilirim. İdeal bir gerçeklikte eninde sonunda beni sevmeyen azınlığınd a kalbini kazanabilirim fakat şimdilik onları umursamamayı seçiyorum.

“-Oh…” Tam loncadan çıkmak üzereyken tanıdığım biriyle yüz yüze geldim. Sara.

Beni görünce yüzünü ekşitti. Hoş bir his olduğunu söyleyemem.

“-Neye bakıyorsun öyle?”

“-Ah, hiçbir şeye.”

Şu son birkaç ayda ilişkimizde hiçbir değişiklik olmadı. Kafasında çok kötü bir imaj çizmişim anlaşılan, ses tonu da her zamanki gibi saldırgan.

“-Hana mı gidiyorsun?”

“-Ah, evet. Dün bir iş yapmıştım da bugün dinlenmeyi düşünüyorum.”

“-Güzel. Bizde iş almaya gelmiştik. Sen de katılmak ister misin?”

“-Oh. Hmmm…”

Counter Arrow, ilk yaptığımız işte gösterdiğim performans nedeniyle sürekli birlikte iş yapmayı teklif ediyor. Onlarla diğer partilerle birlikte çalıştığımdan daha fazla çalıştım şu ana kadar. Amacım göze alındığında aynı partiyle tekrar tekrar iş yapmamın pek bir anlamı yok. Partiyle güzel ilişki kurup amacımı onlara açıkladıktan sonra tekrar iş yapmanın çok da bir getirisi olmuyor.

“-Uh…yarın mı yola çıkacaksınız?”

Ama yine de Counter Arrow dan gelen teklifleri geri çeviremiyorum. Nedenini bilmiyorum. Belki zayıf yanlarımı tanımamda yardımcı oldukları için onlara yardım etmek istiyorumdur?

Sara sinirli bir şekilde kaşlarını çattı. “-Hep kararsızsın. Eğer gelmek istemiyorsan gelmek istemiyorum de. Yardımın için yalvarmıyoruz sonuçta.”

Her zaman yaptığı gibi soğuk yapıyor. Gerçi bana karşı olan tavrı ilk karşılaşmamızdan birazcık daha iyi. Ondan aldığım apaçık düşmanlık hissini artık almıyorum. Kanka falan değiliz gerçi, yanlış anlamayın…

Önemli değil zaten. Şehirdeki herkesin beni sevmesine ihtiyacım yok.

“-Özür dilerim. Ben sadece kararsız biriyim sanırım. Bir karara varmam uzun süre alabiliyor.”

“-…Her küçük şey için özür dilemeyi keser misin? Acınası bir hareket.”

Sara’nın yüzündeki hafif bunalmış ifadeden çıkardığıma göre duygularımı incitmeye değilde içinden geçenleri söylüyora benziyor. Fakat sırf “acınası” bulduğu için tutumumu değiştirmeyeceğim. Yakın gelecek için takındığım aşırı nazik tavrımı korumada kararlıyım.

“-Kes şunu Sara” dedi girişten gelen ses.

Counter Arrow’un diğer üyeleri Sara’nın arkasından loncaya giriş yaptı. Suzanne grubun en önünde yer alıyordu, hemen arkasında da kırmızı cüppesi içinde Timothy vardı. Patrice ve Mimir de en arkadaydı.

“-Tamam, her neyse.” diye mırıldandı yüzünü yana çevirirken somurtan Sara.

“-Ne dersin Rudeus?” dedi Suzanne büyük bir gülümsemeyle. “-Gelecek misin?”

Birkaç saniye duraksadım. Kendime kararsız desem de ben çoktan kararımı verdim. Yine de bir nedenden ötürü kararsızmışım gibi davranmak istiyorum. “-Evet. Sizinle gelirim, eğer isterseniz tabii.”

“-Kulağa güzel geliyor! Hadi bugünkü işimizi seçelim.”

“-Olur.”

Sara’nın kötü tavrını saymazsan Counter Arrow ile çalışmak çok rahat. Onların yanında olmayı seviyorum. Suzanne düşünceli ve şefkatli; Timothy iyi huylu ve anlaşması kolay birisi. Diğer iki arkadaş çoğunlukla kendi kabuğundan dışarı çıkmasada gayet nazikler. Parti çok dengeli bir parti ve beni formasyonlarına nasıl sokabileceklerini biliyorlar, işimizi yaparken sorun çıkmıyor o yüzden. Her dövüşte Sara’nın ve ön saftakilerin tecrübe edinmesine fırsat tanıyorlar, bazen bu sebepten büyülerimi kısmak zorunda kalabiliyorum. Ama yine de onlara yardım ediyor değil de onlarla birlikte çalışıyormuşum gibi hissediyorum.

Başka bir deyişle takımın bir parçası gibi hissediyorum.

“-Tamam o zaman, hadi bakalım. Bu sefer yanımızda Rudeus var, o yüzden…”

“-Hey Suze! Buna ne dersin?”

“-Whoa. A-Seviyesi toplama işi? Birkaç düzine Kar Ejderi pulu istiyorlar… Hmm. Bilemiyorum, Patrice. Kulağa riskli bir işmiş gibi geliyor.”

“-Evet, ama yanımızda Rudeus var değil mi? Ödemesi iyi olan işi alalım o yüzden.”

Beşini birden panonun önünde tartışırken görmek beni nostaljik bir havaya soktu. Çok değil, daha geçende Eris ve Ruijerdin dünyanın bir diğer köşesinde böyle tartışmalara girdiğini hatırlıyor gibiyim. O zamanlarda asıl kararı veren hep ben oluyordum tabii…

“-…Sen ne dersin Rudeus?”

“-Hm? Ah Olur. Kulağa hoş geliyor, fikrimce.”

Ama bugünlerde tek yapabildiğim şey fikrim sorulduğunda cevap vermek. Ölü Son’da oynadığım rolden oldukça farklı. Bu grupta hiç otoritem yok; bir yabancıdan ibaretim ben. Ne düşündüysem onu söylerim sonra başka birisi nihai kararı verir. Sıfır stres.

“-Tamamdır o zaman, anlaştık.” dedi Suzanne. “-Bu işi alıyoruz.”

Ve böylece bir karara varıldı. Bu görev daha önce aldığımız işlerden çok farklı değil. Lakin sürekli başarı elde etmeden nam salamazsın, değil mi? Tek yapmam gereken her seferinde olduğu gibi bu görevde de elimden gelenin en iyisini yapmak.

 

*****

 

Bir sonraki gün.

Eşyalarımı toplayıp Counter Arrow’un üyeleri ile birlikte Rosenburg Loncasına gittik. Şehrin güney istikametinde iki günlük mesafedeki antik harabelerin olduğu bir yere gidecekmişiz. Oraya daha önce hiç gitmemiştim.

İşi sağlama almak için önceki gece küçük bir araştırma yaptım. Görevimiz Kar Ejderi pulları toplamak olduğu için önce onları soruşturmakla başladım. Duyduğuma göre bu canavarlar özel olarak bu harabenin olduğu yerlerde yaşıyormuş, en azından bu bölgede. Adından da anlayacağınız üzere bu canavarlar, ejderhaların düşük bir formuymuş ve kar beyazı pulları varmış. Kanatları yokmuş ve yaklaşık üç-dört metre uzunluğundaymışlar. Göklerde süzülmek yerine mağaraların ve zindanların içlerinde sayıca büyük gruplar halinde yaşamayı seviyorlarmış.

Kar Ejderleri güçlü canavarlar, ve genellikle sürü halinde yaşıyorlar, o yüzden de S-Seviye olarak sınıflandırıyorlar. Fakat ışıktan nefret ediyorlar, ki bu da onların yeryüzüne fazla çıkmadığı anlamına geliyor. Ayrıca bu canavarlar oldukça sakin canlılarmış ve yuvaları tehdit altında olmadığı sürece nadiren saldırırlarmış. Kısaca, maceracılar bu canlıları bir tehlike olarak görmüyor. En kötü A-Seviyesi diyebilirim bu canlılara.

Görevimiz, bu canlıların yaşadığı yere yani Galgau Harabelerine gitmek ve bulabildiğimiz kadar pul toplamak. Bu pullardan çok iyi yalıtım malzemesi yapılıyor ve dünyanın bu tarafında ev yapımında kullanılıyor–bu bölgenin insanları soğukla başa çıkmak için birçok yol geliştirmiş anlaşılan. Ücretini karşılayabilenler için Kar Ejderi pulları en iyi yalıtım malzemesidir. Sağlam ve uzun ömürlü olmasının yanında bembeyaz rengi ve ışık altında yansıttığı mavi pırıltı ile birer güzellik abideleridir. Bu pulları yerel aristokratların malikanelerinin yatak odalarında zemini süslerken bulabilirsin.

Bu pullardan zırh ve kalkan da yapılıyor. Maceracılar arasında pek görülmese de bazı S-Seviye maceracıların bir iki parçası oluyormuş. Basherant Düklüğünün şövalyeleri de Kar Ejderi pulundan yapılma pullu zırhlar giyiyormuş. Buradaki en güçlü canlının dünyadaki en sağlam canlı olmasından dolayı insanların bu canlılardan kaliteli ekipman üretmek istemesi anlaşılır bir şey tabii.

Tabii bu pulları toplamanın bölgelerine izinsiz bir şekilde dalmak anlamına geldiğini de unutmamak gerekli. Kar Ejderlerinin yuvasına saldırmayı düşünmüyoruz, ancak bu harabeler ejderler dışında başka birçok canavara da ev sahipliği yapıyor…ve ayriyeten Kar Ejderleri genellikle sakin canlılar olsa da aniden durduk yere bize saldırmaya karar da verebilirler.

Güneye doğru yol alırken herkesin üzerinde hafif bir endişe vardı.

Harabelerin girişine ulaştığımızda dışarıda kamp kurduk ve her zamanki durum değerlendirmesi toplantımızı yaptık.

“-Bu görev için Ejder Kemiğinden yapılma oklar aldım yanıma. Ama işe yarayıp yaramayacaklarından emin değilim.”

“-Hmm. Zehir kullanmayı deneyebiliriz aslında.”

“-Işığı sevmiyorlar değil mi? O zaman onları ateş büyüsüyle korkutup kaçırabiliriz?”

“-Eğer o kadarı yeterli olsaydı S-Seviye canavarlar olarak sınıflandırılmazlardı.”

Her zamanki gibi Counter Arrow’un üyeleri hazırlık sırasında ciddiliklerinden ödün vermiyorlar. Her biri göreve olan katkılarını artırmak için kendi çapında bilgi toplamış. Gruptaki üyelerin yeteneği daha iyi olsaydı veya sayıları altıyı, yediyi bulsaydı muhtemelen A-Seviyesine hiç sıkıntı çekmeden ulaşabilirlerdi.

Doğru konuşmak gerekirse, işini özenle yapan parti bulmak oldukça nadir. Çoğu insan sağda solda aylaklık etmekten başka bir şey yapmıyor.

“-Toplantıdayken bir şey demedin Rudeus. Bizi tehlikeye atmamaya çalış tamam mı?”

“-Tabii. Elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

“-Ciddiyim ben. Oklarımın o şeylerin üzerinde etkisi olmayabilir… Eğer biri üzerine atlarsa yardım edemeyebiliriz…”

Sara bu konuda baya ciddi anlaşılan. Oklarını inanılmaz bir hızda ve kesinlikte atması doğal defansı yüksek olan düşmanlara karşı bir anlam ifade etmese de ağız ve gözler gibi zayıf noktalara nişan alabilir, ama bu sefer de doğru atışı yapmak için gereken kesinlik onu zor duruma sokabilir—özellikle sayıca fazla olan düşmanlara karşı.

Oku üzerinden silkeleyebilecek ya da havada ilerliyorken kaçınabilecek çok az A-Seviye canavar var. Kar Ejderleri yüzde yüz bu canavarlar arasında yer alıyor malesef.

Bu harabeleri mesken edinen diğer canavarlar Kar Ejderlerine kıyasla o kadar da tehlikeli değil. Ancak A-Seviye bir canavarla karşılaşırsak Sara’nın hasar verip veremeyeceğini söylemek çok zor. Onun için bunaltıcı bir durum olmalı.

Ancak bu meslekte işler böyle yürür. Kendi başına bir şey başaran çok az maceracı vardır. Ben bunlardan değilim mesela.

Götün kalkmaya başladığında daha iyi birisi tarafından alt edilebiliyorsun. Ve dünyanın nasıl işlediğini çözdüğünü sandığın zaman her şey alt üst olabiliyor. Bu yüzden mütevazi olmalısın.

Sara hala çok genç. Ve muhtemelen hayatında daha önce hiç gerçek bir başarısızlık yaşamadı. Sürekli görevdeki rolünü yerine getiremezse yoldaşlarının başına ne gelebileceğini düşünüyor. Onun da başının derde girebileceği gerçeği kafasına dank etmemiş hala.

Tabii ihtiyacı olduğunda aramızdan biri ona yardım edebilir. Eğer bu kadarı da yeterli gelmezse…eh, onu da sonra düşünürüz.

“-Endişelenme, Sara.” dedim. “-Görevimiz pul toplamak, savaşmak değil. Sadece dökülmüş saçları topluyoruz o kadar.”

“-Doğru söylüyor.” dedi Timothy nazikçe kafasını sallarken. “-Onlarla elimizden geldiğince dövüşmemeye çalışalım.”

“-Eğer sıkışırsak, sıvışıp kaçabiliriz.” diye ekledi Patrice.

“-Kaçma konusunda çok iyisin Patrice. Hakkını vermek gerek doğrusu.” dedi Mimir.

“-Çok naziksin Mimir ama,” dedi Timothy “-aramızdaki en iyi koşucu sen değil miydin?”

Herkes kahkahaya boğuldu ve havadaki gerginlik biraz da olsa azaldı. Timothy tatlı dilli birisi olsa da arada bi ihtiyaç olduğunda şaka yapmasını da biliyor tabii. Bu özelliğini de alışkanlık edinmek istiyorum.

“-Tamamdır.” dedi Suzanne ellerini bir araya getirerek. “-Hadi yapalım şu işi çocuklar!”

Herkes ayağa kalktı ve yüzlerine ciddi ifade takındı.

 

 

Harabelerin girişi dönemeçli bir dağ pınarının kıyısında yer alıyordu. Uçurumun dik yüzündeki bir delikten başka bir şey değildi bu giriş. İçerideki boşluğun yarısı buzla kaplıydı ve tavandan buz sarkıçları asılıyordu. Kuş bakışı bakınca hiç gözüne çarpmayan bir yerdi. Harabeden çok ayıların kış uykusuna yatmak için girdiği mağaralara benziyordu. Yanlış yere gelmiş gibiydik sanki.

Ancak burası on yıl önceki bir maceracının bulduğu Galgau Harabeleri girişi tasvirine birebir uyuyordu. Mağaranın içinin tasvirini verebilecek birisini bulamadım o yüzden kesin bir şey söylemek zor.

“-Sahiden burası mı?” dedi Suzanne şaşkın bir halde.

“-Burası olmalı,” dedi Sara yeri işaret ederek. “-Görüyor musun? Ayak izleri var.”

Gözlerimi kısıp bakınca bir iki silik insan ayak izi gördüm. Buraya daha önce kaç tane insanın geldiğini söylemek zor olsa da burasının oldukça fazla ziyaretçi çektiğini söyleyebilirim.

“-Hmm. Taze ayak izi mi onlar? Umarım görev çakışması olmamıştır…”

“-Sanmıyorum. O ayak izleri altı günlük.”

“-Yine de içeride başka bir partinin olma ihtimali yüksek.”

“-İzlerin bir kısmı mağaranın çıkışına doğru gidiyor, gördün mü? Bahse varırım çoktan eve geri dönmüşlerdir.”

Sara ve Suzanne arasında geçen konuşmanın yarısını duydum çünkü mağaranın içinde ihtiyacımız olabilecek aletleri çıkarmak için çantayı karıştırıyordum. Yani önceden hazırladığımız meşaleleri. Her birini teker teker çıkarıp yaktım.

Meşaleler en basit mağara keşif araçlarıdır. İstersen lamba da kullanabilirsin ama yanan bir meşale silah olarak kullanılabilir ve ne kadar hor kullanırsan kullan hala ışık vermeye devam edebilir. Dövüş sırasında kendini karanlığa teslim etme korkusu olmadan bir kenara fırlatıp atabilirsin.

Tabii eğer sıkışmış gazlarla dolu bir odaya girersen tehlikeli olabilir veya odadaki bütün oksijeni tüketebilir… ama eğer bu riskleri alamam diyorsan mağaralara hiç girme daha iyi.

Gerçi bu yanan odun parçalarından daha parlak ve daha dayanıklı bir alternatif olsa kötü olmazdı. Led lamba olsa fena olmazdı mesela.

“-Zemin tamamen buzla kaplı çocuklar bastığınız yere dikkat edin.”

Partideki herkese Suzanne dan başlayıp diğerlerine gidecek şekilde meşaleleri dağıtmaya başladım. Bazı partiler belirli bir iki kişiye meşale taşıttırsa da Counter Arrow bütün üyelerine meşale taşıttırmayı tercih ediyor. Aramızda karanlıkta iyi görebilen birisi olmadığı için ve partimizde kendini okçuluğa adamış birisi olduğu için en iyi görüş mesafesini yakalamak istiyoruz.

Mağaraya giriş yapınca konuşmayı kestik. Tek sıra halinde ilerleyerek aşağıya doğru inen eğimli patikadan sessizce, gelebilecek tehlikelere karşı tetikte ilerledik.

İlk başlarda karşımıza canavar çıkmadı. Sonradan devasa kırkayakları andıran canavarlar ortaya çıkıp bize saldırmaya başladı, neyseki öncümüz Suzanne her birini kolaylıkla alt etti. Saldırıya uğradığımızı bile söyleyemezsin.

Şikayetçi değilim gerçi. İlerlediğimiz patikada o kadar darki düşman akını karşısında karşı koymak çok zorlu olur. Olurda canavarlar bize daha sık saldırmaya başlarsa o zaman geri çekilmeyi düşünebiliriz.

Yerdeki buz parçaları işimizi daha da zorlaştırıyor. Yüzüstü yere düşmemek için attığımız her adıma dikkat etmek zorunda kalıyoruz. Hepimizin ayağında dikenli botlar olsa da ayağının kaymasını tamamen engellemiyor.

“-Ah!”

“-Whoops…”

Sara önümde yürürken bir anda kayacaktı, neyse ki onu son anda yakalamayı becerdim. İleri Görüş gözüm bunun gibi durumlarda kullanışlı olabiliyor. Başka zaman kullanışsız oluyor değil gerçi yanlış anlamayın.

“-…Elliyor musun bana?”

“-Uh, hayır.”

 

 

 

 

Sara’yı sağlam bir zemine bıraktım. İyiliğim karşısında verdiği cevap ne oldu? Göğsünü koluyla örtüp kötü kötü bakmak oldu. Yüzü kızardı ve gözlerine benim ölümümü arzulayan bir ifade takındı

Orasına ellediğim için mi kızdı bana? Doğrusu sert deri zırhı dışında pek bir şey hissetmedim. Eskiden olsa beni heyecanlandırırdı lakin ben artık o tanıdığınız masum küçük çocuk değilim, bilmem anlatabiliyor muyum?

Bu durumdan kaçınmanın en kolay yolunun özür dilemek olduğuna karar verdim. “-Özür dilerim.”

Bu saçmalığı bir kenara atacak olursak… O kadar sıkışık ilerliyoruz ki artık tuhaf gelmeye başladı, mağara dar olduğu için elimizden bir şey de gelmiyor. Şu anda ikili gruplar halinde sıkışık bir şekilde ilerliyoruz. En önde Suzanne ve Patrice, ortada Mimir ve Sara, en arkada da Timothy ve Ben.

Sara önümde dururken kafasının ucundan ileriyi azıcık da olsa görebiliyorum fakat Sara biraz kısa boylu olduğu için Patrice önünde yürüdüğü için önünü göremiyor. Normalde karşımıza düşman çıkma ihtimaline karşın Sara oklarını daha rahat atabilsin diye formasyonumuzun ortasını boş bırakırız ancak ilerlediğimiz patika dar olduğu için bunu yapamıyoruz. Şimdilik bu formasyon dışında yapabileceğimiz bir şey yok gibi görünüyor. Eğer işler çirkinleşirse ön safımıza taştan duvar örmek zorunda kalabilirim…

“-Oh.”

Bir anda takip ettiğimiz patikanın sonuna geldik. Büyük, geniş bir alana giriş yaptık, alan o kadar aydınlıktı ki bir an dışarı çıktığımızı sandım. “-Vay anasını…”

Tavana bakınca tamamının mavimsi ışık veren bir şey ile kaplı olduğunu gördüm. Bu mesafeden o şeyin bir tür mineral olduğunu söyleyebilirim, o şey her ne ise meşalelerimizi gereksiz kılıyordu.

Patikamız artık eskisinden de daha genişti, beş kişinin rahatlıkla yan yana yürüyebileceği kadar büyüktü. İlerimizde sarp bir kayalık karanlığın içine doğru aşağı iniyordu. Dibinde ne olduğunu söylemesi zor ama bir yeraltı nehri olduğunu tahmin ediyorum. Orada nelerin kol gezdiğiyle ilgili içimde kötü bir his var. O karanlığın içine düşmenin güvenli olduğunu düşünmüyorum.

Patikanın daha ilerisinde aradığımız mekana rastladık: kocaman, yıkık dökük ama hala tek parça halde olan,  kaleye benzer bir yer.

İşte Galgau Harabeleri.

Timothy sessizce “-İlk İnsan-Şeytan savaşında kale görevi gören bir yer.” dedi. “-Söylenene göre zamanın beş büyük Şeytan Krallarından biri tarafından inşaa edilmiş. O şeytan krala Yer Altı Lordu Largon-Hargon diyorlarmış.”

Hargon mu? Acaba öldürünce Yıkım Tanrısını çağırmış mıdır?

“-Tanrı-Seviye Toprak büyü kullanıcısıymış. İnsanların hiç ummadığı yerlerde böyle kaleler inşaa edip askerlerine sürpriz saldırı yaptırmak için yeraltından tüneller açarmış.”

“-Ciddi misin? Baya bilgili birisin Timothy.”

“-Eh, Yer Altı Lordu ile buranın insanları arasında geçen savaş baya vahşiydi o yüzden zamanımıza aktarılan bunun gibi birçok hikaye var. Çocukken duyduklarımdan birkaç tanesini hatırlıyorum.

Hee. Halk hikayesi yani. Yine de baya ilginç geldi bana bu hikaye. Daha önce yeraltına böylesine kaleler inşaa edebilen bir varlığın olduğunu bilmiyordum. Eğer Timothy’nin dediği doğruysa bu Largon-Hargon denilen arkadaş saldırı yapmak istediği herhangi biryere anında tünel açabilirmiş, belli etmeden bide. Kale surları tamamen işe yaramaz olur. Her askerin günün her saatinde tetikte olması gerekirdi bir sonraki saldırının ne zaman olacağını bilmeden…

Bazenleri insanlar o savaşı nasıl oldu da kazandı diye düşünmeden edemiyorum.

“-Ranoa da büyüdüm demiştin değil mi Timothy?” dedi Suzanne, bize bakarken ki yüzünde hafif bir merak ifadesi vardı.

“-Evet. İsimsiz bir köyde doğdum ve ergenliğimi Sharia da geçirdim. Büyü Üniversitesi olan yerde, bilirsin sen. Sonra işte günlerden bir gün ünlü bir maceracı olma hayalinin peşinde sürüklenip Asura’ya gittim ve… karşınızda duran nazik adama dönüştüm.”

Ranoa Krallığı mı? Görünüşe göre ben de bir gün eninde sonunda oraya gideceğim…

Tam bu sırada muhabbetimiz hoş olmayan bir şekilde yarıda kaldı. “-Saldırı altındayız!” diye bağırdı Sara, meşalesini yere atıp yayını kuşandı.

Önümüze bakınca bize doğru son sürat uçan kara şekiller gördüm. Her biri bir metre büyüklüğündeydi.

“-Dev Yarasalar!”

“-Formasyona geçin!” diye bağırdı Suzanne. “-Bununla arka saflar ilgilensin!”

Patrice koruma sağlamak için önüme geçti; Suzanne ve Mimir, Sara ile Timothy’nin önünde etten duvar ördü.

Bu seferki rakibimiz uçan canavarlar. Etarfımız hareket edebileceğimiz kadar geniş olsa da dikkatli olmamız gerekiyor çünkü tam dibimizde uçurum var. Öncülerimizin yarasaların saldırılarını tanklarken bizim arkadan birer birer onları indirmemiz en güvenli strateji şu anda.

“-Yaaah!” Sara ilk atışını hiç zaman kaybetmeden yaptı. Oku, havada zarif işaretler çizen bir yarasaya denk geldi ve kafasını parçaladı; bedeni uçurumdan aşağı karanlığın içine doğru düştü. Onu iş başındayken izlemek zevk verici. Bu kız ok atarken sanat yapıyor resmen.

“-Bu için için yanan cılız ateş yüce, yıkıcı bir nimete dönüşüversin! Alevin nefesi!”

Timothy’nin bu duruma yaklaşımı daha basitti. İki elini havaya tutarak iki yarasaya ölümü bahşeden iki büyük ateş büyüsü yolladı.

“-Engin Rüzgar!”

Ben ise daha da basit bir yönteme başvurdum, iki elimi havaya kaldırıp havada bir patlama yarattım. Büyüklüklerinden yola çıkarak basit bir şok dalgasının işlerini bitireceğini düşündüm. Tam da düşündüğüm gibi oldu; rüzgar patlaması kanatlarında delikler açtı ve onları uçamayacak hale getirdi. Hayatta kalan yarasaların nehre doğru kanat çırptıklarını görünce rahat bir nefes aldım… ancak aldığım nefes anında boğazımda tıkandı.

“-Vaay…”

“-uGh!”

Devasa bir kurbağa sudan fıralyıp yarasalardan birini anında midesine indirdi. Partideki erkekler bu olaya şaşkınlık içinde bakarken Sara yüzünü ekşitti.

Amfibiğin bana eski dünyamdaki zehir dartı kurbağalarını anımsatan canlı mavimsi-siyah rengi vardı. Yemenin sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Aradaki mesafeden ne kadar büyük olduğunu tam olarak söyleyemesem de dev yarasayı ne kadar kolaylıkla yediğini hesaba katarak en az beş metre uzunluğunda olduğunu söyleyebilirim.  Etrafına meraklı gözlerle acaba inine çekebileceği başka av varmı bakındığını görüyorum. Bu canlı bu soğukta bu kadar aktif olabiliyorsa oldukça sağlam bir canlı olmalı.

Suzanne “-Oraya düşmemeye çalışalım, olur mu?” diye mırıldandı.

Sara hararetli bir şekilde kafasını salladı. Tüylerinin diken diken olduğunu görebiliyorum.

Nedense okçumuzun en büyük kurbağa hayranı olmadığı kanısına vardım. Ben şahsen amfibik arkadaşımızın tatlı bir yüze sahip olduğunu düşünüyorum, neyse herkesin kendine göre bir güzellik algısı var. Hazır bahsi açılmışken, Şeytan Kıtasındaki yolculuklarımda kurbağa yüzlü bir sürü insana rastlamıştım. Sara’nın artık böyle şeylere alışması gerek.

“-Hadi ilerleyelim” dedi Timothy. “-Bastığınız yere dikkat edin.”

Dikkatli bir şekilde tekrar kaleye doğru ilerlemeye başladık.

 

*****

 

Galgau kalesi insanı büyüleyen bir mimariye sahipti. Kale girişinden başlayıp ilerledikçe insanı hayretler içerisine sokmayı başarıyor. Harabe muhtemelen beş kat uzunluğunda ve ortalama bir ortaokulun sahip olduğu genişliğe sahip. Bir kısmı kayalıklar altında kaldığı için ne kadar derine indiğini söylemesi neredeyse imkansız. Tahminen bu harabenin en ilgi çekici kısmı da derinliği zaten. Bu dünyada gördüğüm en büyük yapı değil ama bu koca yapının yeraltında yatıyor olması insanda derin bir etki bırakıyor. Cidden tek bir kişi bütün bu yapıyı sadece toprak büyüsü kullanarak mı yaptı?

Harabenin içine ana kapıdan değil de yan kapıya ya da duvardaki bir deliğe benzeyen bir yerden girdik. Kapının ardında bizi vadinin göz alıcı manzarası bekliyordu. Solumuzda buraya gelirken takip ettiğimiz yamaç yolu varken sağımızda büyük bir açıklığın içinde yatan sessiz, karanlık bir göl vardı.

Geldiğim dünyanın kendine has manzaraları yok değil tabii ama eski dünyamdaki hiçbir manzarayı buradakiyle kıyaslayamam. Buradakine benzer bir manzarayı ancak video oyunlarında ya da fantastik çizimlerde bulabilirsin. Ayrıca burada olup mağarayı koklamak, durgun havayı cildinde hissetmek ve uçurumun dibindeki devasa kurbağanın arada sırada yaptığı sıçrama seslerini duymak fantastik çizimlere bakmaktan çok çok farklı hissettiriyor. Bunun gerçeklik olduğu duygusu tüylerimi diken diken ediyor. Engin yeraltı gölüne baktıkça eğer birisi gölün içinde yüzmeye çalışırsa ne olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Sara “-Bütün gün orada dikilip manzarayı mı izleyeceksin yoksa?” dedi.

“-Ah, özür dilerim hemen geliyorum.” dedim ve aceleyle formasyondaki yerime geçtim.

“-Mimariden hoşlanır mısın?”

“-Pek değil, sadece daha önce böyle bir yer görmemiştim de ondan.”

“-Hmm.”

Şu anda görevdeyiz. Her ne kadar içimden elime kameramı alıp bir iki fotoğraf çekmek gelse de şu an buna ayıracak zamanımız yok. Elimizden geldiğince hızlı bir şekilde ejder pullarını toplayıp şehre geri dönmemiz gerekiyor.

Evet. Hadi hemen geri dönelim… benim handaki o bomboş, yapayalnız odama…

Kötü düşüncelerimden kurtulmak için kafamı salladım ve önümdeki harabe içindeki kaleye odaklandım. “-Bu yapı Birinci İnsan-Şeytan savaşından beri burada değil mi?”

Şeytan Kıtasında geçirdiğim onca zaman içinde azımsanmayacak kadar fazla şeytan mimarisi gördüm. Gördüklerimin arasında birkaç büyük, özgün mimariye sahip kaleler ve şatolar da vardı, Rikarisu daki Kishirisu Kalesi de dahil. Bu kalede Şeytan Kıtasında gördüklerime benziyordu ama oradakilerden daha eski ve şu ana dek gördüklerimden farklı bir izlenim bıraktı bende. Gerçek savaşta kullanılmak üzere yapılmış bir yapı olduğu için o kadarda şaşırmamak gerekir aslında. Bu kaledeki her şey büyük; Zeminle tavan arasında neredeyse beş metre var. Ancak şaşırtıcı bir şekilde pasajlar orantısız bir şekilde oldukça dardı.

Uzunluk kısmını anladım; şeytanlar insanlara kıyasla farklı yapıya sahip olabiliyor. Ancak dar pasajlara gelince… acaba daha kolay savunulsun diye mi öyle yapıldı?

“-Hmm… bir sonraki yol ayrımından sağa sap, Suze.”

“-Tamamdır.”

Timothy’nin elindeki harabe haritasını görünce biraz şaşırdım. Maceracılar buraya sürekli iş için uğruyor o yüzden birisinin zamanını ayırıp mekanın haritasını çıkarmış olması çok da alışagelmedik olmasa gerek.

“-Yüce Tanrım,” diye homurdandı Timothy. “-Şeytanlar burayı tasarlarken ne düşünüyordu acaba?”

Haritaya bir göz atiyim deyince bu harabenin daha çok labirente benzediğini fark ettim. Labirent harita üzerinde sanki bir çocuk labirent çizerken sırf “havalı” olsun diye rastgele karalamalar yaparak her şeyi iç içe geçirip karmakarışık hale getirmiş gibi duruyor. Gerçi şeytanlar hakkında çok şey bilen birisi olarak burayı tasarlayan adamın da bu şekilde düşünmüş olduğunu tahmin ediyorum…

“-Bizim gibi yaratılmamışlar sonuçta. Belki bu tasarım onlar için bir şekilde daha uygundur?

“-Hmm, haklı olabilirsin…”

Burası gibi bir yeraltı kalesinde bile garnizonlarını farklı türden şeytanlardan oluşturmuş olmalılar; uçabilen ya da duvarda gezinebilen türler dahil.  Böyle düşününce kalenin uzun tavanları, dar pasajları ve tuhaf mimarisi daha mantıklı gelmeye başlıyor. Ya tavanlardaki havalandırma deliğine benzeyen delikler aslında duvara tırmanabilen şeytanlar için yapılmışsa? Sadece belirli türden şeytanların kullanabileceği geçitler yapmak kalenin içlerine girebilmeyi başaran insanlara karşı büyük bir avantaj sağlar.

Her neyse. Nedense uzun süredir bir canavara rastlamadık diye düşündüm. Şehirde duyduğum her şey harabenin her köşesinin böceğimsi-amfibik canavarlarla kaynadığı kanısına vardırmıştı beni. Ancak kalenin içine girdiğimizden beri bir kez olsun saldırıya uğramadık. Yerde yatan kemik parçaları vardı, hatta bazılarının üstünde kan bile vardı, ancak görünürde hiç canavar yoktu.

Fakat bu dikkati elden bırakmamız gerektiği anlamına gelmiyor tabii.

Bir anda arkamızdan kuvvetli bir rüzgar ıslık çalarak esti. Ve her nedense ensemdeki kıllar diken diken oldu.

Mimir aniden “-Saldırı altındayız.” diye bağırdı.

Arkama, sağıma, soluma baktım ancak tehlikenin nerede olduğunu göremedim. “-Neredeler?!”

“-Ayağının altında!”

Anlaşılan düşman ayağımızın altındaymış.

Az önce gördüğümüz kemikler yavaşça hep birden ayaklanmaya başladı. Anlaşılan bu sefer karşımızda kemikli elemanlar var. Ya da iskelet, hangisi sana uyarsa.

Kemikler yavaşça oluşuverirken koridorun sonunda saydamımsı… bir şey belirdi, yavaşça bize doğru süzülmeye başladı. İnce insanımsı bir yapıya sahipti ama kafası ya da bacakları yoktu. Eski püskü bir cüppe giymişti ve havada sanki bir ağırlığı yokmuşçasına süzülüyordu. Bak dostum, kendimi bu konularda uzman olarak görmem ama sanırım karşımızdaki şey bir hayalet.

“-İskeletler ve tayfla karşı karşıyayız patron!”

“-Yakınımıza çek onları Patrice!”

“-Tamamdır!”

“-Sara, Timothy, Rudeus arkamızı kollayın! İskeletlere odaklanın!”

“-Anlaşıldı!”

Arkama döndüm ve bazı iskeletlerin ellerinde paslı kılıçlar taşıdığını fark ettim. Çok hızlı ilerliyorlar.

“-Çekil önümden!” diye bağırdı Sara, Timothy ve benim aramdan geçip ön saflara ilerledi. Yayını sırtına asıp büyük bir bıçak çıkardı.

Timothy “-İskeletler fiziksel hasara karşı dayanıksızdırlar Rudeus!” diye bağırdı.

“-Fiziksel hasar benim işim!” ellerimi bize doğru hücum eden iskeletlere doğrulttum. Madem fiziksel hasar bu arkadaşları yere sermek için yeterli o zaman bu iş çok kolay olacak.

“-Taş gülle!”

“-Ağıdıma kulak ver ey Karanlığın Tanrısı ve düşmanlarımı paramparça et! Taş gülle!”

Timothy hemen ardımdan kendi taş güllesini ateşleyip iskeleti paramparça etti.

Sanırım bu turu ben kazandım… Yanlış anlamayın, yarışma falan yapmıyoruz.

“-Tamamdır, buradaki işimiz bitti. Hadi–”

“-Daha değil!”

Tam Suzanne ve diğerlerine yardım etmek için arkamı dönecekken Timothy’nin bağırışı beni durdurdu. İskelet, önümde tekrar şekil alıyordu. Daha az önce paramparça ettiğim iskeletler yavaşça kendilerini yeniden oluşturuyordu.

“-Tayf hayatta kaldığı üzere iskeletler canlanmaya devam edecek!”

Ah. Doğru ya!

İskeletler ölümsüzler. İster parçala ya da ister ateşe ver umurlarında olmaz üzerine alevler içerisindeyken bile gelmeye devam ederler. Fiziksel hasar onları bir süreliğine etkisiz hale getirmenin en kolay yolu, ancak bu sadece geçici bir önlem. İskeletleri kısa süreli tatil programına yolladıktan sonra hemen çabucak onları kontrol eden tayfı öldürmeye çalışmalısın. Ateş büyüsü tayfı bir süreliğine yakıp kaçırabilir; fakat bu sadece sana biraz zaman kazandırır çünkü tayfın kendisi de kontrol ettiği iskeletler gibi geri gelebiliyor.

Kutsal büyü tayflarla başa çıkmanın en kolay yoludur. Ruhani formlarını herhangi bir ateş büyüsünden daha çabuk bozup onları sonsuza kadar olacak şekilde eşek cennetine yollayabilir. Ek olarak; Kutsal büyü tarafından vurulan iskeletler ışık parçacığına dönüşüp sonsuza kadar yok oluyor. Ancak iskeletleri tek tek avlamak anlamsız çünkü tayf hayatta kaldığı sürece istediği kadar yenisini çıkartabiliyor.

“-Yüce lütfun için yalvarıyorum! Ey toprağa can verip bizi besleyen tanrımız! Doğanın düzenine karşı gelen bu ahmaklara hadlerini bildir! Exorcistrate!”

Şansımıza Mimir kutsal büyü biliyormuş.

Omzumdan, kulağıma yabancı gelen büyünün okunduğu yöne baktım ve Mimir’in çağırdığı parlak ışık küresinin tayfın ruhani formuna vurduğunu gördüm.

“-Gyyeeeeeeaaaaa!” Kulak çınlatan bir çığlıkla hayalet yok oldu. Saydam bedeni parçalara ayrılıp ışık hüzmelerine dönüştü ve çok geçmeden cehennemin dibine doğru yollandı. Aynı şekilde iskeletler de parçalandı, kemikleri hayatsız bir şekilde yere düştü.

“-Tamamdır, şimdi güvendeyiz!” dedi Suzanne. “-Formasyona geri dönün millet!”

Sara formasyonun ortasındaki eski yerini almak için yanımdan koşarak geçti; Mimir de aynısını yaptı. Zaman kaybetmeden eski formasyonumuza geri döndük. Az önce yaşanan dövüş biraz ürperticiydi yalan söylemeye gerek yok. İyi tarafından bakacak olursak yepyeni bir büyü gördüm en azından.

“-Hayatımda ilk defa Kutsal büyü gördüm… ya da hayalet.” diye kısık sesle Timothy’e seslendim.

“-Ben de ikinci defa tayf görüyorum hayatımda,” diye cevap verdi. “-İlk seferimde partim ne yapacağından tamamen habersizdi ve aramızdan birisi rahmetli oldu. Acımasız bir ders olmuştu bize.”

“-Mimir sizinle değilmiydi o zamanlar?”

“-Hayır. Bu Counter Arrow’u kurmadan çok önceydi. Allahtan öncesinden böyle bir şeyin olacağını öngörüp partime talim yaptırdım. İyi ki akıl etmişim bunu.”

Sara kafasını bize doğru çevirip parmağını “Sus!” anlamı verecek bir şekilde dudaklarının arasında götürdü. Aramızda geçen konuşma muhtemelen etraftaki tehditleri dinlemesini zorlaştırıyor.

“-Özür dilerim” diye fısıldadım. Muhabbet etmek, içinde olduğumuz durumda yapacağımız en son şey olmalı, eğer böyle bir yerde dikkatini toplamazsan anında öldürebilirsin.

Her neyse, bu harabeler cinlenmiş. Bu bilgi diğer her şeyden daha ürkütücü. Görünüşe bakılırsa o tayf muhtemelen önceki hayatında bir savaşçı olabilir… Yoksa Birinci İnsan-Şeytan Savaşından kalma mı?

Hayır, sanmıyorum. Yüzyıllardır var olan bir hayalet insanların sürekli girip çıktığı bir yerde çok dayanamaz. Bir iki yıl önce burada ölen bir maceracı ruhu olmalı. Baş sağlığı dilerim dostum. Umarım huzura kavuşmuşsundur.

“-Ah, çok güzel. Geldik sonunda!”

Suzanne’ın sesi beni kendime getirdi. Etrafıma bakınca o az önceki labirenti aratmayan koridorları arkamızda bırakıp daha geniş bir alana girdiğimizi fark ettim. Yüz metre uzunluğunda geniş bir alandı burası. Alanın ortasında da ikinci kata doğru uzanan kırık merdivenler vardı. Geçidin her iki yanında büyük taştan heykeller vardı.  Kalenin önemli kısmının o geçidin arkasında olduğu çok belli.

“-Vay anasını…”

Bir de zemini görecektiniz.

Zeminin tamamı kiraz ağacının çiçekleri gibi dağılmış beyaz pullar ile kaplıydı. Bu pullar almaya geldiğimiz Kar Ejderi pulları olmalı. Eğer bu pullara para gözüyle bakacak olursak önümüzde bir servet yatıyordu resmen.

Önceden yaptığımız araştırmaya göre bu salon Kar Ejderi pulu bulabileceğiniz tek yermiş. Kar ejderleri av alanlarına giderken burada dinlenip öz bakımlarını yapıyormuş.

“-Bu salonun ardında Kar Ejderi bölgesi yatıyor.” diye uzaktan seslendi Suzanne. “-Salonun sonunda yer alan heykeli geçmeyin sakın, tamam mı?”

Mimir ve Patrice hep bir ağızdan “-Evet.” diye bağırdı ve hemen işe koyuldu.

Operasyonun bu kısmını önceden detaylı bir şekilde planlamıştık. Sara ve Timothy ile birlikte ben, her hangi bir yönden gelebilecek tehditler için nöbet tutmamız gerekiyor. Kar Ejderleri salonun sonundaki geçitten çıkabilir ve bazenleri diğer canavarlar ikinci kattan ya da az önce geçtiğimiz koridordan fırlayabilir. Gözümüzü dört açmamız gereken canavarlar sırasıyla şöyle: Dev Yarasalar, Kırmızı-Gözlü Köstebekler, Mikonitler ve Tayflar.

İki farklı senaryomuz var: Eğer Kar Ejderi ortaya çıkarsa buraya gelirken kullandığımız geçide geri dön ya da bir yere saklan. Normal canavar ortaya çıkarsa bu sefer diğerlerini uyar sonra etkisiz hale getir. Tabi iş o raddeye gelene kadar her parti üyesi toplayabildiği kadar ejder pulu toplamış olması gerekiyor. Yanımızda getirdiğimiz altı torbanın tamamını da doldurunca Loncaya vermemiz gerekenden  daha fazla toplamış olacağız.

Eğer olur da Kar Ejderleri ile karşılaşırsak işler çok çirkinleşir… ancak o olasılığın dışında işin zorluk seviyesi hakkını vermiyor bence. Buraya gelene kadar daha fazla düşmanla karşılaşırız sanmıştım ama nedense etrafta umduğumdan daha az canavar var. O tayf bugün karşılaştığımız tek büyük tehlikeydi.

Her niyeyse bu durum beni rahatsız ediyor. Gardımı düşürmesem iyi ederim.

Dikkatimi Kar Ejderlerinin yuvasının olduğu yöne çevirdim. Salonun en sonunda yer alan heykel büyük-göğüslü, bacaklarını omuz hizasında açmış–kısa pantolon, göğüs zırhı ve pelerin dışında hiçbir şey giymeyen bir kadına aitti. Ellerini kalçalarında tutuyordu…. ve nedense elleri zincirlenmişti. Heykelin kafasının yıllar önce düşüp kopmasına üzüldüm.

Heykelin bacaklarının arasında bir kapı vardı. O kapının ardında muhtemelen Kar Ejderlerinin yuvası yer alıyor, tahminimce -eğer öyle bir şey olursa- sahneye o kapıdan giriş yapacaklar.

Onu bunu geçtimde şu heykelin kıyafeti çok tanıdık geliyor.

Oh! Bir dakika, yoksa o Kishirika Kishirisu mu?!  Yanlış hatırlamıyorsam onu en son gördüğümde balık etli bir hanımefendi gibi değilde küçük bir çocuğa benziyordu. Acaba… yoksa….? Hayır, hayır, bu doğru olamaz…. Hmm.

Bu tür heykeller genelde insanları abartılı biçimlerde gösterir değil mi? Heykeltraşın kendince eklemeler yapmış olması beni o kadar da şaşırtmaz. Yine de bu biraz fazla abartılı olmuş sanki? Özellikle boy….. ve dolgunluk açısından.

Hmm… o füzeler fazla büyük sanki…

“-Whoops. Dikkatim dağıldı yine….”

Odaklan Rudeus. Odaklan. Karşılaşabileceğimiz tehditlere karşı dikkatli olmam gerekiyor.

Niyeyse büyük göğüs görünce artık eskisi gibi tepki vermiyorum. Muhtemelen hakiki olanına dokunabildim diyedir. Ahh, masumiyetimi sonsuza kadar kaybettim…

“-O seste neydi?!” diye bağırdı Timothy.

Bir saniye sonra uzaklardan gelen acıklı bir ağlama sesi kulaklarımı çınlattı.

“-Bu iyiye işaret değil Patron!”

“-Savaş pozisyonuna geçin millet!” diye bağırdı Suzanne. “-Torbaları bir kenarda toplayın!”

Ne yazık ki Mimir’in uyarısı doğru çıktı. Partice sıkışık bir formasyona girdik ve etrafımızda düşmandan izler aradık. Salon boyunca yankılanan çığlıklar harabelerin derinlerinden geliyordu ve gittikçe daha gürültülü bir hal alıyordu. Korkmuş ve tereddütlü bir şekilde birbirimize bakıyorduk.

Anladığıma göre birden çok canavar çığlık atıyor. Eğer karşımıza koca bir sürü çıkarsa yapılacak en mantıklı şey topladığımız pulları alıp arkamıza bakmadan kaçmak olur. Mimir, Patrice ve Suzanne çoktan bir torbayı doldurabilmeyi başardı; bu kadarı Loncanın isteğini minimum düzeyde karşılamaya yeter diye düşünüyorum.

Birkaç dakika sonra Suzanne yankılanan çığlıkları dinledi. Yarısı doldurulmuş torbalara ve yerde yatan pullara göz gezdirdi ve sonunda “-Anlaşılan bu tarafa gelmiyorlar,” dedi. “-Toplamaya devam etsek iyi olur, ama hızlı bir şekilde.”

Kulağa mantıksız bir karar gibi gelmiyor. Çığlıklar hala derinlerden geliyor ve bize yaklaşmıyor. Belki birisi Kar Ejderlerini kızdırmıştır? En azından pulları toplamak için ekstra zaman kazandık.

Ancak bu kanı sadece bir varsayım. Orada her ne dönüyorsa biz de dahil olabiliriz. İşi garantiye alıp kazançtan kısmamız mı daha iyi yoksa risk alıp kazancı artırmamız mı daha iyi?

Burada geçirdiğimiz her saniye bizi daha çok tehlikeye sokuyor. Hiçbir şey yaşanmaması ihtimaller dahilinde, evet; ancak bir karar alacaksak hemen almamız gerekiyor.

“-İşi bitirelim bence.” dedi Sara.

“-Evet, katılıyorum.” dedi Mimir.

“-Bitirmek üzereyiz zaten, değil mi?” diye ekledi Patrice.

Partinin çoğunluğu Suzanne’ın önerisini destekliyor. Dürüst olmam gerekirse kaçıp gitme yanlısıyım. Ancak diğerlerinin aksine ben bu partinin bir üyesi değilim ve görevi yerine getiremezsem ceza ödemeyeceğim. Bana giren çıkan olmadığı için söz hakkı da düşmüyor.

“-Anlıyorum,” dedi sessizce Timothy. “-Pulları toplamaya devam edeceğiz, hızlı olun ama.”

Ve böylece herkes görev yerlerine döndü. Her birimiz öncesine kıyasla ip üstündeymişiz gibi hissediyoruz. Gittikçe yükselen ve vahşileşen çığlıkları duymamazlıktan gelemiyorum. Asamı sıkıca tutup gözlerimi salonun ucundaki taş heykele odakladım.

Çığlıklar hala uzaktan geliyor. Eğer sürü ortaya çıkacaksa o yönden gelecek… ama nedense seslerin arkamızdan da geldiğini hissediyorum. Belki ses harabenin içinde yankılandığı içindir?

Toprak büyüsü kullanıp geldiğimiz giriş dışındaki diğer girişleri kapatsam mı? Hayır. Bu kötü bir fikir. Eğer canavarlar buraya akın ederse ayvayı yeriz.

Sakinleş Rudeus. Daha neler olup bittiğini bilmiyorsun bile. Yapacağın herhangi bir şey geri tepebilir.

Tanrıya şükür hiçbirimiz yorgun değiliz. Bir aksilik olsa bile enerjimizi kullanarak beladan kurtulabiliriz. Muhtemelen Suzanne da aynısını düşündüğü için kalıp pulları toplamaya devam etmeyi teklif etti. Tek yapmam gereken şey ortaya çıkan canavarları varsa indirmek, o kadar basit.

Diğerlerinin işini bitirmesini beklerken tüylerimi diken diken eden çığlıkları duymamazlıktan gelerek aklımı olabildiğince duru tutmaya çalıştım.

“-..Hm?”

Tam torbalarımızı doldurmayı bitirmek üzereydik ki canavarların çığlıkları git gide azalmaya başladı. Suzanne merak içinde azalan seslerin geldiği yöne baktı.

Ya bir hiç uğruna endişelendiysek. Belki o sesler Kar Ejderlerinin çiftleşme sesidir? Mercimeği naçizane fırınlarına koyarken gelmişizdir belki? Bazı hayvanlar çiftleşirken garip sesler çıkarabiliyor sonuçta.

Azıcık rahatladım ve asamı tutan elimi gevşettim…

“-Ah siktir! Bize doğru geliyorlar!”

Bir anda heykelin bacaklarının arasından beyaz şekiller korkutucu bir hızda akın etmeye başladı. Ayaklarının arasına hızla geçip heykelin kafasının olması gereken yere doğru tırmanmaya başladılar. Uzaktan devasa beyaz gekolara benziyorlar.

Yüzlerce Kar Ejderi hızla salonu doldurmaya başladı.

Kar Ejderleri ilerlerken kan çanağına dönüşen gözleri bizim gariban partimizi tespit etti ve birkaç tanesi bize yaklaşınca aniden durdu. Altı taneydiler; dahası vardı, evet; ama gözüm o kadarını görüyordu. Sayamayacağım kadar fazlaydılar.

Bütün bu curcuna bir anda oluverdi. Timothy olduğu yerde dikilip kaldı, biz de aynı şekilde. “Geri çekilin.” bile diyemedi.

Kertenkele arkadaşlarımız da aynı tepkiyi verdi. Daha önce hayatımda hiç ürkmüş kertenkele görmemiştim. Gözleri kocaman açıldı, donup kaldılar ve bizi korkutmak için ağızlarını yarım açıp dişlerini gösterdiler. Demek korkunca böyle oluyormuşlar.

Sanki zaman durmuş gibiydi.

Sonunda “-Koşun!” diye bağırmayı başarabildim.

Timothy ve diğerleri dönüp mermi gibi çıkışa doğru koşmaya başladı. “-Gaaaah! Yine miiii!”

Patrice’in sitemli çığlığından cesaret alan Kar Ejderleri de hareket etmeye başaldı.

“-Toprak Kalesi!”

Önlerine devasa bir toprak sur ördüm ve ilerleyişlerini durdurdum. Sur kalın ve sağlamdı; en yakındaki taş heykellerden birinin omzuna kadar uzanıyordu. Bize ufak da olsa zaman kazandırdığımı varsayarak arkama dönüp çıkışa doğru koşmaya başladım.

Ancak koşarken arkama bakim deyince korkudan yanlışlıkla küçük bir çığlık attım. Kar Ejderleri sonuçta kertenkele değil mi? Basit bir duvar, uzun olsa da onlar için bir anlam ifade etmiyor. Birer birer duvarı tırmanıp her iki yandaki boşluktan duvarın öteki tarafına geçmeyi başardı.

Bu kötü, hem de çok kötü! Bu gidişle beni karambole alacaklar. Günlük yaptığım koşular sayesinde henüz nefesten kesilmedim ama bunun pekte bir anlamı yok. Hızlı koşamıyorum.

“-Gah!” Arkamı dönüp Kar Ejderlerine doğru elimi doğrulttum. Bu şeyler Kertenkele değil mi? Peki bir kertenkeleyi nasıl öldürürsün? Soğuk işe yarar mı acaba? Onları az da olsa yavaşlatır en azından!

“-Kar Fırtınası!”

Refleksif hareket ederek buz büyüsü kullandım. Soğuk bir hava dalgası ilerleyerek pulları havaya uçurdu ve insan bacağı kalınlığındaki buz mızrakları ördüğüm duvarı aşan Kar Ejderlerine çarpmaya başladı.

Canavarlarla aramda pek bir mesafe yoktu ama hareket etmelerine yetecek genişlikte bir alan da yoktu. Ama her nasılsa yolladığım mızraklardan vücutlarıyla atik hamleler yaparak kaçınmayı becerdiler. İsabet eden bir iki mızrak çok bir etki de bırakmadı– Kar Ejderlerini deşmesini umduğum buz mızrakları pullarından sekiverdi sadece.

Salak gibi bir büyü seçtim. Kar Ejderlerinin doğal izolasyon görevi gören pulları var ya! Basit bir buz büyüsü işe yaramaz.

Taş duvarım parçalara ayrıldı. Arkada bıraktığı enkazın arasından küçük beyaz sürüngenler gelmeye devam ediyor. İlk dalgada en az yüz tane falan görmüşümdür. Topluca etrafımı sarıyorlar, çok fazlalar. Bir iki dakika önce azar azar geliyordular ama şimdi duvar yıkıldığı için katlana katlana geliyorlar. Devasa boyutlarına rağmen her biri normal kertenkele gibi hızla hareket ediyor.

Aha sıçtık. Kaçamam artık. Savaşmalıyım. Geri çekilirken onlarla bir şekilde başa çıkmalıyım. Becerebilir miyim? Muhtemelen hayır.

Diğerleri kaçmayı başardı mı bari?

Allahtan böyle bir şey yaşanır diye hana mektup bıraktıydım. Normalde bir maceracı öldüğünde parti arkadaşı arkasında bıraktığı eşyalarıyla ilgilenir. Counter Arrow’un resmi bir üyesi olmayabilirim ama en azından o mektubu benim için gönderirler diye umuyorum…

Sol elimi cebime daldırdım ve içindeki kumaş parçasına sıkıca tutundum. Kar Ejderleri üzerime gelirken kaçınılmaz olana kendimi hazırlamaya çalıştım.

“-Yah!”

İşte tam o sırada arkamdan bir ses duydum… bir ok kulağımı teğet geçti ve en yakınımdaki Kar Ejderlerinden birine isabet etti.

“-GRyaaah!” Ciğerindeki hava boşalırken cırlayan kertenkele salonaki taş heykellerden birine fırladı. Vücudunu geçidin duvarına dayayarak ileri doğru atıldı ve yanımızdan geçti.

“- Bu için için yanan cılız ateş yüce, yıkıcı bir nimete dönüşüversin! Alevin nefesi!”

Uzun bir ateş dalgası solumu teğet geçti; ve üzerime atılan Kar Ejderlerinden biri hareket etmeyi kesti.

“-Hadi bitirelim şu işi Patrice!”

“-Hadi!”

Suzanne yanımdan hızla geçti, sağında Patrice solunda da Mimir vardı. Bir anda ön saflara üç kişi kanatlara da başka bir iki kişi geçti. Bende bu formasyonun ortasında kaldım.

“-Bu şeyler bizim peşimizde değil! Sadece bize doğru gelenlere vurun ve yönlerini değiştirin!”

“-Anlaşıldı!”

“-Sol taraftan dahası geliyor!”

Birbirlerine talimat vererek öncüler öfkeden kudurmuş Kar Ejderlerine göğüs gerdi. Sara telaşla ok atıyordu ve Timothy her bir yana ateş büyüsü atıyordu.

Gerçekten benim için mi döndüler? Neden? Parti üyesi bile değilim.

Orada aklım karışmış halde otururken Timothy arkasını dönüp sırtıma bir tokat attı.

Benim için döndüler… beni kurtarmak için geri döndüler. Bunun farkına varınca göğsüm kabardı.

“-…Ugh!”

O hissi geldiği gibi baskıladım. Neden bilmiyorum ama şu an buna dayanamam. Ben henüz… hazır değilim.

Sara “-Orada sırık gibi dikilmesene!” diye patladı ve beni gerçekliğe geri döndürdü. “-Sen de savaşacaksın!”

“-T-Tamam!”

Asamı Kar Ejderlerine doğrulttum ve içine mana yüklemeye başladım. Artık önümde  hücumu durduran düzgün bir cephe oluştuğu için biraz rahatlayabilirim. Suzanne’ın dediği gibi Ejderler bizi öldürmeye çalışmıyor. Bizi tehlikeli objeler olarak tanımlamış olsa da çoğu duvara veya tavana tırmanarak bizden kaçınmaya çalışıyor.

Başka bir deyişle  hepsiyle savaşmak zorunda değiliz. İlgilenmemiz gerekenler bize gelen bir iki kertenkeleyi kovalamak, o kadar. Üzerimize gelseler bile onları öldürmek zorunda değiliz. Ufak bir hasar verince başka bir yöne sapıyorlar. Bazı hayvanlar yaralandıklarında daha da vahşileşebiliyor, tanrıya şükür bu kertenkeleler kaçmaktan yana.

Sara’nın okları pullarını deşemiyor ve Timothy’nin büyüsü onları öldürmek için yeterli değil. Suzanne ve Patrice’in saldırıları pek bir hasar da vermiyor. Olsun, tek yapmamız gereken onları başka yöne saptırmak, o kadar. Eğer bunu başarırsak bu saldırıdan kurtulabiliriz.

“-Taş gülle!”

Yönünü değiştirmeye çalışan bir ejdere taş gülle yolladım. İsabetli bir taş gülle ejderlerin pullarını parçalayıp etlerini deşmeye yetiyor ama öldürmeye yetmiyor. Ya mesafeden dolayı ya da çarpışma sırasında vücutlarını büküp hasarı azaltıyorlar, ikisinden biri.

Fark etmez. Tek umursadığım şey onları başımızdan def etmek. Yönlerini değiştirdiğim sürece bu durumdan sağ sağlim kurtulabiliriz.

“-Tamamdır!” diye bağırdı Suzanne. “-Yavaşça duvara yaklaşmaya başlayın!”

Yavaş yavaş formasyonumuzu kaydırdık. Duvara yaklaşınca ejderler bize daha az gelmeye başladı. Böyle devam edersek çıkışa ulaşabiliriz belki.

Bu ejder dalgasının daha ne kadar süreceğini bilmiyorum ama eninde sonunda bu salondan kaçabileceğimize inanıyorum.

“-GreeaaH!”

Bir anda Kar Ejderi sürüsünün içlerinden kanlar püskürmeye başladı. Bir şey—yo, birisi– savaş alanının içinden ejderleri öldürerek ilerliyordu.

Bunu yapan bir kişi değildi de. Bir diğer küçük figür salonun en arkasından güçlü bir büyüyle saldırmaya başladı. Korkudan deliren Kar Ejderleri can havliyle kaleden kaçmaya çalışıyordu.

“-Ne o öyle, bu kadarcık mısın?!” grubun önündeki adam—az önce ejderleri biçen adam—birer birer ejderleri öldürüyordu ve arkadaşları onun arkasından destek veriyordu.

Görünen o ki yardım kuvvetleri ulaştı.

Timothy’e baktım. Ben bir şey demeden kafasını salladı. “-Tamamdır millet! Bizde saldırmaya başlayalım!”

“-Anlaşıldı patron!”

Suzanne sırıtarak öne atıldı ve karşı saldırımız başladı.

 

********

 

Kar Ejderlerinin sonuncusunu ben öldürdüm.

Taş güllem zavallı canlının kafatasına şimşek gibi indi ve kafatasını dört bir yana dağıttı.

“-…Bitti sonunda.”

Hepsinin öldüğünden emin olmak için dört bir yana baktım, her yerde öldü ejderlerin bedeni yatıyordu. Ejderlerin çoğu son anda dahil olan parti tarafından öldürülse de biz de elimizden geldiğince öldürmeyi başardık. Onu boşver daha önemlisi artık canavarların hiçbiri hareket etmiyor. Tam emin olmak için tavanlara, duvarların üstüne ve olası bütün saklanma yerlerine baktım ama tehlike oluşturabilecek bir şey göremedim.

Harabenin derinliklerinden gelip bizi kurtaran partinin üyeleriyle gözlerimiz kesişti. Grupça olduğumuz yöne bakıyorlardı. Birkaçının elinde kılıç geri kalanlarınsa asa ya da kalkanı vardı. Maceracılar sanırım. Partinin ortasında koyu mavi paltolu bir silahşör duruyordu. Birkaç dakika önce yaptığı gösteriden anladığıma göre işini bayağı iyi yapan birisi.

Adama meraklı gözlerle bakıyordum, birden partisinin yanından ayrıldı ve hızla bizim partimize doğru ilerlemeye başladı. Arkadaş canlısı bir suratı yoktu ve sinirli tavrı durumu daha da kötüleştiriyordu. Belki o kadar dövüştükten sonra kanı kaynamıştır?

Her neyse, hayatımızı kurtardı o yüzden teşekkür etmeliyiz.

Geri adım attım. Çünkü böyle zamanlarda konuşma işini parti liderinin gerçekleştirmesi gerekir. Önünde olmam bir bakıma benim suçum sayılır zaten, zamanında kaçınamadım çünkü.

“-Esenlikler dilerim, ben Counter Arrow’dan Timothy,” diye konuşmaya başladı Timothy. Adama arkadaş canlısı bir havayla yaklaştı. “-Yardım ettiğiniz için teş–gahh!”

Bir anda oluverdi.

Sinirden kaşlarını çatan adam, Timothy’nin üzerinde atıldı ve yüzüne yumruk attı, Timothy yuvarlanarak yere savruldu. Öfkeden deliren Suzanne ve Sara silahlarını kınından çıkardı.

Adam “-Eşşek gibi sırıtma lan bana!” diye bağırdı.

“-Avımıza konacak cesareti nerede buldunuz!” Birkaç saniye boyunca Timothy’e öfke dolu gözlerle baktı ve ardından bakışını bize çevirdi. Gözlerindeki kana susamışlık çok ürkütücüydü.

“-Avınıza konmak mı?!” diye bağırdı Suzanne. “-Dalga mı geçiyorsun? Bu şeyler bize durduk yere saldırdı! Bizi siz bulaştırdınız bu işe.!”

Adam haşinle somurtarak kahkaha attı. “-Ah yapma lütfen! Biz burda can havliyle çalışıyorken siz arkada pulları topluyordunuz değil mi!”

“-Başkasının burada görevi olduğunu bilmiyorduk!”

“-Gelmeden önce bütün kasabaya duyurduk ya!”

“-BİZ, o duyumu alamadık malesef!”

Adam bize çok sinirlenmişti aynı şekilde arkasındaki insanlar da. Nedense birbirimizi yanlış anlıyormuşuz gibi hissediyorum.

Şimdi onları yakıdan görünce hatırladım. Bunlar Stepped Leader, S-Seviye Maceracı grubu. Ünlü Thunderbolt klanının bir kolu. Rosenburgdaki en güçlü maceracı grubu oldukları söyleniyor.

Bu aksi adam da grubun lideri. Yanlış hatırlamıyorsam ismininin Soldat Heckler olması gerekiyor. Kılıç Tanrısı stilinde bayağı yetenekli olduğunu duydum.

 

 

 

“-Hass..” Bu ufak detayı hatırlayınca bir şey kafama dank etti.

Suzanne çıkardığım sesi duyunca bana döndü. Diğer herkeste aynı şekilde bana baktı. Kendimi tutamayıp irkildim. “-Rudeus, bu konu hakkında bir şey biliyor musun?”

“-Uh… ee şey, sen deyince hatırladım. Şehirden ayrıldığımız günün öncesinde  Stepped Leader’ın S-Seviye bir görev aldığını duymuştum loncada.”

Counter Arrow o sırada başka bir iş üzerinde çalışıyordu. Ama Soldat o sırada etrafta dolaşıp herkese yeni aldığı işi anlatıyordu ve geri döndüğünde kahramanlıklarını anlatacağına dair sözler veriyordu.

Hatırladığım kısmı şöyleydi… “-Sanırım İlibron mağarasındaki Kar Ejderi sürüsünün kökünü kurutacaklardı…”

“-İlibron mağarası mı?! Orasıyla burası arasında bir günlük mesafe var be!” diye bağırdı Suzanne.

Soldat öfkeyle kaşlarını açttı. “-Ne saçmalıyorsun! Burası İlibron mağarası ya!”

“-Kafan mı iyi?! Burası Galgau Harabesi!”

“-Sakinleş Suzanne,” dedi Timothy yavaşça ayağa kalkarak.

“-Timothy… iyi misin?”

“-Evet. Yumruk atarken çok yüklenmedi. Sara, yayını indir lütfen.”

Timothy, bir eliyle ensesini ovalarken diğer eliyle Sara’ya yayını indirmesini söylüyordu. Fakat Sara yayını sonuna kadar çekmişti ve her an atış yapabilirmiş gibi duruyordu.

Ufak bir iç çekti ve az önce onu yere seren adama karşı gülümseyerek konuşmaya devam etti. “-Sanırım ne olduğunu az çok anladım,” “-İlibron mağarasında büyük bir canavar sürüsünün ortaya çıktığını ve oraya göreve giden partinin katledildiğini duymuştum. Hayatta kalan tek kişi mağaranın derinliklerinde bir Kar Ejderi yuvası bulduklarını söylemişti.”

Evet. Bunu ben de hatırlıyorum.

İlibron mağarası ile Rosenburg arasında bir günlük mesafe var. Mağaradaki canlılar çoğunlukla D ve E-Seviye tehlike seviyesindeler. Mağaranın içinde büyük tuz öbekleri çıktığı için maceracılar sık sık oraya tuzları toplamaya gidiyormuş. Ama son zamanlarda şehre, C-Seviye canavarların mağaradan dışarı çıktığına dair duyumlar geliyordu. Mağaranın yakınında küçük bir kasaba vardı ve bu kasaba Rosenburg a çok yakın. Tehlikenin büyüklüğü enişe verici olduğu için bu sorunu hemen Lonca’ya iletmişler.

Göreve giden ilk parti katledilince ve hayatta kalan kişi Kar Ejderlerinden bahsedince Lonca, görevi B-Seviyesinden S-Seviyesine çıkardı. Şehirdeki hiçkimse görevi almaya cesaret edemiyorken S-Seviye Stepped Leader partisi(şimdiye dek sadece labirent keşfi yapıyorlardı) hemen görevi kabul etti.

“-Buraya gelirken çok az canavarla karşılaşınca şaşırmıştım ama şimdi her şey anlam kazanıyor. Rastgele bir doğa olayı Galgau ile İlibron arasında bir yol açmış, bunun sonucunda da Galgau’daki canavarlar mağaranın içine akın etmiş olmalı.”

Galgau bir zamanlar Şeytan Kralının kalesiydi. Kale, kralın ordusunun operasyon merkeziydi; kaleyi dört bir yana tüneller açıp insanlara karşı saldırı yapmak için kullanıyordu. Eğer İlibron mağarası o açılan tünelleren biriyse o zaman elimizde mantıklı bir açıklama olur. İki mekan arasındaki tünel, savaş sırasında ya da geçen yıllar içinde heyelan nedeniyle yıkılmış olmalı.

Her neyse, tünel yeniden açılınca canavarlar İlibron mağarasına akın edip mağaradaki zayıf türleri yemeye başlamış olmalı. Bizim tarafımızda hiç canavarla karşılaşmamamız bu sebepten dolayı olmalı.

“-Yani… İkimiz buraya farklı görev için mi geldik?”

“-Evet, doğru. Loncada soruşturabilirsin istersen.”

Soldat yüzünü ekşitti, kafasını salladı ve yere tükürdü. “-Ah sikeyim. Durduk yere sana yumruk attığım için özür ederim.”

“-Kafana takma. O kadar dövüştükten sonra kanın kaynamış olmalı, biz de durumu yanlış anladık. Ben de özür dilerim.”

Özür dilememiz gereken bir şey olduğunu düşünmüyorum, ancak Timothy yine de özür diledi. Adam yolundan şaşmıyor, helal olsun.

“-Yine de, o şeyler bizim avımız. Bir tanesini alabilirsiniz sadece. Tamam mı?!”

“-Tabii, olur.”

Timothy hemen teklifi kabul etti, Sara ve Suzanne kaşlarını çattı. Ama seslerini çıkarmadılar. Maceracı töresi bunu gerektiriyor çünkü.

Bir parti, dövüş esnasında canavarlarla dövüşen başka bir partiyle karışırsa karışan parti cesetlerden sadece bir tanesinde hak iddia edebiliyor. Bu kural yabancı partilerin diğer partilerin avını çalmaması için konulan bir kural.

“-Pullarınızı toplayınca temizlik işini bize bırakın ve Rosenburg’a geri dönün. Endişelenmeyin, arkadaki deliği bi güzel kapatırız biz.” dedikten sonra topuğunda dönüp bizden uzaklaştı. Stepped Leader’ın diğer üyeleri omuz silkip adamın peşine takıldılar. Kar Ejderi yuvasındaki cesetlerle ilgilenip yavaş yavaş yukarı doğru ganimetleri toplayarak çıkmayı planlıyorlar sanırım. Ortada adil olmayan bir durum yok, gerçekten, fakat bizim öldürdüklerimizden de kazanç elde edecek olmaları beni azıcık üzüyor.

Bir kere, eğer onlar olmasaydı bizim hayatımız tehlikeye girmeyecekti bile. Duygusal yönden hasar almışız gibi hissediyorum.

Her neyse, günün sonunda o insanlarla tartışmaya hiç değmez. O yüzden karmaşık duygularımızla baş başa kalmamız gerekiyor. Muhteşem.

“-İyi o zaman. Hadi pulları toplayıp gidelim buradan.”

Timothy’nin yüzündeki gülücük yorgun bir gülücüktü, yanakları şimdiden çökmeye başlamıştı.

Kafamı sallayıp oflamaktan başka bir şey yapamadım.

 

*******

 

Birkaç gün sonra Maceracılar Loncasına döndüğümüzde Loncanın girişinde yatan birsürü Kar Ejderi pençesi ve dişiyle karşılaştık. Stepped Leader üyeleri loncanın içinde kahramanlıklarını anlatıp böbürleniyorlardı.

“-…İlibron mağarası ve Galgau Harabesi tünelle birleşiyormuş! Eğer biz olmasaydık bu şehir Kar Ejderleri tarafından yakıp yıkılıyor olurdu!”

Özellikle Soldat, hikayeyi yaşıyormuş gibi anlatıyordu. Diğer maceracılar da hikayeyi yüzlerinde şüpheci bir ifadeyle dinliyordu.

Onu hikaye anlatırken görünce aklıma Paul geldi nedense. Birbirlerine hiç benzemeselerde adamın Pau’un gençliğine benzediğine çok eminim.

“-Hadi bitirelim şu işi,” diye homurdandı Suzanne. Huysuz görünüyordu.

Counter Arrow’un diğer üyeleri de fazla durmak istemiyordu zaten. Hemen tezgaha gidip istenen materyalleri teslim ettik. Sonra dışarı çıktık.

“-İşte Rudeus. Senin payın. Saymayı unutma tamam mı?”

“-Tabii. Teşekkür ederim.”

Timothy bana bir torba dolusu Kar Ejderi pulu uzattı. İş kabak çıksa da günün sonunda elime bayağı bir para geçti en azından. Her şeyin yanlış gitmesinin dışında umduğumuzdan daha çok pulla geri dönmeyi başarabildik.

Ne kadar çok Kar Ejderi avlanırsa avlansın market fiyatları bir gün eninde sonunda yükselecek. O yüzden elimdekileri hemen satmak yerine bekletmeyi düşünüyorum. Umarım altı ay yetecek kadar param vardır. Şu anda fazla harcama yapmıyorum ama kötü günler için kenara bir iki kuruş atmak cebimi yakmaz.

“-Sonradan görüşmek üzere, millet.”

“-…Rudeus!”

Tam yürümeye başlayacaktım ki birisi bana seslendi. Sara seslenmiş, allah allah. Elini olduğum yöne doğru uzatıyordu; yüz ifadesinden anldığıma göre bana bir şey demek istiyor.

Dürüst olmak gerekirse ondan sarkastik bir veda cümlesi falan bekliyorum… “-Bizimle bir kereliğine bile olsa kutlama partisine katılır mısın?”

“-Huh…?”

“-Kutlama partisi, kutlama. Bara gitcez yani.”

Dediğini anladım anlamasına da teklifi onun yapmasına şaşırdım. Maceracılar uzun görevlerden sağ sağlim dönünce kutlama yapmak için bara gidip, içki içip, insanlara kahramanlıklarını falan anlatırlar.

Ben bu tür etkinlikleri hep es geçerim normalde. Görevden dönünce genelde hemen hana gidip bir iki dua eder ve kendimi yatağa atarım.

Counter Arrow’un üyeleri böyle yaptığımı biliyor. Bu tür teklifleri hep reddettiğimi de biliyor

Hana hemen geri dönüp Roxy’e elimden gelenin en iyisini yaptığımı söylemem gerekiyor. Bu zamana değin hep böyle yaptım ve rutinimi değiştirmeyi düşünmüyorum.

Ama her nedense kafamı salladım. “-Tamam. Sanırım bugün sizinleyim.”

“-…Gerçekten mi?” Sara şaşırdı. Teklfi yapan kendisi olsa da yine de şaşırdı. Gerçi reddediceğimi bildiği için sarkastik bir hazırcevap vermeye kendini hazırlamış olabilir.

“-Ne, gelmemi istiyor musunuz istemiyor musunuz?”

“-Saçmalama. Gel tabi, hadi gidelim.”

Bana kızmak yerine kafasını “saçmalama” der gibi salladı ve yanımdan hızla geçti. Arkasından Mimir ve Patrice takip etti, sırtıma birer şaplak attılar. Suzanne ve Timothy de beni peşlerine taktılar. Nedense çok mutlu görünüyorlardı.

 

Maceracılar Loncasına uzak bir barda, altı kişi kupalarını tokuşturuyor.

“-Şerefee!”

“-Şerefe!”

Burası Counter Arrow’un hep geldiği bir barmış. Stepped Leader ile karşılaşmamak için taa buralara geldiler sanıyordum. O adamlar muhtemelen kendi kutlamalarını yapıyorlardır şimdi.

“-Ne o öyle? İçmiyor musun Rudeus?” dedi Sara bardağıma bakarak.

“-….Yaşım tutmuyor.”

“-Uh, tamam? Ne alakası var anlamadım gerçi?”

Etrafımdaki herkes kadeh tokuşturuyor, ben ise meyve suyu yudumluyorum. Keçi sütü meraklısı değilsen civarda bulabileceğin tek alkolsüz içecek bu çünkü…

Timothy “-İçmiyorsak nolmuş yani?” dedi. Benimle aynı içeceği paylaşan tek kişi.

“-Önemli olan eğleniyor olmamız.”

“-Pfft. Her neyse. İçemiyorum demiyonda.”

“-Yok ben içebiliyorum, sadece içmemeyi tercih ediyorum. Arada fark var.”

“-Hahaha!” Timothy ensesini kaşırken Mimir kahkahaya boğuldu..

“-Ah, yüce Tanrım…” Anlaşılan Counter Arrow’un lideri çıtkırıldım birisiymiş, tabii arkadaşları da bunu hatırlatma fırsatını kaçırmıyor tabii.

Bu dünyada içki içmeyen birisine rastlamak sıra dışı. Şimdi düşünüyorum da Timothy karşılaştığım ilk ayık maceracıydı.

“-Tamam tamam her neyse. O karmaşadan sağ sağlim kurtulduğumuz için şükredelim hadi. Başka zaman olsa aramızdan birini kesin orada kaybederdik çünkü.”

“-Haklısın,” dedi Sara, sesinde ufak bir huysuzluk vardı. “-Sen şanslı bir çocuksun Rudeus.”

“-Şanslı demek doğru olur mu bilmiyorum ama daha çok siz çocuklar beni korudunuz gibime geldi…”

“-Evet, koruduğumuz için de şanslısın. Başka birisi olsa seni ölüme bırakırdı.”

Hmm. Acaba bu onun “minnettarlık göster” deme tarzımı? İyi o zaman. Onlara borçluyum sonuçta değil mi? Evet, hadi minnettar olalım.

“-Yaptığınız şey için çok minnettarım,” deyip başımı eğdim.

“-Bana teşekkür etme,” dedi Sara kadehinden bir yudum alıp somurtarak. “-Timothy ve Suzanne’a et teşekkürünü.”

Suzanne bunu duyunca sırıttı ve Sara’ya ufak bir çimdik attı. “-Ah, orasını bilemiyorum. İlk yardıma koşan sendin yanlış hatırlamıyorsam, değil mi? Mimir boşuna uğraşmayalım dedi ama sen geri dönmekte aşırı ısrarcıydın…”

“-Hey! Kapa çeneni Suzanne!” Sara ayağa kalkıp Suzanne’ı başından savmaya kalkıştı; Suzanne ise kıkırdayarak Sara’dan kaçınmaya çalıştı.

“-Bak, bize geçen sefer yardım etmiştin değil mi? İnsanlara borçlu olmayı sevmem, bu kadar basit.”

Kafamı sallayıp gözlerimi Sara’nın bakışlarından kaçırdım ve tesadüf eseri Mimirle göz göze geldim.

“-Uh hey, ben de minnettarım,” dedi tuhaf bir şekilde. “-Seni arkada bırakmayı gerçekten istemedim ama… insanlık hali işte, anlarsın ya?”

“-Evet, evet.”

Mimir’in durum değerlendirmesinde bir yanlış yok. Çünkü günün sonunda diğer herkes gibi benim için Kar Ejderlerine kafa tuttu. Kırk yıl düşünsem böyle bir cesaret göstereceğini bilemezdim.

“-Eh, her neyse sağ sağlim döndüğümüze ve cebimizdeki paralar şıngırdadığına göre bir sorun yok. Önemli olan tek şey bu bana sorarsanız!”

Suzanne’ın sözleri herkesin tebessüm etmesine neden oldu. En azından birkaç saniyeliğine.

“-Evet… Ama o salaklarla karşılaşmamız kötü oldu.”

“-Onların sorunu ne ki? Tamam, Loncadaki en güçlü partiler anladım fakat kendilerini bir şey sanıyorlar.”

“-Labirentlerde sürünüyorlar hep! Bir de üstüne kahramanlık taslıyorlar. Eğer gerçekten Kar Ejderi sürüsü şehre saldırmaya çalışsaydı ordu icabına baksın diye bir birlik gönderirdi!”

“-Ben hala Timothy’e durduk yere yumruk attığı için kızgınım. Hangi parti lideri daha içinde olduğu durumu netleştirmeden bir büyücüye yumruk atar ki?”

Minnettarlık kısmı sona erdiğine göre herkes artık Stepped Leader hakkında dedikodu yapmaya başlayabilir. Bu şekilde içlerini boşaltmaları en iyisi aslında. Timothy bir şekilde ortamı sakinleştirebildi çünkü; Counter Arrow’un ihtiyacı olan en son şey kızgınlıklarının içlerinde birikip Stepped Leader ile kavgaya girmesi.

Ben şikayet etme merasimine katılmadım. İnsanların arkasından konuşmayı sevmiyorum, çünkü ben de eski hayatımda şerefsiz birisiydim. Soldat’ın da kendince sorunları var tabii ki. Tam bir hıyarın teki, ama en azından işini bir şekilde bitirmeyi beceriyor ve sıkı çalışıyor. Partisindeki üyeler de bunun farkında olduğu için o saçmalık karşısında sadece kafalarını salladı. O sırada eşeklik etmiş olabilir ama sırf ufak bir hata yaptı diye onu işe yaramaz, umutsuz birisi olarak damgalayamam.

Tabii, şu an bir şey söylemek pek akıllıca olmaz. Şeytanın avukatı olmanın sırası değil. Kendi fikrimi kendime saklayacağım.

Muhabbete katılmak yerine sükunetle yemeğimi yedim. Ana yemek tam olarak tanımlayamadığım garip bir fasulye yemeğiydi. Ufaktan gelen baharat tadı damak zevkime çok uygun; farkına varmadan karnımı bu yemekle doldurdum.

“-…Eh, her neyse. Umarım ilerde bir gün tekrar iş yaparız Rudeus.”

“-Evet. Baya becerikli birisin sonuçta.”

“-Ah Tabi eğer isterseniz tekrar katılırım.”

Herkes bir süredir balık gibi içki içiyor. Yüzleri kıpkırmızı ve herkes eğleniyor gibi görünüyor. İyi ki gelmişim. Bu tür şeyler eğlenceli oluyormuş. Hayatıma devam etmek için eğlenceye ihtiyacım var.

Dürüst olmak gerekirse şu an kendimi bir deliğe sıkışmış gibi hissediyorum… ama en azından hayattayım. Şükretmem gerek.

“-Ah…” Tam o sırada kapı güm diye açıldı ve üç adam içeri girdi. Onları hemen tanıdım. Özellikle o adamı.

“-Oh.” hemen beni fark ettiler.

Grubun lideri yüzünde iğrenmiş olduğunu belirten bir ifadeyle bana doğru geliyordu. Yanakları kızarmıştı ve düzgün yürüyemiyordu. Bir iki kadeh yuvarlamış gibi görünüyor.

“-hey sen!” sarhoş adam masamızın dibinde durdu ve elini masaya vurdu.

En iyi arkadaşımız Soldat Heckler değil mi bu ya??

“-…Ne istedin?” dedi Suzanne, sesi aniden soğuklaştı.

Sanırım diğerleri Soldat’ın geldiğini fark etmedi. Doğal olarak yarım saat önce arkasından atıp tuttukları adamı karşılarında görünce hoş karşılamadılar tabii ki.

“-Bak, ben sadece… mağarada kontrolu kaybetmiştim tamam mı? O yüzden… buraya sizinle barışmaya geldim.” Soldat’ın gözleri odaklanamıyordu ve sesi biraz kabaydı. “-Sanırım… orada kaba davrandım. Özür dilerim o konuda. Ne olduğunun… farkında değildim, anlarsın ya?”

Şaşırdım, ağzından çıkanlar özür sözleriydi, özür diliyordu. Counter Arrow’un üyeleri şaşkınlıkla birbirine bakıyordu o sırada.

Sonra Soldat kaşlarını çattı ve Timothy’e parmak doğrulttu. “-Ayrıca…! Senin suratını beğenmiyorum, adamım. Çok fazla gülümsüyorsun, lanet olası! Çok aşağılık! Karşılık vermek yerine yumruğu yemeyi kabullendin, ama şikayetçi bile olmadın!? Bundan nefret ediyorum. Tamam, ortamı sakinleştirmeye çalışıyordun, anladım! Ama bazen erkek adam dediğin karşılık vermesini bilmeli dostum!”

“-Uh…evet. Sanırım haklısın. Suzanne da bana hep aynısını diyiyor aslında. Bunu not etmem gerek.”

“-Eveet! Not et! Aklına kazı!” Soldat, Timothy’nin omzuna bir şaplak attı, biraz sert bir şaplaktı doğrusu. Timothy tuhaf bir şekilde gülümsedi ve ensesini kaşıdı. Suzanne ve diğerleri olan biteni hiç tepki vermeden izliyordu. Sanırım kimse ondan böyle bir durumu sakinleştirmesini beklemiyor. Ben de beklemiyorum doğrusu.

Rahatlayıp kafamı salladım, Soldat aniden bana döndü.

“-Quagmire!”

İrkildim, çağrıldığım için şaşırdım. Adamı sinir mi ettim bilmeyerek?

“-Uh, evet?”

“-Timothy bi kenara… ama sana katlanamıyorum çocuk.” dedi ve adam bana hakaret yağdırmaya başladı. “-Senin sorunun ne be? Neden başkalarının senin hakkındaki düşüncelerine bu kadar önem veriyorsun!”

Vesayre vesayre.

“-Ah ulu tanrım bir de yüzündeki sırıtış, ürkütücü! Onun bir tür gülümseme mi olması gerekiyor? Eğer öyleyse üzerine çalış derim evlat! Gözlerindeki ezikliği görebiliyoruz!”

Vesayre vesayre.

“-Kendini dünya üzerindeki en üzgün küçük çocuk falan mı sanıyorsun? He?!”

Konuşmaya devam ettikçe ses tonu da yükseldi. Çok geçmeden sesi bardaki diğer herkesin sesini bastıran bir hal aldı.

“-One öyle, kavgamı var?”

“-Ha ha! İndir onu evlat!”

Soldat “-Kapayın çenenizi sizi gerzekler!” diye kükredi ve kalabalığı sessizliğe boğdu.

“-Dinle beni Quagmire. Sen —”

“-Hadi ama Sol. Rahat bırak çocuğu.” Soldat sayıp söverken üstüme yürümeye başlayınca arkadaşlarından biri onu kolundan tutup geri çekti.

“-Sikeyim seni! Bu velet dünyadaki hiçkimsenin kendisinden daha üzgün olmadığını sanıyor! Ne yaşadın bilmiyorum Quagmire ama sen içimi karartıyorsun be dostum! Sorunlarınla yüzleşecek göt yok olum sende! Bir de çıkmış havalı yalnız kurtlar gibi takılıyorsun etrafta! Kuralların sana işlemediğini falan mı sanıyorsun he?! Bıktım senden be! Hasta ediyorsun beni!”

Ağzından çıkan sözler kalbime bıçak darbeleri gibi indi. Geçen dakikalar içinde bacaklarım titremeye başlamıştı; Kucağımda yumruğumu sıkıyordum, vücudum ve boğazım titriyordu. Falat konuştuğumda sesim tuhaf bir şekilde sakin çıktı. “-Özür dilerim. Varlığımın seni rahatsız ettiğini bilmiyordum. Seninle aynı ortamda olmamak için çaba gösterceğim bundan sonra.”

Her nedense bu Soldat’ın daha da sinirlenmesine ve masaya vurup ikiye ayırmasına neden oldu. Parçalanmış odun ve yenmemiş yemek etrafa saçıldı ve yediğim fasulye çorbası kucağıma döküldü.

“-Ne demeye çalışıyorsun? Beni kızdırmaya mı çalışıyorsun velet! Hep böyle yapıyorsun! Tek yaptığın kendini pazarlamak, sonra paranı hak etmiyormuşsun gibi davranmak! Aziz gibi davranmak hoşuna mı gidiyor he?! Hayatta hepimizin paraya ihtiyacı var allahın belası!”

Cevap vermedim. Sessizlik, verebileceğim tek cevapmış gibi geldi. Bunun gibi bir insanla konuşmaya çalışmanın bir anlamı yok.

“-Siktir. Özür dilerim, çok içti bugün… hadi gidelim Sol!”

“-Kapa çeneni! Bırak beni! Hadi ama Quagmire! Salla bi yumruk, neden yapmıyorsun he? Sinirlisin değil mi, değil mi? Hadi, vur bana o zaman! Pislik içinde oturup ne kadar üzgün olduğunu pazarlama da vur hadi, hadisene!”

Aşağı bakıp fırtınanın geçmesini bekledim. Kavgaya girmenin hiçbir anlamı yok. Soldat’ın beni kışkırtması bana hiçbir şey kazandırmaz. Sarhoşlarla başa çıkmanın tek yolu onları tamamen görmezden gelmektir. Sadece beklemem gerek. Bu kadar basit, gerçekten.

“-Sol, hadi ama sakinleş! Aşırıya  kaçıyorsun!”

“-Bırak beni! Hey Quagmire! Eğleniyor musun orada? Madem hayattan bu kadar nefret ediyorsun o zaman git bi bok çukurunun içinde geber! En azından yüzünü görmek zorunda kalmam!”

Arkadaşları, Soldat’ı dışarı sürüklediler. Ben hala aşağı bakıyordum. Kucağıma dökülen çorbama bakıyordum. Cebimdeki kutsal yadigara sıkı sıkı tutundum ve kafamı boşaltmaya çalıştım. Sara ve diğerleri çorbayı üzerimden temizleyene dek o pozisyonda kaldım.

Sara “-O, hıyarın teki,” diye homurdandı.

Tek yapabildiğim yavaşça kafamı sallamaktı.

 

 

Sara

Odama döndüğümde öfkeden kuduruyordum. İçeri girer girmez yayımı ve oklarımı masaya fırlattım, kıyafetlerimi sinirle çıkardım ve kendimi yatağa attım.

“-Yavşak herif!”

Soldat’ı gözüme getirdikçe sinirden kıpkırmızı oluyordum. “Erkek adam dediğin yumruk sallamasını bilecekmiş!” Saçmalık! Timothy’nin bizim için hergün ne mücadeleler verdiğini bilmiyor! O sürekli takındığı gülücük onun silahı! Suzanne bana anlatmıştı. O adam, Timothy’nin ne yaptığını anlayamıyor bile. Onu eleştirmeye hakkı yok.

Tamam, bazen karşılık vermek zorunda kalabilirsin. Ama parti liderinin görevi gereksiz kavgaları önlemek ve yoldaşlarını güvende tutmak değil mi? Soldat o konuda eksik kalıyor baya. Harabedeyken kavgaya girişseydik ne olacağını düşünüyordu ki? Hepimizi kolaylıkla doğrayıp işin içinden çıkabileceğini mi sanıyordu? O herif çok kibirli. Harabe labirent gibi inşaa edilmişti, ve çıkışların hiçbirini bloke etmemişti; nasıl bizi yenebileceğini düşünüyordu?

Gördüğüm kadarıyla liderlik yeteneğini geliştirmesi gereken Timothy değil o ahmak herif asıl.

Ayrıca… neden gitti de durduk yere Rudeus’a sataştı ki onca insan arasından? Rudeus gerektiğinde cesurca savaşabiliyor. Biz kaçalım diye onca canavarın karşısında durdu bir kere. Soldat bunu bilmiyor. Rudeus’u hiç işini yaparken görmedi. O zavallı çocuğu azarlamak ona mı düşer?

Tamam, Rudeus bazen insanın sinirini bozabiliyor. Ve Timoty’nin aksine asla kendi hakkını savunmuyor, ve insanın her gördüğünde yüzünü ekşitmesine neden olan o sahte gülücüğü yüzünden hiç eksik etmiyor.

Ama yine de…

Şu anda nedense farkında olmadan Rudeus’un haklı olduğunu düşünmeye başladım. Neden böyle düşünüyorum? O veletten nefret etmiyormuydum?

Belki etmiyorumdur.

Hayır, çok saçma. Belki Soldat’tan nefret ettiğim içindir? Evet. Bu yüzden olmalı. Rudeus, Soldat’dan daha az kötü; o yüzden onun tarafını tutuyorum. Bu kadar basit.

Dahası, Rudeus asla bize onun yaptığı gibi kötü davranmadı. Timothy ve diğerlerine hep saygıyla yaklaşıyor,  büyü alanında muhteşem yetenekleri var ve asla kendisini bizden üstün görmüyor. Her görev aldığımızda bize katılıyor ve işler çirkinleşince kaçmamız için bize zaman kazandırıyor…

“-…Bekle biraz. Burda bir terslik var sanki.”

Rudeus soylu doğmuş birisi. Ama asla onlar gibi davranmıyor, önemli değil gerçi.  Zengin doğmuş ki bu kötü bir şey. Maceracılık oynamak isteyen zengin çocuklardan hep nefret etmişimdir. Soylulardan da nefret etmişimdir hep. Memleketim onların ihmalkarlığı yüzünden mahvoldu. Canavarlar ormandan köyümüze akın ederken yardım etme tenezzülünde bile bulunmadıalr. Şövalyelerini bizi kurtarması için göndermediler.

Anne ve babam onlar yüzünden öldü. Köyümüzü koruması gereken o adam olacak herif…. bizi ölüme terk etti.

O zaman hissettiğim çaresizliği asla unutamam. Asla.

Evet. Asla unutamam.

Soylulardan nefret etmek için haklı bir sebebim var. Rudeus da bir soylu o yüzden ondan da nefret etmem gerekir.

“-…Ama Rudeus bizim için canını ortaya koydu…”

İlk önce Ferli Ayılara karşı durdu. Sonra da Kar Ejderlerine. Canını kurtarmak için kaçmadı hiç, sonunda ölebileceğini bilsede. Bizi koruma yükümlülüğü yok. Counter Arrow’a üye bile değil. Yine de, bizi kurtarmaya çalıştı. Zaman kazandırmaya çalıştı.

Sonra onu bizim için savaşırken gördüm… Onu kurtarmak için geri döndüm. Öldüğünü görmek istemedim.

Daha önce ölmesini istemedim tabii ki de. Ancak yine de… onu kurtarmak için dönmemem ben bile şaşırdım.

Eğer ondan nefret etseydim neden orada ölüme terk etmedim?

“-…Off. Sikeyim böyle işi.”

Son zamanlarda Rudeus a ne zaman baksam yer ayağımın altında sallanıyor gibi oluyor. Soylulardan nefret ediyorum ama ondan nefret edemiyorum. Bunla nasıl başa çıkacağım hiçbir fikrim yok. Neden nefret ettiğini hatırlamıyorum bile. Her şey allak bullak oldu.

Ama neticede…

Evet, doğru. Tamam be. İtiraf etmeliyim sanırım. Rudeus’dan nefret etmiyorum.

Hıyarın tekinin peydahladığı bir çocuk olabilir ama o çok farklı biri. Ondan nefret etmiyorum. Bu kadar sanırım. Onun için bu kadarını yaparım. Onu sevmeye falan asla çalışmam.

Birisinden nefret etmek ile birisini sevmek arasında dağlar kadar fark vardır.

“-Rudeus dan gram hoşlanmıyorum.”

Bu gerçeği kendime hatırlattığıma göre artık rahatlıkla uykuya dalabilirim.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.