İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 10: Ekstra Bölüm 2
Ekstra Bölüm II:
Ariel’in Ölümü
Adım Gustaf. Asura Krallığı’nın başkenti Ars şehrinde yaşayan, mütevazı bir bilgi simsarıyım.
“Mütevazı” diyorum ama, bu kendimi küçük gördüğüm anlamına gelmiyor. Aslında, yaptığım işte acayip iyi olduğumu söyleyebilirim. Bedeli ödendiği sürece, Asura sınırları içinde gerçekleşen herhangi bir şey hakkında bilmek istediğiniz her şeyi bulabilirim.
Yakın bir zaman içinde, bir söylentiye kulak misafiri oldum.
Şu tarz bir şeydi: İkinci Prenses Ariel Asura, Ranoa Büyü Üniversitesi’ne kayıt yaptırmaya giderken kimliği belirsiz saldırganlar tarafından öldürülmüştü.
Oldukça zeki olduğumdan, bu “haberin” Ariel’in en azılı rakibi Prens Grabel tarafından kasıtlı olarak şehre yayıldığını hemen farketmiştim.
Yaklaşık bir ay önce, Ariel görünüşte yurtdışında okumak üzere Ars’tan ayrılmıştı. Gidişi sessiz sedasız olmuştu. Başkent sakinleri arasındaki popülaritesi nedeniyle, büyük bir veda töreni girişimi tamamen kontrolden çıkabilirdi. Güya bu yüzden şehirden gizlice ayrılmıştı. Muhafızlar ve hizmetliler de dahil, ona eşlik edenlerin sayısı sadece on yedi kişiydi. Bu, bir kraliyet prensesi için çok ufak bir koruma ekibiydi. Ancak, hem kötü şöhretli playboy Luke Notos Greyrat’ı hem de “Sessiz Fitz” olarak bilinen son derece dikkat çekici korumayı içerdiğinden, bilgi ağımı kullanarak ayrılış haberlerini hızlı bir şekilde öğrenmiştim.
Tabi o zamana kadar, Ariel’in kraliyet sarayındaki bir güç mücadelesini kaybettikten sonra sürgüne gönderildiğine dair söylentiler çoktan yayılmıştı. Ve şimdi, birkaç hafta sonra, bu yeni söylenti ortalıkta dolaşmaya başlamıştı.
Prenses gerçekten de suikasta uğramış olsa bile, haberi çok çabuk yayılmıştı. Faillerin ismini verebilecek bir tanık olsa sıkıntı yoktu, ama elimizde sadece “kimliği belirsiz saldırganlar” ve anonim bir kaynak vardı.
Böylesine uyduruk bir söylentinin şehirde bu kadar hızlı yayılması, kasıtlı olarak yayıldığını yeterince kanıtlıyor gibiydi.
Profesyonel bir doğru bilgi sağlayıcısı olarak, etrafı araştırıp gerçeği ortaya çıkarmak için yanıp tutuşuyordum. Ancak, istediğim son şey bu durumdan sorumlu olan entrikacı soylunun dikkatini çekmek olduğundan, bu konuyu fazla kurcalamamaya karar verdim.
Ancak… Ariel’in ölüm söylentisi yayılmaya başladıktan kısa bir süre sonra, belirli bir kişi beni ziyaret etti.
Bu adam beni ve birinci sınıf bir bilgi simsarı olarak ünümü biliyordu. Ben de onun, Prenses Ariel’i destekleyen soyluların lideri olan Pilemon Notos Greyrat’ın hizmetkârı olduğunu fark ettim. Esas görevi efendisine güncel istihbarat sağlamaktı. Elbette beni görmeye kılık değiştirerek gelmiş ve sahte bir isim kullanmıştı, ama hiç zahmet etmesine gerek yoktu.
İlk başta beni şüpheli bir tip olarak görüyor gibiydi ve benimle oldukça küçümseyici bir şekilde konuşuyordu. Sonunda ona kim olduğunu tam olarak bildiğimi söylediğimde, başını eğdi ve bana bir iş teklifi sundu.
Bilhassa, Prenses Ariel’in gerçekten ölüp ölmediğini öğrenmemi istiyordu.
Açıkçası, bu beni oldukça şaşırtmıştı.
Ariel’in kendi müttefiklerinin bile, onunla olan tüm bağlantılarını kaybettiği ve güvende olup olmadığını bile bilmedikleri aklıma bile gelmezdi. Benim gibi zeki birisi bile ara sıra biraz yanılabiliyor. Başlangıçta tüm bu karmaşadan uzak durmayı seçmiştim… ama yine de işi kabul etmeye karar verdim.
Neden…? Diye sorabilirsiniz.
Parası çok iyi olduğu için, tabi ki.
***
Prenses Ariel’in yolculuğunun izini sürerek başladım.
Başkentten ayrıldıktan sonra, grubu doğrudan kuzeye, Ranoa yönüne doğru gitmişti.
Büyü Üniversitesi’ne kaydolacağına dair yalanlar yaydıktan sonra tamamen farklı bir yöne kaçmış olabileceği ihtimalini de düşünsem de, durum pek öyle görünmüyordu.
Ariel’in izini takip edip bilgi topladıkça, başka bir grubun onu takip ettiğini fark ettim. Bazı insanlar, Prensesin grubunun kasabalarından geçtiği sıralarda siyah giyimli şüpheli kişiler gördüklerini söylediler. Ayrıca, Ariel rotası üzerindeki bir sonraki kasabaya ulaşana kadar bir ya da iki korumasını kaybetmiş gibi görünüyordu.
Yine de bu beklenmedik bir şey değildi. Yolculuğu sorunsuz geçseydi, müttefikleri telaş içinde onun durumu hakkında haber almaya çalışmazdı.
Birbiri ardına korumalarını kaybetmesine rağmen, Ariel kuzeye doğru ilerlemeye devam etmişti. Grubu on kişiye indiğinde, nihayet kuzey sınırındaki kontrol noktasına ulaşmıştı. Burası, Red Wyrm’in Yukarı Çenesi olarak bilinen vadinin hemen güneyindeki büyük bir ormana yaslanmış, sağlam ve iyi korunan bir karargahtı.
Burada, Ariel’in gelişini çok net hatırlayan bir adamdan, yararlı bir görgü tanığı ifadesi elde edebilmiştim.
Sınır Kontrol Memuru Smily Gatlin’in İfadesi
O gün berbat bir ruh halindeydim. Gerçi diğer günlerde de pek farklı bir halde olmazdım. Ne de olsa o zamanlar işimin bana hiç yakışmadığını düşünüyordum.
Ha? Tam olarak ne iş yaptığımı mı soruyorsun? Çoğunlukla sıkıcı angarya işler. Asuran bölgesinden ayrılmak isteyen yolcuların belgelerini kontrol ediyorum. Bazen, yolcuları ya da eşyalarını arayarak kaçak mal kontrolü yapıyorum. Ancak, elbette, bu kontrol noktasından geçenlerin büyük çoğunluğu ya maceracılar, paralı askerler ya da garip bir nedenle kuzeyde iş yapmak isteyen tüccarlar. Tüccarların çoğunun belgeleri geçerli, maceracılar ise lonca kartlarını belge olarak kullanabiliyorlar.
Paralı asker gruplarına ve ilk kez seyahat edenlere geçiş izni verilmeden önce resmi bir denetim sürecinden geçmeleri gerekiyor, ancak bu benim işim değil.
Onları sadece başka bir memura yönlendiriyorum. Ve azılı bir suçlu ya da benzeri bir şey olmadığınız sürece, işlemleriniz kısa süre içerisinde tamamlanıyor. Kontrol noktasının bu tarafında bu tür şeyler konusunda çok katı değiliz. Ne de olsa Asura’ya girmek isteyenlerin sayısı çıkmak isteyenlerden çok daha fazla.
Teknik olarak, sahte belgelerle sınırı geçmeye çalışan suçluları durdurmaktan da sorumluyum, ancak bu tür kaba işler de benim görev alanıma girmiyor. Bu tarz sorunlarla askerler ilgileniyor.
Ancak daha önce de söylediğim gibi, büyük bir suçlu olmadığınız sürece geçiş izni almanız genellikle çok zor değildir. Zaten o tür insanlar genellikle arananlar listesindedir. Bir kontrol noktasından geçme riskini almak yerine, genelde sınırdan geçmek için kaçakçıları kullanıyorlar.
Ve tabii ki, kaçakçılık şebekelerini avlamak ve ortadan kaldırmak da benim iş tanımımda yok.
Hiçbir memnuniyet vermeyen ve acı verici derecede sıkıcı bir işim var. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, burada asla takdir görmeyeceğimi biliyordum. Bu yerde yaşlanma düşüncesi beni tamamen perişan ediyordu.
İş arkadaşlarım sayılan askerlerle aramın kötü olmasının da bir faydası olmuyordu. Ben onları embesil olarak görüyordum, onlar da beni egosu büyük, zavallı bir hanım evladı olarak görüyorlardı. Komuta zincirlerimizin tamamen ayrı olması işleri daha da kötüleştiriyordu.
Ben, başkentteki prestijli bir aristokrat akademisinden mezun olmuş birisiydim. Yeteneklerimin bu dağ başında boşa harcandığı açıktı… ya da o zamanlar içtenlikle öyle düşünüyordum.
Prenses Ariel’in grubu hatırladığım kadarıyla öğlen saatlerinde geldi.
İlk başta tek gördüğüm, yedi muhafızın yaya olarak eşlik ettiği iki kişilik lüks bir arabaydı. Öndeki şoförü ve içerideki iki potansiyel yolcuyu da sayarsak, toplamda on kişilik bir grup gibi görünüyordu.
İlk aklıma gelen, bir soylunun bir tür gezintiye çıktığı oldu. Ancak, burası Krallığın sınırıydı.
Bu kontrol noktasının ötesinde sadece Kuzey Bölgeleri olarak bilinen, kar ve canavarlarla dolu tehlikeli yabancı topraklar vardı. Soylular bazen uzak yerlere giderken buradan geçerlerdi, ama her zaman en az üç araba ve yirmi ya da daha fazla muhafız getirirlerdi.
Belki de seçkin bir maceracı grubu kiralayarak daha azıyla yetinebilirdiniz, ama bunlar çok savaş görmüş tecrübeli bir grup gibi görünmüyordu. Hepsi yolculuk için giyinip kuşanmıştı, ama bazılarının uzun yolculuklara alışık olmadığı belliydi. Bazıları ise koruma olamayacak kadar cılız görünüyordu.
Belki de bu bir gezi değildi. Bu kontrol noktası ile bir işleri olması mümkün müydü? Yüksek rütbeli bir lordun gizli bir teftiş yapma ihtimalini asla göz ardı edemezdiniz.
Şimdilik her zamanki gibi devam etmeye karar verdim. “Belgelerinizi görebilir miyim lütfen?”
“Buyurun.”
Sorduğum soruya yanıt, grubun en başında duran genç bir adamdan geldi. Benim gözümde bile oldukça yakışıklıydı, ama yüzünde yorgunluk belirtileri açıkça görülüyordu. Özellikle gözlerinin altındaki koyu halkalar göze çarpıyordu.
Tam o anda, burada bir gariplik olduğunu hissettim.
Belgeler ile ilgili herhangi bir sorun yoktu. Asura Krallığı tarafından düzenlenmiş, geçerli bir Notos aile damgası ile damgalanmış gerçek bir belgeydi. Her şey mükemmel bir şekilde düzenliydi. Normalde hiç düşünmeden geçmelerine izin verirdim.
Ama yakışıklı genç adamın yüzü beni tereddüt ettirdi. Bu yüzü daha önce bir yerde gördüğüme yemin edebilirdim. Sonradan anladım ki, bunun nedeni onun Prenses Ariel’in ünlü koruyucu şövalyesi Luke Notos Greyrat olmasıydı. Sanırım onu daha önce hiç bu kadar yakından görmediğim için tanıyamamıştım.
Her halükarda, bana belli belirsiz tanıdık gelen herkesi gözaltına almayı profesyonel bir alışkanlık haline getirmiştim. Ne de olsa, son zamanlarda hafızama kaydettiğim yüzlerin çoğu aranan suçluların tasvirlerinden oluşuyordu. “Üzgünüm ama arabanızın içine bir göz atabilir miyim?”
Sözlerim üzerine, kontrol noktasının etrafında duran birkaç asker çıkışları kapatmak için harekete geçti. Evet, aramız pek iyi değildi, ama böyle zamanlarda her zaman görevlerini yerine getirirlerdi. Arabanın etrafındaki korumalardan birkaçı bu gelişme karşısında gözle görülür bir şekilde gerildi. Gerçekten bir haydut çetesiyle karşı karşıya olup olmadığımı merak ederken, ben de hafifçe gerildim.
Yakışıklı genç adam başını yavaşça salladı. “Bazı olağanüstü durumlar nedeniyle, içerideki yolcunun tamamen gizli kalması gerekiyor.”
Elbette buna izin vermemiz mümkün değildi.
Talebimi biraz daha sert ifadelerle tekrarladığımda, genç adamın yüzü acı bir şekilde buruştu. Arkadaşlarından bazıları da -özellikle yolculuğa daha alışkın görünenleri- bana ters ters baktı ve ellerini taşıdıkları kılıçlara götürdü. Hareketleri usta savaşçılar kadar hızlı değildi, ama içimden bir ses onların da birçok dövüşe girdiğini söylüyordu.
Özellikle, yakışıklı liderin hemen arkasında duran beyaz saçlı, kısa boylu çocuk gerçekten oldukça korkutucu görünüyordu. Taşıdığı tek silah, yeni başlayanların temel büyü pratiği yapmak için kullandığı türden küçük bir asaydı, ancak duruş şekli, tecrübeli bir kıdemli askerin temkinliliğine sahip, gerçekten ölümcül bir savaşçı olduğunu gösteriyordu. Sanırım o “Sessiz Fitz” dedikleri kişiydi. Yaşımın yarısından bile küçük bir çocuktan bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyordum.
Tecrübelerim bana, böyle bir grubun karargahımıza ciddi zarar verebileceğini söylüyordu. Askerlere onları hemen tutuklamalarını mı emretmeliydim, yoksa başka bir seçenek var mıydı?
Ben tereddüt ederken, arabanın içinden birisi konuştu.
“Kes şunu, Luke.”
Altın gibi bir sesti. Sesi beynimi allak bullak etmişti.
Neredeyse hipnotize edici bir etkisi olduğunu düşünüyorum. O an, gerçekten o sesi sonsuza kadar dinlemek istemiştim.
Daha önce duyduğum bir sesti, tanıdığım bir ses.
On yıl önce, akademimin başkentteki mezuniyet töreninde, belli bir şahsiyet okul birincimizi tebrik eden bir konuşma yaparken duymuştum. Konuşması ne kadar kısa olsa da, asla unutmamıştım. Asla.
O an, orada bulunan neredeyse her bir mezunun, daha sıkı çalışmadıkları için kendilerine lanet ettiğini düşünüyorum.
“Bu adamlar sadece görevlerini özenli bir şekilde yapıyorlar.”
Arabanın kapısı açıldığında, omurgamdan aşağıya doğru büyük bir ürperti hissettim.
İstesem de onu unutamazdım.
Mezuniyet törenimize onur konuğu olarak katılan genç prensesi, şimdi bile net bir şekilde hatırlıyordum. Ona ve bu krallığa hizmet edeceğim düşüncesinden duyduğum sevinci hatırladım. Bu gururlu ülkenin saflarına katıldığım için kendimi ne kadar ayrıcalıklı hissettiğimi hatırladım.
Öleceğim güne kadar onu hatırlayacağım. “Ö-Özür dilerim, Majesteleri…”
O altın saçlı prenses, çocukken bile göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahipti
ve şimdi karşımda eskisinden çok daha güzel bir şekilde duruyordu. Hiç düşünmeden, anında tek dizimin üzerine çöktüm.
Hiçbir şüphe yoktu. Bu kişi, Asura Krallığı’nın İkinci Prensesi Ariel Anemoi Asura’ydı. Kraliyet ailesinin en sevilen üyesiydi ve düzenli olarak başkentteki etkinliklere katılıp vatandaşlarını destekliyordu. Burada görev yapan askerlerin çoğu muhtemelen geçmişte bir yerde onu uzaktan görmüştü. Ama hepimizin ilk defa onu bu kadar yakından gördüğü kesindi.
“Buna hiç gerek yok. Hatırladığım kadarıyla, bir sınır karargahında görev yapan hiç kimsenin, olağan görevleri sırasında diz çökmek zorunda olmadığına dair bir yasa var.”
Prenses bu sözlerle arabasından dışarı çıktı.
Etrafımızdaki askerlerin neredeyse tamamı beni örnek almış ve tek dizlerinin üzerine çökmüşlerdi. Ancak Prenses Ariel’in de belirttiği gibi, bazı özel durumlar hariç, burada görev yapan hiç kimsenin diz çökmesi beklenmiyordu. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama, uzun yıllardır bu şekildeydi. Burada çalışmaya başladığımdan beri, rütbesi ne olursa olsun hiç kimsenin önünde diz çökmedim. Ayrıca askerlerden herhangi birinin diz çöktüğüne de ilk kez şahit oluyordum. Ve hiç kimse bizi bu konuda azarlamamış ya da bizi buna zorlamamıştı.
Ancak elbette, bunun gerekli olmaması yasak olduğu anlamına gelmiyordu. Olduğumuz gibi kaldık ve başımızı Ariel’e doğru eğdik. Yapmamız gereken şey buymuş gibi hissetmiştik.
“P-Prenses Ariel, ben…böyle bir sınır kapısına… neden bu kadar küçük bir grupla geldiğinizi sormam gerektiğini düşünüyorum.”
“Size önceden bir şey söylenmedi mi?”
Elbette burada garip bir şeyler döndüğünü biliyordum ve Ariel’in söylediklerinden yola çıkarak hafızamı yokladığımda, bundan yaklaşık bir ay önce yaşadığım bir olay aklıma geldi.
Bu kontrol noktasının genel komutanı elbette ne bendim ne de doğrudan amirim olan Kıdemli Sınır Kontrol Memuru’ydu. Bu kişi, aynı zamanda yakınlarda bulunan bir kasabanın başkanlığını da yapan bir soyluydu. Bu kasaba, seyahat eden yolcuların konaklama bulabileceği en yakın yerdi. Adam bazen buraya aylarca uğramazdı, ama gerekli gördüğü zamanlar bize birkaç emir vermek için yanımıza gelirdi.
Son ziyaretinde bize şöyle demişti: “Önümüzdeki birkaç ay içinde çok asil bir şahsiyet bizi ziyaret edebilir.” “Asil şahsiyet” ifadesinden yola çıkarak, bu ziyaretin bir sürü hizmetliyle çevrili düzinelerce arabadan oluşacağını hayal etmiştim, bu yüzden prensesi görene kadar olayı hatırlamamıştım bile.
“Bana çok asil bir şahsiyetin gelebileceği söylendi, evet…”
“Sana söylenenlerin hepsi bu muydu?”
Sorusu o ana dair hatıralarımı daha da netleştirmişti.
Adam aslında bir şeyler daha söylemişti: “Bu şahıs büyük olasılıkla sınırı geçip kuzeye kaçmaya çalışacaktır. Ancak, buna izin vermemelisiniz.
Gruplarını sınırdan geçirmemek için bir bahane bulun ve onları birkaç gün kasabada bekletin.”
Geçmesine izin vermemem emredilmişti. Onu burada durdurmam. Başka bir deyişle, onun ölümünü garantilemem emredilmişti.
Bu tarz bir emri ilk kez almıyorduk. Başkentte işleri batıran soyluların kuzeye kaçmaya çalışması nispeten yaygındı ve böyle durumlarda komutan bize benzer talimatlar verirdi. Bazen geçmelerine izin vermemiz söylenirdi ve kuzeye güvenli bir şekilde ulaşırlardı. Ancak bazen bize onları bir süre geciktirmemiz söylenirdi ve sınırın hemen ötesindeki ormanda kaçınılmaz olarak “kaybolurlardı”.
Başkentte doğdum ve büyüdüm, ama halktan biri olarak dünyaya geldim. Kraliyet sarayı ve gruplaşmaları hakkında çok az şey biliyorum. Elbette tüm soyluların, güç elde etmek uğruna sürekli olarak şiddetli mücadeleler içerisine girdiğinin farkındaydım.
Amirimin, belirli firarileri para karşılığında ya da rastgele ölüme göndermediğini söyleyebilirdim. Yaşayanlar hiç şüphesiz onun müttefiki olan soylu gruplarına mensuptu, ölenler ise onun düşmanlarına sadıktı.
Bu sevimli genç prenses, amirimin müttefiklerine karşı bir savaş kaybetmişti ve şimdi kaçıyordu. Bu açık ara en olası ihtimal gibi görünüyordu.
“Sorun nedir? Cevap ver bana.”
Bir an için düşünceler içinde kayboldum.
Parlak bir şekilde gülümseyip şu şekilde cevap vermek oldukça kolay olurdu;
“Hayır. Bana sadece size son derece nazik davranmam söylendi. Ancak, belgelerinizde ufak sıkıntılar var gibi görünüyor. Bunu çözmek biraz zaman alabilir, bu yüzden lütfen yarın tekrar gelebilir misiniz?” Geçmişte bunu hep böyle yapmıştım. Onu geciktirmeyi haklı çıkaracak küçük bir ayrıntı bulmak benim için zor olmazdı.
Ama aynı zamanda yapmam gerekenin bu olup olmadığını merak ediyordum.
Burada, bu sıkıcı sınır karakolunda yaptığım işin amacı neydi?
Kesinlikle kayda değer bir şekilde “ülkeme hizmet etmiyordum”. Düşüncesi bile saçmaydı. Bu işte geçirdiğim onca zaman boyunca bir kez bile böyle bir düşünce aklımdan geçmemişti.
Yine de, tüm olumsuz düşüncelerime rağmen, hayatımda gerçek bir vatanseverlik coşkusu hissettiğim bir an vardı. Daha önce de söylediğim gibi bu, Prenses Ariel’i ilk kez mezuniyet törenimde gördüğümde olmuştu. O gün kendimi gerçekten de gururlu ve büyük bir ülkenin küçük bir parçası olarak görmüştüm. Ülkeme ve Prensesime hizmet etme düşüncesi bana neşe vermişti.
Şimdi bu hisleri hatırladığıma göre, kendime şunu sormam gerekiyordu: Gerçekten geri adım atmaya ve bu genç prensesi kaderine terk etmeye razı mıydım?
Cevap anlık ve kesindi. Tereddüt etmeme gerek yoktu. “Bana o soylu kişiyi burada durdurmam ve yakındaki kasabada birkaç gün beklemelerini sağlamam söylendi.”
Prensesin tüm muhafızları bu sözlere gözle görülür bir tepki verdi, ama Ariel’in kendisi tamamen sakin ve soğukkanlıydı.
“Anlıyorum. Peki siz ne yapmayı planlıyorsunuz?”
“Herhangi bir şey yapmayı planlamıyorum”
“Emirlerinizi yerine getirmeyecek misiniz? Ne kadar tuhaf olurlarsa olsunlar, onları görmezden gelmek kafanızın kopmasına neden olabilir.”
Sözlerindeki açık sözlülük karşısında hafifçe gülümsemeden edemedim. “Emirlerim mi, hanımefendi? Neyden bahsettiğinizden emin değilim. ‘Çok asil bir şahsiyetin’, tek bir eski püskü at arabası ve 10’dan az muhafızla yabancı bir ülkeye gitmesi kulağa pek mantıklı gelmiyor.
“Oh?”
“Şu anda sadece, adını bile bilmediğim ve oldukça süslü genç bir hanımefendi ile uğraşıyorum. Bu arada, bana kim olduğunuzu söyleyebilir misiniz?”
Prenses Ariel içten ve keyifli bir şekilde gülümsüyordu. Belki o da bu saçmalıktan neredeyse benim kadar zevk alıyordu.
“Ben Ariel Canalusa. Düşük rütbeli bir soylunun tek çocuğuyum.”
“Pekala o zaman, Canalusa Hanım. Sizi kuzeye getiren nedir?” “Büyü Üniversitesi’ne kaydolmak için Ranoa’ya gidiyorum.”
“Öyle mi? Geçişinizle ilgili bir sorun görmüyorum, lütfen devam edin. İyi yolculuklar.”
“Teşekkür ederim.”
Prenses Ariel küçük, zarif ve kesinlikle kraliyete yakışır bir selam vererek arabasına geri döndü. Şöför atları hemen harekete geçirdi ve biraz şaşkın görünen muhafızlar aceleyle arabanın yanında ilerlediler.
“Pekala. Sırada kim var?”
Bu sözler ağzımdan çıkarken, birkaç gözün üzerimde sabitlendiğini fark ettim. Aslında, bölgedeki neredeyse her asker bana doğru bakıyordu.
Acaba bu konuda çok mu aceledi davrandım diye düşünmeye başladım.
Bu adamların hepsi görevlerine sadıktı. Onlar benim gibi değillerdi – başkentte tüm emirlere hiç düşünmeden uymak üzere eğitilmiş ahmak savaşçılardı.
Bu kontrol noktasında teknik olarak benim komutam altında olsalar da, esasında ben tamamen farklı bir departmana aittim. Kendi üstlerinin, Ariel’in geçmesine izin vermemelerini doğrudan emretmiş olması oldukça mümkündü. Bu durumda, benim itaatsizliğimin onlar için de sonuçları olacaktır. Prenses Ariel oldukça öncelikli bir hedef olduğundan, yetkililerin onun gelebileceğine dair askerlere haber göndermiş olması hiç de şaşırtıcı olmazdı.
Kendimi elimden geldiğinde hazırladım. Bu adamların, yaptıklarımı ortaya çıkarmadan önce beni eşek sudan gelinceye kadar dövmeleri oldukça mümkündü. Ne de olsa kızın geçmesine izin vermek benim tek taraflı kararımdı.
Ben dudağımı ısırırken, adamlardan biri yavaşça bana yaklaştı.
Bu, avludaki tüm askerlerin kaptanıydı. Bu arada, omuzları benimkinden aşağı yukarı üç kat daha genişti.
Bir tava kadar geniş ve ağır olan elini kaldırdı… ve sonra sırtıma vurdu.
İleri sendeledim, ama beni şaşırtan şey, neredeyse hiç acı hissetmememdi.
“İyi iş çıkardın, dostum.”
Kaptan bu sözleri söylediği anda, diğer askerler yumruklarını havaya kaldırıp kükreyerek onayladılar. Hatta birkaçı benim için tezahürat yaptı.
Ben bunu sonradan öğrenmiştim ama, bu kontrol noktasında çalışan askerlerin neredeyse tamamı Prenses Ariel’in sadık hayranlarıymış. Görünüşe göre, askeri mezuniyet törenlerinde de boy göstermeyi alışkanlık haline getirmiş. Çoğu asker daha önceden Prensesin sadece birkaç kısa söz söylediğini duymuş, ama benim de onlardan farklı olduğum söylenemezdi. Nasıl hissettiklerini tam olarak anlayabiliyordum.
“Serbestçe konuşmak için izniniz var mı, Memur Gatlin? Buraya atıldığımızdan beri hepimiz hayal kırıklığından aklımızı kaybediyorduk, ama sayende yıllardır ilk kez keyfimiz yerine geldi! Doğru değil mi çocuklar?”
“Aynen öyle!”
“Bu gece kasabadaki meyhaneye gel, tamam mı? Ben ısmarlıyorum!”
Kaptan tekrar sırtıma vurduğunda, içimi çok tuhaf bir duygunun kapladığını hissettim. Birkaç dakika öncesine kadar, bu insanların… temelde benden farklı olduklarını düşünüyordum.
Onların kraliyet ailesinin sadık tebaası değil, kaba, eğitimsiz bir haydutlar sürüsü olduğuna kanaat getirmiştim. Ama durum hiç de öyle değildi. Tıpkı benim gibi, onlar da ıssız bir yere atılmış ve sefil bir piçin sözlerine uymak için talimat almışlardı. Tıpkı benim gibi, onlar da dizginlerinden kurtulmaya çalışıyorlardı.
Ve bunu fark ettikten sonra… garip bir şekilde, yaptığım işten biraz gurur duymaya başladım.
O günden beri, buradaki askerlerle iyi geçiniyorum ve yaptığım iş bana gerçekten zevk veriyor.
Hepsi hiç şüphesiz, Prenses Ariel sayesindeydi. Sadece varlığıyla bu kontrol noktasını şereflendirerek, burayı çok daha mutlu bir yer haline getirmişti.
Bunun ardından Memur Gatlin, Prenses Ariel’e olan hayranlığının derinliği hakkında uzun bir monologa girdi, ki ben bunu atlamayı tercih ettim.
***
Peki o zaman. Memur Gatlin’in Prenses Ariel’i göklere çıkardığını duymak her ne kadar hoşuma gitse de, onunla konuşmamın asıl nedeni bu değildi. “Bir grup siyah giyimli adam onu takip etmek için bu kontrol noktasından geçti mi?”
Bu soru üzerine adamın ifadesi aniden kasvetli bir hal aldı. “Sanırım… tam olarak onun peşinde değillerdi.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Prenses Ariel gelmeden yaklaşık üç gün önce bir grup şüpheli şahıs kontrol noktasından geçmiş. O sırada görevde değildim ve bunları daha sonra öğrendim.”
Bu oldukça ilginçti. Eğer Ariel’in düşmanları sınırı önce geçmişlerse, muhtemelen ülkeyi terk ederken onu pusuya düşürmek için bekliyorlardı.
“Bilseydim, en azından onu uyarabilirdim… ama bu noktada tek yapabileceğim, onun güvenliği için dua etmek”
“Anlıyorum. Çok teşekkür ederim.”
Gatlin’in prensesin çoktan öldüğüne dair söylentiyi duymadığı belliydi. Bu hikâye başkentte ortaya çıkmış gibi görünüyordu.
Ancak yalnızca bu, Ariel’in hayatta olup olmadığını söylemeye yetmiyordu.
Bilgi toplamaya devam etmeye karar verdim. Şu anda elimde olan bilgiler, bu işi tamamlamak için yeterli değildi.
Kontrol noktasındaki diğer memurlarla ve birkaç askerle de konuştum. Sonra yakındaki kasabaya gittim ve sınırdan devamlı olarak geçen insanları bulmaya çalıştım.
O duvarın diğer tarafında Ariel’e ne olduğunu bilmem gerekiyordu. Ormandan tek parça halinde çıkabilmiş miydi? Yoksa söylentilerde iddia edildiği gibi orada mı ölmüştü? Bana cevap verebilecek birini bulmak için tüm şehri dolaştım… ve sonunda, anlatacak bir hikayesi olan genç bir tüccar buldum.
Tüccar Bruno’nun İfadesi
O gün, her zamanki gibi mallarımı güneye, Asura’ya götürmekle meşguldüm. Red Wyrm’in Üst Çenesi’nden aşağı inmiştim ve Wyrm’in Bıyıkları’ndan geçen tek yolu takip ediyordum… Ha? Aa, Doğru ya. Evet, buradaki herkes kuzeydeki ormana öyle diyor. İlk kimin aklına geldi bilmiyorum valla.
Her neyse, bir sürü mal taşıyordum, ee, ne taşıdığımı harbiden hatırlamıyorum. Herhalde sadece Kuzey Toprakları’nda bulabileceğiniz bazı hayvan postları.
Ne? Yok, tek başımaydım.
Koruma mı? Koruma tutacak param varmış gibi mi görünüyorum? Kavga etmekte oldukça iyiyimdir, anlarsın ya. Aslında, bir zamanlar Kılıç Mabedi’nde biraz eğitim görmüştüm. Ee, ne hakkında konuşuyorduk biz ya?
Aynen, doğru. Wyrm’ın Bıyıkları’dan aşağı iniyordum. Sadece ben ve dostum Robinson vardı.
Ha? Robinson’un nerede olduğunu mu bilmek istiyorsun? Heh. Ahırda. Heralde burada eşeklere servis açmıyolardır. Neyse, ikimiz iyi zaman geçiriyorduk. Hatırladığım kadarıyla keyfim yerindeydi. İşler yolunda gidiyordu ve neredeyse kendime bir araba alacak kadar para biriktirmiştim. Eşekler için yapılan küçük arabalarla bile tek seferde çok daha fazla eşya taşıyabiliyorsun, anlarsın ya? Bunu düşünmek bana heyecan veriyordu.
Ama sonra, ileride bir yerden gelen çarpışan metal seslerini duydum ve keyfim bir anda bozuldu.
Sadece ses değildi. Havadan şüpheli bir koku alabiliyordum. Bir süredir hayatımı yalnız bir tüccar olarak geçiriyorum demiştim, değil mi? Şimdiye kadar tehlikenin kokusunu çok iyi almışımdır.
Elbette beladan uzak durmak her zaman en iyisidir. Ama dediğim gibi, buradan geçen yalnızca tek bir yol vardı ve geri dönemezdim. Robinson’la birlikte ormana girmeye ve yol kenarına yakın durarak ilerlemeye karar verdim. Eşeği geride bırakmanın daha akıllıca olacağını biliyordum, ama Robinson benim biricik iş ortağımdı, değil mi? Bir canavar ya da başka bir şey tarafından yenmesi riskini göze alamazdım.
Her neyse, ben ve o gizli bir şekilde ormanda ilerlemeye başladık. Biz ilerledikçe çarpışan metallerin sesi daha da arttı ve insanların bağırışlarını da duymaya başladım. Robinson biraz korkmuştu, ama yanında ben olduğumdan sessiz ve sakin kaldı. İkimiz iyi günde kötü günde hep birlikteydik, anlarsın ya?
Ne dedin? “Başlatma şimdi eşşeğine, sadece ne gördüğünü söyle” mi? Dostum, amma sabırsız bi adamsın ya… İyi madem, neyse.
Çalılıkların arkasından olay yerine baktığımda ilk fark ettiğim şey bir at arabası oldu. O kadar büyük bir araba sayılmazdı. Öndeki şoförü de sayarsak muhtemelen üç kişi taşıyordu. Bu büyüklükte olanların çoğuna sadece bir at bağlanır, ama buna iki at bağlandığına göre, muhtemelen özel yapımdı.
Ha? Ah, bu konuda neden bu kadar bilgili olduğumu mu merak ettin?
Yani, eşeğime hangi arabayı alsam diye karar vermeye çalışıyordum ya? At arabası satıcısı bana elindeki herşeyi güzelce özetledi ve.. Tamam, tamam, anladım.
Dostum, o kadar sert bakmana gerek yok! Konuya geri dönüyorum.
Neyse, bu arabanın saldırıya uğradığını hemen anladım. Yani, toprakta yan yatmıştı ve muhafızlara benzeyen birkaç eleman siyah giysili başka bir grup elemanla dövüşüyordu. Oraya vardığımda, siyah giyen yedi eleman dört muhafıza karşı savaşıyordu. İki muhafız, ya da belki de hizmetkâr, çoktan yerde yatıyordu. Ha, bir de arabanın yanında birbirine sokulmuş, acayip titreyen dört kız vardı. Muhtemelen saldırının hedefi onlardı.
Siyah giysili adamlar sayıca üstündü ama avantaj onlarda gibi de görünmüyordu. Ne de olsa yerde yatan siyahlı sayısı çok daha fazlaydı. Şimdiye kadar yaklaşık bir düzinesinin işi bitmişti bile. Aslında biraz şaşkına dönmüştüm. Hangi beyin fukaraları böyle bir iş için bir grup beceriksiz amatörü gönderdi diye merak etmiştim.
Ama yanlış bir fikre kapılmışım. Biraz daha dikkatli bakınca, siyahlı adamların hiç de fena olmadıklarını fark ettim. Hatta muhafızlardan daha yetenekliydiler. Temiz bir teke tek kılıç dövüşünde, siyahlı adamlar her seferinde kazanırdı.
Ha? Nasıl anladığımı mı bilmek istiyorsun? Biraz daha dikkatli dinlemeye çalış. Dediğim gibi, sandığından daha iyi bir kılıç ustasıyım. Birini dövüşürken gördüğümde, ne kadar güçlü olduğunu anlayabilirim.
Her neyse, tüm bunlar bana çok garip geldiğinden, durup savaşı izlemeye başladım. Ve birkaç saniye sonra, muhafızların tarafındaki bir adamın harbiden becerikli olduğunu fark ettim. Bu beyaz saçlı bir çocuktu, tamam mı? Oldukça cılızdı ve tek silahı acemi işi bir büyü asasıydı. Ama nedense, diğerlerinden tamamen farklı bir seviyedeydi.
Kılıç Mabedi’ndeyken, Kılıç Azizleri veya Kralları olma yolunda ilerleyen birkaç kişi görmüştüm. Sana şöyle söyleyeyim, sanki zaman onlar için on kat daha yavaş akıyormuş gibi geliyordu. Sadece hızlı hareket etmiyorlardı; göz açıp kapayıncaya kadar ani kararlar verebiliyorlardı. Bu çocuk o kadar iyi değildi, ama savaş alanı farkındalığının kesinlikle birinci sınıf olduğunu hemen anlamıştım. Arkadaşlarından biri ne zaman tehlikede olsa, tam zamanında bir büyü gönderir ve kıçlarını kurtarırdı.
Eleman bir de çoğunlukla başlangıç seviyesinde büyüler kullanıyordu. Herhalde manasını dikkatlice korumaya çalışıyordu. Dostum, eleman harbiden ilahi bir iş çıkarıyordu. Senin bildiğin sıradan büyücüler milyon yıl uğraşsa bunu beceremezdi.
Bu tarz bir şeyi becerebilmek için, özel bir şekilde çok iyi eğitilmiş olman gerekir.
Bulunduğum yerden onun herhangi bir büyü sözü söylediğini de duyamadım. Bence sessiz büyü yapıyor olması mümkündü… bilirsin ya, büyü sözü kullanmadan büyü yapmak. Ben daha önce hiç görmedim ama galiba bunu başarabilen insanlar var.
Her neyse, oldukça etkileyiciydi. Ama sanırım siyahlı adamlar, takımlarının yarısını biçtiğini gördükten sonra onun tarzına adapte olmuşlardı. Üstelik, muhafızlar oldukça bitkin görünüyordu. Başka bir deyişle, mücadele ilk bakışta göründüğünden daha eşitti. O kadar eşitlerdi ki, iki taraftan birisi tek bir adam kaybetse, savaşın sonucu belli olacak gibi hissediyordum.
Ama genel olarak, sanırım siyah giyenler biraz daha koordineydi. Birdenbire tüm stratejilerini değiştirdiler. Önceden birbirlerine işaret ettiler herhalde, ama ben fark etmedim.
O ana kadar, üç muhafıza karşı ikiye bir yaklaşımla saldırıyorlardı ve ekstra adamları bir joker görevi görüyordu. Şimdi yedisi de birleşmiş ve beyaz saçlı çocuğa doğru yönelmişti.
Üç kılıç ustası zamanında tepki veremedi. Ama çocuk verdi.
Bir şekilde odağını korudu, anında ikisini birden ortadan kaldıran geniş menzilli bir büyü yaptı.
O anda, siyahlı adamlar dağıldı. İkisi beyaz saçlı çocuğa saldırmaya devam ederken, diğer üçü arabanın yanındaki kızlara doğru koştu. Muhafız hattını yarmak için ihtiyaç duydukları fırsatı bulmuşlardı.
Beyaz saçlı büyücü yine de tepki vermeyi başardı. Kendisine doğru gelen iki suikastçiye dönüp bakmadan, asasını kadınlara saldıranlara doğru doğrulttu. İnanılmaz, değil mi? Normalde, seni öldürmek üzere olan adamlar için daha çok endişelenirsin.
Sonraki anda, bir anda bir sürü şey oldu.
İlk olarak, beyaz saçlı çocuk kızlara saldıran suikastçılardan ikisini öldüren nahoş bir büyü yaptı.
İkinci olarak, muhafızlardan ikisi, beyaz saçlı çocuğa saldıran siyahlı iki adamın önünü kesmek için fırladı. Dördü de birlikte yere yığıldı.
Ve nihayet, siyahlı adamların sonuncusu donmuş, titreyen kızlardan birini gruptan ayırdı ve güzel küçük kafasını kesti.
Biraz geç olsa da, son kılıç ustası da siyahlı adamı arkadan bıçakladı. Kurbanının kesik başını gururla havaya kaldıran adam, yüzünde memnun bir ifadeyle öldü.
Herhalde o, muhafızların korumak için çok uğraştığı genç hanımdı.
Hayatta kalan beş kişi tamamen sersemlemiş bir halde, sessizce orada duruyordu.
Anlaşılır bir şey, değil mi? Yani, arkadaşlarının çoğunu ve korumaya çalıştıkları kızı kaybetmişlerdi.
Gösteri bittiğinde, sessizce ormanın içinden ilerlemeye devam ettim. Bir kere, kan kokusunun bazı canavarları bölgeye çekme ihtimali vardı. Ve benden yardım istemeleriyle uğraşmak da istemiyordum. Robinson ve ben kısa sürede ortalıktan kaybolduk.
***
Bruno’nun hikayesi bundan ibaretti.
Memur Gatlin’den öğrendiklerimle birlikte, Prenses Ariel’in kontrol noktasından güvenli bir şekilde geçtiği, ancak hemen kuzeyindeki ormanda pusuya düşürüldüğü ve suikastçıların şiddetli bir çatışma sırasında onu öldürdüğü anlaşılıyordu.
Sonuç olarak söylentiler doğruymuş. Tıpkı onu destekleyen soyluların korktuğu gibi, Ariel ölmüştü.
Yine de, geriye kalan birkaç gizem vardı.
Örneğin, hayatta kalanlara ne olmuştu? Bruno’nun bana söylediğine göre, grubun beş üyesi o dövüşten sağ çıkmayı başarmıştı. Luke Notos Greyrat’ın durumu belirsizdi ama en azından Sessiz Fitz hâlâ hayattaydı. Bu adam kalabalığın içinde gerçekten göze çarpıyordu ve başkente döndüğüne dair tek bir kelime bile duymamıştım.
Benim izlediğim yol yerine dolambaçlı bir yoldan dönmüş olma ihtimali vardı, ama yine de sınırı geçmiş olması gerekirdi. Kontrol noktasındaki hiç kimse geri döndüğünden bahsetmemişti, bu yüzden kuzeye doğru ilerlemeye devam ettiğini düşünmek zorundaydım.
Yine de bu bana çok garip gelmedi. Prenses Ariel’in öldürülmesine izin verdikten sonra utanç içinde eve dönmek biraz cesaret ister. Belki de bunun yerine Kuzey Toprakları’na kaçmanın daha akıllıca olacağına karar vermişti.
Sınırı geçip bir süreliğine oraya gitsem böyle bir şey olup olmadığını öğrenmek çok zor olmazdı elbette… ama ne yazık ki benim uzmanlık alanım “Asura’nın sınırları içinde gerçekleşen her şey” idi.
Uluslararası meselelerle ilgilenmiyorum.
Ayrıca, buradaki görevim İkinci Prenses Ariel Anemoi Asura’nın nerede olduğunu tespit etmekti. Korumaları bu görevin kapsamı dışındaydı, bu yüzden kraliyet başkentine geri dönmeye karar verdim. Ben özümde bir şehir çocuğuyum, biliyor musun? Taşrada asla rahat edemiyorum.
Yine de, yeni dostum Bruno’nun Kuzey Toprakları’ndan getirdiği bazı nadir içkilerinden almayı başarmıştım. Bu iş tamamlandığında kendime küçük bir parti verecektim.
***
Tespitlerimi rapor ederken Pilemon’un adamının yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Benim seviyemin çok üstünde bilgilerle uğraşan bir adamın, bir araya getirdiğim birkaç bilgiyi görünce hayalet gibi bembeyaz kesildiğini görmek biraz iyi hissettirmişti.
Her neyse, dava resmen kapandı ve ücretimi tam olarak aldım.
Bir yığın paramın, Bruno’dan aldığım içkinin ve müşterimin yüzünün hatırasının tadını çıkarmak için kendime güzel bir kutlama yemeği düzenlemeye karar verdim.
En sevdiğim bara gittim, hafif bir şeyler sipariş ettim ve her zamanki yerime oturup dinlendim. Buradan tüm mekanı çok iyi görebiliyordunuz; artık benim kişisel masam sayılırdı.
İyice odaklandığımda, burada gerçekleşen her konuşmayı aynı anda duyabiliyordum. Bu, birçok yeteneğim arasında en faydalı olanlardan biriydi.
Eğer birinci sınıf bir bilgi simsarı olmak istiyorsan, hiçbir haberin gözünden kaçmasına izin veremezsin.
“Duyduğuma göre Prenses Ariel’in kuzeyde öldürüldüğüne dair bir söylenti dolaşıyormuş, ha?”
“Evet…” Gerçekten çok yazık. Büyük bir hayranıydım…” “Hadi ama, bana bu saçmalığa inandığını söyleme.” “Yani, inanmak istediğimden değil, ama…”
Birisi günün konusu hakkında konuşuyordu, ben de o tarafa baktım. Sağlam görünümlü bir adam, kendisinden oldukça yaşlı bir adamla içki içiyordu. Belli ki ikisi de gerçeği bilmiyordu. Onlar sadece, son söylentiler onları hangi yöne çekerse o yöne dans eden cahil kuklalardı.
Bu düşünce bana daha da keyif verdi. Bazen her şeyi bilen bir adam olmak gerçekten iyi hissettiriyor.
“Bak, ben sınırdaki kontrol noktasında görevliyim, biliyorsun değil mi?”
“Tabii ki biliyorum amca. Meslekte yirmi yılını yeni doldurdun,
değil mi? Bu yüzden sana bu uzun izni verdiler.”
“Her şeyi de biliyorsun, ha? O kontrol noktasında ne yaptığımı da biliyor musun?
Hm?”
“Ah, hayır..”
Konu Ariel’den uzaklaşıyor gibiydi, ben de ilgimi kaybettim.
Barmenin siparişimin son rötuşlarını yaptığını görebiliyordum. Dava zaten kapanmıştı, değil mi? Bir sonraki işim, bu içkinin tadını çıkarmanın en iyi yolunu bulmaktı.
“Gözetleme kulesinde çalışıyorum.”
Bak, işte şimdi yine ilgimi çekmişti.
“Bu kontrol noktasının en tepesinde, uzağı görmemizi sağlayan büyülü bir aletimiz var. Onu kuzeydeki ormanın uzak tarafını gözlemek için kullanıyoruz, tamam mı? Orada yetkili kişi benim.”
“Cidden mi?”
“Her neyse, Prenses Ariel’in aşağıdaki kapılardan geçtiği haberi çabuk bir şekilde yayılmıştı. Gözcü ekibindeki tüm adamlarım, onu en azından bir an olsun bile görebilmek için can atıyordu, bu yüzden gözlerimiz kan çanağına dönene kadar orayı izledik.”
“Ee, ne oldu? Onu ormandan çıkarken gördünüz mü?” “Elbette gördük. Hiç şüphesiz, Prenses Ariel’di.”
Bu doğru olamaz, diye düşündüm kendi kendime. Bu yaşlı asker yalan mı söylüyordu?
Bruno bir sebepten dolayı yalan söylemiş olabilir mi?
Pek olası görünmüyordu… ama Bruno’nun yanlış bir fikre kapılmış olması da mümkündü. Belki de son suikastçının öldürdüğü kız gerçekten Prenses Ariel değildi.
Duyduğuma göre, Asuran kraliyet ailesi, birini mükemmel bir dublöre dönüştürebilen bazı süslü büyülü aletlere sahipmiş. Muhtemelen saldırıdan kurtulmak için bir tane kullanmıştır.
Yanlış bir sonuca varmışım. Yanlış bilgi vermişim. Bu hiç iyi değildi.
Bu hikayeyi kesin olarak doğrulatmam ve ardından müşterime gerçeği söylemem gerekiyordu..
“Keyfini çıkar, dostum.” Barmen yemeğimi masama bıraktı.
Önümde, dumanı tüten bir tabak sıcak yemek ve yanında Ars’ta neredeyse hiç göremeyeceğiniz bir şişe nadir içki vardı.
“…Ah, boş ver gitsin.” Koltuğumdan yarı kalkmıştım ama tekrar oturmayı tercih ettim. Eğer prenses gerçekten hayattaysa ve Ranoa Büyü Üniversitesi’ne kayıt olduysa, gerçek er ya da geç ortaya çıkacaktır. İhtiyacım olan son şey, kendini beğenmiş bir soylunun benden para iadesi istemesiydi, bu yüzden birazdan başkentten ayrılmam gerekecek.
Cidden ama… Kuledeki gözcülerin Ariel’i o mesafeden görebileceğini kim düşünebilirdi ki? Benim gibi zeki birisi bile arada sırada bazı şeyleri gözden kaçırıyor herhalde.
Sonuçta, Gustaf olarak bilinen bilgi simsarı müşterisine yanıltıcı bilgiler vermişti.
Bunun doğrudan bir sonucu olarak, Ariel’in destekçilerinin en önde gelen üyesi Pilemon Notos Greyrat, kendisini zor durumda bırakan acı verici bir seçim yapmak zorunda kaldı… ancak bu çok daha sonraki bir zamanın hikayesi.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.