İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 10: Ekstra Bölüm 1

[ A+ ] /[ A- ]

Ekstra Bölüm I: Ejderha Eti, Nanahoshi Usulü

 

Ejderha Kral Diyarı’ndaki Eastport şehrine varmıştık – tüm dünyadaki en büyük liman şehri.

Buradaki insanlar Millis’in Kutsal Ülkesi’ndekilerle aynı dili konuşuyorlardı, ama dükkânların isimleri ve görünüşleri biraz farklıydı. Yine de burası gördüğüm dördüncü liman kentiydi, bu yüzden yeni bir yere gelmiş gibi hissetmiyordum. Tekneden iner inmez, bizim için rutin bir iş haline gelen kalacak han arayışına başladık.

Ancak cadde boyunca yürüyorken Eris durakladı ve “Bir şeyler güzel kokuyor” diye mırıldandı.

Hmm. Antrenmandan hemen sonra boynunun kokusu gibi mi? Şahsen ben bunun büyük bir hayranıyım. Ama havayı bir kez kokladığımda Eris’in ne demek istediğini anlamıştım. Etrafta kesinlikle cezbedici bir aroma dolanıyordu.

Gökyüzünde yükseklerde duran güneşe doğru baktım. Şimdi düşündüm de, karnım hafiften acıkmaya başlamıştı. “Sanırım öğle yemeği vakti gelmiş olabilir.”

“Evet…” Eris hafifçe başını sallayarak bana katıldı.

İkimiz de gözlerimizi bu ilginç kokunun kaynağı gibi görünen restorana dikmiştik. Dış görünüşü pek de umut verici değildi. Tuğla duvarlar berbat durumdaydı, orasından burasından delikler görünüyordu ve tepedeki ahşap tabela o kadar kirli ve yıpranmıştı ki okunması imkânsızdı. Ön kapı bile menteşelerinden kopmak üzereydi. Kaliteli bir restorandan çok terk edilmiş bir eve benziyordu.

Ancak, içeriden yayılan koku bambaşka bir şeydi. Bir erkeğin ağzını anında sulandıracak türden zengin bir koku değildi, ama nostaljik bir yanı vardı. Midemin guruldadığını hissediyordum.

“Oraya mı girmek istiyorsunuz?”

 

Ruijerd’in sorusu beni biraz ürküttü. Farkında bile olmadan restorana yaklaşıyordum. “…”Evet. Sorun mu var?”

“Her zaman görsel olarak daha çekici restoranlarda yemek yememiz gerektiğini söylemiyor muydun?”

Bu tarz bir şey söylediğimi hatırlıyorum, evet. Ama o zamanlar İblis Kıtası’ndaydık ve orada eski püskü görünümlü bir yerde son derece berbat yemekler olacağı neredeyse kesindi. Bazen her şeyin beklenenden çok daha iyi olduğu istisnai bir durumla karşılaşabiliyorsunuz, ama… öyle ya da böyle, normalde böyle görünen bir yere adımımı atmazdım.

Yine de bir nedenden ötürü, bu yer beni adeta kendine çekiyordu. “Değişiklikten zarar gelmez, değil mi?”

“Madem öyle diyorsun…”

Ruijerd ve Eris’in de peşime takılmasıyla, ön kapıyı iterek açtım. Kapı, bu zalim ve olağandışı muameleyi yüksek sesle protesto etti.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, restoranın kendisi de oldukça kirliydi. Şey… belki de “kirli” tam olarak doğru kelime değildi. En azından yemek yenebilecek kadar temiz görünüyordu. Her şeyden öte, eski püskü bir yerdi. Sandalyelerin yarısının ayakları yok gibiydi, masaların çoğu çatlamıştı ve zemin deliklerle doluydu.

Tahmin edilebileceği gibi, içeride başka müşteri yoktu. Eris neşeyle, “Mekan bize kaldı” diye mırıldandı. Sanırım öğle yemeği saatinde bir restoranın tamamen boş olmasını şüpheli bulmamıştı. Tabii bu beni endişelendirmeye yetmişti. Ama nedense beklentim hâlâ yüksekti.

“Hoş geldiniz, millet…” Üçümüz yerimize oturduğumuzda, iskelet gibi zayıf bir adam elinde bir menüyle bize yaklaştı. Burayı işleten kişi o muydu acaba? Yüzü acayip kasvetli görünüyordu. Dükkânın işlerinin iyi gitmediği ilk bakışta anlaşılıyordu, ama en azından müşterilerinize sahte bir gülümseme takınmaktan zarar gelmezdi..

“Rudeus, bunu yeniden düşünmememiz gerektiğine emin misin?”

Vay be. Ruijerd her gün beni bu şekilde sorgulamazdı. Yine de insanları dış görünüşlerine göre yargılayamazsınız, değil mi?

“Hadi ama, yemekler lezzetli olabilir, değil mi?”

 

Sözlerime garip bir şekilde gülümseyen iskelet adam, menüsünü bize gösterdi. Listede sadece iki seçenek vardı:

 

***

 

 

Ejderha Eti, Nanahoshi Usulü Alba Balığı Yahnisi

 

 

***

 

Millishion’da, restoranlar genellikle size ondan fazla seçenek sunuyordu. Özellikle içkilere odaklanan barlar bile bundan biraz daha fazla çeşitlilik sunuyordu. İşin iyi tarafı, buradaki fiyatlar düşüktü.

Belki de birbirlerini dengeliyordurlar.

“Ne alıyorsunuz, millet?”

Yani seçim et ya da balıktı, ha?

Alba Balığı güneydeki denizlere özgü bir türdü. Dünyanın bu bölgesindeki insanların beslenmelerinin standart bir parçasıydı; Batı Limanı’nda da denemiştim. Menüde “güveç” olduğu yazıyordu, ancak bu durumda muhtemelen bir tür balık ve sebze çorbası olmalıydı. Kral Ejder Diyarı’nda çok yaygın bir yemek diye biliyorum.

Diğer seçenek ise, “Ejderha Eti, Nanahoshi Usulü” idi. Bunu daha önce hiç duymamıştım bile. Kral Ejderhaların, adını onlardan alan yakınlardaki bir sıradağda yaşadığını biliyordum. Yerçekimini manipüle edebildikleri söyleniyordu. Bu gerçekten de o canavarların eti miydi? Ya da belki de tadı ve görünüşü çok benzeyen bir şey…?

Ayrıca, “Nanahoshi” ne demekti? Bu terimi ilk defa duymuştum, ama kulağa neredeyse Japonca gibi geliyordu. Tabii ki, bu dünyanın çeşitli mutfaklarına çok aşina değildim. Belki de Kral Ejder Diyarında popüler bir pişirme yöntemiydi.

Öyle ya da böyle, kesinlikle ilgimi çekmişti. “Ben eti alacağım.”

 

“Ben de.”

“O zaman etten üç tane.”

Etobur misafirleri siparişlerini verdikten sonra, iskelet adam ifadesiz bir şekilde mutfağa geri dönerek gözden kayboldu.

Su yoktu, zaten farklı bir şey de beklemiyordum. Genel bir kural olarak, bu dünyada pek çok şeyi bedavaya alamazdınız. Bu da biraz self servis gerektiriyordu. Toprak büyüsüyle bardaklar oluşturdum, içlerini suyla doldurdum ve Ruijerd ile Eris’e verdim. Birkaç buz küpü ile beraber, yorgun bir vücut için daha iyi bir tonik isteyemezdiniz.

Eris bardağındakileri saniyeler içinde yuttu, buzu çiğnedi ve bardağını bana geri uzattı. “Rudeus, yeniden doldur.”

Başımı hayıflanarak salladım ve tekrar doldurdum. Normalde ona büyüyü kendisinin yapmasını söyleyebilirdim, ama burada bir restoranın içindeydik .

Beceremeyip restoranı suyla doldurması riskine girmeye hiç gerek yok.

Ruijerd her zamanki gibi suyunu yudumluyordu. Yemeklerini hızla yiyen bir adamdı, ama içeceklerini içerken hiç acele etmezdi.

“Her neyse, bu şehirde toplanacak fazla bilgi yok gibi görünüyor, değil mi?”

“Sanırım hayır. Kılıçlara biraz daha bakmak isterdim ama belki de bir sonraki şehre geçmeliyiz.”

Burada çok çeşitli kesici silahlar satılıyordu. Sıradan bir yol kenarı tezgahında bile bir dizi kılıç sergileniyordu. Eris daha önce parlayan gözlerle bazılarına bakmıştı, ancak kısa süre sonra hepsinin kılıçtan anlamayan acemileri hedef alan körelmiş çöpler olduğunu fark etti. Bir dövüşçü olarak yetenekleri uzun bir yol kat etmişti, ama bu henüz tek bakışta iyi bir kılıcı kötü bir kılıçtan ayırt edebileceği anlamına gelmiyordu. Aslında çok da şaşırtıcı değildi.

“Hey! İçeri geliyorum!”

Konuşmamız büyük bir gürültüyle aniden kesildi. Birisi kapıyı fırlatıp açmıştı. Haydut görünümlü bir adam ayakkabılarını bile çıkarmadan restorana girdi. Gerçi biz de çıkarmadan girmiştik. Burada öyle bir gelenek yoktu.

Davetsiz misafirin sesini duyan iskelet adam, mutfaktan çıktı. “Shagall…”

 

“Hey, Randolph! Bugün nihayet doğru kararı verecek havaya girdin mi?”

“Ne kadar sorarsan sor cevabım değişmeyecek.

Lütfen gider misin?”

“Hah! Bu boş enkaz gibi yeri daha ne kadar çalıştıracaksın, dostum?”

“Ölene kadar, tabii ki. Nesillerdir benim ailemde…”

Aralarındaki konuşmadan,  durum hakkında makul bir tahminde bulunabiliyordum. Uzun lafın kısası, bu işletme hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Sahibi muhtemelen mekanı açık tutabilmek için her türlü borca girmişti. Bu haydut da muhtemelen mekanı ucuza satın almak isteyen üçkağıtçı bir spekülatördü.

“En azından bir süre burada bekle. Şu anda müşterilerim var.” “Müşteriler mi? Vay canına, gerçekten de varmış. İşte bu nadir görülebilecek bir şey!”

“Tek bir müşterim bile olduğu sürece buradan vazgeçmeyeceğim.”

“Hah!” Kahkahalarla homurdanan haydut, yakındaki bir sandalyeye çöktü. İskelet adam ona doğru yan gözle bakarak mutfağa geri döndü.

Kesinlikle zor zamanlar geçiriyor gibi görünüyordu. Elbette tüm detayları bilmiyordum, ama eğer yemekler iyiyse, belki de bu yer hakkında haber yaymaya çalışabilirdik.

“Şu adam bize bakıyor…”

Eris’in, bu adamın herhangi bir göz temasına aşırı tepki verebileceğini hissediyordum, bu yüzden ellerimle gözlerini kapattım. Böyle bir sorun Eris’in öfke dolu yumruklarıyla değil, yemeğin gücüyle çözülmeliydi.

“Hey! Rudeus! Göremiyorum!”

Ah. Bekle. Bileğim olmaz, Eris! Ah, kemiklerim. Zavallı narin kemiklerim

“Beklettiğim için üzgünüm, millet.”

Ben Eris’le oynarken yemeğimiz mutfaktan çıktı… ve onu görünce gözlerim kocaman oldu. “Olamaz…!”

 

“Ejderha Eti, Nanahoshi Usulü” görünüşe göre üç farklı bölümden oluşan bir yemekti.

İlk olarak, bir çeşit şeffaf sebze çorbası vardı. Sade ve ferahlatıcı bir tadı olduğunu bir bakışta anlayabiliyordum. Bu iyiydi. Standart bir şey. Ancak diğer iki bölüm bambaşkaydı.

İlk olarak, solda, bu dünyaya geldiğimden beri bir kez bile görmediğim bir yiyecek vardı. Beyaz pirinçti! Tüm tahılların imparatoru!

Hayır…bekle. Bir daha düşündüm de, rengi pek doğru değildi. İçine başka tahıllar da karışmış gibi görünüyordu. Tamam, o zaman çok tahıllı pirinç. Böyle bir şey görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, kafam biraz karışmıştı.

Her halükârda bu, buradan gelen kokunun neden bu kadar nostaljik hissettirdiğini kesinlikle açıklıyordu. O sırada pilav pişiriyor olmalıydı. Mıknatıs gibi buraya çekilmeme şaşmamalı.

Son olarak, yemeğimizin üçüncü bölümü vardı. Bu, derin yağda kızartılmış iyilikten oluşan altın kahverengi parçalardan oluşuyordu. Başka bir deyişle…

Hiç şüphesiz, karaage idi.

Bu da demek oluyor ki… çorba tam olarak miso olmasa da ve pirinç tam olarak beyaz olmasa da… bu klasik bir karaage yemeğiydi.

“Buna inanamıyorum!”

“Ne oldu, Rudeus…?” Eris bana şüpheyle bakıyordu.

Titrediğimden ve iki elimle masayı tuttuğumdan, anlaşılabilir bir durumdu.

“Ah, üzgünüm.. Önemli bir şey değil.”

Japon usulü kızarmış yiyeceklerin bu dünyada var olabileceğini hayal bile edemezdim. Gökler bugün bana gerçekten gülümsemişti! Belki de o İnsan-Tanrı elemanı sonunda hayattan ne istediğimi anlamaya başlamıştı.

Tamam o zaman! Hadi gidelim! Hadi yiyelim! Hemen şimdi!

Ellerimi birleştirerek, göklerin ve yerin tüm ruhlarına hızlı bir teşekkür duası sundum.

“Hadi yumulalım!”

Doğal olarak, yemek çubukları yoktu, bu yüzden büyük bir parça pirinci

 

çatalımla ağzıma soktum. “Aaaah…” Tek bir damla gözyaşı yanağımdan aşağı süzüldü.

Önceki hayatımda pirince olan tutkum sınır tanımıyordu. Özellikle yirmili yaşlarımın sonlarında tamamen pirinç ile yaşıyordum; her gün bir tencere gömüyor olmalıydım. Ve o zamanlar yediğim pirinçle kıyaslandığında, bu şey berbattı. Japon lezzet sıralama sistemine göre C bile alamazdı.

Ama yine de, hala pirinçti. Gerçek, hakiki pirinç.

Hayatımda ilk kez, tüm pirinçlerin eşit bir şekilde yaratılmış olduğunu içtenlikle anlamıştım.

“R-Rudeus? Sorun nedir?”

“Oh, hiçbir… hiçbir sorun yok!” Yemeğimi yerken sessizce ağlıyor,

Sibirya’daki toplama kampında geçirdiği yılların ardından evine yeni dönmüş bir Japon askerinin taklidini yapıyordum. Her ısırık ağzımı pirincin tanıdık, rahatlatıcı lezzetiyle dolduruyordu.

Oh, bekle. Çok fazla yok, değil mi? Garnitürlerle birlikte yemeliyim…

Bu karaageyi denemenin zamanı gelmişti. Açgözlü bir çatal darbesiyle, kızarmış bir et parçasını deldim ve ağzıma götürdüm.

“Öğğğk!”

Bir anda, sevincim yerini şoka bıraktı.

Bu kesinlikle derin yağda kızartılmış etti. Ama kesinlikle karaage değildi. Kaplama ıslak ve yağlıydı; içindeki et kuru ve sertti. Çiğnedikçe ekşimiş kokusu daha da artıyordu.

Midemi bulandırıyordu.

İçimde bir öfke kabardı. Benden.. Benden BUNUNLA pirinç yememi mi bekliyorsun?!

Tabi ki, pirinci tek başına da yiyebilirdim. Biraz tuzum olduğu sürece, sınırsız miktarda pirinç yiyebilirdim. Evet, tuzlu beyaz pirinç ruhumdaki samurayın gerçekten ihtiyacı olan tek şeydi.

Ama yine de. Öfkemi bastırmayı başaramadım. Bu karaage, pirincin kendisine karşı şirk koşmaktan başka bir şey değildi.

 

“Şefi görmek istiyorum! Hemen şimdi!”

 

***

 

Restoranın sahibi endişeyle mutfaktan çıktığında, işe birkaç iltifatla başladım.

Öncelikle, sözde-miso fena değildi. Basit, berrak ve tuzlu bir sebze çorbasıydı, ancak çok tahıllı pirincin kendine özgü lezzetini çok güzel bütünlüyordu. Bu iki yemek bir araya geldiğinde, neredeyse tek başına tam bir yemek gibi hissettiriyordu. Bunu ancak yetenekli bir zanaatkâr başarabilirdi.

Pirinci pişirme şekli de etkileyiciydi. Doğru miktarda su ve mükemmel miktarda ısı kullanmış gibi görünüyordu. Bunda da, duayen bir profesyonelin dokunuşunu hissedebiliyordunuz. Tadına baktığım her tane tahıl gözümü yaşartmıştı. Biraz daha ileri gidip kullandığı suyun kalitesine biraz daha dikkat etseydi, mükemmel bir puan alabilirdi. Ve ben ona birkaç megatonluk lezzetli Rudeus-marka H2O sunmaya tamamen hazırdım. Hiç yoktan özenle yarattığım su, arka bahçenizdeki kuyuda bulunan her şeyden daha lezzetliydi.

Tüm bunları söyledikten sonra, karaage konusuna geçtim… daha doğrusu ,Nanahoshi Usulü Ejderha eti.

Paramparça ettim. Baştan sona ve acımasızca parçaladım.

O şey insan tüketimine uygun değildi. Parasını ödeyen bir müşteriye bunu servis etmeye nasıl cüret eder? Benim kim olduğum hakkında en ufak bir fikri var mıydı? Ben Dead End partisinden Rudeus Greyrat’tım, lanet olsun! Bu hakaretin bedelini çok ağır ödeyecekti!

Uzun lafın kısası, kötü bir ruh halinde olan psikozlu ünlü bir şef gibi adama patladım. Geriye dönüp baktığımda, neden bu kadar sinirlendiğimden bile emin değilim. Belki de hâlâ aç olmamın bununla bir ilgisi vardı.

Eris ve Ruijerd aklımı kaçırdığımı düşünmüş olmalılar. O çirkin olayın sonunda, beni tekme ve çığlıklarla oradan dışarı sürüklemek zorunda kaldılar.

Dürüst olmak gerekirse, fazla ileri gitmiştim. Pirince olan aşkım beni ele geçirmişti, evet… ama bu söylediğim bazı şeyleri haklı çıkarmıyordu. Özellikle ben de sadece bir amatörken.

 

 

Bu dünyada, Japonya’da kolayca bulunabilen türden malzemeler yoktu. Eti kızartmak için gereken yağ bile muhtemelen burada çok daha düşük kalitedeydi. Günün sonunda, bu dünyada bazı insanların pirinci garnitürlerle birlikte yediğini ve kızartmanın burada da var olduğunu öğrenmiştim. Bu harika bir haberdi. O zaman niye bu kadar öfkelenmeme izin vermiştim?

Restoranından ayrılırken, mekanın sahibi tamamen büzüşmüştü ve gözlerinde parlayan yaşları görebiliyordum. Kesinlikle çocukça ve tam bir pislik gibi davranmıştım.

Bir dahaki sefere daha iyisini yapalım, Rudeus.

 

 

 

 

İşler berbattı.

Restoran Sahibi

 

Son birkaç yıldır neredeyse hiç ziyaretçim olmuyordu. Tesadüfen birileri gelse bile, asla düzenli bir müşteriye dönüşmüyorlardı. Giderek daha derin bir borca batıyordum ve elime hiçbir şey geçmiyordu.

Üstüne üstlük, bugün bir müşterim beni tam bir eleştiri yağmuruna tuttu. Görünüşe göre, yağımı yeterince kızdırmıyormuşum ya da etin nemini yeterince hapsetmiyormuşum. Ah, ayrıca kaplamayı yapmadan önce tatlı ve ekşi baharat eklemeliymişim. Söylenmelerinin sonunda, çocuk bana en başta yanlış et türünü seçtiğimi bile söyledi.

Ancak Ejderha, yüzlerce yıldır bu restoranın menüsünün bel kemiğiydi. Sorun bu kadar temelse ne yapmam gerekiyordu?

“Dostum, bu beni cidden korkuttu…”

Hayduta çok benzeyen bir adam garip sessizliği bozdu. Adı Shagall Gargantis’ti ve yıllardır beni durmadan rahatsız ediyordu. “Yine de, sanırım bu her şeyi açıklığa kavuşturmalı, değil mi? Yemeklerin sümüklü bir çocuğun bile yerden yere vurabileceği kadar kötü, dostum.””

 

Shagall’ın yüzünde her zamanki gibi çirkin bir gülümseme vardı. Adamın ifadesi ciddi olduğunda oldukça yakışıklıydı, ayrıca aptal da değildi. Eğer doğru odaya girerse, düzinelerce astı ona başlarını eğerek selam verirdi. Ama nedense, bir haydut gibi giyinip benimle alay etmeyi severdi.

Belki de bunu bir çeşit kılık değiştirme olarak düşünüyordu.

“Haklısın… ama…”

“Bak, nesillerdir ailene ait olan bir şeyi neden korumak istediğini anlıyorum. Ama mesele şu ki, sen bu işten anlamıyorsun. Burayı çalışır durumda tutacak gücün de yok.”

Bu sözler karnıma bir yumruk gibi indi. Kesinlikle haklıydı. Umutsuz bir iş adamıydım. Şeflik konusunda bile hiç yeteneğim yoktu. Böyle bir çocuğu bile tatmin edemediğime göre, yemeklerim kesinlikle berbattı.

“Bununla birlikte, farklı bir alanda gerçekten yeteneklisin. Herkesin diğerlerine göre daha uygun olduğu bazı işler vardır, öyle değil mi?”

“Sanırım öyle…”

Katılmamazlık edemedim. Tüm kararlılığım sonunda yok olup gitmiş, ardında sadece boyun eğmişlik bırakmıştı. “Pekala, sen kazandın. Restoranımı kapatacağım.”

Burası 250 yıl önce kurulmuş; ailemde nesilden nesile geçmişti. Ama ben bu mirası korumayı başaramamıştım.

Bu utancı ömrümün sonuna kadar yanımda taşımak zorunda kalacaktım.

 

O gün, Kral Ejder Diyarı’ndan Yüksek General Shagall Gargantis, belirli bir kişiyi işe almayı başarmıştı.
O kişi, Yedi Büyük Güç arasında dördüncü sırada yer alan Ölüm Tanrısı Randolph Marianne’dı.

Randolph yıllarca ısrarla reddettiği Shagall’ın teklifini neden aniden kabul etmişti?

Bu sorunun cevabını, tüm dünyada yalnızca bir avuç kişi verebilirdi.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.