İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 08

[ A+ ] /[ A- ]

Ana Kıta’ya

 

Çevirmen: NatsuJun

 

Yolculukta iki ay geçirdikten sonra, grubumuz nihayet Batı Limanı’na vardı. Sokakları, kuzeydeki sahil kenti olan Zant Limanı’na oldukça benzerdi. Buna karşın epeyce genişler.

Kutsal Millis Ülkesi ile Asura Krallığı’nın başkentleri arasındaki güzergâh, ticaretin şah damarı gibi. Güzergâh boyunca bulunan pek çok kasaba, paralı askerlere ve tüccarlara ev sahipliği yapıyor; Batı Limanı ise bunların önde geleni.

Elbette Millishion’daki Ticaret Bölgesi’nin yanından geçemez ama hatırı sayılır miktarda şirketin ana binası burada ve şehrin sokakları bunların bayileri ve çalışanlarıyla dolu.

Buraya kadar geldiğimize göre, atımıza ve karavana elveda deme vakti geldi çattı.

Bu evrende, uçsuz bucaksız suların üstünde karada giden aletleri taşıyacak feribotlardan yok. Tıpkı Büyülü Kıta’dan ayrılırken yaptığımız gibi, burada ulaşım için kullandığımız şeyleri satıp diğer tarafa geçtiğimizde yeniden almamız gerekiyor.

Sevimli kertenkelemize kıyasla bu ata hiç bağlanamadım, o yüzden ayrılmadan bir isim vereyim dedim. Elveda sadık Karabisküvi.

Dostumuzu satar satmaz doğruca kontrol noktasına ilerledik. Rüzgâr Limanı’ndakinden farklı olarak buradaki bina baya büyük. Hatta girişin önünde kasklı ve zırhlı askerler duruyordu.

Millishion sokaklarında tam teçhizat zırhlı şövalyeler görmek oldukça yaygın bir manzara. İlk bakışta ekipmanları çok dayanıklı göründü, ama Eris ve Ruijerd’in neler yapabileceğini düşündüğümde, zırhlarının olması kaç yazar diye aklımdan geçirdim. Bu evrendeki insanların ve yaratıkların muazzam kudreti var. Bir darbe bile senin o şaşaalı zırhını ezip baksırınla cıbıldak kalmana yetebilir. Amına koyayım, bir kudretli darbe bile seni uçurup çukurun dibini boylatır ve Game Over…

Ah, pardon. Bu kadar yeter.

Gümrük binasına girdiğimizde içerinin hınca hınç dolu olduğunu gördük. Çoğunluğu maceracı, geri kalanıysa tüccar gibi giyinmiş insanlardı. Birkaç dikkat kesilmiş kâtip, azami hızla talepleri işleme koyuyordu. Batı Limanı’yla arasında dünyalar kadar fark var, orada ofis bomboştu ve görevliler olsa olsa lakayt diyebileceğin tiplerdi.

En yakın boş tezgâha yöneldim. ”Merhabalar.”

”Merhaba. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Bir kez daha kendimi etkileyici koca memeli bir resepsiyon görevlisiyle konuşurken buldum. Bu dünyada herhalde kâtiplerin böyle dolgun vücutlu olmasına dair yazısız bir kural olmalı. Elbette yarattığı etkiye karşı bir şikâyetim yok.

”Şey, partimin denizden güvenle geçmesi için gelmiştim.”

”Pekâlâ. Bunu alın o zaman.” Kadın üzerine 34 numarası kazınmış küçük tahta bir kart verdi. Vay canına, burada baya bildiğin bürokratik bir düzen devrede desene.

Bekleme bölgesine geçip bir yere oturdum. Eris yanımdaki sandalyeye lap diye oturdu, Ruijerd ayakta kalmayı tercih etti. Etrafıma bakındığımda, benim gibi numarasını bekleyin bir sürü insan vardı. ”Hmm. Bu galiba biraz zaman alacak.”

”Onlara mektubu vermeyecek misin?” diye sordu Ruijerd.

Başımı salladım. ”Numaramız söylenmeden olmaz.”

”Sen öyle diyorsan, tamam.”

Eris çoktan huzursuzlanmaya başlamıştı. Anlaşılır tabi, beklemek hiçbir zaman onun ilgi alanı olmamıştır. Fakat bir süre sonra, ”Rudeus, galiba biri bana bakıyor…” diye mırıldandı.

Bu sefer odayı daha dikkatle gözetledim, kimmiş bu dikizleyen kişi diye. Şu işe bakın ki muhafızlarmış. Pek çoğu kısa süreli bakışlarla Eris’e doğru bakıyor; elbette Eris geri kalır mı, gözleriyle dik dik onlara bakıyor.

”Eris, lütfen kavga çıkarayım deme.”

”Öyle bir şey düşünmedim.”

İnanması güç geldi. Neyse, neden ona doğru bakıyorlar acaba? Akla yatan bir açıklama gelmiyor şimdilik. Yoksa güzelliğine mi kapıldılar? Yok canım. Eris sahiden de her geçen gün daha bir güzelleşiyor, ama bu onun hala bir çocuk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tabi buradaki dallamaların hepsi pedoysa işler değişir, ama meselenin bu olduğunu pek sanmıyorum.

”Otuz dört numara, lütfen buraya gelsin.”

Neyse ki sonunda numaramızı çağırdılar, kalkıp tezgâha yöneldim.

Resepsiyon görevlisine, Ana Kıta’ya bilet ayırtmak istediğimizi anlatıp Ruijerd’in mektubunu takdim ettim. Kibarca gülerek mektubu elimden aldı, ama zarfın üstündeki ismi görünce yüzündeki ifade kuşkulu bir havaya büründü.

”Bir dakika bekleyin lütfen.” Diyerek ayağa kalkıp binanın yan tarafına doğru yürüdü.

Kısa bir süre sonra, bir masaya yumruk sesi duydum ve ardından birinin bağırmasını. Zırhlı bir asker arkadan hızla fırladı, diğer bir muhafıza yanaşıp kulağına bir şeyler fısıldadı. O muhafız yüzünde ciddi bir ifadeyle ofisten dışarı koşarak çıktı.

Tüm bunlar bana kötünün habercisi gibi geldi. Mektubu verme sebebim Ruijerd’e güvenimin sonsuz olması, fakat belki de bu Gash Broche kişisini biraz daha araştırmak akıllıca olabilirdi.

”Af edersiniz sizi beklettik!”

Resepsiyonist yerine döndü. Usulen takındığı gülümsemesi kafasındaki gerginliği saklayamıyordu. ”Dük Bakshiel şimdi sizinle görüşmek istiyor.”

Burnuma kötü kokular geliyor, bu hiç hoşuma gitmedi.

 

”Ben Dük Bakshiel von Wieser, Milis Kıtası Gümrük Ofisi’nin müdürüyüm.”

Bu yaban domuzu epey bir domuza benziyor.

Uppss, pardon domuz demişim. Bu herif epey bir domuza benziyor.

Boynu o kadar kalın ki yağ tabakasından çenesi görünmüyor. Açık sarı saçları alnına yapışmış ve gözlerinin altında kocaman torbalar vardı.  Bu surat tam bir dalavereci, şerefsiz bir yaşlı adamın suratı gibi.

Ayrıca bize apaçık düşmanca gözlerle sert sert bakıyordu.

Eski hayatımda bu tip bir adamı çok görürdüm…her gün aynaya baktığımda.

”Hmmhh. Soyu sopu bilinmez adi bir şeytanın bana böyle bir mektup getirecek kadar küstah olması…”

Dük Bakshiel lüks deri sandalyesine kalkmaya hiç niyeti yokmuş gibi gömülmüştü. Masadaki kağıt parçasına dolma kalemiyle tık tık tıklatırken, sandalye altında gıcırdıyordu. Bir servete mal olmuş gibi duran masasında sayısız kağıt parçası vardı. Onların arasında içi açılmış, tanıdık bir zarf gözüme çarptı. Zannedersem içindekini tutuyordu.

”Gerçekten etkileyici bir isim seçmişsin, hakkını yemeyeyim. Ve bu mühür de çok gerçekçi duruyor. Ama beni dünkü çocuk sanmayın dostlarım! Bu bariz sahte!”

Bakshiel umursamadan mektubu bize fırlattı. Refleksle kağıda uzanıp yakaladım.

 

***

 

Bu adam Supard ırkından. Bununla birlikte, ona büyük bir borcum var.

Az konuşur ama özünde asil biridir.

Tüm masraflarını karşılayın ve Ana Kıta’ya güvenle ulaşmasını sağlayın.

-Galgard Nash Vennik,
Misyoner Şövalyelerin Komutanı

 

***

 

Aşağıdaki isme bir bakış atmam başımın dönmesine yetti. Gash Broche’ye ne oldu? Bu Galgard Nash Vennik denen herif de neyin nesi?

”Gash”ın ”Galgard Nash”ın kısaltması olduğunu anlamak biraz zaman aldı. Belki de şu kendini takma isimle tanıştıranlardandır? Belki Ruijerd adının gerçekten Gash olduğunu falan sanmıştır. Buna rağmen tüm bunlar işin ”Broche” kısmını açıklamıyor elbette.

Gerçi daha önemlisi… ”Misyoner Şövalyelerin Komutanı”?! Cidden üç kutsal askeri birlikten birinin lideri mi yani?! Ah başıma ciddi ağrılar girmeye başladı. Niye Ruijerd’in eski tanıdığı böyle önemli bir figür olmak zorunda?

Gerçi bir yandan mantıklı geliyor. Misyoner Şövalyelerin Komutanı olduğuna göre Millis hiyerarşisinde baya üstte olması lazım, değil mi? Böyle birinin bir Supard’la arkadaş olması etrafta iyi karşılanmayabilir. Belki o sebepten sahte bir isim kullanmıştır.

Elbette daha basit açıklamaları olabilir. Ruijerd’le ilk tanıştıklarından bu yana kırk yıl geçmiş. Belki o süre zarfında güçlü bir ailenin kızıyla evlenip soyadını değiştirmiş olabilir.

”Öncelikle, o ağzı sıkı herifin böyle bir mektup yazma ihtimali yok. Onu iyi tanırım, ve bilirim ki kağıda kalem tutmaktan nefret eder, buna mecbur olduğu durumlar da dâhil. Gerçekten aşağılık bir şeytanın hatırı için mektup yazacağına inanmamı mı bekliyorsunuz? Tam bir saçmalık.”

Ruijerd tüm bunları yüzünde karmaşık duygularla sessizce dinledi. Bu herif üstüne basa basa, mektubun sırf o Supard olduğu için sahte olduğunu söylüyordu – veya belki ona öyle geliyordu. Ve dürüst olmak gerekirse, belki tamamen yanılmıyordur bu konuda. Paul beni, bu Dük Bashkiel’in şeytan ırkından nefret etmesiyle meşhur olduğu konusunda uyarmıştı.

Muhakkak bu Gash, veya Galgard artık her neyse, bunu biliyordu, değil mi? Madem ki Bashkiel’in nasıl biri olduğunu biliyor, o halde mektubuna daha adamakıllı açıklamalar yazabilirdi.

O halde bu adam, olduğunu iddia ettiği kişi değil mi?

Hayır, hayır. Ruijerd’in dediğini hatırla.

Gash ile buluştuğu yerin, Kishirisu’nun Kalesi kadar büyük olduğunu söylemişti. Bir ev veya köşk için çok büyük bir yer olurdu, ama ya Misyoner Şövalyelerin karargâhıysa? Büyük ihtimalle içinde sürekli pek çok şövalyenin kol gezdiği büyük bir bina olurdu… ve komutan Gash ise, oradaki herkes onun astı olur. Bu da Ruijerd’in ”bir sürü adam” demesini açıklar.

Elbette tüm bunları akıl etmek şuan için pek yardımcı olmuyor. Dük Bashkiel zaten mektubun sahte olduğuna kanaat getirmiş. Olaylar bu raddeye geldiğine göre, ”Evet, mektup sahte! Kusurumuza bakmayın!” demenin sonu hayır olmaz.

Bir adım öne çıktım. ”Yani bu mektubun düzmece olduğuna inanıyorsunuz, öyle mi efendim?”

”Sen de kim oluyorsun?” dedi Bakshiel bana şüpheyle bakarak. ”Çocuklarla çene çalacak vaktim yok benim.”

Vay canına. Bu, bir çeşit yeni hissiyat. Biri bana en son böyle aşağılayıcı davranalı uzun zaman olmuştu biliyor musun? Çocuk gibi davranılsın istediğimde insanlar bana yetişkin gibi davranıyor. Ama yetişkin gibi davranılsın istediğimde çocuk olarak görüyorlar. Amma sinir bozucu.

Düşüncelerimi kendime saklayıp, sağ elimi göğsüme koydum ve Asuralı asiller gibi eğildim. ”Bağışlayın efendim. Kendimi takdim edeyim. Benim adım Rudeus Greyrat.”

Bakshiel’in kaşı hafifçe seğirdi. ”Rudeus…Greyrat mı dedin?”

”Doğru duymuşsunuz. Kabul etmeye çekiniyorum, zira Asura’nın yüksek soylularından Greyrat ailesinin naçizane, kıymetsiz bir üyesiyiz.”

”Hmm. Fakat Greyrat aileleri kendilerini tanıtmak için antik rüzgâr tanrılarının isimlerini kullanmıyorlar mı?”

”Haklısınız efendim. Ben ailenin alt tabakasındanım, o sebepten ötürü kullanmaya hakkım yok.” ”Alt tabaka” lafını ettiğim anda, Bakshiel’in gözlerindeki tedbirin yerini küçümsemenin aldığını gördüm. Ama bir şey demesine fırsat vermeden avcumun içiyle Eris’i gösterdim. ”Fakat, yanımdaki Hanımefendi Eris, Boreas Greyrat ailesinin hakiki bir üyesidir.”

Sırtına hafifçe dokunmamla Eris de bir adım öne çıktı. Bir anlığına şaşkınlıkla bana baktı, ama paniklemedi.

İlkin kollarını birleştirip ayaklarını omuz genişliğinde açtı, sonra hemen bunun uygun olmadığının farkına vardı. İkinci girişimi eteklerinin ucuna erişip reverans yapmak oldu; maalesef ki etek giymiyordu. Son olarak tıpkı benim yaptığım gibi elini göğsüne koyup eğildi.

”Ben Eris Boreas Greyrat, Philip Boreas Greyrat’ın kızıyım. Sizinle tanışmak bir şereftir efendim.”

Konuşması biraz gergindi. Ayrıca son kısmı biraz batırdı sanki.

Bakshiel’in suratına bakındım. Bunu nasıl karşıladı, yorum yapmak güç, ama…neyse. Şuan için sırtımızı Eris’in ailesine yaslanmak durumundayız.

”Hmmhh. Eee, Asura soylusu bir ailenin kızı burada ne arıyor, dua etmeye mi geldin?”

Elbette sorulması gereken bariz soru bu. Neyse ki sadece gerçekleri anlatmamız cevap olarak yeterli. ”Efendim, iki sene önce Fittoa Bölgesi’nin başına gelen mana felaketinden haberiniz var mı?”

”Tabi var. Bildiğim kadarıyla pek çok Asuralı dünyanın dört bir yanına ışınlanmış.”

”Doğru duymuşsunuz. Hanımefendi ve şahsım da bundan etkilenenlerdeniz efendim.”

Bakshiel’e nasıl Eris’e Büyülü Kıta boyunca eşlik ettiğimi ve Ruijerd’i korumamız olarak kiraladığımızı açıkladım. Millis Kıtası’na geçerken yolculuğa varımızı yoğumuzu satarak ancak para yetirebildiğimizi, fakat Millis’ten Ana Kıta’ya seyahat edebilecek kadar paramız olmadığını anlattım. Özellikle Ruijerd’in geçiş ücreti aşırı fazla geliyordu.

Dolayısıyla Sir Galgard’a yardım için başvurduk, kendisi hem Greyrat ailesinin eski bir dostu hem de Ruijerd’in bilhassa tanıdığıdır. Bizim için bir mektup yazacak kadar kibar davrandı.

Tabi bu hikâye bire bir doğru değil. En azından yakın sayılır.

”Hanımefendi şuan için maceracı olarak giyinmiş olabilir, ama bu tamamen yol kesen magandaların onun soylu olduğunu fark etmemesi içindi. Eminim potansiyel tehlikeler konusunda bize hak verirsiniz Dük Bakshiel.”

Yüzünde ekşi bir ifadeyle ”Anladım” dedi Dük Bakshiel. ”Demek doğruymuş. Sen, son zamanlarda Millishion’da ardı arkası kesilmeyen problemleri yaratan şu ‘Fittoa Arama ve Kurtarma Ekibi’ ile aynı kesedesin, değil mi?”

”Ha…ney? Hayır, hayır. Siz neden bahsediyorsunuz efendim?”

Domuzlara özgü bir burun çekişi ile ”Daha önce hiç Eris Boreas Greyrat adında birini duymadım” dedi Bakshiel. ”Fakat Paul Greyrat diye birini biliyorum – köleleri zorla çalmayı adet edinen kabadayı bir serseri.”

Ah ne güzel. Babacığım etrafa nam salmış.

”Bakalım doğru anlamış mıyım, Dük Bakshiel. Efendi Galgard’ın mektubuna düzmece diyorsunuz ve Hanımefendi Eris’in gerçek bir Asura soylusu olduğuna inanmıyorsunuz, öyle mi? Ve bizi şu tüm gün içen, kendi oğluna saldıran, ayakları kokan ve zavallı kızcağızına sonsuz keder yaşatan, adi sapık Paul Greyrat’ın dalkavukları mı sanıyorsun?”

”Aynen öyle.”

Bak şimdi, söylenecek şey mi bu. Paul orada elinden geleni yapıyorken. Elbette bazı kusurları oldu, ve bazı yöntemleri mükemmelin çok gerisinde olabilir. Ama onu ”adi sapık” deyip tiye almak? Bak işte bu ağır oldu!

”Mektubumuzdaki mührün neden sahte olduğunu düşündünüz acaba sorabilir miyim?” Bakshiel’in masasındaki zarfı işaret ederek sordum.

Hafifçe somurtarak başını salladı. ”Misyoner Şövalyelerin mührü düzmece olarak kara borsaya düşmüş, bunlar duymadığımız şeyler değil.”

Gerçekten mi? Ama ben ilk defa duyuyorum. ”Peki neden işverenim, Eris Hanımefendi’nin, söylediği kişi olmadığını iddia ediyorsunuz?”

”Hahah. Cidden köylü bozması bir kılıç ustasının Asura soylusu olduğuna inanmamı mı bekledin?”

Her zamanki kollarını birleştirmiş pozuna geçen Eris’e bir bakış attım. Kollarında herhangi bir yara izi olmamasına rağmen, teni güneşte kavrulmuş ve ortalama genç bir maceracıdan daha kaslılar. Doğal olarak korunaklı bir minik prensesinkinden oldukça farklılar.

”Ahah” diye ufak bir kahkaha attım. ”Siz galiba Efendi Sauros’u tanımıyorsunuz herhalde.”

”Sauros mu? Şu Fittoa Bölgesi’nin efendisi mi?”

Görünüşe göre en azından o ismi biliyor. Güzel. ”Evet o. Kendisi aynı zamanda Eris’in büyük babası olur ve yeteneklerini genç yaşta kılıçla taçlandırmasını istedi.”

”Nasıl yani? Neden böyle bir şey yapsın?”

”Bu bir aile sırrı, fakat…bir zamanlar Eris Hanımefendi’nin Notos ailesine gelin olacağına karar kılınmış. Ve Efendi Sauros o hanedanın başındaki kişiden nefret ediyor.”

”Anladım.”

Apaçık konuşmak gerekirse, Eris’in bu derece vahşi bir minik savaşçı olarak eğitilmesinin ardında bir gün Notos ailesini başını, yatağında katletmesi var demek istedim. Neyse ki duydukları Eris’in kafasını karıştırmış olmalı. Eğer dediklerimi anlamış olsaydı şu noktada birkaç dişim eksik geziyor olurdum.

”En başta bu sebepten ötürü, küçük hanımefendi derhal Asura’ya dönmeli. Onun sahtekâr olduğu konusunda ısrar ederseniz, Millishion’a dönüp yetkili mercilere başvurarak temyiz davası açmak durumunda kalırız.”

Tabi şu durumda o yetkili merciler kim olur en ufak bir fikrim yok. Bunlara bakmakla uğraşmadım.

”Hmmhh. Tüm bunlara inanmamı istiyorsan, bana bir kanıt sunmalısın.”

”Bay Galgard’ın mektubu yeterli bir kanıt.”

”Çok saçma. Söylediklerin dönüp dolaşıp aynı yere geliyor.”

”Ne olmuş öyle yapıyorsam? Bakın Dük Bakshiel, gerçekten Asuralı Greyrat ailesini karşınıza mı almak istiyorsunuz?” Siktir. Artık ne konuştuğumu da bilmiyorum.

Allahtan ortaya salladığım tehditler biraz etki etmiş olmalı, Dük Bakshiel bana böyle dik dik baktığına göre.

”Pekala, o zaman. Senin ve minik hanımefendinin yer ayırmasına izin vereyim madem.”

”Ama muhafız-”

”Otoritemi kullanarak size birkaç şövalye tahsis ederim, onlar size eşlik eder. Eminim bu… bir şeytanın korumasından daha uygun olacaktır.”

Bir şeytanın yolculuğuna izin vermektense Bakshiel bize birkaç adamını vermeye razıydı. İnatla Ruijerd’in geçmemesine kafayı takmış, ne pahasına olursa olsun diyerek. Böylesine bir şeye daha önce kendi gözlerimle şahit olmadım, ama şeytan ırkına olan ayrımcılık bu kıtada anlaşılan hayal ettiğimden çok daha fenaydı.

Bu durumda ne seçeneğimiz kalıyor ki? Ruijerd için ayrı bir yolculuk mu ayarlamayı denesek? Bunun rahatlıkla, kaçakçılara karşı başka bir kanlı savaşla sonuçlanacağını görebiliyorum şimdiden. Kulağa pek hoş gelmiyor açıkçası…

Tam ne cevap vereceğimi düşünüyordum, kapıda keskin bir tıklama sesi duyuldu.

”Ne var? Burada bir konuşmanın ortasındayız” dedi Bakshiel biraz şüpheli görünerek.

Dışarıdaki kişi içeri girmek için izin beklemeden girdi. Kapı hızla büsbütün açıldı ve mavi zırhlı sarışın bir kadın içeri geldi.

”Bağışlayın. ‘Ölü Son Ruijerd’ burada diye duyup geldim.”

”…Anne?”

Bu Zenith.

”Haa?!”

Odadaki herkesi hep bir ağızdan şaşırıp ona baktı.

Kadın keyfi kaçıp bana dik dik baktı. ”Ben bekâr bir kadınım. Çocuğum yok benim, hele senin yaşında hiç yok.”

Ne dedin? Yapma Anneciğim. Son görüşmemizden sonra aklını mı kaçırdın? Ah, belki Paul’un şerefsizliklerinden bıkmış usanmıştır…

Gerçi kadına daha yakından baktığımda, annemden ayrılan bazı detayları fark etmeye başladım. Yıllarca ayrı kaldıktan sonra Zenith’i dört dörtlük hatırlayamıyorum…ama bu kadının yüz hatları ve saç renginin tonu çok hafif farklıydı. O değil demek. ”Af edersiniz. Annem kayıplarda ve siz ona bir hayli benziyorsunuz.”

”…Anladım.”

Harika. Şimdi bana acıyan gözlerle bakıyor. Belki beni zavallı yalnız kayıp bir çocuk sanıyordur artık. Bu aralar insanlar bana çocuk muamelesi yapmıyor pek, ama hala en azından çocuk gibi görünüyorum.

Dük Bakshiel homurdanarak zırhlı kadına baktı. ”Vay vay, demek daha yeni rütbesi alçalmış Tapınak Şövalyemiz gelmiş. Benden bir şey mi isteyecektin?”

”Milis bölgesine bir Supard girmiş. Birliğimin hangi cefakâr üyesi haberi duymuş olsa buraya koşa koşa gelirdi.”

”Daha bir on gün var buraya tayin olmana. Burnunu üstüne vazife olmayan işlere sokma.”

”Üstüne vazife olmayan? Ne garip şeyler söylüyorsunuz Dük Bakshiel. Doğru, resmi olarak görev talimim yapılmadı burada, lakin benden önce görev yapan kişi çoktan Millishion’a yola çıktı. Gümrükte bir problem çıktığında, onlarla ilgilenmek Tapınak Şövalye’lerinin sorumluluğundadır, öyle değil mi? Fakat anlayamadığım bir şekilde buradaki tek Tapınak Şövalyesi benim. Bunu açıklamak ister misiniz?”

Bu sert eleştirinin ardından adam diyecek bir şey bulamadı. Yüzü donuk halde biraz kekeledi.

”Gümrükteki tüm sanıkların savunması iki liderli bir takım tarafından denetlenecektir. Bu Millis Kilisesi’nin koyduğu katı bir kuraldır Dük Bakshiel. Eminim bunu inkâr etmeye çalışmayacaksınız?”

”Tabi ki hayır. Ben sadece düşündüm ki…Yani, buraya daha yeni vardınız. Birkaç gün izin yapıp dinlenir şehre alışırsınız dedim.”

”Buna gerek yok.”

Dük Domuzcuk’un suratına bakan da birazdan idam edilecek sanır. Bir dahaki sefere domuz eti yiyeceğim zaman iyice tadını çıkaracağım.

”Peki o halde. Burada neyi tartıştığınızı anlatır mısınız?”

Sonuç olarak, bu bayan şövalye şu Bakshiel’le aynı seviyede gibi. Normalde dük dediğin aristokratik düzende en tepede olur, ama Kutsal Ülke Millis’te, Kilise oldukça güçlü bir konumdaydı. Bu düzenin şu anki durumla yakından ilişkisi var.

”Şu işe bakın ki…”

Diyerek Dük Bakshiel olayı özetlemeye koyuldu. Bazen sadece kendi varsayımlarına dayalı şeyler söylediği oldu, o yüzden araya girip düzeltme yapmam gerekti.

Şövalye tüm hikayeyi sessizce dinledi, ardından partimize doğru bakındı.

”Hm. Bu herif gerçekten bir şeytan, değil mi…?”

Ruijerd’i incelerken gözlerini iyice kıstı, fakat Eris’e geldiğinde yüzünde bir yumuşama belirdi.

Son olarak bakışları bana değdi…ve düşünceli bir halde elini çenesine koydu.

”Genç adam, sen benim annen olduğunu sanmıştın değil mi? Adı neydi sorabilir miyim?”

”Adı Zenith. Zenith Greyrat.”

”Peki babanınki?”

Bakshiel’in suratına bakındım. Hay sikeyim, bu baya utanç verici olacak…

”Paul Greyrat.”

Gayet doğal olarak, Dük’ün gözleri kocaman açıldı. Sadece babamın önceleri çok farklı biri olduğuna, Millishion’daki şerefsizle aynı olmadığına ikna etmem gerek. Babacığım dünyada bir tanedir, tam bir melek. Hatta birkaç yumruk atsanız bile size para vermekten geri kalmaz.

Şövalye ”Anladım” diye mırıldandı. Sonra her nedense yere çömelip kollarını omzuma sardı.

”Haa?!” Bu tabiri caizse baya bir sürpriz son oldu.

”Başına neler geldi hayal bile edemiyorum…”, sarılmakla kalmıyor artık başımı da okşuyordu.

Üstündeki zırhtan ötürü yaşadığım en yumuşak sarılmaydı diyemem ama en azından şöyle güzelce bir dişi kokusunu içime çektim. Tabi benim aşağıdaki ufaklık…hareket bile etmedi. Allah Allah.

Sorun ne ufaklık, pişt? Hafif terli bir kadının kokusuna bayılırsın sanıyordum. Niye, daha geçen gün Eris’ten bir nefes kalkmana yetiyordu.

Söz konusu küçük hanımefendiye göz atınca, elleri yumruk gözleri kocaman olmuş bize bakarken buldum. Yandık ki ne yandık.

”Şey…hanımefendi?”

Birkaç kez daha başımı okşadıktan sonra, şövalye tekrar ayağa kalktı. Bana bakmak yerine yüzünü Dük Bakshiel’den yana döndü. ”Bu üçünü kişisel korumam altına alıyorum.”

”Ney?!” tükürük saçarak haykırdı Bakshiel. ”Kadın, içlerinden biri şeytan!”

Şövalye göz ucuyla Dükü takip ederek Ruijerd’in mektubunu ellerimden çekip aldı ve hızlıca göz gezdirdi. ”Bu yazı hakiki bu arada. Sir Galgard’ın yazısını nerede görsem tanırım.”

”Millis Kilisesi’nin öğretilerini büsbütün yok mu sayacaksın? Sen nasıl bir Tapınak Şövalyesisin?”

Bu noktada Eris’in ağzından bir ”Oh!” kaçtı. Şövalye hanım bir anlığına ona dönüp göz kırptı.

…Neler dönüyor artık hiç anlamıyorum.

”Ben Kalkan Birliği’nin kaptanıyım. Ve bu konuda sonuna kadar ciddiyim.”

”Pah! Tüm askerlerini kaybedip rütbesi düşen bir kaptan!”

”Hmmhh. Senin de durumun az çok bana benzemiyor mu? Hayır, benim hatam. Ben en azından vazifemi tamamladım, sense görevini öylece terk ettin.”

Dük Bakshiel dişlerini gıcırdatıp homurdandı. Anlaşılan onun da burada olma sebebi bir çeşit cezalandırma. Bu ufacık detayı bilince, o ihtişamlı unvanı korkutucu olmaktan ziyade zavallı gelmeye başladı. Artık gözlerini hakiki bir öfke bürümüştü.

”Bak kadın. Ailen ne kadar nüfuzlu beni alakadar etmez. Bu şekilde bir küstahlığa müsamaha – ”

Bakshiel sözünü tamamlayamadı. Sözünün ortasında şövalye başını eğdi.

”Özür dilerim. Sözlerim yakışıksız oldu. Buraya atandığıma göre, sizinle kavga içerisinde olmak istemem. Fakat, bu mesele benim için şahsi bir önem arz ediyor. Umarım kabalığımı bağışlarsınız.”

Ne yalan söyleyeyim etkileyici bir zamanlama. Söylemek istediği her şeyi üstüne salladı, sonra bir anda topluca özür diledi. Bakshiel’in suratındaki öfkenin kaybolduğunu fark ettim. Gelecek sefere birini kızdırırsam ondan örnek alıp taklit edeyim.

”Şahsi önem mi arz ediyor?”

”Evet” dedi şövalye, şüpheli yoldaşına ufak bir baş işareti yaparak. Ardından elini omzuma indirdi.

”Bu ufaklık benim yeğenim efendim.”

Pardon?!

 

***

 

Therese Latria, Millis soylularının mihenk taşı olan Latria ailesinin dördüncü kızı. Aynı zamanda oldukça genç yaşta Tapınak Şövalyelerinde kaptan rütbesine ulaşmış baya gelecek vaat eden bir şövalye.

Babası Kont Latria. Ve Zenith Greyrat onun kız kardeşi.

Dük Bakshiel Therese ile kan bağım olduğunu öğrendiğinde pes etmiş gibi bakıyordu. İsteksiz bir iç geçirmeyle partimin Ana Kıta’ya geçişi için gereken meblağdan feragat etmeyi kabullendi.

 

Şu an Batı Limanı’nda bir handayım, Therese’nin kolları boynuma sarılmış halde.

Odada sadece Eris, Therese ve ben varız. Belki burada olursa olayların renginin değişeceğini anladığından, Ruijerd bir anda ortalıktan kayboldu. ”Biliyor musun Rudeus, ablam mektuplarında senden hep bahsederdi.”

”Gerçekten mi? Ne anlattı benim hakkımda?”

”Genelde ne kadar tatlı olduğundan bahsederdi. Seni ofiste gördüğümde aklıma ilk gelen kelime buydu diyemem ama artık anlıyorum. Sen şirin mi şirin bir şeysin!” Konuşurken bile Therese yüzünü sevgiyle boynumun arkasına sürmeye devam etti.

Bu benim için alışılmadık bir deneyim oldu. Geçen on üç yılda pek çok insan beni ”tüyler ürpertici”, ”edepsiz” veya ”şüpheli” olarak görmüştü, bir tek Zenith bana şirin derdi.

Her neyse…büyük göğüsleri olan güzel bir kadın bana sarılmasına rağmen, çok garip ki bacaklarımın arasındaki matkapta hiç tık yok.

Acaba akrabam olduğundan mı?

”Therese, artık Rudeus’u bıraksan diyorum?”

Eris elini çenesine dayamış, sinirle parmaklarını masaya tıklatarak bizi izliyordu. Aman da aman birileri kıskanmış mı? Hahh, playboy olmak kolay değil adamım…

”Neler hissettiğinizi anlayabiliyorum Eris Hanım, ama bir daha Rudeus’u ne zaman görürüm bilinmez. Ve bir dahaki sefere bir araya geldiğimizde büyük ihtimalle şimdi sahip olduğu şirinlik emareleri de gitmiş olacak. Çok af edersiniz ama en azından yapabiliyorken güzel anılar edinmek istiyorum.” Therese öncekinden daha şiddetli kucaklayıp başını sürtmeye başladı, hiç kendine mukayyet olmayı umursamadan.

”Eris’e karşı neden bu kadar saygılı konuşuyorsun sorabilir miyim?”

”Çünkü ona hayatımı borçluyum.”

Bak şimdi bu ilgimi çekti.

Eris Millishion’un yakınlarında Goblin avlamaya gittiği gün, anlaşılan Therese’yi etrafını saran bir grup suikastçıdan kurtarmış. O gün Therese, ”önemli bir şahsı” korumakla görevliymiş; eğer Eris gelmekte biraz geç kalsa hem Therese hem de korumakla yükümlü olduğu kişi hayatını kaybedermiş.

Bunların hepsinden daha yeni haberim oluyor. Eris’e baktığımda, suratından biraz utanmış olduğunu hissettim. ”Kusura bakma. Sana bundan bahsetmeyi unutmuşum…”

Eris’in anlattığına göre, o akşam hana döndüğünde ne kadar depresif olduğumu görünce gün içinde yaşananlar aklından çıkıp gitmiş. Kısacası, bu benim hatam he? O halde sızlanmanın bir anlamı yok.

Bu arada Therese hala çılgınlar gibi başımı okşuyor. Arkamda oturduğundan net olarak emin olamıyorum ama iddiasına varım kadının ağzı keyiften kulaklarına varıyordur. Kesinlikle tuhaf bir manzara. Yani, arkamda bir bayan, memeleri sırtıma değiyor ve bende hiç heyecan uyandırmıyor. Bu benim için çok…alışılmadık bir duygu.

”Cidden ama. Sen gerçekten çoook tatlısın, Rudeus. Seni şuracıkta yiyesim var!”

 

 

”Şey, bu benimle yatmak istediğin anlamına mı geliyor?”

Bu basit espriye Therese’nin cevabı eliyle ağzımı kapatmak oldu. ”Sustuğunda kesinlikle daha tatlı oluyorsun. Sen konuşunca nedense aklıma Paul Greyrat geliyor.”

Teyzeciğim demek babamı pek sevmiyor. Minik bir köpeği sever gibi okşamaya devam edip konuyu değiştirdi.

”Her neyse…Komutan Gash hiç değişmiyor he? Dük Bakshiel’in o tarz bir mektuba böyle tepki vereceğini bilmesi lazım, ama yine de umursamayıp yazmış.”

Galgard Gash Vennik, gerçekten Millis Misyoner Şövalyelerinin komutanı olan kişiymiş. Bu birlik esasen genç yetenekli şövalyelerini dünyanın dört bir yanına gönderen bir çeşit paralı asker kuvveti gibiymiş, şövalyeler bu esnada gerçek savaş tecrübesi kazanırken aynı zamanda Millis Kilisesi’nin öğretilerini yayıyorlarmış. Şu an bir seferdelermiş ve Millis’e birliklerine yeni çaylaklarla takviye yapmak üzere gelmişler.

Ruijerd’in kankası Gash, yani Galgard, uzunca bir süredir onların lideriymiş. Daha genç bir şövalye iken Şeytan Kıtası’na yapılan korkunç bir seferden sağ kurtulmuş, o günden beri onlarca yıldır bu birliği tekrar yapılandırmış, günümüzdeki gibi birlik tarihindeki en güçlü hallerine gelmişler. Nadiren gülen, haşin ve sessiz bir adammış, diğer yandan herkese karşı eşit olması ve en kötü suçlulara karşı bile tarafsız davranabilmesi ile de bilinirmiş.

Millis’te, Misyoner Şövalyeler ile en az bir kez sefere çıkmadan kimseye gerçek bir şövalye gözü ile bakılmıyormuş. Çıkılan bu seferlerse genellikle çok tehlikeli olurmuş. Ama Gash başa geldiğinden beri, sefere çıkan genç şövalyelerin yüzde doksanından fazlası sağ salim geri dönüyormuş. Pek çoklarının onu, birliğin gelmiş geçmiş en iyi komutanı olarak övgüye boğmasının sebebi buymuş. Üç kutsal askeri birlikteki şövalyelerin tümü Gash’e derinden saygı duyuyorlarmış. Hatta çoğu hayatını ona borçluymuş.

”Elbette, az yazması ve az konuşması ile de ünlüdür.”

Savaş alanında emirleri hızlı ve kesinmiş, fakat diğer zamanlarda olana bitene o kadar kayıtsız kalıyormuş ki bazen bir subaydan gelen selamı bile almıyormuş. Neredeyse hiç mektup yazmazmış ve yazdıkları sadece başkalarına yazdırdığı kauçuk mühürlü raporlardan ibaretmiş. Çok az kişi onun el yazısına şahit olduğu için, onun adına yazılan sahte dokümanlar artık rutin haline gelmiş.

Ruijerd de onu konuşkan ve tutkulu bir adam olarak anlattı. Yani tabi, Ruijerd kendisi de sözü öz bir insandır. Belki onun standartlarına göre ”konuşkan” bize göre farklıdır…ya da belki Gash onun yanında farklı davranmış olabilir.

”Peki, bak” diyerek böldü sözünü Eris. ”Artık onu rahat bırakır mısın?”

Bir beş saniye sonrasında fıttıracağını görebiliyorum bu kızın, böylece sonunda Therese’nin kollarından kurtardım kendimi.

”Yaa…benim tatlı sıcacık Rudeus’um…” Teyzem biraz kalbi kırık göründü, ama neticede onun yastığı değilim. Ve bu deneyimden çok keyif aldığımı söyleyemem, neyse.

”Rudeus, gel buraya!”

Emrettiği üzere Eris’in yanı başına oturdum. Göstere göstere elimi kapıp tuttu.

”Ehmm…”

Saniyeler içinde kulaklarına kadar kıpkırmızı oldu. Karşısındakine dik dik bakan yüzünü yandan izleyince elimde olmadan gülmeye başladım.

Diğer yandan Therese, duvara dayadığı yastığı yumruklamakla meşguldü. Anlıyorum ama niye direkt duvara vurmuyorsun? Bence öylesi daha çok tatmin ediyor, ben denedim.

”Haha…gençliğinizin tadını çıkarın çocuklar, hala gençken.” Therese iç geçirerek başını salladı, sonra daha ciddi bir ifadeyle bize döndü. ”Doğru. Seni bir şey konusunda uyarmak istiyordum Rudeus. Millis’ten gideceğiniz için belki çok önemli gelmeyebilir ama bilmen gerektiğini düşünüyorum.”

Bu uzun girizgâhtan sonra bir süre duraksadı ve sonra sıkı sıkı tembihleyerek devam etti: ”Bu ülkenin sınırlarında Supard lafı etmemen senin için daha iyi olur.”

”Neden peki?”

”Millis Kilisesi’nin eski bir öğretisi, şeytan ırkının tümüyle kovulmasının elzem olduğunu vurgular.”

Bilhassa bu, tüm şeytan ırkının Millis Kıtası’ndan sürülmesi anlamına geliyor. Günümüzde çok az bir kesimin ciddiye aldığı ölü bir ilke, fakat Tapınak Şövalyeleri hala bunu uygulamaya sokmak için çabalıyorlar. Ve elbette, tüm şeytan ırkı arasında Supard ırkının özellikle kötü bir namı var. Eğer ki Millis’te bir tanesinin gezindiği duyulsun, tüm şövalyeler peşinden varıyla yoğuyla gelir – bahsi geçen şeytan aslında Supard olmasa bile.

”Eris ve senin için yaptıklarına bakarak, bu seferlik bir istisna yapacağım. Ama normal şartlar altında, böyle bir şeyi göz ardı etmezdim.”

”Komikleşme” dedi Eris soğukça. ”Milyonlarca yıl geçse bile asla Ruijerd’i yenemezsin, üzerine istediğin kadar adam yollasan bile.”

”Bu dediğinde haklı olabilirsiniz, Eris Hanım” dedi Therese, acı bir gülümsemeyle. ”Fakat Tapınak Şövalyeleri korkarım ki fanatik bir topluluk. Ben de buna dâhilim. Bu savaşı, kazanma ihtimalimiz olmadığını bilsek dahi veririz.”

Anlaşılan Millis’in Kutsal Şövalyeleri arasında böyle daha pek çokları varmış. Ve böylelikle, ola ki bir daha bu kıtaya dönersek eğer, çok dikkatli olmamız gerektiğini vurguladı.

Bu olayla insanlığın şeytan ırkına olan önyargılarının ne kadar derine kök saldığını fark ettim. Şu noktadan itibaren Supard ırkının namını yaymak daha zor olabilirmiş gibi hissettim.

Ayrıca, ola ki biri Roxy’e bir tanrı gibi taptığımı öğrendi, bir sorgu amiri tarafından sonsuz işkencelere uğrayabilirim. Muhtemelen kendi dini görüşlerimi kendime saklamam en iyisi olacak.

 

***

 

Deniz yolculuğumuz bu sefer daha rahat geçti.

Teyzem yolculuğa tam teçhizat hazırlık yapmamızı sağladı. Tüm masraflarımızı karşılamakla kalmadı, üstüne bize deniz tutmasına karşı bazı ilaçlar da tedarik etti. Bu dünyada ilaçların ihmal edilmiş bir alan olduğu izlenimindeydim, ama görünen o ki her başları sıkıştığında İyileştirme büyüsü kullanmıyorlar. En azından bu tarz rahatsızlıklar için ilaçlar mevcuttu.

Bununla birlikte, bu tarz ilaçlar ucuza patlamıyordu. Çok şükür kodaman akrabalarım var.

Therese Eris’in her türlü ihtiyacını karşılamak için özellikle ilgilendi. Ne zaman Ruijerd’e baksa gözlerinde fark edilir bir düşmanlık vardı, ama ne yapabilirsin ki? Kimse bir gecede hayata olan bakış açısını değiştirmiyor.

Therese’nin ayarladığı ilaç sayesinde, Eris yolculuğun çoğunu önceki perperişan haline kıyasla hafif huzursuz geçirdi. Yani yolculuk boyunca İyileştirme büyüsü yapmam için yalvarmadı bana.

Açık konuşmak gerekirse bu bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Onu tekrar uysal ve zavallı haliyle görmeyi umut ediyordum. Ama artı yanı, sperm metrem dolmadı ve Patlayıcı Kurt devreye girmedi, yani Eris’in Güneş Yumruğu’nu kullanmasına gerek kalmadı. Her zamanki gibi işimizdeyiz.

Geçen seferki yolculuğumuzdan olacak herhalde, gemiye biner binmez Eris bana endişeyle sülük gibi yapıştı. Asla ”uysaldı” diyemem ama en azından denize bakarken onun hoplaya zıplaya ilerlemesini izleme keyfine erdim. Bu benim için yeter de artar.

Gemicilerden biri bu fırsatı kaçırmayıp bizimle dalga geçti. ”Şu çifte kumrulara bakın hele! Kral Ejderha Diyarında evlilik falan mı var ufukta he?”

”Aynen dostum!” deyip kolumu sırıtarak Eris’in omzuna doladım. ”Çılgınca bir düğün olacak.”

O anda Eris suratımın ortasına bir yumruk indirdi. ”E-evlenmek için daha çok erken, salak!”

Şiddet uygulamasına rağmen, bu fikirden çok da rahatsız olmuş gibi gelmedi, sonrasında kıpır kıpır direndiğine göre. ”Milletin dalga geçmesi” kısmına takıldı muhtemelen.

Bu meseleyi açmak istesem, hoş, sessiz bir mekânda yaparım, ikimiz baş başa ve atmosfer olması gerektiği kadar romantik. Eris kılıç ustası olarak artık tam bir canavar diyebilirim, ama konu romantizme geldiğinde daha masum bir kız.

Yine de…evlilik ha?

Philip ve diğerleri bizi birlikte olmaya zorladı, doğru. Ama şimdi, kimse nerede olduklarını bilmiyor. Üstelik Paul bu konuda iyimser olmamamı bastırarak söyledi…

Mesele sadece Philip, Sauros ve geri kalanı değil elbette. Zenith, Lilia ve minik Aisha da hala kayıplarda. Sylphie hakkında da bir haber alamadık. Sikeyim, Ghyslaine bile hayatta mı değil mi bilmiyoruz. Kaygılı olmak için bir sürü sebebimiz var.

Yine de kendimi koyuverip karamsarlığa batamam. Fittoa’ya vardığımız vakit, belki herkes orada bizi sağ salim vaziyette bekliyor olacak.

Biliyorum bunu düşünmek absürt. Yakından uzaktan çok ihtimali yok farkındayım. Ama diğer yandan, her gün endişeyle saçımı başımı yolmanın bize bir faydası olmayacak. En azından kendime bunu söyledim.

İyi veya kötü, Millis Kıtasını ardımızda bıraktık.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.