İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 07: Perde Arkası Kısım 2

[ A+ ] /[ A- ]

Çevirmen: AllahDiyenKirpi

 

Kısım 2

 

Eris, azıcık keyfi kaçık bir vaziyette, Milishion şehrinin ön kapısına doğru ilerlemekteydi. Genellikle tatsız olayların üstünde çok durmayan birisiydi, ancak bu sefer siniri henüz geçmemişti. Tabii ki bunun da bir sebebi vardı.

“Bekle! Lütfen bekle!”

Çünkü loncadaki çocuk, bilincini geri kazandığı gibi peşinden koşa koşa gelmişti.

“Az önce sana söylediğim şeyler için özür dilerim. Olayın hararetiyle ağzımdan öyle şeyler çıktı…”

Ona yetişir yetişmez kafasını kibarca öne eğip ondan hemen özür dilemişti. Bu yüzden, Eris’in keyfi azıcık kaçmış aralığında bir yerlerdeydi. Çocuk -kıl payı da olsa- şimdilik hazin sonundan kurtulmuştu.

Şayet, yediği ilk yumrukta bilincini kaybetmeseydi ve kızın hiddetine tanık olsaydı, kızın peşine takılma aptallığında bulunmazdı.

“Benim adım Cliff. Cliff Grimore!”

“…Eris.” Eris bir an için ‘Ölü Son’ ismini kullanmayı düşünmüştü ama bu kararından vazgeçti. Yakasına yapıştığı birisine Ruijerd’in ismini verecek değildi sonuçta.

“Eris! Ne harika bir isim! Giysilerine bakarsak, sen bir kılıç ustasısın, değil mi? Benimle bir parti kurmak ister misin?” Bu tarz şeyler zırvalamak için yolun tam ortasına geçmişti. Eris, çocuğun suratına bir kere daha geçirmek için fena halde can atıyordu ama kendisini kontrol etmeyi başardı.

“Yok, kalsın.” Başından savarcasına başını çevirdi ve yeniden yürümeye başladı.

Dürüst olmak gerekirse, o da bu tarz bir şeye karşı alışık değildi. Dayak yedikten sonra yine de peşinden gelen tek bir kişi daha vardı, o da Rudeus’tu.

“Ah. Peki. Öyleyse, arkadan sana destek vermeme izin ver! Herkes bana geleceği parlak bilge diyor, biliyor musun? Kesinlikle sana faydam dokunur!”

Eğer Rudeus, çocuğun bu umarsız uğraşını görseydi, muhtemelen “Hadi lan oradan, senden anca tohum saçan bilge olur, tombalacı seni.” gibi bir şey derdi… en azından kendi içinden.

Eris, cevap olarak bir şey söylememişti. Fakat, içinden onu lime lime etse ve yem olarak kullanmaya kalksa, çocuğun ne kadar faydalı olacağını düşündü.

“Eminim daha önce benim kadar muhteşem bir büyücü görmemişsindir, değil mi Eris,” dedi Cliff, kendinden emin bir şekilde sırıtarak. “Şansına, ben senin bildiğin o sıradan A-sınıfı büyücülerden çok daha iyiyimdir!”

Bu lafı Eris’i hafif de olsa kızdırmıştı. Umursadığı kadarıyla, dünyadaki en iyi büyücü Rudeus’tan başkası değildi. Ruijerd bile onun yeteneklerini tanımıştı. A-sınıfı bir maceracı olmasına karşın, onda “sıradan” olan hiçbir şey yoktu.

“En azından neler yapabileceğimi görmeyi kendine borçlusun!”

Tamam lan, diyerek Eris düşünmeye başladı. Bakalım tek bildiğin konuşmak mıymış, görelim. “Peki madem. Beni izle.”

“Hayhay!”

Ve böylece, Eris ve genç büyücü Cliff, yaratık avlamak için yola çıktılar.

 

***

 

Bir anda, büyük bir alev kümesi yedi goblini tek seferde yakıp kül etti.

“Hoşuna gitti mi? Oldukça etkileyici, değil mi?” dedi Cliff, büyük bir memnuniyetle yaratıkların cesetlerine göz gezdirirken. “Sıradan bir büyücü böyle bir şeyi hayatta yapamazdı!”

Eris de onlardan arda kalanlara bakmaktaydı. Bütün o yaratıklar küle dönüşmüştü, yani geriye toplanacak kulakları da dahil.

“Öyle mi düşünüyorsun? Etkilendiğimi söyleyemem.” Bu söylediği gerçekten de kendi dürüst görüşüydü. Hatta ve hatta, bundan daha az etkilenemezdi bile. Cliff, “Büyük Alev Göçü” denilen İleri-seviye bir ateş büyüsü kullanmıştı. Eris, Rudeus’un da bu büyüyü yaptığını görmüştü. Ama Cliff’ten farklı olarak, o ilkten böylesine uzun uzadıya büyü sözleri söylememiş ve saçtığı alevleri de çok daha güçlü ortaya çıkarmıştı. Evvela Rudeus öylesine bir büyüyü bu goblinlerin üzerinde asla kullanmazdı. Kulaklarına zarar vermeden onları öldürürdü.

Üstüne üstlük, Eris’in, Cliff sözleri bitirene kadar canavarları oyalaması gerekmişti ki böylelikle Cliff de neler yapabileceğini gösterebilsin; ama sözleri bitirince onu uyarmadan büyüsünü yapmıştı ve Eris neredeyse büyünün etki alanı içinde kalacaktı. Rudeus asla böylesine tehlikeli bir hata yapmazdı.

“Ah, görüyorum ki büyü hakkında pek de bilgili değilsin, Eris. Biliyor musun, birçok farklı büyü çeşidi vardır ve…”

Cliff çeşitli büyü derecelerinin olduğu, az evvel kullandığının İleri-seviye bir büyü olduğunu ve bunun öyle karmaşık olduğunu hatta çoğu yetişkinin bu büyüyü kullanacak kadar yetenekli olmayışı hakkında uzun uzadıya bir nutuk çekmeye başladı.

Eris bütün bunları zaten biliyordu. Rudeus’tan aldığı derslerde bunları öğrenmişti. Ve Cliff’in bağlantısız açıklamalarına kıyasla, Rudeus’un derslerde anlattıkları anlamak en az on kat daha kolaydı.

“Falan filan? Şimdi neden bu kadar muhteşem olduğumu daha iyi anladın mı?”

Eris çocuğun suratına bir tane patlatmayı o kadar istiyordu ki. Uzun bir süredir beklediği goblin katletme gününü gerçekten mahvediyordu bu çocuk. Kolları halen kavuşmuş bir şekilde, hükmünü açıkladı. “Tamam, yeterince gördüm. Hiç yardımcı olmayacaksın, şimdi gidebilirsin.”

Şu anda Cliff’in yerinde Rudeus olsaydı, muhtemelen taktiksel olarak çekilmeyi seçerdi. Ama Cliff maalesef Eris’in gözlerindeki öfkeden bihaberdi. “Ciddi misin? Seni burada bir başına bırakamam! Bir avuç dolusu goblini öldürmek konusunda bile zorlanıyorsun!”

Bu laflar ağzından çıkar çıkmaz, Eris ona vurdu. Güzelce.

Cliff geriye doğru tökezledi ve elini yüzüne kapadı. Burnundan kanlar fışkırmaktaydı. Kanamayı durdurmak için hemen basit bir şifa büyüsü yaptı. “Hey, bunu niye yaptın ki şimdi?!”

Eris kızgınlıkla dilini şaklattı. Bu seferlik ölçülü davranmıştı, sonuçta bilinçsiz halde onu burada bırakmak bir seçenek olamazdı. Anlaşılan, bu çocuğun akıllanması için daha çok dayak yemesi gerekliydi.

Elini yeniden yumruk yapıp saldırmak üzereydi, ancak, Cliff sonunda içinde bulunduğu durumu anlamış gibiydi. “Hayır, bekle! Anladım! Kuşkusuz ki çok güçlüsün, Eris. Bir süre ormanın içine girsek nasıl olur? Bir büyücü olarak gerçek değerimi goblinlere karşı gösteremem sonuçta.”

Teklifinin ardında kötü bir niyet yoktu. Cliff sadece Eris’e hava atmak istemekteydi. Ona vurulmamıştı; ya da onu etkileme peşinde değildi, sadece ona kendi gücünü göstermek için birazcık hevesliydi, hepsi bu.

“Ormanlar tehlikelidir,” dedi Eris kısaca. Bu Rudeus her zaman söylediği ve Ruijerd’in de hemfikir olduğu bir şeydi. Onların bu fikrine tamamıyla güveniyordu.

Korkmuyorsun ya, değil mi Eris?”

“Tabii ki hayır!”

Ama elbette, Eris basit bir kızdı. Gururuna meydan okunduğu zaman, her seferinde yemi yutardı. Sonuçta, kendisine saygısı olan hiçbir Boreas, yeni yetme bir maceracının lafı altında kalmazdı. “Ormana mı girmek istiyorsun? Tamam öyleyse, hadi gidelim!”

Ve böylece, ikisi yakınlardaki karanlık ve kasvetli ağaçlıklarda bir tur attılar.

 

“Sanırım Milis’in ormanları o kadar da kötü değilmiş, ha?”

Eris, ‘Utan’ denilen maymunvari bir yaratığı kestiği sırada bunu söyledi. Bu yaratık D-seviyesindeydi, bir goblinden oldukça fazla tehlikeliydi ama ona karşı bir sorun teşkil etmiyordu.

“Sanırım öyle. Bu şeyler bana karşı bir hiç!”

Cliff, kendi payına düşen Utanları orta-seviye rüzgâr büyüsüyle öldürmekteydi ve gitgide ormanın içlerine doğru ilerliyordu.

“Ah…” birdenbire, Eris olduğu yerde kalakaldı.

“Sorun nedir, Eris?” dedi Cliff, yüzünde koca bir gülümseme ile geri dönüp ona doğru yaklaşırken.

Yüzünü ekşiterek, Eris kollarını kavuşturdu, bacaklarını bir omuz kadar ayırdı ve çenesini havaya dikti. “Söylesene. Ne yöne doğru gittiğimizi aklında tutuyor muydun?”

“Hayır, pek sayılmaz.” Cliff buna dikkat etmeyi aklından bile geçirmemişti. Zaten bütün bu yolculuk fevri bir şekilde başlamıştı, bu yüzden öncesinde plan ya da hazırlık yapmamıştı.

“Anlıyorum. Bu demek oluyor ki kaybolduk.” dedi Eris kayıtsızca.

Cliff sessizleşti. Bir süre sonra, yüzünün rengi beyazlaşmıştı. “Ah…ne yapacağız?”

Eris pek de etkilenmemiş göründüğünden, Cliff onun bir çeşit planı olduğunu düşünüyordu. Ancak gerçek başkaydı.

Bu hiç de iyi değildi. Rudeus ve Ruijerd ormanda kaybolduğunu öğrendiği zaman ona ne derdi? Goblin avlaması gerekirken, kendisini burada bulduğunu onlara nasıl açıklayabilirdi?

Elbette, Eris huzursuzluğunu dışa yansıtmıyordu. Greyrat ailesinin bir kadını olarak, ondan her zaman için sakin ve soğukkanlı kalması bekleniyordu. “Cliff, kendini yukarıya fırlat ve şehrin ne yönde olduğuna bir bak.”

“Şaka mı yapıyorsun? Bu dediğin çok absürt.”

“Rudeus bunu kolaylıkla yapardı.”

“Rudeus mu? O da kim be?”

“Benim hocam.”

“Ne?!”

Eris küçük bir iç geçirdi. Şimdi tartışmanın sırası değildi. Böyle bir durumda ne yapması gerekiyordu? Ghyslaine kaybolduğunda yapması gereken şeyi ona öğretmemiş miydi?

Doğru ya. Bir sürü dal parçası toplayıp ateş yakman gerekliydi, değil mi? Ateşin dumanı çok uzaktan bile görülebilir olacaktı. Ama bu işareti kim görecekti? Ruijerd ile Rudeus’un ilgilenmeleri gereken kendi işleri vardı. Onu aramak için dışarıda değillerdi.

Eris kollarını yeniden kavuşturdu ve kaşlarını çattı. Gözlerini kapatıp dikkatlice düşünmeye çalıştı. Ghyslaine, her zaman için sakin kalmanın kritik bir şey olduğunu söylerdi, özellikle de huzursuz hissedilen zamanlarda. Ve bu yüzden Eris asla kendisinin paniğe kapılmasına izin vermezdi.

“N-ne yapacağız, Eris?”

“Ormanda başka maceracıların da olması lazım, değil mi?”

“Ah, tabii ya! Onlardan yardım isteyebiliriz… Hadi birilerini arayalım!”

Cliff hemen koşmaya başladı, ama Eris yerinden hiç kıpırdamadı. Ruijerd ona böyle bir durumda yerinden ayrılmamasını söylemişti. Ona yerinde durarak duyularını keskinleştirmesini öğretmişti. Eris’te o kullanışlı üçüncü gözden yoktu ama kulakları ve burnu vardı. Ve çevresinde akan büyü enerjisini hissedebilirdi. Yine de birçok yönden tecrübesizdi ama her gün kendisini bu açıdan eğitmişti.

“Ihm, Eris…?”

“Sessiz ol!”

Gözleri kapalı, Eris derin bir nefes alıp zihnini boşalttı. Ormanı dinlemeye başladı. Hışırdayan dalları, hareket eden yaratıkları, böceklerin çıkardığı sesler…ve uzaklarda bir yerlerde gerçekleşen kapışmanın çıkardığı hafif sesi.

“Tamamdır. Beni izle.” Bir an bile tereddüt etmeden, Eris yürümeye başladı.

“Ne oluyor?!” dedi Cliff, peşinden telaşla takip ederken. “Bir şey mi fark ettin?!”

“Burada başkaları da var. Şu taraftalar.”

“Bunu nasıl bilebiliyorsun?!”

“Bir süredir duyularımı keskinleştiriyordum.”

“Bunu da sana hocan mı öğretti?!”

Bunun için Eris’in bir saniye düşünmesi gerekti. Ruijerd onun hocası mıydı? Muhtemelen evet. Ona birçok şey öğretmişti, Ghyslaine’in öğrettiği kadar olmasa da. Hatta ona muhtemelen şimdiki hocası gözüyle bakıyordu. “Evet, aynen öyle.”

“Şu Rudeus bayağı iyi biri olmalı…”

“Hm…? Evet, Rudeus inanılmazdır.”

Konunun neden böyle aniden değiştiğini anlayamasa da Eris ileriye doğru ilerlemeye devam etti.

İkisi ormanın kenarına ulaştıkları sırada, yolun ortasında yan yatmış bir at arabası gördüler.

“Eğil!”

“Eeeh!”

Eris, Cliff’i kafasından tutup yere doğru ittirdi, sonra da olayı gözlemlemek için onun yanına eğildi.

Altı kişi ayakları üzerinde durmaktaydı. Biri tamamıyla zırhla kuşanmış ve miğfer takmış, kılıcını çekmiş ve sırtını bir ağaca dayamış halde durmaya çalışan bir şövalyeydi. Diğer beşi ise siyahlara bürünmüş bir halde, yalnız kalmış olan savaşçının etrafını yarım daire şeklinde sarmışlardı.

Yakınlardaki çimenlerin üzerinde yatmakta olan üç tane ceset bulunmaktaydı. Hepsinin üzerinde etrafı sarılmış olan şövalye ile aynı zırhtan vardı. Yavaş ama istikrarlı bir şekilde, siyahlı adamlar avlarına daha da yaklaşmaktaydı.

Savaş çoktan kaybedilmişti. Ama nedense, şövalye kaçmak için bir hamlede bulunmuyordu. Biraz daha dikkatli baktığında, Eris, zırhlı savaşçının arkasında saklanmakta olan genç bir kız olduğunu fark etti—dehşete kapılmış ve gözlerinden akan yaşları parıldayan.

“Bu zırh… Bunlar Tapınak Şövalyeleri, Eris!” diye fısıldadı Cliff.

Eris’in kalbi artık küt küt atmaktaydı. Tapınak Şövalyeleri’ni biliyordu. Milis’in üç kutsal askeri oluşumundan biri. Seçkin ‘Katedral Şövalyeleri’ ulusal savunma konusunda sorumlu kılınmıştı. ‘Misyoner Şövalyeler’ sınır ötesine paralı asker olarak yollanırlardı ki Milis Kilisesi’nin gücünü göstersinler ve öğretilerini yaysınlar. Ve içlerinden en çok korkulan ‘Tapınak Şövalyeleri’ ise kötü şöhretli engizitörlerinin önderliğinde, kafirliğin başını ezmekle görevlendirilmişti.

Katedral Şövalyeleri beyaz giyinirlerdi, Misyoner Şövalyeler gümüş rengi ve Tapınak Şövalyeleri ise gök mavisi. Bu kadar uzaktan bakınca bile, köşeye sıkıştırılan şövalyenin giydiği zırhın mavi olduğu oldukça net görünmekteydi. Şüpheye yer yoktu. Burada pusuya düşürülenler Tapınak Şövalyeleri’ydi.

“Sizi ahmaklar! Bu hanımefendinin kim olduğundan haberiniz var mı?!”

Köşeye sıkıştırılan şövalye bunları haykırdığı ânda Cliff ve Eris o kişinin kadın olduğunu fark etmişti.

Siyah giyinen adamlar birbirlerine baktılar ve kahkahayı bastılar. “Tabii ki biliyoruz.”

“O zaman niye ona zarar vermeye çalışıyorsunuz?!”

“Belli değil mi?”

“O zaman siz Papa’nın adamlarısınız, değil mi?! Lanet olası hayvanlar!”

Eris bu konuşmalardan pek bir şey çıkaramamıştı. Ama bir şey çok açıktı: Şu siyahlı adamlar o dehşete kapılmış kızı öldürecekti. Bu yüzden kılıcının kınına uzandı.

“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye tısladı Cliff. “Bu olaya karışamayız. O gördüğün kız ‘Kutsanmış’ olan, gelecekte Papa olma potansiyeline sahip birisi, tamam mı? Bu siyahlı adamlar da Papa’nın kendi suikastçıları olmalı! Onlar iyi eğitilmiş ve gaddardırlar. Ben bile onlara karşı koyamam!”

Eris, Cliff’in neden bu kadar fazla şey bildiğini bir an bile durup düşünmedi bile. Şu anda aklında olan tek bir şey vardı: Eğer karışmazsa, zavallı kızcağız gözlerinin önünde ölecekti.

Eris bileğinin hakkıyla Ölü Son’un bir üyesi olmuştu. Eğer oturup bir çocuğun katledişini izleyecek olursa, bir daha Ruijerd’in yüzüne asla bakamazdı. Üstelik defalarca, benzer durumlarda, Rudeus’un kendisini tehlikenin içine attığını da görmüştü.

“Hadi ama. Burada sessizce bekleyelim ve umalım da bizi fark etmemiş olsunlar…”

“Üzgünüm ama bu boşuna olurdu. Burada olduğumuzu çoktan fark ettiler.” Siyahlılardan biri, Eris’in Cliff’i yere doğru ittiği sırada onları fark etmişti. Eris de onun bu bir anlık tepkisini gözden kaçırmamıştı.

Görevlerini bitirdikten sonra ne yapacaklarını bilmiyordu ve zaten bunun bir önemi yoktu. Eris hemen burada ilk adımı atmayı düşünüyordu. “Sen burada saklan, Cliff!”

“Eris! Hayır!”

Kılıcını çekerek, Eris suikastçıların üzerine atıldı.

Siyahlı adamlar hemen etrafa dağılmışlardı, ama… “Çok yavaş!”

Eris onların düşündüklerinden çok daha hızlı hareket etmişti. Öncü saldırısı, ‘Işığın Kılıcı’’ndan daha az karmaşık ve oldukça ölümcül bir hareket olan ve İleri-seviye Kılıç Tanrısı Tarzı tekniği olan ‘Sessiz Kılıç’ idi. Kılıcı birazcık bile ses çıkarmadan havayı yarmıştı.

Ghyslaine ve Ruijerd ile yaptığı antrenmanlar boyunca, Eris’in kılıç ustalığı yetenekleri olağanüstü seviyelere yükselmişti. Kılıcı, siyahlılardan birinin omzundan başlayıp kaburgalarından aşağıya doğru temiz bir kesik attı ve onu ikiye böldü.

Eris ilk defa bir başkasını öldürmüş olmasına rağmen bir ân için bile duraksamadı. Odağını çoktan bir sonraki hedefine yöneltmişti. Siyahlılar onun etrafını sarmak için hızlıca harekete geçtiler ama Eris onlardan bir adım daha öndeydi. Ruijerd, birden fazla düşmanın karşısında yapılması gereken doğru hareketler hakkında ona bir ders vermişti. Birçok canavar sürü halinde avlanır; amacın onlar etrafını sarmadan önce onları teker teker avlamaktır.

“Haaah!” göz açıp kapayıncaya kadar, Eris suikastçılardan birini daha öldürmüştü.

Geri kalan üçünün de cesaretlerinin kırılmış olduğu görünmekteydi. Kızın hareketleri belirsiz ve saldırıları de hiçbir belirti göstermeden beklenmedik açılardan gelmekteydi. Ne bir şey yapmaya çalışmanın ne de saldırılardan kaçınmanın imkânı yoktu.

Yine de bu kişiler profesyonel katillerdi. Eris’in tam yoldaşlarından birini öldürdüğü ânda onu çevrelemeyi başarmışlardı. İki suikastçı Eris’in üzerine neredeyse aynı anda çullandılar, özellikle onun dengesini bozmaya yönelik saldırı yapıyorlardı.

Hızlılardı hızlı olmalarına ama Ruijerd kadar değil. Ayrıca Şeytan Kıtası’ndaki Çakal Sürüleri kadar da mükemmel koordine değillerdi.

Bu herifler ona rakip olmak için yeterince iyi değillerdi.

“Hançerleri zehirli! Dikkat et!” Bağırarak uyarısını yaptıktan sonra, küçük kızı korumakta olan şövalye, suikastçıların birisine arkadan saldırmak için ileri atıldı.

Eris, siyahlı adamın buna karşı ne şekilde tepki vereceğini doğru bir şekilde tahmin etti ve onların kıskacından kurtulma şansını da bulmuş oldu. Tam o anda bu dövüşü kazanacağını anlamıştı ve kılıcını üçüncü suikastçının de içinden geçirdi.

“Lanet olsun! Geri çekilin!”

Geri kalan diğer iki suikastçı dağılıp hızlıca koşmaya başladılar. Ama Eris işini yarım bırakacak birisi değildi. Beklemeksizin birisini arkadan yakaladı ve vahşice saldırıp onu belinden ikiye ayırdı. Karnından saçılan iç organlarıyla birlikte adam yere düştü.

Son kalan suikastçı topukları kıçına vura vura kaçtı.

Eris ona doğru döndüğü sırada çoktan uzaklaşmıştı bile.

Kibirli bir horultunun ardından, kanlardan ve et parçalarından kurtulmak için kılıcını kuvvetli bir şekilde salladı. Dışardan bakıldığında her zamanki gibi sakin görünüyordu. Ama kalbi öyle şiddetli atmaktaydı ki… Hayatının ilk ölüm-kalım mücadelesini yaşamıştı, üstelik başka insanlara karşı. Ayrıca ömründe ilk defa bir başkasını öldürmüştü.

Dahası, rakiplerinin ellerinde zehirli hançerler vardı—tek bir çizik bile onun sonunu getirebilirdi. Ve Rudeus ile Ruijerd onun arkasını kollamak için yanında da değildi. Pek fazla düşünmeden kendisini çatışmanın içine atmıştı, ölmesi işten bile değildi.

Doğal olarak, Eris bütün bu düşünceleri tamamen kendisine saklamayı tercih etti. Kılıcını kınına geri sokarak tapınak şövalyesine doğru döndü. “Üzgünüm. Biri kaçmayı başardı.”

Bu sözler şövalyeyi biraz afallatmıştı. Karşısındaki kız henüz tam olarak ergenliğini bitirmemişti bile ama oldukça tehlikeli bir katil grubunu helak etmişti. Ve de hiç etkilenmiş gibi durmuyordu.

Kadın, miğferini bile çıkarmadan, yumruğunu karnının üstüne koydu ve eğilerek Kutsal Milis Şövalye selamı verdi. “Yardımlarınız için en içten teşekkürlerimi sunarım.”

Eris, Ruijerd’in bu tarz konuşmalarda ne tür tepki verdiğini hatırlayarak, onun vereceği tarzda bir cevap vermeyi tercih etti. Kendisi eğilmeden “Çocuğun zarar görmemiş olmasına sevindim” dedi ve sustu.

“Ben Tapınak Şövalyeleri’nden Therese Latria. Tahmin ediyorum ki siz bir maceracısınız, değil mi hanımefendi? Acaba Adınızı öğrenebilir miyim?”

“Adım Er—”

Eris kendi adını söylemek üzereydi ama sonra durdu. Bu doğru gelmiyordu. Rudeus’un bu tarz durumlarda hep yaptığı şey neydi?

“Ben Ölü Son Ruijerd. İster inan ister inanma, aslında ben bir Supardım.”

Miğferinin altında, Therese’nin yüz ifadesi gerilmişti. Eris’in bundan haberi yoktu fakat bütün Tapınak Şövalyeleri Milis Kıtası’nı şeytan ırkındakilere karşı müdafaa etmek için varlardı.

Bittabi, Eris’te gerçek bir Supard’ın sahip olduğu karakteristik özellikler bulunmamaktaydı. Therese’nin tekrardan rahatlaması sadece bir saniye sürmüştü. Bu kız açık bir şekilde ona yanlış bir isim söylemiş ve tapınak şövalyelerinin düşman olarak gördüğü bir şeytanın kimliğini üstlenmişti. Kızın onlarla yakınlaşmaya ya da bu olaya daha da karışmaya niyeti olmadığının açık bir ifadesiydi bu.

Bir başka deyişle, böylesine önemli birisini kurtarmış olmasına rağmen, onlardan bir karşılık beklemiyordu. Therese bunu hoş bir sürpriz olarak değerlendirdi. “Anlıyorum. Peki öyleyse…”

Kızın ona kollarını kavuşturmuş bir şekilde dik dik baktığı sırada bir an için durdu ve yüzünü inceledi. Kızın yüzünü iyice aklına kazıdıktan sonra da kuvvetli bir ıslık çaldı.

Çok geçmeden bir at koşa koşa ormandan dışarı çıktı.

At arabalarını çeken hayvan idi bu. At arabası yan yattığında kaçmıştı ama şimdi ise tıpkı ona öğretildiği gibi bir ıslıkla Therese’nin yanına gelmişti. Genç kızı ata bindirdikten sonra kendisi de onun arkasına geçti.

“Eğer yardıma ihtiyacın olursa, Tapınak Şövalyeleri’nden Therese’yi bul!”

Bu son sözlerin ardından, kadın şövalye atıyla dört nala oradan ayrıldı. Eris hiç ses etmeden onların ayrılışını izledi.

Malum bir genç—henüz ayağa kalkamıyordu—bütün bu olanları gölgelerin ardından izliyordu. Ve onun gözlerinde, hızla uzaklaşan şövalyenin gidişini izlemekte olan korkusuz kızıl saçlı kılıç ustasının bir peri masalı karakterinden arda kalır yanı yoktu.

 

 

Yıllar önce, Milis Kilisesi’nden bir piskopos Buçukluk ırkından bir kadına aşık olmuş. Kadın adama bir erkek çocuk vermiş ve zamanla, o çocuk büyümüş kendisine bir eş almış. Cliff de işte bu çiftin ilk ve tek oğluydu.

Cliff’in doğacağı zaman, kilisenin içindeki çeşitli gruplar arasında oldukça vahşi bir güç mücadelesi başlamış. Bu mücadelede Cliff’in ebeveynleri canlarından olmuş. Cliff’i çatışmadan uzakta tutmak adına, dedesi—yani piskopos—onu geçici bir süre için Milishion’daki yetimhaneye bırakmış. Daha sonra ise düşmanlarını alt ederek papalığı ele geçirmiş ve küçük Cliff’i kendi hanesine getirmiş.

Kısacası, Cliff Grimore Milis Papası’nın gerçek torunu…sadece birkaç kişi, Kilise’nin içinde olanlar da dahil, bu gerçekten haberdar.

Bu yüzden, Cliff o at arabasının neden hedef alındığını çok iyi biliyordu. O mucizevi güçlere sahip olduğu söylenen Kutsanmış Çocuk, malum bir başpiskoposun sahip olduğu en güçlü araçtı. Ve bu başpiskoposun grubu da Cliff’in dedesiyle fiili bir çatışma halindeydi.

Aslında Cliff’in o kızla daha önceden tanışmışlığı bile vardı. Burada ormanın yanında ne yapmak için geldiğini bilmiyordu, fakat; ona saldıran siyahlılarla da yakın sayılırdı. O kişiler onun öğretmenlerindendi. Bir süre önce onların dedesi için ayrıca bu tarz kirli işleri de üstlendiklerini öğrenmişti. Bununla beraber onların ne kadar güçlü olduklarını da biliyordu. Onlarla defalarca dövüş antrenmanı yapmıştı ama bir kez olsun onları yenmeye yaklaşamamıştı bile. Buna rağmen, onların Eris’e karşı hiç şansları yok gibiydi.

Gerçekte, aralarındaki savaş kıl payı Eris’in lehine sonuçlanmıştı. Ama Cliff’in gördüğü kadarıyla, kendisinin bir milyon yıl uğraşsa dahi yenemeyeceği adamları bu kız hemencecik parça pinçik etmişti. Şehre geri döndükleri sırada, kendisini kızın yorgun yüzüne derin ve içten bir hayranlıkla bakarken buldu.

Bu kız çok geçmeden önemli bir şahsiyet olacaktı.

Bu düşünce kafasında iyice sertleştiği sırada, Cliff fevri bir teklifte bulundu. “Eris, benimle evlenir misin?”

“Ne?! Hayatta olmaz!” Kız onu anında reddetmişti. Üstelik yüzünü apaçık bir şekilde ekşiterek.

Kendisi gibi oldukça yetenekli birisinden gelen teklifi bir kızın böylesine geri çevirmiş olması ona garip geldiğinden, kendi zihninde bir açıklama bulmaya çalıştı. Şimdiye dek konuştukları her şeyi yeniden gözden geçirdi. Bir süre sonra, kızın birçok defa hocasından bahsettiğini hatırladı. Adına ne demişti? Ru… Ru…

“Rudeus.”

Bu ismin söylendiğini duyunca, Eris sese doğru döndü.

“Bu senin hocanın ismiydi, değil mi? Söylesene o nasıl biri?”

Birkaç dakika içinde, Cliff, kendisini bu soruyu sorduğu için kendisine lanet okurken bulacaktı. Eris’in pek de konuşkan birisi olmadığı izlenimini edinmişti fakat açıkça görüyordu ki aslında o hiç de öyle değildi. Şu Rudeus kişisini sanki sonsuza kadar gururla anlatabilecek gibiydi. Milishion’un dışındaki düzlüklerden Maceracılar Loncasına varana dek durmadan ondan bahsetmişti. Söylediği bütün övgüleri heyecan dolu bir şekilde düzüyordu ve yüzünün ifadesi ona karşı hissettiği yoğun hisleri apaçık bir şekilde ortaya koyuyordu. Onun bu ifadesi, Cliff’i kıskançlıktan çatlatmak için yeter de artardı bile.

“Artık eve dönmem lazım,” diye sonunda lafın arasına girdi, muhtemelen yüzünde somurtkan bir ifade olduğunun farkında olarak.

Eris bir ya da iki saat daha konuşmaya devam edebilir gibi duruyordu ama şimdi elini umursamaz bir tavırla sallamaktaydı. “Ah, tamam. Güle güle.” Daha az önce hocası hakkında böylesine neşeli bir şekilde konuşan o kız gitmişti de sanki yerine bir başkası gelmişti.

Cliff, kızın görüş alanından çıkana kadar yürüyüp gitmesini sessizce izledi. Bu güçlü, güzel ve kusursuz kızı tamamıyla etkisi altına almış olan bu “Rudeus” da kim oluyordu?

Gizemli bir rakibin görüntüleri kafasında uçuşadursun, genç büyücü, onu saatlerdir aramakta olan insanlardan bir ton azar işiteceği Milis Kilisesi’nin karargâhına dönmüştü.

Bu arada, Kutsanmış Çocuk olayından sonra kilise içindeki güç çatışması, hızlıca şiddetlenmişti. Bir süre sonra Papa, torununun Milishion’da kalmasının fazla tehlikeli olduğuna karar vererek, yaşaması için Cliff’i yabancı bir ülkeye yolladı. Ama tabii ki bunların Eris’le hiçbir alakası yoktu.

Eris’e gelecek olursak, Rudeus’u yatağında öylesine üzgün bir şekilde oturduğunu gördüğü anda bütün bu olayları çoktan unutmuştu bile. Ama bu bile, anlatılacak bir başka hikâye idi.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.