İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 06 Kısım 2

[ A+ ] /[ A- ]

Kısım 2

Üç gün sonra – Paul’la akşam yemeği randevumuzdan önceki gün – restoranda giyebileceğim adamakıllı hiçbir kıyafetimin olmadığını fark ettim.

Kılık kıyafet kuralı olmadığını ve bunun sadece bir aile buluşması olduğunu biliyorum. Yine de Büyülü Kıta’da aldığım kıyafetler, Millishion sokaklarında eski püskü duruyordu, o yüzden Eris’le birkaç alışveriş yapalım dedim.

Buna bir nevi çıkma diyebiliriz, gerçi pek eğlenceli olduğu söylenemez. Eris hiçbir zaman kıyafet alma konusunda heyecanlı olmadı, ve neyi göstersem ”güzel” deyip dururdu. Bu fırsatla ona da birkaç kıyafet alırız diye düşündüm. Buradan itibaren insanların hüküm sürdüğü topraklarda olacağız ve bilirsiniz ilk intiba önemlidir derler. En azından, adamakıllı bir şeyler giyinelim de insanlar bize görgüsüz gibi davranmasın istedim.

İçimden bir keşke moda adına en azından bir şeyler bilen bir arkadaşım olsa diye geçirdim. Fakat bu şehirde tanıdık diyebileceğim kişiler sadece bizim maymun suratlı çaylak ve Vierra. Gisu’nun nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yok, Vierra’ya gelince, ondan hususi bir iyilik isteyecek kadar yakın değilim kendisiyle.

Sonuç olarak, kafamda bir şeyler oluşana dek yoldan geçen insanları incelemeye karar verdim. Eris ve ben sokağın bir kenarına oturduk ve bir süre boş boş kalabalığı izledik.

Çok geçmeden, mavi kıyafetlerin bu aralar nispeten daha popüler olduğunu fark ettim. Ayrıca bazıları pelerin veya ceket giyerken, geri kalan çoğunluğun umurunda bile olmamış. Burada iklim o kadar hoş ki çoğu dışarı kıyafeti ince türden.

”Anlaşılan moda bu ara mavilerden yana, değil mi?”

”Mavi sana hiç yakışmıyor Rudeus.”

Vayyy, amma dobra. Neyse ki zamane modası benim de çok umurumda olan bir şey değildi. ”Bana ne yakışır o halde?”

”Gisu’nun verdiği şu şey sende değil mi? Onu giy de git işte.”

Kürklü yelekten bahsediyor, değil mi? O şey bana biraz büyük geliyor ama. Yani kaban diyebilecek kadar uzun. Tabi rahatlığına bir şey diyemem, bazen giydiğim oluyordu. Daha çok soğuk günlerde.

”Dediğin fena değil, ama galiba bana göre fazla uzun.”

”Evet, bence de. E boyuna göre kısalt o zaman?”

”Yazık etmiş oluruz. Hala gelişmekte olan biriyim hatırlarsan.”

Sıradan şeylerden konuşarak birkaç şey satın aldık. Pek uzun sürmedi işimiz, bunu ilgi alanlarımızın uyuşmadığı kısma not edeyim. Tam sonuna gelmişken, Eris’in oldukça şık, küçük beyaz güllerle bezenmiş siyah bir kıyafet alması beni şoka uğrattı.

”Gerçekten bunu mu istiyorsun Eris?”

”…Niye? Bir sorun mu var?”

”Yo, yo. Eminim sana çok yakışacak.”

”Hmmhh. Yalakalığa gerek yok, tamam mı.”

Satın aldıklarımızı ödedikten sonra kaldığımız hana yöneldik.

 

Sonunda büyük gün geldi çattı.

Öğleyin Ruijerd ve Eris’e, akşama babamla yemekte olacağımı söyledim.

Ruijerd yüzünde rahatlamış bir ifadeyle ”Bunu duyduğuma sevindim” diye karşılık verdi. Gözlerindeki mutluluğu sahiden okuyabiliyordum. Görünüşe göre şehirden ayrılmadan, babamla aramız düzelsin istiyordu. Elbette bundan endişe etmesine hiç gerek yoktu. Bu aile bağlarını sıkılaştırma fırsatını sonuna kadar kullanacaktım zaten.

”Ben de geliyorum!” diye bağırdı Eris.

Yüzüne döndüğümde, her zamanki kollar bağlı akimbo pozuyla bana üstten dik dik bakıyordu.

”Aaahhh…”

”Ne var? Gelemez miyim?”

Geçen günkü olay olmasa, bir an bile düşünmezdim, ama Eris’in babama karşı hala belirgin bir kini var. Belki böyle düşünmem bile iyimser kalıyordur. Galiba Paul’un cüretinden nefret ediyor. Bir yere kadar neler hissettiğini anlayabilirim ama Paul ile işleri yola koymaya çoktan karar verdim.

Eğer tek mesele bu olsaydı, onu yanımda götürüp barışmaları için çabalardım. Fakat bu akşam yemeği, yıllar sonra gerçekleşecek ilk aile yemeğimiz olacak, tamam mı? Daha bir de Norn ile aramı düzeltemedim. Ayrıca restorana tek gideceğimi söyledim.

”Sen burada kalsan olmaz mı Eris?”

Her şeyi göz önüne alarak, Eris’in biraz kendine mukayyet olmasını istedim. Zaten yanan bir ormanın ortasına bir de bomba götürmek bana hiç de iyi bir fikir gibi gelmiyor. Usulen onunla ailemin tanışması için, şuan olduğumuzdan daha yakın olmamız gerek, o yüzden daha zamanı var.

Ha yır ol maz! Ben de geleceğim, tamam mı?!”

Ne kadar aptalım. Eris ve ”kendine mukayyet olmak”, lügatinde böyle bir kelime yok ki onun.

”Ruijerd, sen de bir şeyler söylesene.”

Yardım umuduyla Ruijerd’e döndüğümde, eli çenesinde düşüncelere dalmış halde buldum. Yoğun bakışları benden Eris’e, sonra tekrar bana döndü. ”Babanla barışmıştın, değil mi? O halde sorun olmamalı. Bırak gelsin seninle.”

Vay beee! Sırtımdan vurdun, Hain Kostok! Bu, geçen sefer Eris’i durdurmak için kafasına yumruk atanla aynı adam mı?

Neyse ne. Sanırım çoğunluk oyunu kabul edeceğim bu seferlik. ”Eh, madem Ruijerd böyle diyor…”

”Hmmhhh! Ne bekliyordun?”

”Sadece tek bir şey, Eris. Babamla iyi geçinmek istiyorum, o yüzden ona karşı kibar ol, anlaştık mı?”

”…İyi be!”

Ses tonuna bakarsak, sözünü tutmaya gram niyeti yok. Bu hiç iyiye haber değil.

 

Sonrasında, yeni kıyafetlerimi giymek için üst kata çıktım,  Ardından restorana bambaşka bir ben (yani Newdeus) olarak yola koyuldum. Eris önceki gün aldığımız siyah elbisesini giyip peşimden geldi.

Dar ara sokaklardan uzak durmak için elimden geleni yaptım. O karanlık yollarda bir sürü adam kaçıran cirit atıyor ve bazı muhitlerde şiddete başvurabiliyorlarmış. Yeni kıyafetlerimizi berbat etmeye hiç gerek yok.

Ana caddelerin de kendine göre tehlikeleri var tabi. Akşam saatleri olduğundan, çok sayıda insan dışarıdaki dükkanlardan yakitori tarzı şeyler alıyor. Onlardan biriyle çarpışsak, hiç şüphesiz sonu hüsran olurdu. Hatta bunlardan biri Eris’e çarpacak olsa, Boreas Yumruğu hem çarpanı hem beni kanlar içinde bırakabilir.

Koruyucu tedbir olarak Sağgörü Gözümü aktif olarak kullanıyorum. Sürekli bir saniye sonrasını göz önüne alarak, kalabalıkta yolumuzu güvenle bulabildik. Böylesine güçlü bir yeteneği bu kadar sıradan bir şey için kullanırken içim acıdı, ama en azından hedefimize vukuatsız vardık.

Tüm bu ”rezervasyon” muhabbeti beni biraz gerdi. Şu işe bakın ki Aylak Millis, sıradan bir restoranın mükemmel bir örneği çıktı. Hana ait olmayan bir bar ve restoran; müşterilerinin çoğunluğunu görece saygın yerliler oluşturuyor. Önümdeki garsona adımı verdiğimde, Eris’le beni hemen masamıza götürdü. İki kişi olmamız hiç göz önüne alınmadı. Paul yüzünde beceriksiz bir gülümsemeyle çoktan masada yerini almıştı, yanındaysa bir adet somurtkan Norn.

”Kusura bakmayın, geciktim mi?”

”Ah, yok…Sen kusura bakma evlat. Shierra nedense yer ayırırken heyecana kapılmış. Ben her zaman gittiğimiz yer olsun dedim, ama…”

”Arada bir değişiklik yapmak fena olmuyor ama değil mi?”

Sandalyemi çekmeye başladım, sonra Eris’in de baya huysuz olduğunu görünce durdum. Aslında bu, teknik olarak ilk karşılaşmaları değil, ama belki adamakıllı tanıştırmak iyi olabilir. ”Şeyy, Baba, bu Eris. Sana geçen gün anlattığım gibi, Philip’in kızı ve Boreas’ların bir üyesi – ”

”Ah. Doğru, doğru.” Cümlemi yarıda kesip ayaklandı Paul ve Eris’e döndü. Dimdik durarak bir elini göğsüne getirdi ve başını hafifçe eğdi. Philip’inkinden geri kalmayacak kadar düzgün bir eğilme. ”Sizinle tanışmak bir şereftir, hanımefendi. Ben Paul Greyrat, Rudeus’un babasıyım.”

Şaşakalan Eris bir yandan bana bakmaya çalıştı, ama babamla olan göz temasını hepten bırakamadı.

”Ah, Be-be-ben…Eris Greyrat…efendim.” Yüzünde hala aksi bir eda var. Bununla birlikte, elbisenin kenarlarından tutarak beceriksizce bir reverans yaptı. Sanki bağırıp çağırma veya yumruk sallama şansını kaçırmış gibiydi.

Kabul etmek gerekirse, Paul’dan baya etkilendim. Zamparalık yıllarından kızlara nasıl davranılması gerektiği hakkında üç beş bir şeyler kapmış.

…Ne zamandır böyle eğilmeyi becerebiliyor ki?

”Peki o zaman. Neden hep birlikte oturmuyoruz?”

Neyse ki aile yemeğimiz kan dökülmeden başlayabildi.

Eris ve ben yerlerimize oturduk. Şimdilik Eris uslu duruyor, ola ki bir şeyler ters gitti, hemen dişlerini bileyip yaygara çıkaracağı aşikar. Paul hala pek rahat görünmüyor. Norn’a gelirsek…Yani, bana bir kere bile bakmadı.

Uzun lafın kısası, atmosfer pek şahane değil. Belki Eris’i beraberimde getirmek gerçekten bir  hataydı.

Galiba durumu tek garip bulan ben değildim. Kısa süren bir sessizliğin ardından, Paul yüzünü Norn’a dönüp tedirgin bir ifadeyle. ”Hadisene kızım. Bak, abin burada, gördün mü? Niye ona selam vermiyorsun?”

”Olmaz! Babamı yumyuklayan bir hıyarla yemek yemek istemiyorum!”

Eris kaşlarını çatıp ağzını açmaya yeltendi ki Paul daha önce davrandı. ”Öyle deme kızım. Zaman zaman Babacığın da bir iki yumruğu hak ettiği oluyor.”

Norn, minik yanaklarını şişirip insanın mıncırasını getiren bir öfke gösterisiyle ”Ama senin hiçbir suçun yok!” dedi.

”Biz abinle çoktan barıştık tamam mı? Öyle değil mi Rudy?”

Vay anasını. Topu bana atıyorsun ha? Yani, belki bu bir çeşit fırsat olabilir. Kıvrak zekamı ve yahşi cazibemi sergilemek için bir şans.

”Ah, tabi ki,” dedim sırıtarak. ”Öpüşüp barışmamızı ister misin?”

”Haa?!”

”Haa?”

Nedense son sözler sönen balon gibi hızlı reaksiyon aldı. Aslına bakarsanız onu suçlayamam. Ben de seni öpmek istemiyorum. Belki dediklerimi unutsak iyi olacak.

”Ah, her neyse…biz ikimiz artık arkadaş gibiyiz Norn. Neden sen de abinle barışmıyorsun?”

”Asla!”

Paul, somurtan Norn’un başını okşadı. Altın rengi saçları cidden çok güzel duruyor. Bana Zenith’i anımsattı. Hatırladım da, ne zaman küplere binse o da tıpkı böyle somurtup dururdu. Belki Norn bu konuda ona çekmiştir.

Paul’un okşamasına bir müddet teslim olduktan sonra, ufaklık bir anda gözlerini bana çevirdi. Yüzüme bakabilmek için başını geri itmesi gerekiyordu ki bu sahne korkutucu olmaktan çok tatlı bir etki yaratıyor. ”Babacığım elinden geleni yapıyor.”

Yorum bana bakılarak yapıldığı için, olabildiğince kibar yanıtladım. ”Tabi. Öyle olduğunu biliyorum.”

”Başka bir kızı öptüğü falan yok!”

”Ben de öyle duydum. Ondan şüphelendiğim için özür dilerim.”

”Bana da çok iyi davranıyor!” Norn’un minik gözlerinde yaşlar toplanıyor. Siktir, yanlış bir şey mi söyledim? Lütfen zırlamaya başlama, ufaklık… ”Babacık devamlı ağlayacakmış gibi duruyor!”

Norn’un bariz sıkıntısından panik olup Paul’la belli belirsiz bakıştık. ”Sen ciddi misin?”

”Ah, şey, arada bir-”

”Ben ona çok üzülüyorum!”

Bunun üzerine ikimiz de bir şey diyemedik.

”Onu öyle nasıl dövebildin? Sen çok kötüsün!”

Norn’un yüzüne bakınca, derin bir iç çekmemek için zorladım kendimi. Paul ve Norn birlikte ışınlandı. Artık her şeyi biliyorum. Fittoa’ya dönmeye çalıştıkları yolculuk sırasında çokça hastalanmış ve yolda defalarca canavarlar tarafından saldırıya uğramışlar. Ve onu tüm bu tehlikelerden koruyan babasıydı.

Annesi, hizmetçisi ve kız kardeşi kayıplardayken, minik kalbi korkuyla küt küt atarken, güvenebildiği tek insan Paul’du. Yıllarca sahip olduğu tek aile oldu ona.

Ve birden bir yabancı ortaya çıkıyor, onu yere serip suratını yumruklamaya başlıyor. Onun yaşıtı çoğu çocuğa travma yaşatmaya yeter bir sahne.

”Norn, dinle. Bunların hepsi benim-”

”Sorun değil, Baba.”

Eğer yaşça biraz daha büyük olsaydı, üçümüz bir şekilde konuşur, çıkar yolunu bulurduk. Fakat onun yaşında, bu hemen hemen imkansız. Paul da ben de birtakım hatalar yaptık ve acele kararlar verdik; hatalarımızın farkına varıp barıştık. Ama ufacık bir çocuğun bunu anlamasını bekleyemezsin. ”Norn daha hala çok küçük. Onun yerinde ben olsam, ben de seni yumruklayan bir hergeleyi affedeceğimi hiç sanmıyorum.”

Norn’un benden nefret etmesi üzücü tabi ama bunu düzeltmek için elimden bir şey gelmez. Birkaç yıl geçtikten sonra olanları tekrar konuşmamız gerekiyor sadece. Biraz daha büyüsün, eminim hak verecektir. Zaman sınırsız bir kaynak değil ama en azından bazı yaraları sarmaya yeterli.

”Yo, böyle olmaz.” Görünen o ki Paul benimle aynı fikirde değil gibi. ”Sizler birbiriniz için, geriye kalan tek kardeş olabilirsiniz, anladınız mı? Birbirinizle iyi geçinin istiyorum.”

Dedikleri kafama dank edince babama sinirlendim. ”Biraz karamsar konuşmadın mı?”

”…Evet, haklısın. Özür dilerim.”

Poff, bu hiç iyiye işaret değil. Atmosfer her geçen dakika daha bir ağırlaşıyor. Konuyu değiştirmenin tam zamanı. ”Bu arada buranın nesi meşhur Baba? Öğle yemeğini de yemedim, karnım zil çalıyor.”

Yani, kusursuz bir geçiş hamlesi mi, değil tabi ki, ama Paul ne yapmaya çalıştığımı anladı. Zoraki bir gülümsemeyle ayak uydurdu. ”Hm, bir bakalım. Güneydeki denizden avladıkları taze balıkla acayip leziz balık yahnisi yapıyorlar. Ah, bak şimdi dana eti de çok iyi. Bu civarlardaki çiftliklerde bir sürü sığır yetiştiriyorlar, biliyor muydun? Asura’daki cinslerinden çok ayrı bir tatları var, özellikle burada kaynatarak pişirdikleri için. Gerçekten zengin, muazzam bir aroma katıyor.”

”Vay, bunu denemem lazım. Büyülü Kıta’da yediğim tüm etler cidden leş gibiydi.”

”Sahi yediklerinizin çoğu Koca Tosbağa etiydi, değil mi? Doğru, çoğu canavarın eti bok gibi.”

Muhabbet sonunda biraz olsun sarmaya başladı, ama Norn hala kafasını diğer yana çevirmiş öylece oturuyor. Anca Paul ona bir şey söylerse cevap veriyor, onda bile kafasını bu yana çevirip baktığı yok. Şu noktada ben artık az çok pes ettim, yine de insan üzülüyor be.

Tabi birkaç gün öncesine kadar Paul’a yaptığım şeyin tıpatıp aynısı bu. Öncesini düşününce kötü hissettim.

Ona dik dik bakmasından anladığım kadarıyla, Eris Norn’un tavrından hiç hoşnut değil. Bu anın bir kavgaya evrilmesini hiç istemiyorum, ama…en iyisi işleri akışına bırakmak.

”Ah, doğru. Sana sormak istediğim bir şey vardı, Baba.”

”Öyle mi? Neymiş o?”

”Gash Broche adında birini tanıyor musun?”

”…Ah, maalesef. Nerede duydun bu ismi?”

Fırsattan istifade, Paul’a Ruijerd’in mektubundan bahsettim ve tabi bize yazan bu gizemli arkadaşından. Balmumu mühürdeki amblemin kabataslak bir kopyasını yapmıştım, çıkarıp ona gösterdim.

”Koyun, şahin ve kılıç ha? Bir şövalyenin aile armasına benziyor. Ama daha önce Gash Broche adını duyduğumu hiç sanmıyorum. Tüm Millis soylularını tanıdığım söylenemez elbette.”

”Anladım…Sence Shierra onun hakkında bir şeyler biliyor mudur?”

”Hmm, bilmem. Sorarım bir ara.”

Bu adamı daha önce duymamış olması pek yardımcı olmadı, ama şimdilik bekleyip göreceğiz.

Bu konuyu da hallettiğimize göre Paul’la artık aklımıza ne geldiyse konuşmaya başladık. En son, onuncu yaş günüme geldi konu.

Paul’un dediğine göre, Buena Köyü dışındaki ormanda bulunan canavarlar, bir ay öncesinde nedense daha aktif hale gelmişler. Paul ve Zenith durumu kontrol altında tutmaya çalışmakla o kadar meşgullermiş ki hediyemi düşünecek pek zamanları olmamış. Doğum günümden bir gün önce ormanı temizlemeyi başarmışlar, tam bana bir şeyler yollamaya hazırlanırken Işınlanma başlarına gelmiş.

Tüm bunları dinlerken dudak büzüp somurttu Eris. Aklıma gelmişken, Paul’un partime gelemeyeceğini haber aldığında çok üzgün görünüyordu.

”Sadece meraktan soruyorum, ne göndermeyi planlıyordunuz?”

”Ben sana bir çift zırh eldiveni gönderecektim. Gerçi biraz kötü hissettim, çünkü birkaç gün öncesinde depoda denk gelmiştim, ama bunlar labirentin derinliklerinden gelen büyülü itemlerdi. Tüy kadar hafiflerdi. Benim elime hiç oturmadılar, ama sana yakışacaklarını düşünmüştüm Rudy.”

”Ciddi misin? Evde öyle şeyler olduğunu hiç bilmiyordum.”

”Tabi. Zenith kendininkini sır tuttu, ama bazı zamanlar Lilia’nın bu ufak kilitli kutuya gülerek baktığını görürdüm. Tahminimce o da senin içindi.”

”Bir kutu?” Bak şimdi merak ettim. İçinde ne vardı acaba? Şimdi düşünmenin bir alemi yok gerçi. Artık her neyse, çoktan kaybolup gitmişti.

Bundan sonra, nasıl olduysa Zenith’in ailesinden konu açıldı. Millis soyluları arasında kuşkusuz anlı şanlı bir aile, geçmişte pek çok yetenekli ve ahlaklı şövalye yetiştirmişler. Ne yazık ki büyükbabam evi terk ettiği için Zenith’i evlatlıktan reddetmiş, o yüzden ilk zamanlar aranmasına yardım etmeye pek gönüllü olmamışlar.

Gerçi Norn’u görür görmez yüz seksen derece dönüş yapmışlar. Bu dünya ile benimki arasında dağlar kadar fark var, ama sanırım şirin bir torunun gücü evrenselliğini koruyor.

”Hmm. Acaba geçerken uğrasam sana daha fazla maddi destek olurlar mı?”

”Aa, bence tam tersi teper…”

”Aynen, haklısın.” Onların yanında tatlı şirin bir velet rolü yapabilirim, ama önünde sonunda gerçek yüzüm ortaya çıkar. Risk etmeye değmez.

Çok geçmeden garson nihayet yemeklerimizi masaya koydu. ”Evvet, hadi gömülün,” dedi Paul çatalını gösteri yapar gibi havada döndürerek. ”Hmm, önce hangisiii…?”

Eris parlayan gözlerle masadakileri incelerken, ”Bu leziz görünüyor” diye mırıldandı.  Cidden, sanki ben değil de o Paul’un evladı gibi. Gerçi Paul ve Philip kuzenlerdi, belki böyle olması o kadar da tuhaf değildir.

Her neyse, bu Norn’un gözündeki değerimi artırmak için bulunmaz fırsat. ”Babaaa, sofra adabın nerede-”

”Kes şunu, Baba! Yemeden önce dua etmen lazım!”

İkimiz neredeyse aynı anda konuştuk. Norn şaşkın gözlerle bana baktı, hemen sonra somurtarak başını çevirdi.

”Ha ha. Peki çocuklar.”

”…Tamam, anladık.”

Paul kederli bir şekilde başını kaşıdı, Eris’se isteksiz göründü ama ikisi de sandalyelerine yaslandılar. Dördümüz birlikte Millis tarzı kısa bir dua ettik. Duadan kastım, ellerini birbirine vurup birkaç saniyeliğine gözlerini kapamak.

Eris ve ben inançlılardan değiliz, muhtemelen Paul da bizim gibi, fakat bu dünyada sofra adabı bunu gerektiriyordu. Tıpkı Roma’daki gibi, anlarsınız ya. Basamakları sızlanmadan tamamladık.

Nedense bunu yaptıktan sonra Eris ve Norn’un keyfi biraz daha yerine geldi.

Yemeğimizi zevkle yerken önemsiz şeylerden bahsettik. Tabi konuşmanın çoğunu Paul ve ben yapıyorduk. Norn asla bana doğru bakmadı ve hakkını yemeyeyim, Eris kendine düşeni yapıp sessizliğini korudu. Paul arada sırada ona laf attı ama Eris’in yaydığı aura öyle düşmancaydı ki laf atmasam daha iyi diye düşünmüş olmalı. Arı kovanına çomak sokmamak zekice olur evet.

Eris’le birlikte restorandan ayrılırken, sessizce ”Hmmh, galiba bu sefer kendini kontrol edebildi,” diye mırıldandığını duydum.

Paul’un bana yumruk atmasını bırak, bağırıp çağırsa bile neler olabileceğini düşünmek istemiyorum. Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmediğine göre onu öldürme arzusu geçmiş olabilir – yani en azından biraz olsun.

Neyse ki bu açıdan bakınca, buradaki zamanımıza değdi.

 

Millishion’daki bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Şehirden ayrılacağımız gün, Maceracılar Bölgesi’ndeki kapıya yöneldik. Eşyalarımızı karavana yüklemeyi bitirmiştik ve yola çıkmaya hazırlanıyorduk ki Paul biz gitmeden bizi yolcu etmeye gelmiş. ”Hey, Rudy. Buralarda biraz daha takılmak istemediğine emin misin?”

Teklifine minnettarım ama biraz geç olmadı mı? ”Eminim güzel olurdu, ama sonumuz bir sene boyunca orada burada aylaklık etmek olur, eğer şimdi harekete geçmezsek.”

”Norn’la daha barışmadınız bile.”

”Diğer üçünü bulduğumuzda bunun için zamanımız olacak.”

Ayrıca, mesele sadece benimle alakalı değil. Eris’e göz attım. Ruijerd tedbir olsun diye ensesinden yakalamıştı, ona rağmen hala Paul’a bakıp gözlerinden ateş saçıyordu. Bu kızın bir şeylere takılmadan yoluna bakma yeteneğini gözümde büyütmüş olabilirim. ”Burada ailesini görmek isteyen bir ben değilim, anlarsın ya?”

”Haklısın, elbette. Ama Boreas ailesi büyük ihtimalle-”

Paul’a elimi sallayıp işaret ederek ”Bundan bahsetmeyelim,” deyip lafını kestim. ”Fittoa’ya döndüğümüzde Philip ve Sauros bizi bekliyor olabilir, öyle değil mi? Haberler belki buraya kadar gelmemiştir.”

”Haklısın. Evet doğru. Ama şey, Rudy…” Paul yüzünde acı bir ifadeyle bir süre sessiz kaldı. ”Yerinde olsam çok iyimser düşünmezdim. İkisi de hayatta kalmış olsalar bile, böylesine geniş çaplı bir felakette sonları ne olur bilemezsin.”

”Yani ne demek istiyorsun?”

Paul sesinin tonunu biraz alçalttı. ”Philip’in kardeşi James, şuan kellesini kurtarmakla meşgul. Bu kargaşada tüm suçu onlara atması işten bile değil.”

Vay anasını.

Bunu hiç mi hiç düşünmemiştim, ama bir kere duyunca mantıklı geldi. Sauros Fittoa’nın efendisi ve Philip Roa’nın belediye başkanı; ikisi de otorite sahibi yüksek mevkili insanlar. Eve sağ salim dönseler bile, bu Işınlanma Felaketi ile meydana gelen büyük can ve mal kaybından sorumlu tutulabilirler.

Bunun tam olarak nelere yol açabileceğini kestiremedim. Ama en azından, eski rollerine geri dönüp tekrar eski güçlü hallerine dönemeyecekleri aşikardı. Doğrusu, birileri derhal el altından suikast düzenlese çok şaşırmazdım. Bu sayede Philip’in kardeşi onları günah keçisi olarak kullanamaz ve politik olarak onu kolayca köşeye sıkıştırır.

”İşler sarpa sardığında, küçük hanımefendinin güvende olduğundan emin ol. Bazıları ‘soyluluk vazifeleri’ diyerek bir şeyler zırvalayabilir ama sen onlara kulak asma.”

”Tabi ki” olabildiğim en ciddi halimle başımı sallayıp cevapladım. ”Dikkatli olacağım Baba.”

Paul gururla gülümseyip başını salladı. ”Ah bu arada mektubunuzdan Shierra’ya bahsettim. O da dediğiniz adamı hiç duymamış.”

”Anladım…”

”Gerçi, muhtemelen tehlikeli biri değildir demişti.”

”Peki o zaman. Benim yerime ona teşekkür edersin, olur mu?”

Paul hafifçe başını salladı. Ve nihayet, arkasında duran küçük kıza dönüp konuştu. ”Hadi Norn. Abine güle güle de.”

”…İstemiyorum.”

Norn babasının arkasındaki saklanma yerinden bir adım kımıldamadı. Gerçi yüzünün yarısı beni gözetliyordu. Yerim seni. Bir an annesi gibi bir güzellik olacak mı diye düşünürken buldum kendimi. ”Bu ne kadar sürer bilmiyorum ama, bir gün tekrar buluşalım, Norn.”

”İstemez.”

Son ana dek minik kardeşim yüzüme bakmayı reddetti. Çarpık bir gülümsemeyle karavanımıza döndüm.

Böylelikle grubumuz Millishion şehrini geride bıraktı.

 

–Paul’un Bakış Açısından–

 

Öylece Rudeus yola çıktı.

Bu çocuk her zamanki gibi bir harika. Planını bir an önce belirledi ve hemen harekete koyuldu. Elinalise bir zamanlar bana ”hayatını yaşarken aceleci davranıyorsun” demişti değil mi? Sen bir de oğlumu gör, şaşar kalırsın.

Bir ara ikisini tanıştırmak eğlenceli olabilir, ya da…belki bu çok da iyi bir fikir değildir. Evet. Hayatta isteyeceğim son şey, o kadının kayınpederi olmak olur.

Tam bu sonuca varmıştım ki biri omzuma şaplak attı. Döndüğümde maymun suratlı bir adam bana sırıtıyordu. ”Naber, Paul. Oğlunla vedalaşman bitti mi?”

”Gisu…” bu şerefsize minnettarım; sözcüklere dökemeyecek kadar çok. O olmasaydı muhtemelen Rudeus’la hiç barışmayacaktım. ”Sana cidden borçlandım dostum.”

”Hey hey, zahmet etme!”

O an Gisu’nun yol için hazırlanmış olduğunu fark ettim. ”Sen ne ayaksın peki? Bir yerlere mi gidiyorsun?”

”Tabi. Nereye tam karar vermedim ama senin adamlarının giremediği delikler vardır illa ki, değil mi?”

Ne dediğini anlamam biraz zaman aldı. Gisu ailemi aramaya devam edecekti. Biraz şok oldum açıkçası. Eski partimin tüm üyeleri arasından, parti dağılınca en çok zorda kalan Gisu olmuştu. Savaşçı biri mi, asla, herhangi bir özelliği olmayan ama her işten anlayan joker kartı gibi biri. Hiçbir parti onu almak istemedi ve tek başına görevleri tamamlayacak kadar güçlü değildi. Maceracılık hayatını geride bırakmak zorunda kalmıştı. Benden nefret edip kin gütmek için dünya kadar sebebi var.

”Neden bunu…yapıyorsun Gisu? Niye onları bulmak için bu kadar çaba sarf ediyorsun?”

Gisu’nun her zamanki ironik sırıtması, dudaklarının kenarı yukarı kalktı. ”Şansım burada yaver gidecek gibi geliyor bana.” Tipik şifreli ”açıklamasıyla” sırtını dönüp yürümeye başladı.

Ellerimi belime koyup yarım yamalak bir gülümsemeyle gidişini izledim. Bu herifin şans konusunda bir sürü fikri var ve bunların hiçbirini şuana kadar anlayamadım. Ama bu sefer şikayet edecek değildim. ”Hadi bakalım!”

Gisu manzaradan kaybolunca, yerdeki Norn’a uzanıp havaya kaldırarak omzuma koydum. Bir anda enerji ve motivasyon patlaması yaşadım.

İlk olarak şu sığınmacıların yerini değiştirme operasyonunu sorun yaşamadan halledelim bir. Bunu tamamladığımız anda ailemin geri kalanını bulacağım. Her ne pahasına olursa olsun.

Azmimi kalbime sıkı sıkıya yerleştirip şehre geri döndüm.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.