İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 05 Kısım 2
Çevirmen: AllahDiyenKirpi
Kısım 2
Paul’un ayrılması üzerinden çok geçmeden, Eris ve Ruijerd bara geri döndü. Eris’in bir gözü morarmıştı ve Ruijerd’in ise yüzünden düşen bin parçaydı.
“Hayırdır, size ne oldu?”
“Hiçbir şey,” dedi Eris, kollarını kavuşturup somurtarak. “O herifle olan işlerin nasıl gitti?”
“Öpüştük, barıştık.”
Bu laflar ağzımdan çıkar çıkmaz Eris’in kaşları bir anda çatıldı. “Ne?! Neden?!” Sorusunu vurgulamak adına yumruğunu masaya öyle bir vurdu ki masa gürültülü bir biçimde ikiye ayrıldı.
Aman tanrıçam, ne kadar da güçlü bir kızsın sen…
“Demek öyle,” dedi Ruijerd sakince. “Duyduğuma sevindim.”
“Rudeus!” Beni omuzlarımdan sertçe kavradı. Ve sertçe derken, gerçekten. Bu kızın gücü bambaşka bir şey. “Niye öyle bir şey yaptın?!”
“Ne demek neden?” diye sordum, şaşkın bir biçimde.
“Dün nasıl kötü olduğunu hatırlamıyor musun?!”
“Elbette hatırlıyorum. Ve benim için yaptıklarına da minnettarım. Kollarının arasında olmak beni çok rahatlatmıştı.”
Sırf Eris beni kollarına aldığı için, bugün Paul’un yüzüne bakabildim. Eğer beni avutmak için yanımda olmasaydı, günlerce odamdan dışarı çıkamayabilirdim.
“Bahsettiğim şey bu değil! Rudeus, o herif onuncu yaş gününe bile gelmedi. Ve dün sana karşı olan tavrı ise inanılmaz bir şeydi! Şeytan Kıtası’nı baştan aşağı dolaşman gerekti! Yüce Orman’da hapse bile girdin, tanrı aşkına! Ama sonunda, en sonunda onunla tekrar bir araya geldiğinde ise sana bildiğin çek git dedi! Nasıl oluyor da o adi herifi affedebiliyorsun?!”
Vay be. İşte bağıra bağıra konuşmak diye ben buna derim.
Eris’in ne anlatmak istediğini anlıyorum. Olayları bu şekilde anlatınca, Paul cidden iğrenç bir babaymış gibi duruyor. Hatta benden ölesiye nefret ettiğine bile inanabilirdim. Eğer sıradan bir çocuk olsaydım, yaptıklarının affedilebilecek bir yanı olmazdı.
Ama bana göre, benim gibi bir çocuk ile uğraşmaya çalışırken birkaç hata yapması elbette ki kaçınılmazdı. Hatıralarım ile yeniden doğdum ve en başından itibaren bu durumundan olabildiğince faydalandım. Şimdi nasıl olacak da birisi böyle benim gibi garip bir çocuğa “normal” bir babalık yapacak? Paul’un beni yetiştirmesini geçtim, benimle iletişim kurmaya çalışırken bile oldukça zorlandı. Ve dürüst olayım, kendisi bile iyi bir babanın nasıl davranması gerektiğinin farkında değil… gerçi ben de değilim, orası ayrı konu.
Oğlu olarak, tüm yapmam gereken onun abuk sabuk babalık denemelerini şefkat, anlayış ve bir tutam terslemeler ile karşılamaktı. Paul babalık etmek konusunda istediği kadar işleri batırabilirdi. Hatalarının üstünde pek fazla durmazdım. Ne de olsa yapacağı hataların hiçbiri, beni dünkü kavgamız kadar incitemezdi.
Ama elbette ki yakında ikimiz de kendi yolumuza gidecektik.
“Eris.”
“Evet? Söyle…?”
Ne söylemem gerek emin değildim. Eris beni önemsediği için böyle kızgın. Ama beni ilgilendirdiği kadarıyla, su çoktan köprünün altından akıp gitti. “Babam da tanrının bir kulu. Hatasız kul olmaz, değil mi?”
Bunu dedikten sonra, elimi yüzüne koyarak oluşan çürüğü iyileştirmeye koyuldum. Eris yapmak istediğimi yeterince uysal bir şekilde kabul etti ama yüzündeki ifade halen daha ikna olmadığının bir kanıtı gibiydi. Yüzünü iyileştirmeyi tamamladığım gibi somurtkan bir ifadeyle hana geri dönmek üzere yanımızdan ayrıldı.
Gidişini izlerken, grubumuzun üçüncü üyesi ile konuşmaya başladım. “Yani, Ruijerd-san…”
“Ne oldu?”
“Gözündeki o morluk nasıl oldu?” Dün morluk olmadığına adım gibi eminim.
“Eris’i kontrol altına almak konusunda biraz zorlandım,” diye düz bir şekilde cevapladı Ruijerd.
Hmm. Normalde, bir çocuğa vurulduğunu gördüğünde cinnet geçiren türde birisiydi Ruijerd, ama belki de prensipleri benim düşündüğüm kadar katı değildir. Eris, öfkelendiği sırada deli gibi etrafa saldırmış olmalı. Ve tabii şu da var, bu ikisi beraber her gün durmadan dövüş antrenmanı yapan kişiler, yani Eris’e verdiği ilk morluk değildi bu.
Gerçi, yüzüne şöyle iyice bir bakınca, bu düşüncelerimin pek de yerinde olmadığını fark ettim. Ruijerd aslında sakin falan değildi. Duygularını kolayca ifade eden birisi değil kendisi, ama hissettiği pişmanlığı gözlerinden okuyabiliyorum.
Ona vurmayı hiç istememiş olmalı. Ama başka seçeneği de yoktu.
Tam olarak neler yaşandı veya aralarında ne çeşit bir diyalog geçti, bilmiyorum. Ama şundan eminim: ikisinin kavga etmesi benim yüzümden oldu. Sonuç olarak Paul ile barışmayı başarabildim… Bu da demektir ki her şeyden öte onlara minnettar olmam gerek.
“Teşekkür ederim, Ruijerd-san. Eğer Eris babamı öldürecek olsaydı, onunla barışmam bir hayli zor olacaktı.”
“Bana teşekkür etmene gerek yok.”
Her hâlükârda, belli ki Ruijerd, Eris’i durdurabilmek için yumruk atmak zorunda kaldı. Kızın gün geçtikçe ne kadar güçlendiğinin bir kanıtıdır bu.
Bir süre sonra, üçümüz kısa bir grup toplantısı yaptık.
“Tamam öyleyse. Hadi Milishion’daki ikinci resmi toplantımıza başlayalım, millet!”
Bu kez, toplantıyı handaki odamızda değil de barda yapıyorduk. Düşünüyorum da bütün gün boyunca bardan dışarı adımımı bile atmadım. Burası harbiden hoş bir mekân ve hiç de öyle düşündüğüm gibi tıka basa dolmadı …gerçi eminim ki sahibinin bu konu hakkındaki düşünceleri karışıktır.
“Bu tarz bir şeyi daha iki gün önce yapmamış mıydık?” diye sordu Eris.
Artık o kadar da kızgın görünmüyordu. Odamıza kapanıp birkaç saat bize küskün kalır diye tahmin ediyordum, ama on dakika bile olmadan yanımıza geri geldi. Kız gerçekten yoluna devam etmesini iyi biliyor. Onu örnek almam lazım.
“Evet, o zamandan beri durumlar iyice değişti. Belirtmem gerekirse, artık Milishion’da kalıp para biriktirmeye çalışmamıza gerek yok. Bence en kısa sürede ayrılıp yolumuza devam etmeliyiz.”
Cebimizde halihazırda yirmi büyük banknot varken, burada kalıp daha fazlasını biriktirmemizin bir alemi yok. Ve bilgi toplamak konusunda ise Paul aşağı yukarı bildiklerinin hepsini bana çoktan anlattı. Hem Superdler için yaptığımız algı çalışmasını da ikinci plana attığımızdan dolayı, bu şehirde yapabileceğimiz pek fazla şey kalmadı—diye kısaca açıkladım.
Fedoa Bölgesi’nin şu anki durumunu Eris’e söylemek konusunda tereddüte düşmüştüm. Ama en sonunda, fırsat bu fırsat diyerek onu da anlattım. Muhtemelen bizi bekleyen şeyin ne olduğunu bilmesi, önceden buna hazır olma konusunda onun için daha iyi olacaktır.
“Eris, görünüşe göre yuvamız artık yerinde değil.”
“Evet.”
“Ayrıca…hem Philip-san hem de Sauros-sama halen daha kayıp.”
“Pek şaşırmadım.”
“Ghyslaine’nin nerede olduğunu da kimse bilmiyor, yani bir ihtimal—”
“Dinlesene, Rudeus,” dedi Eris, kolları kavuşmuş ve çenesi havaya doğru dikilmiş bir şekilde. “İşlerin en az bu kadar kötü olacağının zaten farkındaydım.”
Bakışları dimdikti. Yüz ifadesi her zamanki gibi keskin ve küstahça idi. Gözlerinde en ufak bir şüphe veya tereddüt dahi yoktu.
Eris, Fedoa’yı unutmuş değildi. Kendisini çoktan en kötüsüne hazırlamıştı.
Küçük bir homurdanmanın ardından, devam etti. “Bahse varım Ghyslaine halen bir yerlerde yaşıyordur, ama babam ve dedemin ölmüş olması büyük bir ihtimal.”
Sonuçta, ikimiz Şeytan Kıtası’nın ortasına savrulmuştuk. Sanırım diğerlerinin de eşit derecede tehlikeli yerlere ışınlamış olabileceğini fark ettiği için böyle söylüyor. Elbette ki bize karşı cesur gözükmek istediğinden böyle söylüyor da olabilir. Konu Eris olduğunda, ne zaman kendinden emin olduğu ile ne zaman sadece esip gürlediğini ayırt etmek bayağı zor.
“Ah, bu arada, bütün bunları benden saklamaya çalıştığını da biliyorum”
Tam olarak neyi ‘sakladığımı’ düşündü emin değilim. Sesinin tonuna bakarsam, Eris gerçekten bunları ciddi bir şekilde söylüyor. Eris olan biteni kendince kafasında düşünmüş olmalı. Yani, Fedoa’yı tamamen unutan kişi sadece benim.
Benden adam olmaz.
“Anladım. Peki, tamam öyleyse.”
Eris gerçekten de etkileyici bir genç kız. Kafamda bu sonuca vardıktan sonra, bir sonraki konumuza geçmeye karar verdim.
“Ama öyle ama böyle, bir hafta içinde Milishion’dan ayrılabileceğimizi düşünüyorum.”
“Emin misin?” diye sordu Ruijerd.
“Niye emin olmayayım?”
“Ayrıldıktan sonra, babanı bir daha asla göremeyebilirsin.”
“Şey, bu söylediğin birazcık iç karartıcıydı…” Üstelik bunu söyleyen Ruijerd, o yüzden söylediklerinin ciddi bir ağırlığı söz konusu. Ama sanki savaşta en ön cephede çarpışmak üzere ayrılacağız gibi bir durum yok. “Olay şu ki; bir daha asla göremeyebileceğim kişiler de mevcut. Şimdilik, onları arama konusuna kafa yoracağım.”
“Anlıyorum. Sen de haklısın.”
Ruijerd’i bu konuda ikna ettiğime göre, işin asıl önemli kısmından bahsetmeye geçtim. “Yolculuğumuzun geri kalanı boyunca, önceliğimizin bilgi toplamak olmasını istiyorum.”
Her türlü, vardığımız her bir şehirde bir hafta kadar ikamet edeceğiz. Ama para kazanmaya çalışmak yerine, zamanımızı ipuçları ve söylentileri toplamakla üzere harcayacağız.
Evvela, ışınlanan Fedoalıları arayacağız. Milis’ten Asura’ya uzanan yol, bu dünyanın İpek Yolu gibi bir şey; başka hiçbir yol, tüccarlar tarafından bu kadar kullanılmıyor. Arama ve kurtarma ekibi, hiç şüphesiz, bu yolun her yerini birçok defa taramış. Fakat yine de onların bulamadığı kimseleri belki biz bulabiliriz.
Ayrıca etrafı eşelerken elimize Superd ırkının adını düzeltmek için fırsatlar da geçecek. Ama maalesef, Ölü Son, hem Milis hem de Merkez Kıta taraflarında öyle tanınmış bir isim falan değil. Bu konu hakkındaki yaklaşımımızı yeniden gözden geçirmemiz gerek.
“Gerçi, bir sorunumuz var. Denizi geçmek için gereken parayı nereden bulacağız.”
Şimdilik en büyük sorunumuz kesinlikle bu. Bu dünyada, “rutin” deniz ulaşımı yapmak bile oldukça ciddi bir mesele. Karadan başka ulusların topraklarına girmek için birçok farklı yöntem mevcut, fakat iş su ulaşımına gelince işler değişiyor… Özellikle eğer bir Superd isen.
“O konu hakkında, Rudeus… Şuna bir bak.”
Ruijerd cebinden bir zarf çıkardı. Dün bana göstermek üzere olduğu zarfın aynısıydı, durumumu fark etmeden hemen önce.
Zarfı elinden aldım ve incelemeye başladım. Ön tarafına ‘Dük Bakshiel’e’ diye bir yazı bulunmaktaydı. Arkasındaysa, kırmızı mum üzerine basılmış bir damga vardı, damganın üzerinde de bir çeşit aile sembolü.
“Nedir bu?”
“Bir mektup. Eski bir dostum dün bana bunu verdi.”
Ah, doğru ya… Şimdi hatırladım, dün şehirdeki tanıdığı birine selam vermeye gitmişti.
“Acaba bana bu tanıdığının kim olduğunu söyleyebilir misin, Ruijerd-san?”
“Gash Broche adında bir adam.”
“Mesleği ne peki?”
“O kadarını bilmiyorum. Gerçi burada iyi bir statüye sahip biri gibi kendisi.”
Ruijerd bize kırk yıl önce Gash ile Şeytan Kıtası’nda nasıl karşılaştığını anlatmaya başladı. Gash’ın grubunu yok etmek üzere olan bir yaratık sürüsünü yenip onları kurtarmış. Gash o zamanlar daha bir çocukmuş ve ilkten Ruijerd’e karşı attığı bakışlar düşmanlık ve korku doluymuş. Gerçi, bir süre beraber zaman geçirdikten sonra, birbirlerinden dost olarak ayrılmışlar. Ruijerd onları en yakın ve güvenli olan şehre kadar götürmüş ve Gash da ona eğer Milishion’a gelecek olursa onu görmesini istemiş.
Şeytan Kıtası’nı hiç terk etmediğinden dolayı, Ruijerd bu olayı tamamen unutmuş. Ama sonra ‘üçüncü gözü’’ ile biz şehrin dış duvarları etrafında dolaştığımız sırada birisini görmüş ve bütün bunlar yeniden aklına gelmiş. Yılların Gash’a nasıl davrandığını merak etmiş ve onu gidip görmeye karar vermiş.
Gel gör ki Gash onu görünce hemen tanımış ve yanında misafir etmiş. İlkten Ruijerd şöyle bir merhaba deyip gitmek niyetindeymiş ama sonra ikisi iyice kaynaşmışlar. Ruijerd yaptığımız yolculuğu tamamıyla ona anlatıvermiş ve konuşmayı bitirdikten sonra ise Gash hemencecik bir mektup yazmış ve Batı Limanı’nda görevli olan kişiye bu mektubu vermesini söylemiş.
İlginç bir hikâyeydi. Öncelikle, Ruijerd öyle kolayca birisinin arkadaşı olacak kimse değil. Acaba bu Gash, hayvan ırkından şu Gustav gibi biri mi? Nasıl bir düke böyle hemen ayaküstü bir mektup yazabildiğine bakarsak, buralarda epey önemli bir şahıs olmalı…
Aslında, zarfı açıp mektuba bakmak istiyorum. Ama şu var ki, mührü bozmak mektubu geçersiz kılacak.
“Bu Gash bir soylu falan olmalı demek, he?”
“Kesin diyemem, ama yanında tonla adamı vardı.”
O ne demek ki. Acaba hizmetçilerden falan mı bahsediyorsun? ‘Tonla’ kelimesi de belirsiz bir anlamda gerçi…
Şey, yine de bu adam Ruijerd’in arkadaşlarından biri. Mamodo Kralı olmak için yarışanlardan birisi çıkarsa hiç şaşırmam. “Onun evine mi gittin?”
ꕥ Şu ‘İblis Kral’ konseptinin aynısı sadece farklı bir isim.
“Evet.”
“Büyük müydü?”
“Bayağı büyüktü.”
“Ee… Peki ne kadar büyüktü?”
“Kishirisu Kalesi kadar yoktu.”
Kishirisu Kalesi mi? Peki, o zaman gölün ortasındaki şu sarayı listeden çıkardık. Zaten bu adamın kraliyet ailesinden biri çıkacağını düşünmüyordum. Yine de şu bahsettiği ev hayvan gibi büyük olmalı ki Ruijerd karşılaştırmak için bir kaleyi söylesin.
Hmm…
Burada Ruijerd’in bir dostundan bahsediyoruz. Muhtemelen kötü biri değildir. Ama Paul’un bana daha önce söylediğine göre, Batı Limanında görevli olan asilzâde şeytan ırkındakilere karşı sahip olduğu kin ile bilinen birisi. Eğer dostumuz Gash ortalama bir otoriteye sahipse, bu mektubu ona vermek ters tepebilir. Belki tam anlamıyla kim olduğunu öğrenebilmek için biraz zaman harcasak, nasıl olur?
Gerçi, Ruijerd bu mektubu cebinden gururlu bir biçimde çıkardı. Eğer şimdi yeni edindiği dostu hakkında şüpheci bir şeyler söyleyecek olursam, bana sabaha kadar güven ve onur hakkında vaaz verir.
Aman, neyse ne. Daha iyi bir fikrim de yok. Şimdilik, işi akışına bırakıp Ruijerd’i de mutlu edeyim. Daha sonra Paul’a Gash Brouche’nin kim olduğunu gizlice sorabilirim.
“Tamam öyleyse, umalım ki bu mektup işimize yarasın.”
Karşılık olarak Ruijerd kafasıyla söylediğimi hafifçe onayladı.
Konuşacağımız konular şimdilik bu kadar. Bir haftaya Milishion’dan ayrılacağız. O zamana dek, şehirde yapabileceğimiz neler varsa yapacağız.
“Şahsen, yarın sabah ilk iş olarak yola çıkmamız bile bana uyar!”
Eris’in teklifine cevap olarak hafif bir gülümseme ile grup toplantımızın bittiğini resmi olarak açıkladım.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.