İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 05 Kısım 1

[ A+ ] /[ A- ]

Hedefimiz Belirlendi

 

Çevirmen: AllahDiyenKirpi

 

 

Kısım 1

Ondan sonra, Paul ile uzunca bir süre konuştuk. Konuştuklarımız pek de önemli sayılabilecek konular üzerine değildi, hatta dikkatle ciddi olmayan konuları dile getirmeyi seçtim.

 

Öncelikle, ben Roa’da iken Buina köyünde neler oldu neler bitti her şeyi tek tek anlattı.

 

Paul’un o zamanlar iki tane eşi vardı, ama anlattıklarına bakılırsa bu durum sandığımın aksine gibi iki kat “eğlenceli” değilmiş. Zenith ve Lilia gizlice konuşup durumu karara bağlamışlar. Ve kararlaştırdıkları kurallar gereği, Paul’un Lilia’ya elini sürmesi yasaklanmış. Bu durumun tek istisnası da Zenith’in üçüncü defa hamile kalmasıymış, ama bu sefer de Paul’un Zenith’ten izin alması gerekecekmiş.

 

Aslında Zenith bu anlaşma konusunda kararsızmış ama yine de şartları kabul etmiş. Harbiden de babamın oldukça işine gelecek türden bir anlaşma. Dürüst olayım, biraz kıskandım.

 

“O zaman, bana üçüncü bir kız kardeş yolda mı?”

 

“Yok. Her nedense, bir türlü olmadı… neden bilmiyorum. Seni hemen ilk denememizde yapabilmiş olmamıza rağmen.”

 

“Hemen tek atışta böyle mükemmel bir çocuğa sahip oldun, he? Ne kadar da şanslısın baba.”

 

“Komik olduğunu düşünüyorsun, değil mi?”

 

Bu hiç de on bir yaşındaki bir çocuk ile babasının konuşacağı bir konu değildi, ama yine de konuşmaktan keyif aldık.

 

Hakkında konuşmadığımız tek konu Zenith’in ya da Lilia’nın hayatta olup olmadığıydı. İkimizin de bu konuyu dile getirmek istemediği aşikar, eğer konuşsaydık moralimiz bozulurdu.

 

“Ben yokken Sylphie kendisini iyi idare ediyor muydu peki?”

 

“Tabii ki. O kız bir harikaydı, Rudy. Sanırım bir şeyler öğretmek konusunda oldukça iyisin.”

 

Söylediklerine bakacak olursam, Sylphie başının çaresine güzelce bakabiliyormuş. Sabahları koşuya çıkıp sonra da temel büyüleri çalışıyormuş ve öğleden sonra da Zenith’ten yardım alarak iyileştirme büyüsünü geliştiriyormuş.

 

Bu arada, küçük Aisha da Lilia’dan dersler almaya başlamış, gerçi onun aldığı dersler büyü ile alakalı değil de daha çok görgü kuralları ile alakalıymış.

 

“Her neyse, o çocuk cidden…eh, sanırım azimli demem daha doğru olacak. Ya bizimle bir şeyler yapmak ya da senin odanda bir şeyler yapmak için hep bize gelirdi.”

 

“…Acaba Sylphie odamda bir şey bulmuş muydu?”

 

“Ne gibi? Yoksa odanda onun görmesini istemediğin bir şey mi vardı?”

 

“Yok, yok! Öyle değil. Saçmalama lütfen, baba.”

 

Ha ha. Ne kadar da abes bir varsayım.

 

“Neyse, zaten artık ortada hiçbir şey yok.”

 

Paul’un anlattığına göre, Fedoa’daki görebileceğin her bir nesne felaket sonrasında yok olup gitmiş. Tüy kalem gibi küçük şeylerden tut, ev ve köprü gibi büyük şeylere kadar her şey. Bunun tek istisnası ise insanların ışınlandıkları sırada üstlerinde bulundurdukları eşyalar olabilirmiş.

 

“Oh. Demek öyle…”

 

Tüh, yazık olmuş. Tam olarak neden yazık olduğunu hatırlayamıyorum ama nedense hafiften depresyona girmiş gibi hissediyorum.

 

“O zamanlar sen ne yapıyordun peki, Rudy?”

 

“Oh, Roa’dayken mi?”

 

Eğitmen olarak geçirdiğim zamanların özetini memnuniyet ile geçtim.

 

Hikâyeye işi aldığımın ilk günü ile başladım, Eris’in beni yumrukladığı ve neredeyse tamamen vazgeçtiğim o zamandan, sonra da “talihsiz bir şekilde” kaçırılmamız ile devam ettim. Bu olay üzerine Eris’in bana karşı birazcık yumuşamış olduğunu ama yine de dersleri gerektiği kadar ciddiye almadığını anlattım.

 

Sonrasında, bana yardım etmesi için nasıl da Ghyslaine’e zırladığımı ve onun da küçük hanımı dersleri dinlemesi için ne şekilde ikna etmeyi başardığından bahsettim. Ve ondan sonra, Eris ile olan ilişkimizin nasıl gitgide ilerlediğini, birlikte aldığımız dans eğitimini ve onuncu yaş günümde yaşanan olayları.

 

“Ah, doğru ya. Doğum günün. Üzgünüm, evlat…”

 

“Niye özür diliyorsun ki?”

 

“Şey, orada olamamıştım, hatırlıyorsun değil mi?”

 

Asura Krallığı’nın insanlarına göre, bir çocuğun onuncu yaş günü muazzam önem arz eden bir durum. Tam olarak neden böyle olduğunu halen daha bilmiyorum, ama sanırım böyle olması oldukça şanslı bir dönüm noktası olarak düşünülmesinden dolayı. Ailenin çocuğu için büyük bir kutlama yapması ve onu hediyelere boğması gelenek haline gelmiş.

 

“Sorun değil. Eris’in ailesi benim için harika bir parti düzenlemişti.”

 

“Harbi mi? Sana ne verdiler peki?”

 

“Çok güzel bir asa, gerçi ismi birazcık utanç verici. Adı Aqua Heartia—Küstah Su Ejderhası Kralı.”

 

“Bu ismin nesi varmış? Bence bayağı havalı bir isim.”

 

Ciddi misin? Sadece bütün bu şeyleri seslice söylemek bile bende kafamı bir deliğe sokma hissi uyandırdı. Belki de güçlü eşyalara abartılı isimler koymak bu dünyadaki insanlar için normal bir şey.

 

“Oh, peki sana başka bir hediye daha vermemişler miydi, Rudy? Ne olduğu hakkındaki her şeyi Alphonse’dan duymuştum.”

 

“Başka bir hediye mi?” Hmm. Ne olabilir acaba? Bilgelik mi, cesaret mi veya belki de sonsuz güç? Bütün bu saydığım şeylerden çok fazla eksiğim var gerçi…

 

“Hadi ama, Philip’in kızından bahsediyorum. Bunu onu ilk defa gördüm, ama gerçekten de sevimli bir çocuk. Hem de sana oldukça sadık! Senin için karşıma çıkması, tamamıyla içimi ısıtan bir şeydi…”

 

İyi de kimse bana Eris’i vermedi ki.

 

Yani, Philip hamle yapmam için bana izin vermişti, ama şimdiye kadar pek bir şey yapmadım. Eris’e önem veriyorum ve işleri aceleye getirmek istemiyorum. Daha dün, ona en çok ihtiyaç duyduğum zaman bile yanımdaydı. Ben uyuyana kadar bana sarılacak ve başımı okşayacak daha önce hiç kimse olmamıştı. Onun bana olan güvenini sarsmama imkan yok. Üstelik on beş yaşına bastığım zaman işleri bir adım öteye taşımak konusunda da bana söz verdi. Ama öyle bile olsa, eğer o kendisini hazır hissetmezse kendimi sonuna kadar tutarım.

 

Elbette, normale göre birazcık fazla olan cinsel açlığım, geçtiğimiz son dört yılda daha da şiddetlenmiş olabilir. Ve kendime hakim olamama ihtimalim de var… ama şimdilik, kendime hakim olmayı planlıyorum.

 

“Eris benim için önemli, doğru. Ama ondan ailesinden aldığım bir eşyaymış gibi bahsetmek istemiyorum gerçi.”

 

“Şey, sanırım sen onlara damat gideceksin, yani daha doğrusu onlar seni alıyorlar.”

 

“Ne—?” Kim kiminle evleniyor?

 

“Philip’in desteği ile soyluluğa yükseleceksin ya, değil mi?”

 

“Neler söylüyorsun? Kim nerden çıkarmış bunları?”

 

“Ha? Felaketten bir ya da iki yıl öncesiydi, sanırım. Philip bana bir mektup göndermişti, diyordu ki Eris ile bayağı iyi geçiniyormuşsun ve o da bu yüzden seni damat olarak almak istiyormuş. Bana soracak olursan, Asuralı soyluların hepsi şerefsiz, ama yine de cevap olarak ‘sen nasıl istiyorsan öyle yap’ demiştim…”

 

İlginç. Yani Philip biz daha onuncu yaş günümde konuşmamızdan da önce Paul’a ulaşıp durumu anlatmış. Teklifi reddetmiş bile olsam, büyük ihtimalle sonraki birkaç yılı bizi birbirimize yaklaştırmaya çalışarak geçirecekti. Demek bana öylesine ortaya attığı bir teklif sunmamış.

 

Her halükârda, bu durum bana Paul’un Eris ve benimle alakalı neden peşin çıkarımlarda bulunmuş olduğunu anlamam için yetti. Birbirine aşık iki genç insan, bilmedikleri bir diyara savrulmuş, yapayalnız ve endişe ile dolu… Tabii böyle düşündükten sonra, haliyle, bu insanların yolculukları süresince “birbirlerini daha iyi tanımaya başlamış” olduklarını varsaymak oldukça doğal bir durum.

 

“Yüzündeki ifadeye bakacak olursam, Philip seni oyuna getirmiş sanırım.”

 

“O kadar belli oluyor demek, aynen öyle.”

 

İkimiz de aynı anda iç geçirdik. Philip çok üçkağıtçı bir adamdı, ama Asura’nın yüksek soylu sınıfında hayatta kalmak için zaten öyle olmak lazım.

 

“Her halükârda, küçük hanım ile aranızın bayağı iyi olduğu bir gerçek. Yoksa bu demek oluyor ki Sylphie…” Paul lafının ortasında durdu ve devam etmek konusunda kararsız kaldı. “Uh, pardon. Söylediklerimi boş ver.”

 

İkimizin de bildiği kadarıyla, Sylphie, kayıp olanların arasındaydı. Yine de kendimi Paul’un sormuş olduğu soruyu düşünürken buldum.

 

Sylphie’yi önemsiyordum, ama onun hakkında hissettiklerim tam olarak Eris için hissettiklerim gibi değildi. O benim için sanki küçük bir kız kardeş ve hatta kızım gibiydi. Ona kötü davranıldığını görmek beni üzmüştü ve ben de onun güçlü ve mutlu bir şekilde büyümesini istediğim için ona yardım etmiştim ancak bu hislerin başka bir şeye yeşermesine imkan verilmeksizin birbirimizden ayrı düştük.

 

Aslında ilişkimiz Eris ile olduğundan çok da farklı değildi ama şimdilerde ben Eris’e ne kadar yardım ediyorsam, o da bana bir o kadar destek veriyor. Eğer hangisine karşı daha ilgili olduğumu soracak olursanız, elbette ki Eris derim.

 

Ama elbette ki, bu yaptığım karşılaştırmanın üzerine detaylıca düşünmüş değilim. Sadece, beraber geçirdiğimiz zamanları göz önüne alarak bu sonuca vardım. Eris yıllardır yaşamımın bir parçası. İnsanlar çocukluk arkadaşı ile yeniden kavuşan karakterlerin birbirlerine aşık olduğu hikayeleri severler hani, ama aslında beraber uzunca bir süre geçirdiğin birisine vurulmak çok daha kolaydır. Şimdiye dek, Eris ile geçirdiğim zaman Sylphie ile geçirdiğim zamanın en az iki katı olmuştur. Ve üstelik Eris ile geçirdiğimiz bunca yıl oldukça hadise doluydu.

 

Tabii, bu demek değildir ki kayıp olan arkadaşım hakkında endişeli değilim.

 

“Umarım Sylphie iyidir…”

 

“Şey, kız senin seviyende değil tabii, ama yine de durmadan büyü çalışıyordu. Yani demek istediğim, sözcük kullanmadan bile iyileştirme büyüsü yapabiliyordu, biliyor musun? Bu bile nereye gidersen git, kendini geçindirmek için yeter de artar. Şifacılar oldukça değerlidir, en azından Milis Kıta’sı dışındaki yerlerde.”

 

“Oh. İyiymiş…” He? Bir dakika. Ne dedin, ne dedin? “Dur, dur. Sylphie konuşmadan iyileştirme büyüsü mü yapabiliyor?”

 

“Hm? Aynen. Zenith ilkten gözlerine inanamamıştı. Ama aynısını sen de yapıyorsun ya, değil mi?”

 

“İyileştirme büyüsü ile değil, hayır.” O tarz büyülerin altında yatan presipleri hiçbir zaman anlayamamıştım, o yüzden de sessizce şifa büyüsü yapmasını hiç beceremedim. Ne kadar kullanırsam kullanayım, vücudu ne şekilde ve nasıl iyileştirdiğini anlayamadım.

 

“Ciddi misin?”

 

“Valla. Anca sözleri söylersem o tarz büyüleri yapabiliyorum.”

 

“Şey, büyü hakkında çok şey biliyormuş gibi konuşmayacağım ama, herkesin kendisine has yatkın olduğu bir büyü tipi var derler ya hani, değil mi? Herhalde Sylphie de şifa büyülerine meyillidir.”

 

Belki de Sylphie birbirimizden ayrıldığımızdan bu yana benden çok daha fazla güçlenmiştir. Aslında şimdi onunla tekrar buluşmaktan birazcık korkuyorum. Ya bana bir bakış attıktan sonra “Hiç gelişmemişsin he, Rudy…” diyecek olursa, ben ne yaparım?

 

Paul ile konuşmaya biraz daha devam ettim. Muhabbetimiz bittiği zaman ise, aramızdaki o uçurum tamamıyla kaybolmuş gibiydi.

 

Akşamüstü, Paul’un iki arkadaşı onu almaya geldi.

 

Bilhassa, gelenler bikini zırhlı olan abla ve onun büyücü dostuydu. Gerçi her nedense, bikini yerine gri renkli, normal kıyafet giyiyordu bu ablamız. Dünkü haline nazaran çarpıcı bir değişmeydi bu. Kavgaya tutuşmamız sebeplerinden birisiydi kendisi zaten… Belki de biraz düşünceli olmaya çalışıyordur, olabilir mi?

 

“Baba.”

 

“Buyur?”

 

“Sana güveniyorum, tabii ki. Ama dün olan onca şeyden sonra, yine de emin olmak için soruyorum… Aranızda gizli bir ilişki durumu falan yok, değil mi?”

 

“Yok tabii ki.”

 

Duyduğuma sevindim. Dün ikimiz de bilmeden sonuca varmıştık. İşin doğrusunu anlatmak yerine, hiç düşünmeden birbirimizi ırz düşmanı olmakla suçladık, hem de… Yok, neyse. Bu olayları resmi olarak kayıtlardan silmiştim zaten.

 

Her neyse, zaten Paul’un çapkınlık yapmaya hem zamanı hem de enerjisi yokmuş. Ailesini bulmaya odaklanmıştı ve öyle yaparak her şeyi mahvetmeyi de göze alamıyordu. Ondan ibret almalı ve kendi sapık davranışlarımı kısmayı öğrenmeliyim.

 

“Rudy. Eris’i tekrardan Fedoa Bölgesi’ne geri götüreceksin, değil mi?” Belli ki, ayrılmadan evvel niyetimi bir kez daha doğrulamak istiyordu babam.

 

“Evet,” diye cevapladım, başımı emin bir şekilde sallayarak. “Ama onun yerine arama ve kurtarma ekibine katılmamı mı istersin?”

 

“Hayır, ona gerek yok. Zaten, bulduğumuz bütün Boreasları Asura’ya geri göndermekle sorumluyuz.”

 

“Kulağa oldukça önemli bir görevmiş gibi geliyor. Bu işi bana bırakmakta emin misin?”

 

“Daha uygun birisini düşünemiyorum. Ve kızın güvenini de kazanmış birisisin zaten.”

 

Paul bana olan güvenini açıkça gösteriyordu. Dürüst olmam gerekirse, olması gerekenden de fazlasını. Beni gözünde büyüttüğünü hissediyorum. Gerçi, önemli değil. Benimle alakalı düşüncesi ne olursa olsun, bu sefer beklentilerini karşılamak için elimden geleni yapacağım.

 

“Elbette,” dedi Paul, sırıtarak, “Eğer burada, Milishion’da kalmak istersen, senin yerine geçecek birkaç koruma ayarlayabilirim.”

 

Hadisene ya.

 

Saf mantıksal çerçeveden bakacak olursam, burada Eris ile ayrılmak gayet makul bir seçenek. Böyle olursa Milishion’da kalacağımdan değil—İstediğim gibi başımı alıp, dünyanın başka uçlarında ailemi aramaya gidebileceğimden. Örneğin, Şeytan Kıtası’na geri dönmek uygun bir yaklaşım olurdu.

 

Ama işte, sadece saf mantıksal bir şekilde düşünürsek böyle yapmak doğru olur. Sırf işime geliyor diye Eris’i bırakamam. Ne pahasına olursa olsun, onu evine sağ salim ulaştırmak zorundayım.

 

Üstelik, başka bir şey ile uğraşmak uğruna işimi yarım bırakmak aklıma bazı kötü anıları getirmekte. Önceki yaşamımda, başladığım hiçbir şeyi tam olarak bitirmemiştim. Tekrar o yıkıcı alışkanlığın pençesine düşmek istemiyorum. Kendimi bildiğimden, büyük ihtimalle Eris Fedoa’ya güvenli bir şekilde ulaşamamış ve benim Şeytan Kıtası’ndaki yalnız başıma yapacağım arayış da sonuçsuz kalmış olur.

 

O zaman, bir seferde tek bir şeye odaklanmak en iyisi olacaktır. Sonuçta, düşünmem gereken bir Ruijerd meselesi de var. İnatçı dostumuzun kurtarma ekibindekilerle arkadaşça geçinmesini hayal etmesi biraz zor ve muhtemelen şimdi gruptan ayrılacak olursam bir hayli öfkelenecektir. Onun kitabına göre, savaşçı raconuna aykırı bir davranış olurdu bu.

 

“Teklifin güzel, ama onu evine benim geri götürmemin daha doğru olacağını düşünüyorum.”

 

“Evet, hem zaten bizde senden daha güçlü birisi var olduğundan değil. İşi bize bırakmak istemediğine şaşırmadım.” Bunları söylerken Paul’un yüzünü hafifçe ekşittiğini fark ettim.

 

Acaba kavgada onu yendiğim için mi canı sıkkın? O zaman bariz bir şekilde sarhoştu, bu yüzden o dövüşümüz sayılmaz… Ama gerçekten söyleyecek olursam, muhtemelen diğer her şeyden daha aşağılayıcı olmalı bu. Bazen yapılabilecek en iyi şey çeneni kapatmaktır, o yüzden…

 

“Neyse, Milishion’da ne kadar kalacaksın?”

 

“Şey, yolculuğumuza devam etmek için biraz kalıp para kazanmayı düşünüyorduk, yani yaklaşık bir ay kadar.”

 

“Yol masraflarınızı biz karşılarız,” dedi Paul. Arkasında bekleyen iki genç kadına dönerek, yüzü çilli olan büyücüye bir soru yöneltti. “Bir miktar ayırmıştık, değil mi?”

 

“Evet. Bay Alphonse, Boreas ailesinden birilerine ulaştığımız olası bir durumda kullanmamız için gerekli olan kaynakları bize emanet etmişti.”

 

Belli ki, eski uşak Alphonse, Milis’te karşılaşılacak herhangi bir Boreas’ın rahatça evine geri dönebilmesi için Paul’a çuvalla para bırakmış.

 

“Aynen. O zaman artık hepsi senin.”

 

“Anladım… Şey, hepsini içkiye harcamamış olmana sevindim doğrusu.”

 

“Niçin parayı Shera’ya emanet ettim sanıyorsun?” Her nedense, Paul bunu cidden gururlu bir şekilde söylemişti. Birazcık üzücü, ama bir şey demesem daha iyi.

 

“Ne kadar paradan söz ediyoruz, bu arada?” diye sordum.

 

“Yirmi büyük banknota eşdeğer miktarda,” diye hemen cevapladı Shera.

 

Büyük banknot, Milis Kıtası’nda tedavülde olan en değerli para. Bir taş sikkenin bir yen olduğunu düşünürsek, bunun değeri elli bin yen kadar etmekte. Yani bunlardan yirmi tanesi…

 

“Bir milyon yen!”

 

“…Bir milyon ne?” dedi Paul, kaşını kaldırarak.

 

Tamam, belki gereğinden birazcık fazla neşelenmiş olabilirim. Ama beni suçlayabilir misiniz? Şu geçtiğimiz bir buçuk yıl boyunca, harcamış olduğumuz her bir kuruşun hesabını yapmış adamım ben. Ve şimdi ise aniden elime milyon değerinde para geçecek.

 

“Cidden ama?! O kadar para ile hayatının geri kalanını umursamaz bir şekilde geçirebilirsin!”

 

“Yani, sanırım o kadar parayla güneyde bir yerde kendine bir ev yapabilirsin, sanırım. Ama sana bir ömür falan yetmez.”

 

Ne? Ama burada bahsettiğimiz bir milyon aga! Bir milyon yen! Bu neredeyse… Kaç ediyor, bin küçük yeşil sikke, değil mi?! O kadar para ile Superdler için gemi ile geçiş izni bile alabilirsin!

 

Oh, şimdi aklıma geldi.

 

“Hm. Aslında, baş etmem gereken başka bir sorun daha var.”

 

“Harbi mi? Neymiş o?”

 

“Rüzgâr Limanı’nda iken, bir Superd’i gemi ile Milis’e geçirebilmemiz için bizden saçma miktarda para ödememizi istemişlerdi. Batı Limanı’nda nasıl olur bilmiyorum, ama sanırım gene geçiş için bizden çuvalla para isterler. Yirmi büyük banknot bile yeter mi emin değilim…”

 

“Ah, doğru…” Paul düşünceli bir biçimde kollarını kavuşturdu. Ruijerd’i geride bırakmamızı falan söylemeyecek değil mi?

 

“Shera, bir Superd’i Merkez Kıta’ya geçirmek için ne kadar istiyorlar?”

 

Başını hafifçe sallayarak, Shera hemencecik cevapladı “Yüz altın milis sikkesi.”

 

Bütün geçiş ücretlerini falan mı ezberledin? Bu kız bu konularda bayağı bilgili gibi. Şimdi düşünüyorum da hani şu ‘her şeye hızlıca cevap veren sekreter’ tipi olur ya, bu kız da aynı onun gibi…

 

Shera’ya doğru baktığım sırada, bakışlarımız bir an için birbirine değdi. Kız hafifçe ciyakladı ve yüzünü yere çevirdi. Önceden bikini zırh giymiş olan abla ise, sanki her zaman yaptığı bir şeymiş gibi, sakince aramıza girerek onu bakışlarımdan sakladı. İncinmiş hissediyorum.

 

“Üzgünüm, ama göz teması kurmak onu rahatsız ediyor. Acaba ona bu kadar fazla bakmasan olur mu?”

 

“Uhm, peki…”

 

Paul ile olan ilişkimi düzeldi, ama görünüşe göre ekiptekiler için bu durum henüz böyle değil. Ne yapalım, olsun o kadar.

 

Daha önemlisi… Yüz altın milis sikkesi, ha? Aşağı yukarı beş milyon yen ediyor bu. Hani öyle hızlıca toparlayabileceğin bir miktar değil bu. Bir adamın of çekmesine yetecek miktarda.

 

“Neden sadece Superdler için bu kadar uçuk miktarda para istiyorlar ki?”

 

“Çoğunlukla kurallar çok önceki zamanlarda oluşturulduğundan dolayı, şu Superd kabilesinin zulümleri hat safhada olduğu zamanlar,” diye cevapladı Shera, eskiden bikini zırhlı olan ablanın arkasından.

 

Sesinin tonuna bakacak olursak, sanki bu herkes tarafından bilindik bir şeymiş gibi düşünebilirsiniz, ama Rüzgâr Limanı’ndaki memurlar bile sorduğumda sebebini söyleyememişlerdi. Anlaşıldığı üzere, kızın göğüsleri küçük, ama beyni ise büyüktü.

 

“Ayrıca, Batı Limanı’nda gümrük müdürü olan asil ise şeytan ırkına karşı olan nefretiyle bilinen birisi.” diye ekledi Paul. “Eğer o kadar parayı toplamayı başarıp geçmeye çalışsan bile, geçişini reddetmek için başka bir sebep bulabilir.”

 

“Deme yahu. Ee…acaba anneciğimin ailesinden bizim adımıza bir şeyler yapmalarını istesek bu işi halledebilirler mi?”

 

“Üzgünüm, ama durum şu ki, zaten bizim için olabildiğince ellerini taşın altına koydular. Şu an için başlarına daha fazla iş açamayız.”

 

Başka bir deyişle, yeniden sırtımızı kaçakçılara dayamak durumunda kalacağız. Son seferinde işler hiç de iyi gitmemişti, bu yüzden başka yollar bulmayı umuyordum. Bir kere, halen daha saldırdığımız adamlarla aynı kıtada bulunuyoruz. Eğer ki, bölgedeki şerefsizlerin bağlantılı olduğu daha büyük bir suç ağı falan mevcutsa, bizi şimdiye çoktan kara listeye almışlardır.

 

Düşündükçe başıma ağrılar giriyor.

 

“Tamam öyleyse. Biz kendimiz bir şeyler düşünürüz.”

 

“Üzgünüm, evlat,” dedi Paul. Sonra arkasında beklemekte olan kadına döndü ve sırıtarak, “Hey, benim ufaklık hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz? Nasıl da kendi işini kendi yapıyor, değil mi ama?”

 

“Hıı, evet.”

 

“Ee…”

 

İkisi birbirine bakarak garip garip gülümsemeye çalışıyordu. Onlardan ne duymak istemişti emin değilim. Dün yaşadığımız şu “bar kavgası” olayını hatırlıyor mu acaba?

 

“Baba, öyle ulu orta her yerde genç kızlara ‘ufaklığını’ nasıl bulduklarını sormamalısın. Sonra Greyrat ailesinin adını çıkartacaksın.”

 

“Senin cinsel esprilerinin de pek yardımı olmuyor hani!”

 

Paul ve ben kahkaha atmaya başladık. Odadaki diğer iki kadının pek de eğlenmedikleri yüzlerinden anlaşılıyordu, ama herkesi de memnun edemezsin yani.

 

“Tamam madem, Rudy. Artık gitmeliyim.”

 

“Tamamdır.”

 

Sonunda oturduğu yerden kalkarak, Paul omuzlarını esnetti ve kütleme sesi rahatlıkla duyulabiliyordu. Fark etmemiştim ama belli ki uzunca bir süredir konuşuyorduk.

 

Tezgâha doğru şöyle bir göz attığımda ise, barmenin hafifçe gülümsemekte olduğunu gördüm. Bütün o öğlen kalabalığında masalarından birini işgal etmiştik, değil mi? Hesabı öderken güzel bir bahşiş de bıraksam iyi olacak.

 

“Bütün işlerini hallettikten sonra bana bir haber et. En azından siz yola koyulmadan önce Norn ile bir kere olsun yemek yeriz.”

 

“İyi fikir.”

 

Böylece, Paul bardan ayrılmış ve diğer iki genç kız da onun peşinden gitmişlerdi.

 

Sizce de kart horozları andırmıyor mu Paul bu haliyle?

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.