İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 04 Kısım 2
Kısım 2
–Rudeus’un Bakış Açısından–
Ertesi sabah, nispeten daha iyi bir ruh hali içerisinde kahvaltıya oturdum.
Hanın hemen yanındaki lokantaya gitmiştik. Millishion’un yemekleri gerçekten de güzel. Yüce Ormandan ayrıldığımızdan beri yediklerimizin tatları gitgide güzelleşiyordu. Bu sabah için önümüzde taze ekmek, hafif baharat tadı bulunan berrak bir çorba, salata ve kalın dilimlenmiş pastırmalar vardı. Kahvaltı için fena sayılmazlar.
Geçen akşam yememiştim ancak görünüşe göre buradaki yemekler yanında gerçek tatlılarla birlikte servis ediliyormuş. Son zamanlarda bir hayli popüler olan, genç bir büyücünün maceralarının anlatıldığı bir halk türküsünde adına yer verilen ve genç maceracılar arasında popüler olan özel bir tür tatlı jöle.
En azından tatmak için iple çekilecek bir şey. Karnına doğru düzgün yemek girmesi her zaman hoş gelen bir şeydir. Acıkmak insanın sinirini bozar. Sinirinin bozulması iştahını kaçırır. Ve iştahının kaçması seni daha da çok acıktırır. Klasik bir döngü. Androidin birini huysuz etmeye yetecek türden.
“…Buyrun, hoş geldiniz.”
Hem bunları düşünürken hem de yemeğin üstüne içilen kahvemsi bir tür içecekten içerken, lokantanın sahibinin dikkati girişe çevrildi. Yorgun argın, yüzü solmuş bir kişi barın girişinde durmuştu. Adamın yüzünü görünce istemsizce irkildim.
Önce mekânın içinde gözlerini gezdirdi ve sonra beni gördü.
O anda, dün yaşadığım bütün o duygular tekrardan belirmeye başladı. Henüz bana bir şey söylememiş olmasına rağmen, kendimi göz temasından kaçınır halde yere bakarken buldum.
Sırf benim tepkime bakarak, yanımdaki diğer iki kişi girişte bekleyen kişinin kim olacabileceğini hemen anladılar. Ruijerd kaşlarını çattı; Eris ise sandalyesini geriye doğru tekmeleyerek hemen ayağa kalktı.
“Sen de kimsin be?”
Adam bize doğru yürümeye başladı, ama Eris adamın yolunu kesti. Kolları katlanmış, bacaklarını genişçe açmış ve çenesini yukarı doğru kaldırmış bir şekilde, karşısındaki adama dik dik bakıyordu—karşısındaki adam ondan iki karış uzun olmasına rağmen.
“Ben Paul Greyrat…onun babasıyım.”
“Biliyorum!”
Ben Eris’in sırtına bakıyor iken, Paul onun kafasının üstünden alaycı bir ses tonu ile bana seslendi. “Hayırdır, Rudy? Artık kızların arkasına da mı saklanmaya başladın? Küçük zampara.”
Söylediklerindeki bir şey—veya sesinin tonu—içime birazcık su serpti. Eskiden benimle alay ettiği o zamanları anımsattı. Güzel anılardı.
Paul’un buraya gelmesinin nedenini aramızdaki mesafeyi bir şekilde kapatmak olduğuna karar verdim. Sonuçta, sabah ilk iş olarak beni bulmaya buralara kadar geldi. Ben ise en azından düzgünce konuşabilecek kadar da sakinim.
“Rudeus benim arkama falan saklanmıyor! Onu ben saklıyorum! Fiyasko babasından!” Öfkeden titreyen Eris, ellerini yumruk yaptı. Paul’un çenesine her an bir tane geçirebilirdi.
Ruijerd’e bir bakış attım. Ne demek istediğimi anlamış olmalıydı ki Eris’i ensesinden tutup hemen havaya kaldırdı.
“Hey! Ruijerd, bıraksana beni!”
“Bu ikisini yalnız bırakmalıyız.”
“Rudeus’un dün gece ne halde olduğunu sen de gördüm, değil mi? Bu herifin kendisine baba demeye hiç hakkı yok!”
“Ona karşı o kadar da sert olma. Babaların çoğu böyle şeyler yapabilir.”
Ruijerd çıkışa doğru gitti, yanında bir tane debelenen Eris taşıyarak. Ama Paul’un yanından geçtiği sırada bir saniye için durdu. “Düşüncelerini istediğin gibi söyleyebilirsin. Ama unutma ki ona istediğini söyleyebilecek olmanın tek sebebi oğlunun halen hayatta olması.”
“Ee…peki…”
Ruijerd’in sözleri derin anlamlar taşıyordu. Sanki kendisini dünyanın en ve tek kötü babası olarak kabul ediyor gibiydi. Belki de bu yüzden başarısız babalara sempati duyuyordu.
“Millete çene sallayarak emir vermemen gerekli, Rudy.”
“Yanlış anladın baba,” diye itiraz ettim. “Bu tamamıyla göz teması sonucu oldu. Çenemin bir alakası yok.”
“Pek fark ediyor mu emin değilim,” dedi Paul, masada tam karşıma oturarak. “O zaman, o adam bana dün söylediğin şeytan ırkından olan mıydı…?”
“Evet. Kendisi Supard kabilesinden Ruijerd olur.”
“Supard, he? Yeteri kadar dost canlısı biri gibi duruyor. Sanırım söylentiler bir hayli abartıymış.”
“Ondan korkmuyor musun?”
“Saçmalama. Sonuçta o adam oğlumu kurtaran kişi.”
Dün böyle düşünmüyordu ama…bunu belirtmenin pek de bir yararı olacağını sanmıyorum.
Peki madem…
“Neyse o zaman. Neden burada olduğunu sorabilir miyim acaba?”
Sesim beklediğimden çok daha sert çıktı ve Paul oturduğu yerde birazcık irkildi. “Aa…şey, özür dilediğimi söylemek için geldim.”
“Ne için?”
“Dün yaşanan her şey için.”
“Özür dilemeye gerek yok.” Özür dilemeye hevesinin olması iyi, fakat Eris’in göğsünde güzel bir gece uykusu çektikten sonra bütün hatayı üstlenmeye şahsen razıyım. “Dürüst olayım, bu zamana kadar gerçekten de sorumsuzca davranıyordum.”
Olaylar ilk başlarda biraz tehlikeliydi, orası öyle. Ama çoğunlukla yolculuğumuzu rahatça ilerlettik ve sapıklık yapacak bir ton zaman bulabildim. Fedoa Bölgesi ile alakalı hiç bilgi toplamaya çalışmamış olmam da hiç şüphesiz, benim yaptığım bir hataydı. Aziz Limanı’ndayken etrafta soruşturma yapmam mümkün olmamıştı, ama Rüzgâr Limanında epey vakit geçirmiştik. Oradayken bir çeşit bilgi simsarı bulup Felaket hakkında bir şeyler öğrenebilirdim.
Araştırmam gereken şeyleri hiç araştırmadım. Bu tamamıyla benim düşüncesizliğim.
“Bana kızgın olman gayet anlaşılabilir bir şey, baba. Ben de özür dilerim… İşlerin sana göre ne kadar da hararetli olduğunu.”
Bütün Fedoa Bölgesi’nin “yeri değiştirildi” ve bizim ailemiz de bu rüzgâr ile savruldu. Olaydan sonraki günlerde ve haftalarda Paul’un nasıl hissettiğini düşününce, bu sert tavrı için onu suçlamaya gönlüm el vermedi. Cehalet balonunun içinde yolculuk ediyordum, etrafımda gerçekleşen trajediden bihaber olarak.
“Öyle deme, Rudy. Senin de zor zamanlar geçirdiğini biliyorum.”
“Hayır, bu hiç doğru değil. Gerçekten de zor olan bir şey olmadı.” Sonuçta Ruijerd hep benimleydi. Rikarisudaki inişli çıkışlı başlangıcımıza kıyasla, sonraki işlerimiz hep daha kolay oldu. Korumamız, canavarların bizi pusuya düşürmediğinden hep emin oldu. İstemesek bile bizim için yiyecek av avladı ve Eris ile ben kavga ettiğimiz sıralarda bile bizi ayırdı. Benim için, en azından, yolculuk stressiz geçti. “Çocuk oyuncağı” desek yerinde olur.
“Harbi mi? Çocuk oyuncağı, ha…?” Şu an Paul’un ne düşündüğünü bilmiyorum. Ama nedense, sesi birazcık titriyordu.
“Bu arada, mesajını göremediğim için de çok üzgünüm. Mesajda ne vardı?”
“Sadece iyi olduğumu belirtmiştim ve senden Merkez Kıta’nın kuzey taraflarında arama yapmanı istemiştim.”
“Anlıyorum. Peki, Eris’i Fedoa’ya bıraktıktan sonra oralara giderim.”
Neden robot gibi konuşuyordum? Ağzımdan çıkan her şey garip bir şekilde gergin çıkıyordu. Sanki kendimi endişeli gibi hissediyordum. Ama neden öyle hissedeyim ki? Paul’u affettim ve o da beni affetmişti. Aramız tabii ki eskisi gibi değildi, ama acil bir durumun içindeydik sonuçta, değil mi? Ve zaten herkes acil bir durumla karşılaştığında gerilir. Evet. Bu kafama yattı.
“Şimdi bu konuyu bir kenara bırakalım, acaba Fedoa Bölgesi’nin şimdiki durumu hakkında birazcık bahseder misin?”
“Evet, tabii ki.” Paul’un sesi de benimkisi gibi kulağa gergin geliyordu ve her konuştuğunda biraz titriyordu. O da mı bir şeyden endişeliydi yoksa?
Yok, yok. Önce benim neden böyle olduğumu çözmem lazım. Bir şeyler garip geliyor… Her zaman olduğum gibi davranamıyorum.
Paul ile eskiden nasıl konuşuyordum ki? Birbirimize karşı daha rahattık sanki, değil mi?
“Bakalım. Nereden başlasam…?”
Sesi gergin bir şekilde, Paul, ben yokken Fedoa’da neler olduğunun bir özetini geçti. Bölgedeki bütün binalar kaybolmuştu ve sakinleri gezegenin farklı yerlerine ışınlanmıştı. Birçok kişinin ölümü doğrulanmıştı ve ondan daha da fazlası halen kayıptı.
Paul nasıl adam toplayıp onlardan bir ekip kurduğunu anlattı. Üs olarak Millisihon’u seçmiş çünkü burası hep Maceracılar Loncasının ana karargâhı hem de bilgi toplamak için iyi bir yer imiş.
Ekibin Asura Krallığı’nda ayrı bir operasyon üssü de varmış ve uşak Alphonse oradaki işleri yürüten kişiymiş. Alphonse ayrıca, örgütün genel olarak lideri ve Fedoa’ya geri dönen sığınmacılara destek olan kişiymiş.
Paul bir de bana dünyadaki çeşitli şehirlere benim için mesajlar bıraktığını da söyledi. Böylece ailemizi farklı yerlerde ayrı ayrı arayabileceğimizi umuyormuş.
Çocuklarının en büyüğü olarak, yardımcı olma sorumluluğu zaten bana düşüyordur. Halen bir çocuğum, evet, ama bir yetişkinin aklına sahibim. Eğer Paul’un mesajlarını görmüş olsaydım, beni çoktan harekete geçirmiş olurlardı.
Zenith, Lilia, ve Aisha halen daha kayıptılar. Ve Şeytan Kıtası’nda iken içlerinden birisinin yanından geçmiş olmam da gayet muhtemel bir durum. Bu bir gerçek ve oradayken yaptığım her şeye beni pişman etmeye yeterli bir bilgi. Çok aceleci davranıyordum ve şehirlerde ve köylerde nadiren birden fazla gün geçiriyorduk.
“Norn iyi en azından, değil mi?”
“Evet, verilmiş sadakamız varmış. Olay olduğu sırada bana dokunuyordu.”
Paul söylediğine göre, ışınlanma büyüsünün çalışma mekaniği öyleymiş—eğer büyü sana etki ettiği anda bir başkasıyla fiziksel temas halindeysen, o da seninle ışınlanacağın yere gelirmiş.
“Durumu nasıl?”
“İlk zamanlar böyle bilmediği bir yerde olmasından dolayı hafiften huzursuzdu ama şimdilerde ekibin neşe kaynağı desek yeridir.”
“Gerçekten mi? Duyduğuma sevindim.”
En azından Norn güvende ve mutlu. Bu çirkin karmaşanın içindeki tek iyi şey bu olsa gerek. Kutlama yapmaya değecek bir durum, orası kesin.
Ama nedense, halen biraz hüzünlü hissediyorum.
“…”
“…”
Konuşmamız durma noktasına geldi. Böyle olması birazcık…garip. Paul ve ben önceden böyle değildik, değil mi? Önceden yaptığımız şakalaşmalara ve laflamalarımıza ne oldu? Çok acayip.
Bir süre sonra, Paul bir şeyler daha söylemeye başladı, ama karşılık niyetine benim ağzımdan pek bir şey çıkmadı.
Cevaplarım giderek kısaldı ve cansızlaştı.
Önünde sonunda, diğer bütün müşteriler teker teker bardan ayrıldılar. Muhtemelen birazdan bize de gelip bardan ayrılmamız istenecek, ne de olsa öğle arası oluşacak yoğunluğa hazırlıklı olmaları gerek.
Paul da bunun farkına vardı sanırım. Lafı kalan son konuya getirdi.
“Şimdi ne yapmayı planlıyorsun, Rudy?”
“Her şeyden evvel, Eris’i Fedoa’ya geri götürmem gerek.”
“Fedoa’dan geriye pek bir şey kalmadı, sen de biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum. Ama yine de gideceğiz.”
Halen daha Philip, Sauros ve Ghyslaine’nin kayıp olmalarına ve bizim için bekleyen birilerini bulamayacak olmamıza rağmen, yine de gitmemiz gerek. Geri dönmek şu ana kadar hep asıl amacımızdı. Bu hedefe ulaşmak için yola çıktık sonuçta. Hem Fedoa’ya vardığımız zaman, bölgedeki durumu bir de kendi gözlerimizle görmüş olacağız.
Sonrasında, Merkez Kıta’nın kuzey taraflarına giderek oralarda arama çalışmalarına başlayabilirim…ya da Ruijerd’den beni tekrardan Şeytan Kıtası’na geri götürmesini isteyebilirim. Hepsini geçtim, Begarit Kıtası’na da gidebilirim. Orada konuşulan dili iyi kötü birazcık öğrendim. “Daha sonra da dünyanın başka yerlerinde arama yaparım.”
“…Tamam o zaman.”
Böylece, konuşmamız bir kez daha durma noktasına geldi. Başka konuşabileceğimiz bir konu var mıydı düşünemiyorum bile.
“Buyurun.” Tam da bu sırada, barmen aniden gelip önümüze birer ahşap kupa koydu. Kupanın içindeki sıvından hoş bir biçimde yükselen buharı görebiliyordum. “Müessesemizin bir ikramı.”
“Oh. Teşekkür ederim.” Şimdi fark ediyorum da bunca zaman boyunca boğazım bir hayli kuruydu.
Bunu fark edince, diğer birkaç şeyi daha fark etmiş oldum. Ellerimi çok sert bir biçimde kapatmıştım; avuçlarım terden sırılsıklam olmuştu. Sırtım ve koltukaltlarımdan da nedense soğukluk hissediyordum. Ve başımın önündeki saçlar da alnıma yapışmıştı.
“Hey, evlat. Olan bitenleri biliyormuş gibi davranmayacağım, ama…”
“Hm…?”
“En azından adamın yüzüne bir kere bak.”
Bu sözleri duyunca işler anca kafama tak etti. Bunca zaman boyunca Paul’un bakışlarından gözümü kaçırıyordum. İçeri girdikten sonra bakışlarımı başka yöne çevirmiş, bir daha da yüzüne bakmamıştım. Bir kerecik bile.
Tedirgin bir biçimde yutkunarak, babamın yüzüne baktım. Yüz ifadesi endişe ve tereddütler ile doluydu. Her an gözyaşları içinde yere çökecek bir adam gibi duruyordu.
“Suratın niye öyle asık?”
“Neresi asık?” dedi Paul, hafifçe sırıtarak.
Neşeden yoksun yüzü ve çökük yanaklarıyla, sanki tanıdığım kişi değildi de bambaşka birisiydi bu karşımdaki. Ama nedense, bu yüz ifadesini daha önce de görmüş olduğumu hissediyordum. Nerede görmüştüm? Sanki çok eskiden…
…Şimdi hatırladım.
Eskiden yaşadığım evin banyosundaki aynada.
Kendimi tamamen eve kapattığımdan bir ya da iki sene sonra. O zamanlar, işleri yoluna koyabilmek için halen daha bir şansımın olduğunu düşünürdüm. Ama aynı zamanda biliyordum ki benim ve tanıdığım diğer herkesin arasında sürekli büyüyen bir boşluk oluşmuştu-içini asla dolduramayabileceğim türden bir boşluk.
Yine de dışarı çıkmaya oldukça korkar bir vaziyetteydim. Ve böylece, içimdeki endişe ve hüsran gitgide daha da artmıştı. Muhtemelen hayatımda duygusal olarak patlamaya hazır olduğum tek zaman o zamandı.
Anlıyorum. Demek öyle…
Paul umutsuzca ailesini arıyordu ve henüz başarıya ulaşamamıştı. Bütün emeklerine rağmen, yıllardır tek bir bilgi kırıntısına bile ulaşamamıştı. Bizim için sürekli endişe içerisindeydi. Ve sonunda, kendisine şunu sordu: Ya şu anda yaralılarsa? Ya da hastalarsa? Belki de çoktan ölmüşlerse? Düşündükçe daha da endişelenmeye başlamış olmalı.
Ve sonra, sonunda, ben çıkageldim…yüzümde mutlu bir gülümseme ile. Paul’un hayal ettiğinden öyle farklıydı ki sinirlenmekten kendisini alamadı.
Buna benzer bir durumu ben de yaşamıştım. Hayatıma eziğin biri olarak devam etmeye başladığım sıralarda, ortaokuldan tanıdığım birisi gelip okulda olan şeyleri bana anlatmaya başlardı. Aşırı depresif olamama rağmen o karşıma geçip okulda yaşadıklarını keyifli bir şekilde anlatıyordu. Dinlemesi bile karnımı ağrıtıyordu. En sonunda dayanamayıp ona hakaretler etmeye başlamıştım.
Ertesi gün, tekrar geldiğinde ondan özür dileyeceğim konusunda kendime söz vermiştim. Ama o da gelmeyi bırakmıştı. Ve ben de ona ulaşma zahmetine girmemiştim. Salaklığım yüzünden işleri o şekilde bırakmıştım.
Şimdi hatırladım. Bu tam olarak aynada kendime baktığım o zamanki gibi.
“Bir teklifim var, baba.”
“Ne…?”
“Bu şartlar altında, bence yetişkin gibi davranmamız gerekli.”
“Uh, evet, sanırım dün pek de olgun davranmamıştım… Lafı nereye getirmeye çalıştığını anlamadım gerçi.”
Kalbimin içindeki hüzün hızlıca erimeye başladı. Paul’un nasıl hissettiğini sonunda anladım. Bulmacanın bir parçasını bulduktan sonra, kalanını çözmek cidden kolaydı.
Aklım yeniden geçmişe gitti—kavga ettiğim için Paul’un bana fırça çektiği ve benim de sert bir şekilde konuştuğum zamana. O zamanlarda, onun babalık yeteneği beni pek etkileyememişti. Ama o sadece yirmi dört yaşındaydı, ki bir baba için bu yaşı oldukça erken sayabiliriz, bu yüzden de onun hakkında gereğinden fazla olumsuz şeyler düşünmek istememiştim.
O zamandan beri tam altı yıl geçti. Paul şimdi otuz yaşında bir adam. Önceki yaşamıma kıyasla yaşı yine benden daha küçük ama benim yapabildiğimden çok daha fazlasını başardı. Arkadaşımla kavga ettikten sonra, işleri düzeltmek için kılımı bile kıpırdatmamıştım. Sadece, herşeyin aslında onun suçu olduğuna kendimi inandırmaya çabalamıştım. Benimle kıyaslarsak, Paul çok fazla çaba sarf ediyor.
Ben de eskiden olduğum gibi birisi değilim artık. Değişmek konusunda kendime söz vermiştim, değil mi? Son zamanlarda bu sözü unuttum, ama aynı salakça hataları tekrar tekrar yapmaya da hiç niyetim yok.
Bu kavgamız öncekine kıyasla çok daha büyüktü, evet. Ama altı sene önceki o gün yaptığım gibi aynı şekilde davranıyorum. İkimiz de aynı salakça hataları gene yapıyorduk. O günden bugüne iyice değiştiğimi düşünüyordum, ama onun yerine, meğer boşuna kürek çekiyormuşum. Bunu kabullenmem gerek.
Ve bunun da ötesinde, ileriye doğru gerçek bir adım atmam lazım.
“Hadi dün yaşananlar hiç olmamış gibi davranalım.”
Olabildiğince basit bir teklifti. Orada Paul’un bana söylediklerinden dolayı bayağı incinmiştim. Yaşadığım acı neredeyse dayanılmazdı. O arkadaşım, benim için endişelendiğinden dolayı arada sırada yanıma gelen, ona kötü konuştuktan sonra benzer bir şeyler hissetmiş olmalı. Ve işler öyle bitmişti. Bir daha hiç görüşmemiştik.
Bu sefer öyle olmayacak. Paul ile olan bağımın bozulmasına izin veremem.
“İkimiz dün kavga falan etmedik. Şu an, tam burada, birbirimizi onca zamanın ardından ilk defa görüyoruz. Tamam mı?”
“Ne demeye çalışıyorsun, Rudy?”
“Lütfen fazla düşünme. Sadece kollarını iki yana iyice aç. Hadi!”
“Uh…peki…” Paul şüphe ile bana bakıyor olsa da kollarını açtı.
Ben de kendimi onun kollarına attım. “Baba! Seni çok özledim!”
Vücudu hafiften alkol kokuyordu. Şu an için ayık gibi görünüyor, ama halen daha akşamdan kalma ise şaşırmam.
Ne zamandan beri bu kadar içmeye başladı? Eskiden nadiren ağzına alkol koyduğunu anımsar gibiyim.
“R-Rudy?” Paul nasıl tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu.
Çenemi onun omzuna hafifçe koyarak, yavaşça bir öneride bulundum. “Hadisene. Oğlunla bir araya geldin. Söylemek istediğin bir şey yok mu?”
Bütün bu olanlar oldukça saçma geliyor olabilir, bence de. Ama yine de Paul’un iyice kalıplaşmış vücuduna var gücümle sarıldım. İncelen yeri sadece yüzü değildi. Vücudu da öncesine göre bir ya da iki beden daha da küçülmüş gibi hissettiriyordu. Elbette, geçen son birkaç yılda ben de büyüdüm, belki bunun da bir etkisi vardır; ama babamın çok zor zamanlar geçirmiş olduğu aşikâr.
Bir anlık tereddüttün ardından, Paul sonunda bir şeyler mırıldanmayı başardı “Ben…ben de seni özledim.”
Ve ilk birkaç kelimeyi söylemeyi başardıktan sonra, dilinin bağı tamamıyla çözüldü. “Ben de seni özledim, Rudy… Çok özledim! Her yeri didik didik ettim, ama kimseyi bulamadım… Senin ölmüş olabileceğini düşündüm… aklımda…öyle şeyler hayal etmeye başladım…”
Tekrar Paul’un yüzüne baktığım zaman gördüm ki gözyaşları yanaklarından oluk oluk süzülüyordu. Bakması pek de hoş bir görüntü değildi. Bir adamın bebek gibi ağlıyor olması. “Üzgünüm… çok üzgünüm, Rudy…”
Ah, harika. Şimdi beni de ağlattın işte.
Bir süre, ikimiz de ağlayıp durduk.
Ve böylece, beş yılın ardından ilk defa, babamla tekrar bir araya gelmiş oldum.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.