Gizli Prensesin Maceraları 4.Bölüm

[ A+ ] /[ A- ]

Gizli Prensesin Maceraları 4. Bölüm: Yemek, Kıyafet ve Kalacak Yer

 

Merhabalar, iyi bir uyku gibisi yok ve yeterince konuştuktan sonra yazar da biraz dinlenme fırsatı buldu. O halde rehberim John ile neler yaptığımızı anlatmanın vakti geldi.

 

Sonunda şu binadan çıkabilmiştim ve sonunda rahat bir nefes almıştım. Bu durum John’un da dikkatini çekmişti.

 

Sanırım kapalı alanlarda çok duramıyorsun.

 

-Koca sarayda bile duvarlar üstüme gelirken, burada durmak benim için işkenceydi.

 

-Saray… Evet öyledir. Hadi birkaç donut alalım.

 

-Donut mu?

 

-Evet. Beğeneceğine eminim.

 

Arabanın kapısını açmaya çalışmıştım ama bunu yapamamıştım. John ise çoktan binmişti ve içerden kapıyı açmıştı. Ben bir kapıyı açamamanın verdiği sinirle, içeri girer girmez kapıyı sertçe kapamıştım.

 

Bu gürültücülerden nefret ediyorum.

 

-İstediğin kadar nefret edebilirsin küçük prenses.

 

Kızgınlığımı saymazsak, ilk kez bir arabaya biniyordum. İnanır mısınız bilmiyorum ama bunları ilk başta insan yiyen dev böceklere benzetmiştim. John’un arabası birkaç dakika sonra bir pastanede durmuştu. John arabada beklememi söyleyip, kendisi arabadan inmişti. Tabii ki birkaç saniye sonra sıkılmıştım ve arabanın başka neler yaptığını merak etmiştim. Bunu yaparken azar yememek için bastığım her şeyi aklımdan tutmam gerekiyordu.

 

İlk olarak açamadığım kapıdaki iki üç şeye bakıyordum. Üzerinde resim bulunan bir düğmeye bassam da kımıldamıyordu. Onu ileri hareket ettirdiğimde canım da aşağı hareket ettiğini fark etmiştim. İçimden bir “Vay bee!” dedikten sonra hızlıca düğmeyi diğer tarafa hareket ettirdim. Kapıda başka merak ettiğim bir şey yoktu ve göstergelere bakmaya başladım. Bu basit göstergeler bile kafamı karıştırmıştı. Sonrasında direksiyona geçmiştim. Bu yuvarlak şeyi döndürürken ortasına sertçe vurmamla, kornanın ötmesi bir olmuştu ve başımı arabanın tavanına geçirmiştim.

 

K… Kahretsin! Başım…

 

Elime baktığımda hafifçe kanadığını fark etmiştim. Sonrasında yanlışlıkla ayağımı vurmamla birlikte torpido gözünü açmıştım. İçinde de bir tabanca vardı. Merak etmeyin yanlışlıkla kafama filan sıkmadım. Tabancayı elime almıştım ve bu tuhaf nesneye bakarken, John da bir kutu donutla birlikte içeri girmişti.

 

Elindeki ile bir şey yaptın mı?

 

-Hayır. Endişelenmem mi gerekiyor?

 

-Kullanmasını bilmeyenler için evet. İşte yemeğin. Şunu da bana ver.

 

-Tamam tamam. Bu metal parçasını neden sevdiğini anlamadım.

 

John silahı ve donut kutusunun içinden bir donut aldı ve arabaya bindi. Ben de bir donut alıp incelemeye başladım. Daire şeklinde ve ortası delik olan, üzerinde kahverengi kaplama olan bu şey, sosisliden sonra en sevdiğim şeydi. Üzerinde olan çikolata kaplaması ve son olarak onun üzerindeki renkli süslemeleri ile tam bir prenses tatlısı gibi görünüyordu. Bu konuda haklıydım da çünkü ilk ısırıkta kendimi sarayda hissetmiştim.

 

Pardon seni sarayında rahatsız ediyorum ama onu yiyecek misin çünkü beş dakikadır aynı lokmayı çiğniyorsun.

 

Tabii ki John’un beni bu lezzet sarayından çıkarmaması için donutları hızlıca yemeğe başlamıştım. Bu sırada arabanın ortasından garip bir ses çıkmaya başlamıştı. Bu radyonun ta kendisiydi ve sesin nereden geldiğini anlayamadığım için korkmaya başladım.

 

Bu sesler de nedir? Yoksa gürültücü bize kızdı mı?

 

-Evet öyle birkaç saniye sonra ikimiz de havaya uçacağız.

 

-Ne? Beni buradan çıkar!

 

Bu anda John bir kahkaha koparmıştı. Paniklememin verdiği duygu, yerini kandırılmanın verdiği bir öfke bıraktı.

 

-Buna gerçekten inandın mı? Hahahaha… Ayyy. Bunu neden yaptın?

 

Bana yaptığı şakanın bedeli olarak omzuna sertçe vurmuştum ve gerçekten canını yakmıştım.

 

-İtiraf edelim bir kız gibi bağırdın.

 

-Hayır bağırmadım.

 

-Evet bağırdın.

 

John ile yine bir kısır döngüye girmiştik ve nihayet susmuştuk. Yaklaşık yarım saat sonra durduğumuzda ne olduğuna anlam verememiştim.

 

Bu paçavralar ile daha ne kadar dolaşmayı planlıyorsun? Hadi gidelim.

 

-Şey… Biraz önceki tartışma için özür dilerim.

 

-Ortada özür dilenecek bir şey yok. Bu aralar suç oranının artması beni daha sinirli yaptı.

 

İtiraf edelim bu özür sadece ama sadece ortamı yumuşatmak içindi. Üstümdeki kıyafetlerle ilgili konuştuğuna göre bir terziye gelmiş olmalıydık. Sonunda bu giysiden başka bir şey giyecektim. Normalde bu paçavralarla en fazla beş dakika durabilirdim. Bunlarla koca bir gün durabilmek ise… Benim için bu başka bir seviyeydi ve içimdeki canavarın John’dan haberi yoktu.

 

Arabadan indikten sonra bir terziye geldiğimizden emin olurken, içimden “Acaba bu kadar insana tek başına mı ilgileniyorlar? Yok bu kadar insana bakacak halleri yok. Bizde bile iki terzi dükkanı vardı.” tarzında sorular aklımda geziniyordu. O zamanlar seri üretim kavramını bilmediğim için ilk anlarımdaki şaşkınlığın ana sebebi de buydu.

 

İçeri girdiğimizde burnuma keskin bir koku girmişti. Kötü filan değildi ama rahatsız ediciydi. Kokunun kaynağı ise dükkan sahibinin ağzında yavaşça yanan, silindir biçiminde bir nesneydi. Ne tesadüf ki bu nesneyi ilk kez görüyordum ve milyonlarca insan bunu kullanırken, ülkemde bunu kullanan kimse yoktu.

 

Neyse bunu yeterince betimlediğimize göre dükkan sahibi sigarasını söndürdü ve John’la sarılıp kucaklaştılar. Araları epey iyiye benziyordu ve adama dikkatlice baktığımda kolunda parıldayan altın saat, dikkatimi çekmişti. Üstü başı yerindeydi. Adam siyahiydi ve gözüne taktığı siyah bir nesne vardı. Şaka yaptığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü güneş gözlüğünü de ilk kez görüyordum. Önümde daha şaşıracağım onlarca şey görünüyordu.

 

Bob. İşlerin bu ara nasıl gidiyor?

 

-Eh işte. Faturaları ve borçları ödedim. Peki bu fıstık kim?

 

-Şey… Durumlar karışık. Kendini orta çağdaki bir prenses zannediyor.

 

-Hahahahahaha… Dostum William ile dolaşa dolaşa onun soğuk esprilerini yapmaya başlamışsın.

 

-Pardon ama yine burada yokmuşum gibi konuşmaya başlamadınız mı?

 

-Hee bi de kendisi insanları gıcık etmeyi seviyor.

 

-Ne!?

 

John benimle uğraşmaya devam ederken, gözüm kıyafetlere takılmaya başlamıştı. Çoğu erkekler içindi ve pek beğenmemiştim. Ne yapacağımı bilmiyordum ama gözüme pembe bir gömlek takılmıştı. Yine erkekler içindi ama daha iyi bir şey de yoktu.

 

Bunun fiyatı ne kadar?

 

-John’un arkadaşı olduğun için şimdilik senden para almayacağım. Bro dediğin gibi bu kız biraz tuhafmış.

 

-Tuhaf mı? Ben bunu seçerken ne konuştunuz bilmiyorum ama umurumda değil.

 

-Bob bu aralar çevrende garip bir şey oldu mu?

 

-Garip mi? Evet aslında…

 

-BURAYA NEDEN GELDİK ACABA?!!

 

Gerçekten sinirlenmiştim. Buraya giyecek kıyafet için mi gelmiştik yoksa sadece bir bahaneden mi ibarettim? Neyse ki gözlemleme kabiliyetimden ömrü boyunca tek parça elbise giyinen ben bile buradaki insanların nasıl giyindiğini anlamıştım. Bu tepkimden sonra tabii ki azarımı yemiştim. Azar olarak ne yedim diye soracaksanız bu sözleri söyleyip yazarın başına bir şey gelmesini istemiyorum. Azarımı yerken içimden “Ben niye olay çıkartıyorum ki? Artık bir prenses değilim ve duygularımı kontrol etmeliyim.” diyordum.

 

Bir de hala tüm bunların bir rüya olmasını ümit ediyordum. John ve dükkan sahibi Bob konuşmalarına dönerken, ben de bedenime göre bir pantolon bulmuştum. Bu sırada kıyafetleri yana doğru kaydırdığımda sarı renkli bir tek parça elbise ve yanında sarı ayakkabılar da vardı. Bunları da aldıktan sonra aklıma saatlerimi harcadığım alışverişler gelmişti ve az önce kendime dediğim şeyleri tekrarlıyordum. Söz konusu kıyafet olduğunda kendimi kaybeden birisiyim. John’a ağır bir fatura veremezdim ama dürtülerim beyaz bir tişörtü kapmıştı. Bu soruna ise çözümüm vardı ve bu gayet basitti.

 

Dışarı çıkmak. Hızlıca dışarı çıktığımda nefesim düzelmeye, kalp atışlarım yavaşlamaya başlamıştı. Yaklaşık beş dakika sonra da John sohbetini bitirmişti. Arabanın kapısını yine açamamıştım ve arabaya binmiştik.

 

Niye durduk yere bağırıyorsun ki?

 

-Sana özür dilediğimi söylemiştim.

 

-Evelyn gerçekten haklı olmalı. Sana şunu söylemek gerek. Gerçek hayat senin yaşadığın masala benzemez. İzin günümde bile bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum ve bana engel olma.

 

Bu anda aklıma John’u ilk gördüğüm zaman aklıma gelmişti. Gözlerindeki o ciddiyet, onun tam bir işkolik olduğunu gösteriyordu. Peki ben bunun neresindeydim ve rehberim bana niye rehberlik yapıyordu ki?

 

İçerdeki sözlerin sanırım öfkeni dindiremedi? Peki benimle neden uğraşıyorsun?

 

-Sebebi belli değil mi?

 

-Sebep mi? Bir dakika yoksa sen…

 

-Evelyn seninle olmamı çünkü sende garip bir şeyler hissettiğini söyledi.

 

Bu anda “Cidden mi?” diye düşünüyordum. Bu Evelyn gerçekten zekiden de öteydi. Gözümde bir dahi olurken bir yandan da içimden “Kesinlikle gerçekte kim olduğumu anlamış olmalı. Sonunda beni anlayan birisi.” diyordum.

 

Neyse… seni bir otele bırakayım. Artık bebek bakıcılığından, polisliğe dönmem gerekiyor.

 

-Pardon ama bana bebek mi dedin?

 

-Bebek olsaydın gerçekten çekilmezdin.

 

Bu konuşmayı durdurup dışarıyı izlemeye başlamıştım. Dışarıyı izlerken gözüme dilenen yaşlı bir kadın, el ele tutuşan genç bir çift, tıpkı bir kadın gibi saçlarını uzatıp, küpe takan bir rock hayranı, elinde bir sopayla sayısı nedensiz bir şekilde fazla olan sarı arabaların yani bir taksinin şoförü gibi herkesin gözünde normal, benim gözümde ise oldukça ilginç olan bu sıradan insanları izlerken, aklıma nezarette uyandığımda gördüğüm kadın gelmişti. İzlediğim insanların hayatları sıradan olduğu kesindi ama o kadının sıradan bir hayatı olmadığı kesindi.

 

Nezaretteki kadının hikayesi nedir?

 

Biraz direkt bir soru sormuştum ama işkolik John’un bu soruma istediğim cevabı vereceğine emindim.

 

Şanslısın ki o kadının sorgusuna da girdim. Sana ne suç işlediğini söyledi mi?

 

-Hayır. Ne suç işledi ki?

 

-Olay yerine gidenler kadını ölmesine rağmen onu bıçak saplarken bulmuşlar. Tam yüz yetmiş bir bıçak darbesi. Adamın vücudunu görmemen gerekirdi. Kadın ifadesinde onu aldattığını ve bunu görür görmez ekmek bıçağını alıp onu öldürdüğünü ve pişman olmadığını söyledi.

 

-Ben… şey… nasıl desem ki?

 

-Seni düşüncelerinle baş başa bırakıyorum.

 

Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir yandan o kadının vahşetine anlam veremiyorken, bir yandan da kadının sebebini oldukça mantıklı buluyordum. Dadımın bana küçükken anlattığı aldatma ile alakalı bir hikayesi aklıma gelmişti. Bu düşünceler içinde sonunda otele varmıştık.

 

Burası haftalık dokuz dolar. Sizin için konforlu değil ama bununla idare etmeye çalışın.

 

-Merak etme göründüğünden daha inatçıyım.

 

-Peki o halde şu kıyafetleri daha taşıyacak mısın?

 

-Evet. Bunlara benden başka kimse dokunamaz.

 

Yine tartışa tartışa otele girmiştik ki bizi bekleyen birisi vardı.

 

Memur bey bu kadar erken gelmenizi beklemiyorduk.

 

-Erken mi? Burada bir olay mı oldu?

 

Olanlardan haberiniz yok mu?

 

İkimiz de ne olduğunu bilmiyorduk ama polislik bir iş olduğu kesindi. Anlatmak gerçekten yorucu ve ben uyumaya giderken, yazar da;

 

-Hey hey hey. Daha ne kadar bana yazar diyip olaylara kestirip duruyorsun?

 

-Aaa yazar sonunda ağzındaki koli bandını çıkarmış.

 

-Benim bir adım var Elizabeth. Neyse ki sonraki bölümde varım yoksa ne yapacağımı bilirdim.

 

-Madem memnunsun o halde sus ve yazını yaz.

Kusura bakmayın. Ağzını koli bandı ile kapattığım için bana biraz sinirli. Yoksa iyi birisidir. Bir sonraki sefere kadar görüşürüz.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.