Gizli Prensesin Maceraları 2.Bölüm

[ A+ ] /[ A- ]

Gizli Prensesin Maceraları 2. Bölüm: Şaşkınlık ve Gözaltına Alınmak

 

Merhabalar, kısa bir nefeslenme molası verdim ve yazar da bu kelimeleri yazmakla meşgul durumda. O halde kaldığımız yerden devam edelim çünkü anlatacak çok ama çok şey var.

 

Daha sonra adının New York olduğunu öğreneceğim bu şehirde, ilk dakikalarımda yaşadığım tek şey şaşkınlık, şaşkınlık, şaşkınlık, şaşkınlık ve yine şaşkınlıktı. Gördüğüm her şeyi ilk kez görüyor, aşırı zeki olmadığım için kendime kızıyordum. İlk beş dakika boyunca arabaların ve insanların oluşturduğu ses yüzünden baş ağrılarım devam ediyordu ve etrafta çok fazla insan vardı.

 

Ülkemde yaşayan insan sayısı taş çatlasa yüz bin kadardı. Üstelik çoğunu her gün görüyordum. Buradaki her bir insanı ise ilk kez görüyordum. Ayrıca önceden uyarı yapmalıyım ki bazı duyarcı insanların yanlış anlamasını istemiyorum. Çünkü ilk kez bir Asyalı, bir Afrikalı görüyordum. Sadece kökenleri farklı kişilere değil, pek çok farklı insanı görüyordum. Vücudunda tuhaf şekiller bulunan bir adamı, saçları her türlü renge boyanmış, bir takım elbise giymiş, Lucas’dan bile yakışıklı bir adam, hanlardaki şişman hancıdan daha şişman bir kadın, yüzüme doğru “Yaşasın Amerika!” diyen birisi, el ele tutuşmuş iki erkek, uzun saçlarını sağa sola sallayıp duran ve her şeyi siyah olan göbekli bir adam ve vesaire vesaire vesaire…

 

On dakika geçmişti ve şimdiden on sekiz yıl boyunca gördüğümden daha çok insan tipi görmüştüm. Seslere sonunda alışmaya başlamıştım ama bazı insanlar kendi kendileri ile konuşuyordu. Hepsinin kulaklarında kutuya benzeyen bir eşya vardı. Buradaki insanlar garip bir şekilde bu eşyayı merkezlerine koymuşlardı. Tahmin edebileceğiniz gibi bahsettiğim şey telefondan başka bir şey değildi.

 

İlk dakikalardaki şaşkınlığımın yerini yavaş yavaş öfke almaya başlamıştı. Bunun ilk sebebi bahsettiğim bu kadar insanın bana karşı olan bakışlarıydı. Onlar bana normalden daha tuhaf bir şekilde bakıyorlardı. Ben bir prensestim ama buraya düştüğümden bu yana, daha doğrusu babamın verdiği hükümden beri bunun bir önemi yoktu.

 

Her küçük kız kendisine bir prenses gibi davranılmasını isterdi. Ben hayatım boyunca böyle muamele görmüştüm ama bir anda bu durumun değişmesi beni sinirlendiriyordu. İkinci sebep ise bir prenses gibi görünmüyordum. Giymeye kıyamadığım elbisem paçavraya dönmüştü. Saçlarım açılmıştı ve oldukça dağınık haldeydi. Yüzüm ise kirden görünmüyordu. Yani kendimi kandıramıyordum. Sonunda birine çarpmamla birlikte, öfkemi kusmak için gerekli şartlar oluşmuştu.

 

Hey dikkat etsene be!

 

-Dikkat mi? Sen benim kim oluğumu biliyor musun?

 

Sonunda öfkemi kusacak birini bulmuştum. Bazı gözlerin bana bakması beni memnun ediyordu ve kızdığım adamı süzmeye başlamıştım. Yazarı kızdırmamak için çok betimlemeyeceğim ama geriye taranmış siyah saçlara sahipti ve ilk kez benimki kadar güzel mavi gözlere sahip birisini görmüştüm. Boylu poslu birisiydi ama giyim şekli oldukça sıradandı. Benim gibi paçavra içindeki birinin böyle konuşması onun ilgisini çekmişe benziyordu.

 

-Öyle mi? O halde kimsiniz prenses hanım?

 

-Prenses mi? Beni tanıyor musun? Ben Prenses Elizabeth ve buradan nasıl çıkabilirim?

 

-Tahmin ettiğim gibi başka bir deli daha. Şu an acelem var çünkü cinayet mahalline geç kaldım.

 

Adam hızla uzaklaşmaya başlarken, benim aklıma takılan soru “cinayet” kelimesi olmuştu. İnanır mısınız bilmiyorum ama ülkemde cinayet işlenmiyordu ve prenses olan benim bile bu kelimeden haberim yoktu. Gözlerim bana bakan gözlere dönmüştü. İlk başta dikkat çektiğim için memnundum ama o gözler bana “prenses” gibi bakmıyordu. Aksine bakışların hepsi itici, anlamsız ve kötüydü. İşte orada gerçek kibri, gerçek bencilliği, gerçek aşağılanmayı, gerçek soğukluğu ve gerçek dünyayı görmüştüm.

 

Önceden yaşadığım her şey sahteydi. Sahte demek biraz abartı bir düşünceydi ama o zamanlar öyle düşünüyordum. Hatta bir ara gerçekten cehenneme düştüğüme bile inanmıştım. Önceki hayatımdaki her şey klasik bir masaldı. Herkesin mutlu olduğu, iyi ve kötünün bariz bir şekilde belli olduğu ve sonunun her zaman mutlu bittiği klasik bir masaldı. Tüm gerçekler sanki bana masalların hayatın makyajı olduğunu anlatıyordu. Geçenlerde size makyaj hakkında düşündüklerimi bahsetmiştim ve ben onu istiyordum.

 

Pek çok insan ne yaptıysa onu yapmıştım. Gerçeklerden, o gözlerden, kaçarken kendimi ilk tenha sokak arasına atmıştım. Kulaklarım çınlıyor, karnıma ağrılar giriyor ve başım çatlarcasına ağrıyordu. Bir de farkına varmadan ağlıyordum ki elimi yüzüme götürdüğümde, o gözyaşının sıcaklığını hissettim. Gözyaşlarım o kadar gerçekçi, o kadar rahatlatıcıydı ki kendimi öylece bu gözyaşlarına bırakmıştım.

 

Ağlamak pek çok insan için bir zayıflık göstergesidir ama ben asıl ağlayan insanların güçlü olduğuna o an inanmış, bu dünyadaki ilk hayat dersimi almış ve doyasıya ağlamaya devam ediyordum.

 

O kadar sene biriktirdiğim gözyaşlarım tam olarak on yedi dakika otuz dört saniye sürmüştü. Yani bebekliğimi saymazsak, her yıl neredeyse 1 dakika demek oluyordu. Doya doya ağlamıştım ve zihnim tazelenmişti. Sakince düşünebiliyordum ve karnım guruldamaya başlamıştı.

 

Yiyecek bulmak için sokak arasından çıkmıştım ve karşıda bir sosisli arabası görmüştüm. O zamanlar sosislinin ne olduğunu bile bilmezken, bunun benim favori yiyeceğim olması çok da uzun sürmemişti. Arabanın bedavaya yiyecek verdiğini zannederek karşıya geçmek istemiştim fakat araya giyen, ilk zamanlarda “Gürültücü” olarak seslendiğim ve sonradan araba olduğunu öğrendiğim bu araçların oluşturduğu trafik, geçmemi engelliyordu.

 

Nasıl güvenli bir şekilde geçeceğimi düşünürken, arabaların belli bir zamanda durup ilerlemesi dikkatimi çekmişti. Gittikleri yöne baktığımda ise trafik lambalarını görmüş, insanların belli bir noktadan geçtiğini gördükten sonra olayı çabucak kapmıştım. Yaklaşık bir dakika sonra karşıdaydım ve içimden “Burada ancak gözlemleyerek hayatta kalabilirsin.” diyordum.

 

Arabanın yanına gidip üzerindeki “sosisli” yazısını gördükten sonra sıradan bir müşteri ile prenses nazikliği içinde sosislimi istemiştim. Yaşlı amca, bana “Ketçap mı hardal mı?” sorusuna ise hiçbir şey koymamasını söylemiştim. Sosisliyi uzatır uzatmaz bir timsah gibi kapmıştım. İsterken naziktim ama yerken öyle değildim çünkü hayatımda ilk kez bu kadar açtım. Yaşlı amca ise ilk ısırığın ardından kendimden geçmiş bana seslendiğinde şunları söylemişti;

 

– Bir dolar.

 

-Dolar derken?

 

– Sosislinin parası olan bir dolar.

 

-Hee öyle mi? Kusura bakmayın. Hemen paranızı vereyim.

 

Bedava sandığım sosis paralıydı ve üzerimde hiç altın yoktu. Üstelik altına “dolar” denmesi ilgimi çekmişti ve bu anları anlatırken yazarın gizli kıkırdamalarına karşı yüzüne bir yumruk atmak istiyorum. Geçmiş ve şimdiki zamanları karıştırmadan olaya dönecek olursak, param yoktu ve hızlı düşünmem gerekiyordu. Bu sırada benden yaklaşık 2 veya 3 yaş küçük birisi, bir kadının çantasını alıp kaçıyordu ve yaşlı adam bir an arkasına döndüğü an;

 

Paranı daha sonra vereceğim amca!

 

-Hey nereye gidiyorsun? Sanırım bir evsiz olmalı. Kahretsin.

 

Hızlıca topukları yağlamış ve ağladığım tenha sokak arasına dönmüştüm. Şimdilik merkezim burasıydı ve sosislimi afiyetle yemiştim. Zaman hızlı geçiyordu ve hava kararmaya başlamıştı. İçimden “Her türlü kendi ülkemden daha gelişmiş bir yerdeyim.” diyordum ve bir plan kurmaya çalışıyordum.

 

Vay vay vay. Bu fıstık burada ne yapıyor böyle?

 

Bir ıslık sesi ve sokaktaki girişi tıkamış üç tipsiz serseri vardı. Arkadakiler öndeki adamı destekler nitelikte sözler söylerken ben kendime cesaretli olmam gerektiğini hatırlatıyordum.

 

Benden ne istiyorsunuz?

 

-Hiçbir şey bebeğim. Sadece sizin gibi birisi burada ne yapıyor çok merak ediyorum.

 

Bu sözlerden sonra aklıma “Beni gerçekten tanıyor mu?” sorusu takılmıştı ama bu sefer kendimi öyle hayallere kaptırmayacaktım. Ayrıca bu herifler benim bedenimin peşindeydi ve bu midemi bulandırmıştı. Onlara zafer veremezdim.

 

-Öyle mi? Beni elde etmek istiyorsan biraz uğraşman gerekecek.

 

Hızla geriye dönüp, ara sokağın içlerine doğru koşmaya başlamıştım. Herifler tabii ki peşimden geliyorlardı ama ben daha hızlıydım. Buna rağmen herkese olduğu gibi benim de başıma aksilikler geliyordu çünkü çıkmaz sokağa denk gelmiştim.

 

-Görünüşe göre buralarda yenisin? Şimdi kapana kısıldın bebeğim.

 

-Kes sesini!

 

Eğer vazgeçeceğimi sanıyorlarsa yanılıyorlardı. Neyse ki gözlerim hala keskindi ve solumda ve karşıda bulunan çıkıntıları fark etmiştim. Tek gereken soldaki çıkıntıya iyi bir atlayıştı. Zıplayabildiğim kadar zıpladım ve parmak ucuyla da olsa tutunmayı başarmıştım. Küçükken yaptığım ağaç tırmanışlarının faydasını şimdi görüyordum. Artık soluma denk gelen çıkıntıya da atlamıştım ve o heriflerden kurtulduğumu düşünüyordum.

 

Hemen kurtulduğunu sanma!

 

-Ne?!

 

Peşimdekilerden en önde olanı kolay bir şekilde ilk çıkıntıya tutunmuştu. Ne yapacağımı düşünürken, kısa olan binanın çatısına atlayabileceğimi fark etmiştim ama yine mesafe sıkıntı yaratacaktı. Hızlı bir nefes ve hemen ardından gelen zıplama ile çatıya tutunmayı başardım ama kavrayışım çok iyi olmadığından hemen bir elim kaymıştı.

 

Zorlanarak da olsa çıkıntıya yeniden tutundum ve böylece artık çatıdaydım. Tabii çatıya çıktığım gibi oradan uzaklaşmıştım, sonuçta arkamdakilerin beni bekleyecek halleri yoktu ama o kadar yorgundum ki fazla ilerleyememiştim. Bu yüzden hızlıca kendimi gizlemeye çalıştım ve o herifin ters yönde ilerlediğini gördükten sonra nihayet rahat bir nefes almıştım.

 

Yaklaşık beş dakika sonra yine yerdeydim ve hava kararmıştı. Gece olabilirdi ama şehir hala gündüzü yaşıyor gibiydi. Her yer aydınlıktı ve bunu sağlayan kaynağa hayran olmuştum. O anda aklıma bu ışığın merkezine gitmenin bir şeyler bulmam için faydalı olacağını düşündüm. Tabii ki bunu yaparken kaybolmamak için hangi yöne döndüğümü aklımda tutacaktım.

 

Bu yöntemi kullanarak yarım saat boyunca şehirde bazı yolları ezberlemiştim. Başlangıç noktama geri dönüp hızlıca bir yol haritası belirlemiştim. Sağ, sol, ileri gibi gideceğim yönleri kafamda belirledikten sonra sanki yarışa başlayacak bir atlet gibi pozisyonumu almıştım.

 

Hadi gidelim.

 

Hızlıca koşmaya başladım. Şu ana kadar gitmediğim yönlere doğru ilerliyor, yol boyunca gözlerimi açık tutarak yanlış yöne sapıp sapmadığımı kontrol ediyor ve oldukça hızlı hareket ediyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama son bir kez sağa döndüğümde, sanırım ulaşmam gereken yere varmış olduğumu düşündüm.

 

Yazar, bilmediğimim bir sebep yüzünden ulaştığım yerin adını söylememi istedi. Telif denilen durumlarla karşılaşmak istemiyor. Bir meydana varmıştım ve ilk bakışta sanki dünyanın merkezinde olduğumu düşünmüştüm. Binalardaki dev ekranlar ve gece olmasına rağmen insanların doluştuğu bu yeri görünce kafamdaki ampul parlamaya başlamıştı. Gözlerimin, bu kadar ışığa tahmin ettiğimden hızlı alışmasının ardından planım hazırdı. Planım oldukça basitti. Sadece biraz makyaj yapıp birkaç söz söyleyecektim.

 

Hey beni dinleyin sefil kurtçuklar. Ben prenses Elizabeth ve hemen önümde eğilmezseniz ordum buraya gelecek ve her yeri yakıp yıkacak.

 

İlk sözlerimi bağırarak söylerken, pek çok insanın beni görmezden gelmesi ve dinleyenlerin bana tımarhaneden geliyormuşum gibi bakması sebebiyle, ümitlerim hızlıca kaybolmaya başlamıştı. En azından iki kişi dediklerimi dinliyor gibiydi. Onlar da olmasa başka bir yol düşünecektim. Artık havalı ve etkili bir şekilde konuşmanın vakti gelmişti.

 

Bakıyorum da kimse beni umursamıyor. O zaman size bir sorum olacak. Beni kralınız ile buluşturun. Beni gördüğü anda evlenme teklifi etmezse o zaman beni celladım ile buluşturursunuz.

 

Her anlamda ülkemden daha gelişmiş bir dünyadaydım ve yönetim şeklinin de bu yönde ilerlediğinden emindim. Bu yüzden kendini orta çağda zanneden birisi gibi görünmek insanların dikkatini çekerdi ve tahmin ettiğim gibi beni dinleyenlerin sayısı artıyordu.

 

Hey acaba burada herkes neden tuhaf giyiniyor ve neden burada bir han olmadığını merak ediyorum. Hey sen iyi bir insana benziyorsun. Nereye gittiğini sanıyorsun vatandaş!

 

Tam anlamıyla küstah birisine dönüşmüştüm. Arkasından kolunu tutmuştum ve kolunu çekerken, yanındaki kız arkadaşının benim hakkında ne dediğini merak ediyordum. Bu şekilde beş dakika kadar konuşup durmuş ve insanların anlamsız bakışlarına katlanmıştım. O sırada siren sesleri ve iki polis, elli kişiyi çektiğim grubun içine girmişti.

 

Burada neler oluyor? Buraya aynı şekilde 13 ihbar aldık.

 

-Sonunda yetkili birileri geldi. Ben prenses Elizabeth.

 

-Prenses?

 

Bu sırada kırmızı bereli, sarı gömlek ve siyah beyaz çizgili bir tişört giymiş bir kadın, polislere “Memur bey! Memur bey!”  diyerek beni şikayet ediyordu. Birkaç saniye sonra memurlar bana dönmüştü.

 

Hanımefendi, bizimle birlikte karakola gelmemiz gerekiyor.

 

-Tabii ki. Yalnız beni çekiştirmeseniz? Kime diyorum lan?

 

Yine kabalaşmıştım çünkü polislerin beni yaka paça götürmesi paniklememe neden olmuştu. Ayrıca yine duymadığım birçok kelime vardı. Karakol, memur, ve diğer araçlardan farklı benim deyimimde bir “Gürültücü” ve daha neler neler…

 

Bir sonraki ana kadar ben bir yemek molası verirken, yazar da bir duş alacak.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.