Derebeyi Cilt 15 Bölüm 2 Kısım 5

[ A+ ] /[ A- ]

Ankyloursus olarak bilinen büyülü bir canavar var.

 

Uzaktan bakıldığında bir ayı gibi görünebilir, ancak aradaki farkı hemen fark edemezseniz, kıçınıza veda edebilirsiniz. İki ila üç metre uzunluğundadır. İki çift ön ayağı ve iki çift arka ayağı olmak üzere toplam dört ayağı vardır. Dört ayağının ön ikisinde, uzunluğu 60 santimetreden fazla olan ve yalnızca savaşmak için kullanılan keskin, sivri pençeler bulunur ve sertlikleri çelikten daha fazladır. Sırtının alt kısmından uzun, kalın bir kuyruk uzanır ve bu kuyruğun ucunda çekiç benzeri bir şişlik vardır.

 

Son olarak, vücudunun büyük kısmı pullardan yapılmış sert zırh plakalarıyla korunur. Bu devasa vücudu destekleyen güç dehşet vericidir; bu sert, keskin pençeler ve olağanüstü fiziksel güç tarafından yapılan tek bir saldırı, bir insanı zırhı ve her şeyiyle kolayca ikiye bölebilir.

 

Gelgelelim—endişelenmeniz gereken tek şey bu.

 

Korkunç özel yeteneklere sahip olmadığı gibi güçlü büyü de kullanamaz. Ankyloursus yalnızca Ankyloursus sadece [Koku] büyüsü yapabilir, ki bu bir savaş büyüsü değildir. Sonuç olarak, Ağaç Denizi’ndeki en iyi yırtıcılar arasında yer alsa da, en güçlüsü olmaktan uzaktır.

 

Bununla birlikte, bir istisna vardı.

 

Sadece fiziksel yeteneklerini kullanarak, özel yeteneklere veya büyü kullanma becerisine sahip canavarları bile katledebilen dört metreden uzun bir varlık.

 

Bu türe aşina olmayan birinin onu gördüğünde başka bir şey sanması şaşırtıcı olmazdı; bu, Lord unvanına layık bir Ankyloursus’tu.

 

Başını o ana kadar yalayıp yuttuğu hayvanın midesinden kaldırdı ve duyanları dehşete düşüren alçak, ağır bir gırtlak hırıltısı çıkardı. Uzun bağırsaklar ağzının köşesinden dışarı döküldü.

 

Soluk alıp verirken kana bulanmış nefesini dışarı attı ve havayı kokladı. Yüzü kanla kaplıydı ama daha önce hiç almadığı iki kokuyu alabiliyordu. Bir çift olmaları mümkündü çünkü kokuları birbirlerine karışıyorlardı.

 

Midesi zaten doluydu.

 

Onları görmezden gelmek pek sorun olmazdı.

 

Ancak bu, daha sonra da rahatsızlığa edilmeye davetiye çıkartmak demek olurdu.

 

Bu alan onun bölgesiydi. Birinin buranın sahibiymiş gibi etrafta dolaşmasına izin vermesine imkân yoktu.

 

Arka ayakları üzerinde ayağa kalktı ve pençeleriyle ağaç kabuklarını kazıdıktan sonra vücudunu bir ağaca sürttü. Bunu, buranın kendi bölgesi olduğunu açıkça göstermek için yapmıştı ve sonra kokunun kaynağına doğru yürüdü.

 

Yol boyunca [Koku] kullandı. Bu sayede kendi vücut kokusunu ve hâlâ üzerine sinmiş olan kan kokusunu da silebildi. Bunu yaparak Ankyloursus’un devasa vücudu avına yaklaştı. Eğer bu ormanda bunu yapmasaydı, avını yakalamak oldukça zor olurdu.

 

Koku gittikçe güçleniyordu.

 

Bunu fark ettiklerine dair hiçbir emare yoktu. Fark edilmiş olsaydı, farklı davranıyor olmaları gerekirdi. Misal, hareketsiz durur ve bir ses arayışına girerlerdi. Ya da oradan hemen kaçmaya çalışırlardı. Ancak, bu eylemlerin hiçbirini yapmıyorlardı. Yoksa iki kişi oldukları için kazanabileceklerini mi düşünüyorlardı?

 

Kokuya yaklaşana kadar olabildiğince sessizce hareket etti. Bununla birlikte, hâlâ ağaçlar tarafından gizlenen avını göremiyordu.

 

Ancak bu kadarı kâfiydi. Avını yakalarken hep böyle yapardı. Eğer onları görebilirse, onlar tarafından görülebilirdi. Bu yüzden onları görene kadar acele etmedi ve kokuyu dikkatle ayırt ederek yaklaştı ve bir anda—mesafeyi göz açıp kapayıncaya kadar kapattı, işte bu avlanmaktı.

 

Çok yakına geldi. Koku hareket etmiyordu.

 

Sonuç olarak, her zamanki avlarda olduğu gibi hemen koşmaya başladı. İri cüssesine rağmen ağaçların arasında rüzgâr gibi koşuyordu.

 

[Orman Gezgini] gibi kullanışlı yeteneklerden yoksun olduğu için, bu bölgeyi ele geçirdiğinde, kolayca geçmesini engelleyecek tüm ağaçları kesmişti. Elbette hiçbir kıytırık ağaç onun saldırılarını durduramazdı ama uyanık bir av geçmişte kaçmak için onları kullanmıştı.

 

İnkar edilemez derecede güçlüydü ama bu avlarında her zaman başarılı olduğu anlamına gelmiyordu. Hazırlık yapmasının nedeni de buydu.

 

Kokunun kaynağı önündeydi.

 

Küçük siyah bir tane ve büyük siyah bir tane. Küçük olan büyük olanın üstündeydi.

 

Çiftleşen bir çift değillerdi. Büyük olasılıkla iki farklı hayvandılar.

 

Ama bu o kadar da sıra dışı değildi. Bu tür hayvanlar vardı. Her biri diğerine yardım ederdi. Avın kendini yırtıcılardan koruma yeteneği gibi. Örneğin üstteki özel bir güç kullanır, alttaki kaçardı, ya da buna benzer bir şey.

 

Ama eğer durum böyleyse, ikisi de yalnızca yiyecekten başka bir şey değildi.

 

Gülümsedi.

 

Bu mesafeden artık kaçamazlardı. Küçük olan pek yemek olacak gibi görünmüyordu ama altındaki oldukça büyüktü. Şu anda midesi dolu olduğu için, onları daha sonra saklamak üzere toprağa gömmeliydi.

 

Fakat—bir şeyler garip görünüyordu.

 

Hücum ederken ayaklarını şiddetle yere vuruyordu. Ne kadar dikkatsiz olurlarsa olsunlar fark ederlerdi ve fark ettiklerinde kesinlikle harekete geçerlerdi.

 

Peki o zaman siyah olanlar neden korkmuyor? Neden kaçmıyorlardı? Onunla karşılaşan hayvanların neredeyse tamamı bu tepkileri verdi. Bunun tek istisnası kendi ırkının üyeleriydi.

 

Yoksa sadece korkudan felç mi olmuşlardı?

 

Koşarken bunu biraz düşündü.

 

Dehşet içinde donakalmış bir avın eti biraz yavandı. Tercih ettiği, sadece yarısı öldürülmüş ve yavaş yavaş ölürken yumuşayan etti—bu onun favorisiydi. Hâlâ canlıyken bağırsakları yenilip sonrasında ölen avın eti en iyisiydi.

 

“GRRROOOOAAAAR!”

 

Ayağa kalktı ve avına doğru böğürdü.

 

Bu sadece bir gözdağı değildi; korku aşılamayı amaçlıyordu.

 

(—Hadi devam edin ve kaçın; belki hayatta bile kalabilirsiniz! Lütfen etinizin lezzetini artırmak için bir şeyler yapın.)

 

Düşündüğü şey buydu. Zaten bu mesafeden kaçmanın bir yolu yoktu. Sadece bu avın başarısı garanti olduğu için onlara biraz hareket alanı tanınmıştı.

 

“Oh? Sizden birini daha önce hiç görmemiştim. Ne sevimli bir ayı.”

 

Ufaklık havlıyordu.

 

(Aklıma gelmişken) diyerek birşeyler hatırladı.

 

(Son zamanlarda ağaçlarda küçük olana benzeyen şeyler görmüştüm.)

 

Ankyloursouslar da ağaçlara tırmanabilirdi, ancak devasa vücutları nedeniyle bu onların zayıf noktasıydı. Bu yüzden, bir ağacın tepesinde avlandığında, onları ancak ağacı devirip yere düşürdükten sonra yiyebiliyordu. Ancak, o sırada karnı şişiyordu ve uzaktaki avları kovalamak zahmetli olduğu için onları bırakıyordu.

 

Ancak, eğer yerdeyseler, onları yemeyi geciktirmek için bir neden yoktu.

 

En alttaki siyah olan hiç kıpırdamadan bu tarafa bakıyordu.

 

İri pençelerinin olduğu ön ayağını savurdu.

 

Önce alttakininin indirmeliydi, böylece kaçamazlardı.

 

Bir ding sesi duyulurken, ön ayağı ısındı ve şiddetli bir acıya dönüştü.

 

Dengesini kaybetti ve kuyruğundan geriye doğru düşmeye başladı.

 

Panik içinde, dayanılmaz bir acı veren ön bacağına baktı.

 

Hala oradaydı.

 

Yok olmamıştı. Ancak o kadar acı çekiyordu ki hareket edemiyordu.

 

“GuuUU”

 

Baktığında, üstteki küçüğün elinden uzun, yılana benzer, kıpır kıpır bir şey sarkıyordu. Onun tarafından mı saldırıya uğramıştı? O zaman zehir olabilirdi. Çok küçükken dev bir zehirli yılan tarafından ısırılmıştı ve bu karıncalanma hissi de ona benziyordu.

 

“Tamam. Sana zarar vermeyeceğim. Sana zarar vermeyeceğim.”

 

Küçük olan elini salladığında, yakındaki bir ağaçtan yüksek bir BANG sesi duyuldu. Ağaç, pençesinden uzanan yılan benzeri şey tarafından vurulmuştu. Çarpmanın şiddetiyle ağaç kabuğu yarılmış, sanki içten dışa doğru patlamıştı.

 

(Bu kadarını kendim de yapabilirim.)

 

Yine de tüm vücudunu bir ürperti kapladı.

 

Bu gerçekten küçük olan mıydı?

 

Yavaş yavaş gözünde korkutucu derecede büyük görünmeye başladı.

 

“Her şey yolunda, sorun yok. Ben korkutucu değilim. Gördün mü, hiç de korkutucu değilim.”

 

Alttaki büyük olan havlarken, üstteki küçük olan üstünden yere indi. Ön ayaklarını genişçe açarak yaklaştı.

 

(Gerçekten de baya kadar küçükmüş. Acaba onunla benim aramda ne kadar fark var?)

 

(Ben yırtıcıyım, onlar da av, böyle olması gerekiyordu. Öyleyse bu nasıl korkmadan bana yaklaşabiliyor?)

 

Sanki avın kendisi de bir avcıydı.

 

Bakışlarını kendisine yaklaşan küçük olandan büyük olana kaydırdı.

 

Onları dikkatle izliyordu.

 

Bu anlayamadığı bir şeydi.

 

Hangi hayvanla karşılaşmış olursa olsun, daha önce hiç böyle davranmamışlardı.

 

Kuyruğunu kıvırdı ve bu garip dehşetten kaçmaya başladı.

 

Çok küçükken, annesinden ayrılıp yuvayı terk ettiğinde, birçok kez baş edebileceğinin çok ötesindeki avlardan kaçmayı deneyimlemişti. Dolayısıyla anlamadığı şeylerden kaçmakta utanılacak bir şey yoktu.

 

Ancak, arka bacağının etrafına sarılmış bir şey vardı—

 

“Alley-oop.”

 

Görüş alanı daireler çizerek dönmeye başladı.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.