Derebeyi Cilt 15 Bölüm 1 Kısım 2

Önce [Kapı] ile Altıncı katın girişine geri döndüler. Ardından Ainz, Dokuzuncu Kat’a bir Kapı açması için Aureole’ye bir [Mesaj] gönderdi. Söylemeye gerek yoktu, Sekizinci ve Dokuzuncu Katlar arasındaki Kapı sorunsuz bir şekilde çalışıyordu. Eğer durum böyle olmasaydı, Ariadne sisteminin tetiklenmesi daha muhtemeldi. Ainz Ooal Gown Yüzüğü’nün yetenek sınırı nedeniyle herkesi aynı anda oraya ışınlayamasa da, bu yolculuğu iki kez yapabilirdi. Ainz’in temkinli doğası, sırf elflere yanlış bir izlenim vermemek için tüm bu zahmete katlanmasına neden olmuştu. Gerçek şu ki, yüzüğün yeteneklerini başkalarına gösterme konusunda son derece tereddütlüydü. Cocytus’un nöbetçi astları Ainz’in gelişiyle birlikte başlarını saygıyla eğdiler.

 

“—Sıkı çalışmanız için teşekkür ederim.”

 

Ainz onlara bir hükümdarın aurasına yakışır şekilde basit ve görkemli bir selam verdi. Aura ve Lumière’in ardından üç elf Kapı’dan çıktı ve birbirlerine sokuldular. Ainz’in önünde eğilen canavarları gördükleri anda oldukları yerde donup kaldılar. Cocytus’un hizmetkârları onlara karşı düşmanca davranmıyordu. Bu doğal bir tepkiydi, tıpkı ormanda yürüyen sıradan bir insanın çalıların arasından aniden beliren bir kaplan gördüğünde donup kalması gibi. İçlerinden biri arkadan hafifçe itildi. Kapının önünde donup kaldıklarında, arkalarında yürüyen Mare için sıkıntı yaratıyorlardı. Onu sadece hafifçe itmiş olsa da (muhtemelen kendini kontrol ediyordu), gergin elfin denge kabiliyeti yok olmuştu..

 

“Ayyyyyy…”

 

Yürek parçalayan bir çığlık atarak yere yığıldı. Diğer elflerin yüzlerinden kan çekilmişti ve hemen onu ayağa kaldırmaya çalışsalar da yere yığılan elf ayağa kalkmakta zorlanıyordu. Hareket etmek için bacaklarını hareket ettiremiyor gibiydi.

 

“Korkmayın… Nazarick’te size kimse dokunmayacak.”

 

“E-Evet…”

 

Muhtemelen Ainz’in sözlerinden şüphe duymuyorlardı ama yine de gerginlikleri azalmıyordu. Ainz’in yanındaki elfler hızla başlarını sallıyordu, hareketlerinin şiddetinden saçları uçuşuyordu. Hâlâ yerde yatan elf ise gözyaşlarına boğulmak üzereymiş gibi görünüyordu. Böyle devam ederse, Ainz bunun gelecekte sorun yaratacağını rahatlıkla söyleyebilirdi. En azından kalplerini biraz yumuşatması gerekiyordu.

 

“Kafeteryaya gitmeden önce kısa bir süre dinlenmek için bir yere gidelim… [Kapı]. Aura, kaldır onu.

 

“Peki!”

 

“H-Hayır, Aura-sama’nın böyle bir şey yapmasına gere…”

 

“—Sorun yok, sorun yok. Tamam, hadi gidelim.”

 

Aura yere yığılmış elfi isteklerine aldırmadan hızlıca kaldırdı ve omzunun üzerine koydu.

Elbette işçi pantolonu giydiği için altının görünebileceği bir durum yoktu. [Kapı] karanlık bir bölge olan Ainz’in özel odasıyla bağlantı açtı. İçeride üç hizmetçi ayaklarının dibinde temizlik malzemeleriyle eğiliyordu.

 

“Herkese iyi çalışmalar. Burada kısa bir süre dinlendikten sonra ayrılacağım. İşinize devam etmenizin bir sakıncası yok.”

 

Diğerleride [Kapı]‘dan çıkarken hizmetçiler başlarıyla onayladı ve bir kez daha eğildiler.

 

Elfler ağızları açık, aptal gibi etraflarına bakmaya başladılar. Görünüşe göre etraflarındaki her şeyi ikizlerin evinden farklıydı, onlara oldukça egzotik geliyordu. Ayrıca eskisinden daha az gergin görünüyorlardı, çünkü muhtemelen normal hizmetçiler Cocytus’un canavara benzeyen hizmetçilerinden çok daha sevimliydi.

 

“Aura. Şuradaki sandalyeye oturttur.”

 

Ainz Albedo’nun sandalyesini işaret ettikten sonra Aura elfi hemen sandalyeye oturttu.

 

Albedo’nun masası da tıpkı kendisi gibi tertemizdi. Bu arada, Ainz’in masası da farklı bir şekilde de olsa tertemizdi.

 

“Ço-Çok teşekkür ederim…”

 

Ainz başını eğerek oturan elflerle mümkün olduğunca nazik bir şekilde konuşmaya çalıştı.

 

“Gerek yok, şaşkınlığınızı anlayabiliyorum, ama daha önce de belirttiğim gibi, rahat olun.

Nazarick’te kimse size zarar vermez, bu yüzden sakin olmanızın bir mahzuru yok.”

 

Bu sözlerle kendilerini birdenbire rahat hissedecek değillerdi ya. Ainz elflere sırtını döndü, hizmetçilerden birinin yanına gitti ve sessizce ona bir emir verdi:

 

“Birazdan kafeteryaya gideceğiz. Oraya giderken siz hizmetçiler dışında kimseyle karşılaşmayacağımızdan emin olun. Aynı şeyi kafe…”

 

ーteryada da yapın, diyecek oldu ama diyemedi…

 

“Hayır, unut gitsin. Kafeteryanın her zamanki gibi kullanılmasında bir sakınca yok. Aksine, diğerlerinin her zamanki gibi kullanması daha iyi olur.”

 

“Evet, anlaşıldı. O zaman izninizle ayrılıyorum.”

 

“Görevinizi böldüğüm için özür dilerim, ama size güveniyorum.”

 

“Bu tür kelimelere gerek yok, Ainz-sama.”

 

Kendisine en yakın hizmetçi olduğu için ona yanaşmıştı ama diğer hizmetçilere zafer bakışları fırlatmasına bakılırsa başka türlü düşünüyor gibiydi. İş arkadaşları bu durumdan son derece rahatsız olmuş ve kaşlarını çatmışlardı. Hizmetçi, aldığı emirle iş arkadaşlarına sırtını döndü ve adımlarını hızlandırarak odadan çıktı. Ainz diğer hizmetçilerin bakışlarını sırtında hissedebiliyordu (ki bir ölümsüz olarak bu onun için nadir bir durum olmalıydı). Gözleri hiç kuşkusuz herhangi bir görev beklentisiyle doluydu.

 

Bu arada, Lumière’den hiçbir şey algılayamıyordu, muhtemelen o gün için onun hizmetçisi olmak muhteşem olduğu içindi. Sırtına iğneler batıyormuş gibi hissediyordu (elbette, hizmetçilerin niyeti bu değildi); Ainz bakışlarını hizmetçilerden uzaklaştırıp elflere doğru çevirmek için kendini zorladı. Nefes alış verişlerinin normale döndüğünden emin oldu.

 

“Görünürde bir problem kalmadığına göre… o zaman yola çıkalım.”

 

Baskıcı görüneceğini düşündüğü için onları acele ettirmek istemiyordu ama burada daha fazla kalmak da istemiyordu. Elflerin tekrar yürüyebildiklerinden emin olduktan sonra Ainz önden gitti ve odadan çıktı. Hizmetçilerin ona utançla bakmaları görmezden gelinebilirdi. Kafeteryaya giderken bazen arkasından elflerin hayranlık dolu nefes alışları duyuluyordu:

 

“Muhteşem.”

 

Ve:

 

“Çok güzel.”

 

Ainz övünmek istediyse de kendini tuttu ve arkasına bakmadan yürümeye devam etti. Yol boyunca başka hiçbir NPC ile karşılaşmadan kafeteryaya ulaştılar. Aval aval bakan elflerin yavaşlığı yüzünden normalden daha uzun sürmesi dışında —Ainz’in özel olarak gurur duyduğu yerlerden geçerken yavaşlaması da cabası— başka bir olay yaşanmadı. Nazarick’in kafeteryası bir şirketin ya da bir okulun kafeteryasından esinlenerek inşa edilmişti (tabii ki Ainz’in okulunda ya da şirketinde böyle bir kafeterya yoktu, dolayısıyla bunun doğru olup olmadığını bilmiyordu), dolayısıyla ortam bir restoranınkinden biraz farklıydı. Bu, Ainz’in bu dünyaya gelişinden hemen sonra Nazarick’teki tüm tesisleri gezmesinden bu yana gerçekleştirdiği ilk ziyaretti ama pek bir şey değişmemiş gibi görünüyordu. İçeriden gelen çatal bıçak sesleri ve genç hanımların canlı sohbetlerini belli belirsiz duyabiliyordu. Muhtemelen içerisi Dokuzuncu Kat’ta çalışan hizmetçiler ve diğer çalışanlarla doluydu.

 

Belki Bölge Muhafızları da oradaydı. Öğle yemeği için biraz geç bir saatti ama muhtemelen vardiya sistemi nedeniyle canlı görünüyordu. Hizmetçilerin huzur içinde yemek yediklerini görebilselerdi, buranın nasıl bir yer olduğunu anlayabilirlerdi. Kendilerini yabancı gibi hissedebilirlerdi ama bu günlük yaşam ortamı onları sakinleştirmeliydi. Bu yüzden onlara kafeteryayı boşaltmalarını emretmedi ama Ainz odaya girer girmez hava birden değişti. Önce tamamen sessizleşti. Önceden gelen mutlu sesler ve yemek yiyenlerin canlı sesleri tamamen kayboldu. Ortam dondu kaldı; bir kafeterya için hiç de uygun değildi. Sonra — herkes dönüp Ainz’e baktı, gözleri fal taşı gibi açıldı ve hareketleri durdu. Bu, yabancı olma hissiydi. Sanki Alfheim’a yeni adım atmış, negatif karmaya sahip bir heteromorf gibiydi.

 

“ーBize aldırmayın. Yemeğinize devam edin.”

 

Aralarında birkaç kişi, çoğunlukla da sıradan hizmetçiler, Ainz’in söylediklerini duyduktan sonra yeniden yemeye başladılar ama sohbetlerinin yeniden başlayacağına dair bir işaret yoktu. Herkes sessizce yemeğini yedi. Ainz yemeklerini bölmeyi hiç istemiyordu. Kendini biraz dışlanmış hissetmeye başlamıştı ama bir kez daha düşününce, onların duygularını anlayamıyor değildi. Şimdiye kadar hiç ziyaret etmemiş bir CEO aniden kafeteryada belirseydi, muhtemelen bu şekilde sonuçlanırdı. Suzuki Satoru da bu durumda muhtemelen aynı şeyi yapardı. Belki de bu şirket çok daha küçük olsaydı veya patron ile çalışanlar arasındaki mesafe çok daha yakın olsaydı durum farklı olabilirdi.

 

(Gerçi bu durumda bu muhtemelen imkansız…)

 

Saygın bir mutlak hükümdar olan “Ainz-sama” imajını sevilen bir “Ainz-san” imajına dönüştürmek zor olacaktı.

 

Belki herkes onun bir palyaço olduğunu keşfederse, böyle bir dönüşüm mümkün olabilirdi, ancak bunun yerine nefret edilen biri haline gelirse (ki bu pek olası değildi) buna dayanamazdı.

 

“Öyleyse girelim.”

 

Gruba geri dönerek elflerin tepkilerini gözlemlemeye çalıştı. Onları çok fazla gözlemlemesine bile gerek yoktu; belli ki büzüşüyorlardı. Anlaşılabilir bir tepkiydi. Ainz’in gelişinden önce kafeteryadaki huzurlu havayı fark etmiş olmalıydılar. “Alfheim’a yeni adım atmış heteromorf” derken kastettiği buydu. Bunu çözmenin bir yolunu bulamıyordu. Belki zamanla buna alışırlar; Ainz kafeteryaya böyle iyimser düşüncelerle girdi. Hizmetçileri daha da germek istemiyordu, bu yüzden onlardan uzakta rastgele bir masaya yaklaştı ve karşısındaki koltuğu işaret etti.

 

“Şuraya oturabilirsin.”

 

Elfler tedirgin ifadelerle birbirlerine bakmaya başladılar. Ainz’in önünde oturma ayrıcalığıyla kimin ödüllendirileceğini karar vermeye çalışıyor gibiydiler. Muhtemelen böyle düşünmekte haklıydı.

 

“Anlıyorum… Belki Elf gelenekleri bizimkilerden farklıdır, bu yüzden bunu basit tutalım ve böyle şeyler hakkında endi şelenmeyin.”

 

Tereddütlerini farklı bir şekilde anlıyormuş gibi davranarak onlara bir çıkış yolu vermeye çalıştı. Çok fazla tereddüt etmeleri iyi olmazdı; çok fazla tereddüt ederlerse ikizlerin tepkisinden de biraz korkuyordu.

 

“Sen oradaki. Karşıma otur.”

 

Ainz arkada duran elfi işaret etti. Yanlış hatırlamıyorsa, elflerin ortasında hiç durmuyordu, bu yüzden onun önüne oturmasının adil olacağını düşündü. Açıkçası, kendisine bir yük gibi davranılmasını istemiyordu. Bunu söyledikten sonra, duygularını çok iyi anlayan biri olarak pratik olmaya karar verdi. Kısa bir süre sonra, belirlenen elfin yanındaki koltuklar hemen doldu. Aura ve Mare, Ainz’in yanına oturdu. Arkasında duran Lumière içinde birşeyler söylemek istiyordu ama sonunda bunu kendine saklamaya karar verdi.

 

“Şimdi o zaman— Özür dilerim ama kafeteryayı ilk kez kullanıyorum, bu yüzden bana şu anda nasıl işlediğini biraz açıklayın.”

 

Ainz Lumière’e sordu çünkü sıradan bir hizmetçi olarak, tıpkı diğer hizmetçi arkadaşlarının şu anda yaptığı gibi kafeteryayı kullanması gerekiyordu.

 

“Öncelikle — evet. İçecek sipariş etmek istiyorum, menü gibi bir şey var mı?”

 

“Şu anda ücretsiz içecekler ve açık büfe sistemi var. İçecekleri ve salatamızı oradan kendimiz almamız gerekiyor.”

 

Lumière’in işaret ettiği yere baktığında, içeceklerin konulduğu anlaşılan bir dizi sürahi gördü.

Yanlarında çok sayıda yemek kabı vardı.

 

“Ayrıca buradaki yemek menüsünden de bir şeyler seçebiliriz.”

 

“Anlıyorum…”

 

“Şef mutfakta olduğu için, Ainz-sama’nın istediği herhangi bir yemeği hazırlayacağına inanıyorum.”

 

“Öyle mi? Ama gerek yok. Sabit bir yemek menüsü varsa, oradan bir şeyler seçelim.”

 

Lumière ona bir kağıt parçası uzattı. Üzerinde Japonca bir menü yazılıydı. Elfler muhtemelen bunu okuyamazdı. Ayrıca—

 

“Hiç katsudon diye bir şey duydunuz mu?”

 

[SesiBüzüşesice Notu: Katsudon, bir kase pirincin üzerinde servis edilen domuz pirzolasıdır.]

 

Elfler hayır anlamında başlarını salladılar.

 

“Aura, Mare… Bu elfler genelde ne yer? Sadece normal yemek mi?”

 

“E-Evet. Ç-Çoğu zaman bizimkiyle aynı oluyor.”

 

O zaman ikizler hiç katsudon yemedi mi? Hayır, yemeklerini genellikle taşıyıcıdan tedarik ediyorlardı ancak bunu kendi başlarına da yapabilmeleri gerekiyordu.

 

“Daha önce hiç katsudon yemediniz mi?”

 

“Hayır, daha önce yemiştik. Muhtemelen sadece adını bilmiyorlar.”

 

“Ah, demek öyle…”

 

Menünün üzerinde fotoğraf veya hologram yoktu, bu yüzden görünüşle ismi eşleştirememeleri mantıklıydı. Ainz “şefin tavsiyesini” sormayı düşündü ancak kendisine her şeyin tavsiye edildiğinin söyleneceği bir durumdan korktuğu için bundan vazgeçti.

 

“Şimdi… bu bana şunu hatırlattı. Normalde et yiyor musunuz?”

 

Elflerin başını salladığını gördükten sonra Ainz menüden bir şey seçti.

 

“Burada herkes için hamburger bifteği.”

 

“Sos olarak demi glace, Japon usulü sos veya kremalı hardal sosu arasından seçim yapabilirsiniz. Yanına pilav veya ekmek de seçebilirsiniz.”

 

“Ekmek ve demi glace’e ne dersiniz?”

 

Demi-glace ve Japon usulü sosları anlayabiliyordu ama kremalı hardalın tadının nasıl olduğunu merak ediyordu. Vücudu nedeniyle bunların tadına bakamıyor olması talihsiz bir durumdu.

 

“Olur!”

 

“E-Evet. B-Benim için de sorun değil.”

 

İkizlerin enerjik seslerini takip eden elfler de aceleyle başlarıyla onayladılar. İtiraz yok gibi görünüyordu.

 

“Öyleyse, siparişlerim bu olacak.”

 

Ainz rahat bir nefes aldı. Lumière siparişi teslim etmek için mutfağa gidiyormuş gibi görünmüyordu; Ainz nedenini merak etti. Belki de burada çalışan biri gelip siparişlerini alacaktı.

 

“Peki ya içecekler, Ainz-sama?”

 

“—Ohh bunu unutmuşum. Herkes gidip istediğini alabilir. Sorun olmaz, değil mi?”

 

“Öyleyse Ainz-sama’nın içeceğini şahsen ben getiririm. Ne istersiniz?”

 

“Kabul edilebilir birşey — ah, hayır, bana sıcak bir kahve getir.”

 

“Anlaşıldı.”

 

Diğerleri Aura’nın öncülüğünde içeceklerin bulunduğu masaya gittiler. Lumière de oraya gidip bir şeyler söylediğinde mutfak aniden gürültülü bir hâle geldi. Ainz etrafa bakmaya devam ederken mutfaktan biri çıktı. Belinde dev bir balta asılıydı. Sırtında da bir tava. Çıplak gövdesinde “Taze Et!!” dövmesi vardı. Ve son olarak, boynunda altın bir zincir. Yüzü bir orc gibi görünse de, aslında o bir orktu, vahşi hayvanlara çok daha yakın olan benzer bir türdü.

 

 

Shihotu Tokitu, Ainz’in önünde diz çöktü.

 

 

[SesiBüzüşesice Notu: Aslında kanjide “vahşi ork” olarak okunur fakat “ork” olarak yazılır, ancak burada sadece katakana şeklindedir.]

 

Başında bembeyaz bir şapka ve belinde bembeyaz bir önlük vardı. Bu adam kafeteryanın Bölge Sorumlusu ve baş aşçısı Shihoutu Tokitu’ydu. Shihoutu Tokitu hemen Ainz’in yanına koştu ve diz çöktü.

 

(Bu şekilde şefin kıyafetleri kirlenmeyecek mi?)

 

Ainz, diz çöktüğünü gördüğünde böyle düşünmüştü.

 

“Ainz-sama! Hoş geldiniz!”

 

“Uzun zaman oldu, Shihoutu Tokitu. Her zamanki gibi olduğunu gördüğüme sevindim.”

 

“Evet!”

 

Ainz aynı göründüğünü söylese de, onunla en son buraya ışınlandıktan hemen sonra, tüm NPC’leri ziyaret ettiği zaman karşılaşmıştı. Uzun zaman geçtiği için, eğer varsa, değişiklikleri fark edeceğinden tam olarak emin değildi.

 

“Hayır, belki şimdi biraz daha zayıfsındır?”

 

“Eğer Ainz-sama böyle düşünüyorsa, öyledir!”

 

(Kastettiğim bu değildi!)

 

Ainz kelimelerini yuttu.

 

“Hizmetçinizin aktardıkları arasında Ainz-sama’nın siparişinin olmadığını fark ettim… Şimdi anlıyorum!”

 

Shihoutu Tokitu’nun yüzünde erkeksi bir gülümseme (ork ifadelerini tam olarak anlayamadığı için emin olamıyordu) belirdi.

 

(Hayır, hiçte anlamıyorsun.)

 

Ainz içinden şöyle düşündü. Böyle durumlarda bir kez bile gerçekten anlaşılmış mıydı? Ne yazık ki öyle olduğunu sanmıyordu.

 

“Yüce bir Varlığa, Nazarick’in mutlak hükümdarı Ainz-sama’ya uygun yiyecekler hazırlamam gerekiyor!”

 

Bu sırada Ainz mırıldanıyordu:

 

“İşte başlıyor!”

 

Shihoutu Tokitu kuvvetlice ayağa kalktı ve mutfağa doğru bağırdı.

 

“Şu andan itibaren bu bir ölüm kalım meselesi! Ainz-sama için uygun bir yemek! En az bir hafta boyunca durmayacak bir yemek festivali başlasın!”

 

“Ohhhh!!!”

 

Durumu izleyen hizmetçilerden hayranlık sesleri yükseldi.

 

“Hey, bekle.”

 

“EVET !”

 

Shihoutu Tokitu Ainz’e doğru döndü ve tekrar diz çöktü. Şu şekilde yüksek oktav kararlılıkla konuşan birine bunu söylemek zordu:

 

“Bunu yapabilirim! Başaracağım!”

 

Tüm enerjilerini kullanıyorlardı. Ainz genellikle NPC’lerin isteklerine uyması gerektiğini düşünürdü ama bu onun için biraz fazlaydı.

 

“Görünüşe göre… bir şeyi yanlış anlıyorsun. Emin olmak için soruyorum, bir namevt olarak yemek yiyemeyeceğimi biliyorsun, değil mi?”

 

“Evet! Bu nedenle, görsel ve kokusal olarak takdir edebileceğiniz bir şey yaratmalıyız! Ainz- sama’nın aklındaki de bu olmalı! Anlaşıldı!”

 

Ainz, ayağa kalkarken Shihoutu Tokitu’ya cevap verdi.

 

“Hey, bekle!”

 

“Evet!”

 

“Aceleci olma. Yiyemeyeceğimi söylemeye çalışıyorum, bu yüzden hiçbir malzemeyi boşa harcayıp, israf etmeyin.”

 

“Siz neyden bahsediyorsunuz Ainz-sama! Ainz-sama için kullanılan malzemeler asla boşa gitmiş sayılmaz! Kesinlikle!”

 

Shihoutu Tokitu ayağa kalktı ve kafeteryaya doğru yöneldi. Bunun üzerine bir alkış tufanı koptu. Sadece hizmetçiler değil, Aura ve Mare bile alkışa katıldı. Elflerse panik içinde hemen diğerleri gibi alkışlamaya başladılar.

 

(Sizde diğerleri gibi davranmak zorunda değilsiniz, biliyorsunuz.)

 

Ainz içinden homurdandı.

 

“Pekala, hemen başlıyorum!”

 

“Hey, bekle!”

 

“Evet!”

 

Ainz diz çökmüş olan Shihoutu Tokitu’ya samimi bir şekilde seslendi.

 

“Dürüst olacağım. Buraya yemek yemeye gelmedim. Buraya keyifli bir sohbet için geldim — evet, keyifli bir sohbet. Bu hoş geldiniz ifadelerinizi anlayışla karşılıyorum, ancak bu bana hiç de iyi gelmiyor. Tek istediğimin huzurlu bir sohbet olduğuna sizi inandırmam mümkün mü?”

 

Ainz, Shihoutu Tokitu’nun neden bu kadar şevkle dolu olduğunu anlayabiliyordu. Nazarick hükümdarı, böyle bir yeri ziyaret etmesi mümkün olmayan biri bugün gelmişti. Muhtemelen sadece mümkün olan en iyi karşılamayı yapmak istiyordu ama Ainz bunun için burada değildi.

 

“EVET! O zaman tüm mekânı hemen size ayıralım!”

 

“Hey, bekle!”

 

“EVET!”

 

“Pireyi deve yapmayın. Tekrar ediyorum, buraya sadece biraz sohbet için geldim. İşleri bu kadar ileri götürmeye gerek yok, anladın mı?”

 

Ainz hızlaca diğerlerine —özellikle de elflere— baktığında onların da ciddi ifadelerle kendisine baktıklarını gördü. Hizmetçiler her an gitmeye hazır bir şekilde yerlerinden kalkmışlardı bile. İkizler bu sıradan bir olaymış gibi davranırken, elfler durumun kontrolden çıkmasından korkuyor gibiydi. Her ne kadar burayı elflerin böyle hissetmesini istemediği için seçmiş olsa da—

 

“—Alçakgönüllü davranmıyorum; buraya tam da bu yüzden geldim. Her zamanki gibi devam etmekte özgürsünüz.. Lütfen bana diğer konuklara davrandığınız gibi davranın.”

 

“EVET! Ama! Ainz-sama gibi Yüce bir Varlığa diğerleriyle aynı şekilde davranmak!”

 

Eğer iş o noktaya gelirse, Ainz dürüst olmayan yollara başvurduğu için suçlanamazdı. Boğazını temizledi ve ses tonunu daha ciddi bir hale getirdi.

 

“ーShihoutu Tokitu”

 

“EVET!”

 

“Buranın genellikle nasıl göründüğünü görmek istediğimi söylüyorum. Görevlerinizi özenle yerine getiriyorsanız eğer, şimdi özel bir şey yapmanıza gerek yok, değil mi? Yoksa saklayacak bir şeyiniz olduğu için mi bana her zamankinden farklı bir şey göstermeye çalışıyorsunuz?”

 

Shihoutu Tokitu yutkundu ve kararlılık dolu bir ifade takındı (en azından Ainz öyle düşündü).

 

“Sadece tek kelimeyle ifade edin lütfen, Ainz-sama! Yüce Varlık Amanomahitotsu tarafından burası kendisine emanet edilen bu Shihoutu Tokitu, asla utanç duymasına neden olacak tek bir şey yapmadı!”

 

“Şüphesiz.”

 

Shihoutu Tokitu, Ainz’in anında verdiği cevap karşısında şaşkın görünüyordu.

 

“Sizinle sadece kısa bir süre etkileşimde bulunmuş olsam da, işinize bağlı olduğunuzu ve Yüce Varlıklar olarak adlandırdığınız kişilere gerçekten sadık olduğunuzu görebiliyorum. Az önceki sözlerim oldukça pervasızcaydı. Sözlerimi geri alıyor ve özürlerimi sunuyorum.”

 

Ainz başını öne eğdi.

 

“Ahh! Ainz-sama! Lütfen bunu yapmayın! Sizin gibi yüce bir varlık benim önümde eğiliyor! Lütfen asil yüzünüzü kaldırın!”

 

Ainz yavaşça başını kaldırdı ve doğrudan Shihoutu Tokitu’ya baktı.

 

“Shihoutu Tokitu. Özrümü kabul etmene sevindim. Ama bilmeni ve anlamanı istiyorum. Sadece rahat bir şekilde sohbet ederken sizin ve buranın normalde nasıl olduğuna bir göz atmak istiyorum. Bana normal bir misafirmişim gibi davranın.”

 

Shihoutu Tokitu biraz homurdansa da uzlaşmaya varmış gibi görünüyordu ve başıyla onayladı.

 

“Anlaşıldı.”

 

“Öyle mi, bu harika. Bir gün VIP’leri —başka yerlerden önemli kişileri— Nazarick’e davet edeceğimiz günler gelebilir. O zaman tüm yeteneklerinizi sergileyebilirsiniz, o vakit size güveniyor olacağım.”

 

“EVET! —a-ama bizim gibilerin önünde başınızı eğmeniz, şey…”

 

“Bunu yapmamın en büyük nedeni sizi aşağıladığım için duyduğum pişmanlıktı, ancak bunu size güvenen ve burayı size emanet eden Amanoma-san’dan özür dilemem olarak da düşünebilirsiniz. ”

 

Shihoutu Tokitu böyle bir cevap karşısında yenilgiyi ifade eden acı bir tebessümde bulunduktan sonra hemen görev yerine doğru yöneldi. Elbette tüm bunlar Ainz’in bakış açısından öyle görünüyordu.

 

“—Bu durumda, Ainz-sama, siparişleri hazırlamak için izninizi isteyeceğim.”

 

Ainz, Shihoutu Tokitu giderken arkasından baktı ve kafeteryadaki herkese hitap edebilmek için sesini yükseltti.

 

“Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özürlerimi kabul edin. Yani, lütfen endişelenmeden yemeye devam edin.”

 

Aura ve diğerleri sanki Shihoutu Tokitu’nun yerini alıyorlarmış gibi masaya geri döndüler. Hizmetçiler şuradaki ve buradaki birkaç masada yeniden yemek yemeye başladılar. Ortam artı k daha az gerginmiş gibi hissediliyordu. Shihoutu Tokitu ile yaşananlar gerginliğin bir nebze olsun azalmasına yardımcı olmuştu. Aura ve diğerleri tercih ettikleri içecekleri tutarken, Lumière Ainz’in kahvesini onun önüne koydu. Kahvenin zengin kokusunu alabiliyordu, içinde bir çeşit meyvenin ipuçlarını barındıran gizemli bir kokuydu bu.

 

YGGDRASIL hiçbir zaman markalarla ortak sponsorluk anlaşması yapmadı, ancak içinde gıda maddeleri de dahil olmak üzere pek çok içeriği barındırıyordu. Normal oyunlar muhtemelen basit bir [Kahve Çekirdeği] ile sınırlı kalırdı, ancak YGGDRASIL’de bunların birden fazla çeşidi bulunuyordu. Ayrıca her biri farklı şekilde derecelendirilmişti ve en yüksek dereceye sahip olanlar yiyecekten en iyi etkileri ortaya çıkarıyordu. Bu nedenle, Nazarick’in envanterindeki çekirdekler iyi kalitedeydi ve bu kahve şüphesiz lezzetli olmalıydı.

 

(Muhtemelen en yüksek kaliteli kahveler böyle kokuyordur. Tadı da meyveye benzer mi acaba?)

 

Ainz, vücudunun bu tadı alamamasına üzülürken, konuşmak için herkesin yerine oturmasını bekledi.

 

“Pekala, içeceklerimizi yudumlarken konuşalım.”

 

Elflerden ikisinde kavunlu soda, diğerinde ise içinde buz olan yeşil çay almışlardı. Ainz’in sözlerine uyarak birer yudum aldılar. Kavunlu soda içen elfler şaşkınlıkla ellerini ağızlarına götürerek gözlerini kırpıştırdı. Verdikleri tepki gerçekten de fena değildi.

 

Elfler içeceklerinin tadını çıkarıyor.

 

“Aman Tanrım, çok lezzetli.”

 

“Çok güzel.”

 

Bu sözleri fısıldayan iki elf hemen bardaklarını boşaltmıştı. Ainz bunun olacağına güveniyordu. Onlarla nazikçe konuştu:

 

“—Yeniden doldurmaya ne dersiniz?”

 

“Evet, lütfen yapmamıza izin verin.”

 

İki elf hemen başlarını salladı ve içecek bölümüne doğru yöneldiler. Seke seke adımlarını atıyorlardı.

 

“Hoşlarına gitmiş olması güzel.”

 

“Şey, evet .”

 

Ainz kalan elfle konuşuyordu. Muhtemelen o da onların içtikleriyle ilgileniyordu ki çayını hızla bitirip ayağa kalktı. Bu arada, her iki ikiz de kolayı seçmişti ve yüz ifadeleri bunun onlar için özel bir şey olmadığını gösteriyordu. Yol boyunca pek çok beklenmedik olay meydana gelmişti ama elfler büyük ölçüde sakinleşmiş gibi görünüyordu. Artık sırf namevt olduğu için onun söylediği her şeye şüpheyle yaklaşmıyorlardı.

 

(Beklenildiği gibi, tatlı şeyler etkileyicidir. Tatlı şeylerden nefret edecek kadın bulamazsınız. Tatlı şeylere karşı koyabilecek bir kadın yoktur. Demek Mochimochi-san başından beri haklıymış. Kötü beslenme alışkanlıkları için bir bahane olduğunu düşünmüştüm…)

 

Ainz Ooal Gown’un diğer iki kadın üyesi -her ne kadar slime’ların boyunları olmasa da- bu ifade karşısında başlarını öne eğmişlerdi ama reddettikleri de söylenemezdi. Elflerin davranışları şu ana kadar onun tamamen haksız olmadığının kanıtı sayılabilecek iki şeydi. Yine de çekinceleri vardı.

 

(Nihayet. Çok fazla aklımda canlandırmalar yaptım ama acaba Elf ülkesi hakkında sorunsuz bir sohbet başlatabilir miyim diye merak ediyorum…)

 

İlk karşılaştıklarında elflerden duyduklarını hatırladı. Güneydeki büyük ormanda olduğu söylenen elf ülkesinin bir adı yoktu. Albedo bunun nedeninin diğer ırklarla diplomatik ilişkiler kurmaya hiç ihtiyaç duymamaları olduğunu düşündü; diğer uluslar zaten oradan çok uzaktaydı. Topraklarını diğerlerinden ayırmaya gerek duymadıkları için, ona sadece ülke demek yeterliydi. Ancak, bir kral tarafından bu kadar uzun süre yönetildikten sonra, şimdi bir krallık olarak anılıyor gibi görünüyordu. Bu kralın güçlü olduğu söyleniyordu. Güçlerinin ve sınıflarının ne olduğunu öğrenmeyi başaramadılar. Bu noktada elfler ikizlere baktı, muhtemelen neden bunu bilmediklerini merak ediyorlardı.

 

Bu elf ülkesi şu anda Teokrasi ile savaş halindeydi ve bu elfler Teokrasi tarafından esir alındıktan sonra köle olarak satılmışlardı. Savaşın ne için olduğu ve ne zaman başladığı, bu elflerin cevabını bilmediği sorulardı. Bunun nedeni muhtemelen bu elf ülkesinin standart bir eğitim sistemine sahip olmamasıydı. Bu elfler de bu tür konuları öğrenmeye ilgi duymuyorlardı. Yine de söylediklerini duyduktan sonra, en azından daha kritik beceriler ve bilgiler (çoğunlukla canavarlarla ilgili şeyler) konusunda eğitilmiş gibi görünüyorlardı. Söylediklerine rağmen, en azından daha kritik beceriler ve bilgiler (çoğunlukla canavarlarla ilgili şeylerden oluşan) konusunda eğitildikleri anlaşılıyordu. Belki de tarih ve diğer konuların öğretilemeyecek kadar gereksiz olduğunu düşünüyorlardı.

 

Ülkelerindeki kara elfler sorulduğunda, var olduklarını ama onları hiç görmediklerini söylediler. Aslında Aura ve Mare karşılaştıkları ilk kara elflerdi. Kara elfler büyük olasılıkla Elf ülkesinde bir azınlıktı, ancak bu elflere göre zulüm görüyor gibi görünmüyorlardı. Bununla birlikte, elflerin bilgi eksikliği göz önüne alındığında, bunu bilmemeleri pekâlâ mümkündü. Ve hepsi bu kadar. Ainz’in o anda onlardan alabildiği tüm bilgi buydu.

 

(Pekala, öncelikle bir karar vermeliyim. Konuyu uluslarımız arasında diplomatik ilişkiler kurmak istediğimden mi açmalıyım? Ya da Aura ve Mare’ye arkadaş bulmak için bir kara elf köyüne gitmek istediğimi mi söylemeliyim?)

 

Konuşma ulusal düzeydeki ilişkilere dönerse temkinli davranırlardı. Ortalama bir insanın sempati duyabileceği bir sebepse onları konuşturmak daha kolaydı olurdu. Üstelik Ainz gerçekten ikinci sebebi hedeflediği için yalan söylemesine gerek yoktu, bu yüzden onun için daha kolay olacaktı. Ainz dilediği kadar yalan söyleyebilen biriydi, ancak bu yalan söylemeyi sevdiği anlamına gelmiyordu. Sadece, eğer elde edilecek bir fayda varsa yalan söylemekten çekinmezdi. Fakat daha sonra bir şekilde gerçeği öğrenmeyi başarmaları durumu söz konusu olabileceğinden yalan söylememek en iyisiydi.

 

(Daha kolay bir yol olmalı… ama Aura ve Mare’nin önünde bu konuyu açarsam nasıl tepki alacağımı kestiremiyorum.)

 

Arkadaşlık kurmaya mecbur hissedeceklerinden korkuyordu. Ona göre arkadaşlık, benzer ilgi alanlarına sahip kişilerle yavaş yavaş kurulan bir şeydi. Birine bunu yapması emredildiğinde buna dostluk demezdi. Ainz, YGGDRASIL’deki arkadaşlarını —eski lonca arkadaşlarını— hatırladı. Karşılaşmalar ve kaderin cilveleri sayesinde edindiği dostları.

 

Sadece çocukların arkadaş edinmeye ihtiyacı olup olmadığından emin değildi. Suzuki Satoru’nun çocukluğu boyunca hiç arkadaşı olmamıştı ve bu da ona herhangi bir sorun yaratmamıştı. Böyle bir insan olarak, Ainz’in arkadaş edinmek gibi şeyleri düşünmesi bile Yamaiko’nun uzun zaman önce onu etkileyen bir şey söylemiş olmasından kaynaklanıyordu.

 

Aynı zamanda Ulbert’in ona şöyle cevap verdiğini de hatırlıyordu:

 

“Bu, bizden farklı bir dünyada yaşayan insanların hayalidir.”

 

Onun sözleri Ainz’i muzipçe güldürdü. Ainz burada kimin haklı olduğunu bilmiyordu. Her halükarda, arkadaş edinmekle kaybedilecek bir şey yoktu.

 

(Bu durumda, arkadaş edinmeleri açısından düşünmek yerine, onlara bunun kara elf arkadaşları edinmekle ilgili olduğunu söylesem nasıl olur? Arkadaş olup olmamaları onlara kalmış. Elbette, yeni arkadaşlar edinebilirlerse daha da iyi olur.)

 

Bununla birlikte, iki taraf arasında aşırı bir güç ve konum farkı varsa, bu dostlukların ilerlemesini engellemez mi? YGGDRASIL’de herkes eşitti.

 

—Birden aklına bazı arkadaşları gelince Ainz biraz kaşlarını çattı ama hemen başını sallayarak bu anıları sildi. Eşitsizliklerle dolu gerçek dünyada tanışmış olsalardı muhtemelen arkadaş olamazlardı. Buna istinaden, ilk adım Elf ülkesindeki kara elflere mümkün olduğunca eşit şartlarda yaklaşmak olmalıydı. Büyücü Krallığı’nın en üst kademesindeki kara elfler ile Elf ülkesinde azınlıkta olan kara elfler hiç de iyi bir eşleşme oluşturmayacaktır.

 

(Durumumuzu mümkün olduğunca saklamaya çalışmak dışında… hmmmm. Dünyadaki tüm babalar böyle şeyleri bu kadar düşünmek zorunda mı? Touch-me san’ın bunu nasıl yaptığını merak ediyorum; belki de ondan bu konuda daha fazla bilgi istemeliydim.)

 

Ainz yaklaşan konuşma hakkında endişelenirken elfler yerlerine döndü. Hepsi kola içmeyi tercih etti.

 

(Olamaz, düşüncelerimi henüz toparlayamadım. Her şeyi doğaçlama yapmamalıyım.)

 

Ancak daha fazla zamanı kalmamıştı.İkizler burada olduğu sürece, bunun sadece diplomatik ilişkiler kurmakla ilgili olduğunu söyleyebilirdi.

 

Eğer işler yolunda gitmezse, arkadaş edinme fikrini bir yan konu olarak gündeme getirebilirdi. Ya da belki bunu mikro düzeydeki diplomasinin bir parçası olarak kara elflerle ilişkilerini derinleştirme arzusu olarak gösterebilirdi.

 

“Peki o zaman – asıl konumuza geçelim.”

 

İçeceklerini hayatlarının son içeceğiymiş gibi yudumlayan elfler aniden durdu.

 

“Bugünlerde Büyücü Krallığı adında bir ulus kurduk. Planımız çeşitli ırkların bir arada yaşamasını sağlamak. Bazı insanlar, cüceler, goblinler, orklar ve kertenkeleadamlar şimdiden ulusumuzun vatandaşı oldular. Elflerin bunu kabul edip etmeyeceğini bir kenara bırakırsak, Elf ulusu ile diplomatik ilişkilerin yanı sıra ticari ilişkiler de başlatmak istiyorum. Bu nedenle ulusunuzu ziyaret etmek istiyorum. Bizimle işbirliği yaparmısınız?”

 

Şimdilik sadece bir bahane olsa bile, Elf ülkesiyle diplomatik ve ticari ilişkilere sahip olmak kötü bir şey olmazdı. Ancak ortada önemli bir sorun vardı. Ainz bu durumda elçi olamazdı. Başka bir ülkenin dışişleriyle görüşmek ve diplomatik ilişkiler kurmak için bir anlaşma yapmak Ainz’in yeteneklerinin dışında bir şeydi. Cücelerle işler iyi gitmiş olsa da, bu başarıyı tekrarlayabileceğinden şüpheliydi. Bunun yerine, amaçladığının tam tersi bir etki yaratması daha muhtemeldi. Sonuç olarak, diplomasi yapacaklarsa yerine bu konuda liyakatli insanları göndermek istiyordu. Albedo bunun için en iyi seçimdi ama ona fazladan iş vermek istemiyordu çünkü bir süre Krallığın işgal altındaki topraklarını yönetmekle meşgul olacaktı.

 

Muhtemelen şöyle diyecekti:

 

“Sorun değil.”

 

Eğer ona emir verirse, muhtemelen haklı çıkacaktı. Ama bunun için kendini zorlaması gerekecekti, bu yüzden Ainz astlarının zihinsel sağlığını göz önünde bulundurarak onları fazla çalıştırmaktan kaçınmalıydı. Önemli bir konuyu tartışmak yerine bu konuşmayı sadece Kara Elflerle kişisel tanışıklıklar kurmak üzerine yapsalardı Ainz son derece mutlu olurdu.

 

“Eh, Ah, Ainz Ooal Gown-sama? Bu işbirliği tam olarak neyi içeriyor?”

 

Ainz onun ihtiyatlı cevabı karşısında hafifçe omuz silkti.

 

“Öncelikle sizden bazı detayları duymak istiyorum. Ayrica, sadece ‘Ainz’ demeniz yeterli?”

 

“Bilebileceğimiz bir şeyse, yardımcı olmaktan memnuniyet duyarızー”

 

Elf kararlı bir ifadeyle cevap verdi.

 

“A-Ancak size bu şekilde hitap edemeyeceğimiz için lütfen özürlerimizi kabul edin…”

 

Aura, Mare ve etraflarında sessizce kulak misafiri olan hizmetkârların yüzlerinde şaşkın ifadeler vardı. Eğer elfler ona Ainz diye hitap ederlerse, onlara şöyle söylenirdi:

 

“Fazla samimice.”

 

Ve ayrıca:

 

“Yerinizi bilin.”

 

Ancak, bunu yapmazlarsa da kendilerine şöyle denecekti:

 

“Ainz-sama’nın emrine karşı gelmeye nasıl cüret ederler?”

 

Muhtemelen nasıl tepki vereceklerini çok iyi bildikleri için çelişkiye düşmüşlerdi. Kendisini dinleyen hizmetçileri azarlamaya hiç niyeti yoktu. Kötü niyetle ya da sadece meraktan hareket ediyor değillerdi. Şöyle yapacaklarını tahmin etmişti:

 

“Ben, ben.”

 

Bu konuşma sırasında onlara ihtiyacı olursa hazır olmaları için.

 

“Öyle mi… Bu çok talihsiz bir durum. Konumuza dönecek olursak. Elf ülkesi nasıl bir yer? Ormanda yaşadığınıza göre, canavarlarla nasıl başa çıkıyorsunuz?”

 

Elflerin yüzünde sanki az önce kendilerine tuhaf bir soru sorulmuş gibi şaşkın bir ifade vardı.

 

“Biz ormanda yaşarken, evlerimiz ağaçların üzerindedir, çünkü yerde olmak tehlikelidir.”

 

“Evlerimizi druid büyüsüyle ağaçları şekillendirerek yaparız.”

 

“Böyle bir büyüye uygun ağaçlar da büyü ile yetiştirilir. Biz onlara Elf Ağaçları diyoruz.”

 

Söylediklerine bakılırsa, Elfler druid büyüsü kullanarak ağaçların şeklini değiştirebiliyor, ağaçların içinde boşluklar yaratabiliyor ya da ağaçlar arasında köprüler kurabiliyorlarmış. Bir Elf köyü, bu yapıların onlarcasının bir araya gelmesinden oluşuyordu. Elf Ağaçlarından bir şeyler yapma yöntemi Elf kültürünün kalbinde yer alıyor gibi görünüyordu.

 

Sadece evler ya da mobilyalar değil, her şeyden silah ve zırh yapabiliyorlardı. Avlanmak için kullandıkları okları demir kadar sert yapmak mümkündü. Ainz onlardan bu büyüyü göstermelerini istedi çünkü YGGDRASIL’de böyle bir büyü yoktu. Bu istek karşısında şaşırmışlardı çünkü onlara göre ikizlerin yaşadığı ağaç tam da bunun bir örneğiydi. Görünüşüne bakılırsa, sadece bu ikisi tarafından dönüştürülebilen mutasyona uğramış bir Elf Ağacı olduğuna inanıyorlardı.

 

Üstelik bu büyü sadece Elf Ağaçları üzerinde kullanılabildiği için diğer ağaçlarda işe yaramıyordu. Elfler çok zorlu koşullarda yaşadıkları için, yılan ve örümcek gibi ağaçlara tırmanabilen canavarlar doğal düşmanlarıydı. Gece bekçisi gibi şeylere sahip olmalarına rağmen, bu canavarlarda saklanma konusunda iyiydi; yine de arada sırada kurbanları oluyordu. Öte yandan, tırmanamayan canavarlarla savaşmak daha kolay olduğu için, bu canavarlar tarafından sık sık saldırıya uğramıyorlardı. Elf başkenti (kalabalık bir ırk olmadıkları için Elflerin şehir diyebilecekleri tek yer) , hilal şeklindeki bir gölün kıyısında, orman örtüsünün olmadığı bir alanda inşa edilmiş tek yerleşim yeriymiş sanırım. Bu elfler başkenti hiç ziyaret etmedikleri ve sadece başkalarından duydukları için “sanırım” ifadesi kullanmışlardı. Bu şehri bir düzlükte inşa edebilmişlerdi çünkü gölde, yaklaşan tüm büyük canavarları yakalayıp yiyen dev bir canavar vardı.

 

(Anlıyorum…)

 

Ainz şöyle bir düşündü. Druid büyüsü su da sağlayabildiğinden, ağaçlarda yaşamak onlar için avantajlıydı. Uçan canavarlara gelince, Elf Ağaçlarının gölgesi onları gizlerken aynı zamanda bir kalkan görevi de görebiliyordu. Bu koşullar altında yaşayan Elflerin çoğunun korucu veya druid olarak yetenek edinmeleri doğaldı. Başka bir deyişle, bu tür beceriler geliştirmeden hayatta kalamazlardı.

 

(Bu dünyada sınıf seçiminin nasıl işlediğinden emin değilim, ancak Elflerin aralarında çiftçi gibi işlerde çalışanların bile insanlardan daha iyi savaşçı olma olasılığı daha yüksek gibi görünüyor.)

 

Onlara Elflerin yaşam sürelerini ve nüfuslarını sorarak konuşmayı devam ettirdi. Kendi yaşam sürelerini bilmedikleri için ne kadar uzun yaşadıklarıyla ilgilenmedikleri açıktı. Görünüşe göre oradaki en yaşlı kişinin 300 yaşın üzerinde olduğu düşünülüyordu. Bu arada, bu elflerin kaç yaşında olduklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Büyük olasılıkla doğum günü kavramını da anlamıyorlardı. Belki de uzun yaşam süreleri nedeniyle insanlar gibi sık doğum yapmıyorlardı ve bu nedenle nüfusları çok daha azdı. Ancak daha fazla şey öğrendikten sonra Ainz, sahip oldukları çocuk sayısının hiç de az olmadığını fark etti.

 

(YGGDRASIL’in ortamında bir elfin ömrü bin yıldı… ilk on yılda hızlı, son on yılda ise yavaş yaşlanıyorlardı sanırım? Ayrıntıları hatırlamıyorum, ama bu şekilde bir şey olduğuna inanıyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Ayrıca, her on yılda 20 çocuk sahibi oldukları varsayılırsa… 200 yaşı yetişkinliğin başlangıcı ve 400 yaşı kısırlığın başladığı zaman olarak kabul edersek… Gelecekte, bu konuda daha çok şey öğrenmek istiyorum.)

 

“Öyleyse — Sizi eski köyünüze geri götürecek olsam hangi tarafa gitmeliyim?”

 

Elfler birbirlerine bakmaya başladılar.

 

(Anlıyorum, tabii ki bu konuda konuşmayacaklar. Ne de olsa önemli bir bilgi.)

 

Bir süre sonra elflerden biri tereddüt ederek sordu.

 

“A-Affedersiniz. Ama evlerimize geri mi yollanacağız?”

 

“Hmm…?”

 

Ainz onların alışılmadık kelime seçimlerini fark ettiğinde hatasını anladı.

 

“Bu doğru… Köyünüzün Teokrasi tarafından saldırıya uğradığını unutmu şum.”

 

Bu elfler savaşçı değillerdi, daha ziyade Teokrasi’nin saldırısı sırasında ele geçirilen köyün sakinleriydiler. O yere geri dönmek onlar açısından acı verici olmalıydı. Dahası, güvenlikleri de garanti edilemezdi.

 

“Şöyle yapalım. Sizi köyünüze geri götürmek yerine güvenli bir yere götürelim. Aklınızda böyle bir yer var mı? Akrabalarınızın olduğu bir köy ya da öyle birileri yoksa başkente ne dersiniz?”

 

“Başkent…”

 

“Lütfen özürlerimizi kabul edin. Köyümüzün çevresi dışında başka bir yer bilmiyoruz…”

 

“Hangi yerlerin güvenli bir yer olarak kabul edilebileceğini merak ediyorum…”

 

Bu elfler köylerinin dışındaki bilgilere aşina değillerdi, ancak bu genç kadınlar için alışılmadık bir durum değildi. Aynı durum Krallık veya İmparatorluk’tan gelen köylüler için de geçerliydi.

 

Bu dünyada insanlar, özellikle de eğitimsiz olanlar, hayatlarının büyük bir bölümünü doğdukları yerde geçirirler. Komşu şehirler hakkında çok az şey bilseler de, ülkelerindeki diğer şehirler onlar için yabancı topraklar gibiydi. Ainz bu konu üzerinde düşünürken, elfler tekrar konuştu.

 

“Lütfen bizi bağışlayın… ama gerçekten buradan gönderilecek miyiz?”

 

“Yapmayı planladığım şey buydu. Eğer Elf ülkesiyle diplomasi yapacaksak, sizi burada tutmak karşı tarafı rahatsız edecektir. Anlıyorsunuz, değil mi? Sizi şimdiye kadar geçici bir süreliğine burada tuttum ama sonsuza kadar burada tutmam zor olacak. Bununla birlikte, sizi Slaine Teokrasisi’nin kontrolü altındaki bir toprakta terk edecek kadar zalim değilim. Bu yüzden size güvenli bir yer bilip bilmediğinizi sordum—”

 

Ainz elçi olmak niyetinde olmasa da, üçünü sağ salim geri getirmek muhtemelen gelecekteki diplomasiye yardımcı olacaktı. Elflerin bir şeyler söylemek istediğini gören Ainz onlara sordu:

 

“Sorun nedir?”

 

“Burada kalmaya devam etmemiz mümkün mü?”

 

“Mmmmmm…”

 

Ainz’in bakışları elflerin önündeki içeceklere yöneldi. Sebebin bu olmasına imkân yoktu, değil mi?

 

“Neden…? Bana söylemek istemezseniz anlarım, ama mümkünse lütfen söyleyin.”

 

“Bu konuda—”

 

Onları temsil eden elf ikizlere hızlıca bir bakış attı.

 

“Aura, Mare… İçecekleriniz neredeyse bitmiş gibi görünüyor. Neden gidip kendinize biraz daha almıyorsunuz?”

 

“Eh!?”

 

“Peki! Anlaşıldı Ainz-sama — hadi Mare gidelim.”

 

Müthişti. Ainz Aura’nın kıvrak zekâsına hayran kaldı. Aura’nın yerinde olsaydı, kendisine dolaylı olarak bir süreliğine uzaklaşmasının söylendiğini bu kadar çabuk anlayamazdı. Ya da belki de ” çalışan yetişkin duyuları” bunu anında anlardı. Aura’nın ruh halini okuma konusunda Albedo ya da Demiurge’den daha iyi olduğu düşünülebilirdi. Ainz, Demiurge’un sırıtarak şöyle dediğini hayal edebiliyordu:

 

“Hemen alıp geliyorum, Ainz-sama.”

 

(Bu ikisi niyetlerimi tamamen yanlış yorumluyorlardı… öyle ki bazen bunu kasten yaptıklarından şüphe ediyorum. Yoksa gerçekten kasten mi yapıyorlar?)

 

“Eh, eh?”

 

Aura, hâlâ kafası karışık olan Mare’yi kollarından tutup sürükledi ve yeterince uzaklaştıklarında Ainz konuştu:

 

“Şimdi söyleyebilir misin?”

 

“E-Evet.”

 

Elf, ikizlerin yeterince uzakta olduğunu onayladıktan sonra hızlı bir bakışla cevap verdi. Bir Kara Elf’in işitme duyusu bir insanınkinden üstündü ve Aura gibi korucular bu konuda daha da iyiydi. Önündeki elf muhtemelen bunu bilerek fısıldıyordu ama Aura’nın onları hâlâ duyabiliyor olması kuvvetle muhtemeldi.

 

“Buradaki hayatımıza çoktan alıştık ve bir daha o hayata geri dönemeyiz… Aura-sama ve Mare-sama’nın evi. Burası en iyi yer.”

 

“Eh?”

 

Ainz başlangıçta elflere uymak için sesini alçalttı, ancak ani şaşkınlık karşısında her zamanki sesini çıkardı. Bir an için şaka yaptıklarını düşündü ama diğer ikisinin ciddi bir şekilde başını salladığını görünce bunun gerçek fikirleri olduğunu anladı. Öncelikle, Nazarick’teki yiyeceklerin daha yüksek kalitede olduğu ortadaydı. Elfler genellikle meyveleri, etleri ve sebzeleri ya kavurarak ya da haşlayarak yerlerdi. Nazarick’in yemeklerine gösterilen özen ise tamamen farklıydı. Elfler buradaki yemeklere alıştıktan sonra eski yaşamlarına asla uyum sağlayamayacaklarından emindiler. Bu arada pizza, en sevdikleri yemek gibi görünüyordu.

 

(Anlıyorum. Mutfak diplomasisi o kadar da kötü bir fikir gibi görünmüyor. Böyle güzel bir mutfağa erişmek cezbedici olmalı … bunlar cüce falan mı!)

 

Elflerin başka sebepleri de vardı. Buradaki güvenlik seviyesi de tamamen farklıydı. Druid büyüsüyle yaratılmış bir köy gibi nispeten güvenli bir yerde yaşıyor olsalar bile, canavarlar nedeniyle herhangi bir kayıp yaşanmadan bir yılın geçmesi imkansızdı. Buna karşılık, Nazarick’te gece nöbet tutacak biri olmadan bile huzur içinde uyunabiliyordu. Söyleyecekleri çok şey vardı ama eğer konu buysa, ikizleri buradan uzaklaştırmaya gerek yoktu. Ainz daha fazla neden olması gerektiğini düşünerek ekledi:

 

“Ve bu ikisine hizmet edebilmek memnuniyet verici.”

 

“Aah…”

 

Ainz empatiyle başını salladı. Bu ikisi elflere benzer bir ırktan geliyordu ve üstelik sevimli çocuklardı. Muhtemelen çocuklara hizmet etme konusunda şüpheleri vardı ama Aura ve Mare’nin kişilikleri büyük olasılıkla onları kazanmıştı. Ainz bile kendisine Kat Muhafızlarından hangisine hizmet etmek istediği sorulsa ikizleri seçerdi. Hayır, eğer biri ona sorsaydı, muhtemelen şöyle bir şey söylerdi:

 

“Seçim yapamıyorum çünkü herkes olağanüstü.”

 

Ama dürüst olmak gerekirse, bu ikisi olabilir. Belki bir diğeri de Cocytus olabilirdi. Gerçekten de başkalarına hizmet etmek istemiyordu. Yine de bunların ikizlerin huzurunda konuşulabileceğini düşünüyordu. Söyleyecek başka şeyleri olduğunu düşünse de, konuşmaları burada bitmi ş gibi görünüyordu.

 

(Dürüst olmak gerekirse, hiç anlamıyorum. İkizlerin bunu duyması iyi değil mi? Az önceki konuşmada ikizlerin onları azarlamasına neden olacak bir şey var mıydı? Yani, her neyse.)

 

“Pekâlâ. O zaman şimdiye kadar yaptığınız gibi Nazarick’te çalışmaya devam etmenizi istiyorum.”

 

İsteklerini reddetmek için hiçbir sebep yoktu. Elfler Ainz’in cevabını duyduklarında mutlu görünüyorlardı ve Ainz’e yağcılık yapıyor gibi görünmüyorlardı.

 

“Yine de, sizi resmi olarak işe almaktan bahsediyorsak, önce maaş ve sosyal haklarınız hakkında konuşmamız gerekecek. Bunu araştırması için birini göndereceğim.”

 

Elfler Ainz’in neden bahsettiğini anlamamış gibi görünüyordu ama bu onun için çok önemli bir konuydu. Elf ülkesindeki Kara Elflerle dostane ilişkiler kurduklarında bu elflere nasıl davranıldığı çok önemli bir unsur olacaktı. Elfleri kölelikten kurtararak ve onlara bakarak, elflerin sadece kendilerine verilenin karşılığını ödediklerini iddia edebilirlerdi. Ancak, bu tür bahanelerin bir sınırı vardı. Şu anda içinde bulundukları karşılıksız emek durumu, karanlık bir şirketin uygulamalarını yansıtıyordu. Gelecekte burayı ziyaret edebilecek Kara Elflerin böyle bir izlenim edinmesini istemiyordu. Bu durumda, Nazarick’in beyaz bir şirket olarak itibar kazanması için sadece bu üçünü kullanması gerekiyordu. Ainz hizmetçilere hızlıca bir bakış attı. Sanki onları daha iyi duyabilmek için ellerini kulaklarının arkasına götürüyorlar, bir yandan da çenelerini avuçlarının içine dayamış gibi görünüyorlardı. Görünüşleriyle ilgili bir kaygıları yoktu. Bunun sadece sadakatlerinin bir göstergesi olduğunu düşündüğü için onları eleştirmek istemiyordu ama en azından bunu biraz daha iyi saklamalarını istiyordu.

 

(Bu elflerle mümkün olan en kısa sürede bir sözleşme yapmalıyım. Ayrıca, bu elflerle gelecek beyaz şirket muamelesini normal hizmetçilere de genişletmeyi denemeli miyim?)

 

Deneyebilirdi ama sadece daha fazla çalışmak isteyen hizmetçilerin öfkelerini, boş zamanlarındaki artışın nedeni olan elflere yöneltmelerinden korkuyordu. Elbette elfleri öldürecek kadar ileri gideceklerini düşünmüyordu ama bu muameleyi hizmetçilere de uygulamaya karar verirse temkinli olması gerekiyordu.

 

“Bunu bir kenara bırakırsak. Elf ülkesine yapacağımız gezide yardımınızı rica ediyorum. Mümkünse, rehber olarak hizmet etmenizi istiyorum. Elbette, Aura ve Mare bize eşlik edecek. Açıkçası Elf görgü kurallarına aşina değiliz, bu yüzden siz bizim aracımız olabilirsiniz.”

 

Elfler birbirlerine bakıp başlarını salladılar.

 

“Lütfen bizi bağışlayın, ancak rehber olarak hizmet etme becerimize güvenmiyoruz. Aracı olma konusuna gelince, köyümüzde yaşamış olsak da görgü kuralları konusunda emin değiliz…”

 

“Demek öyle…”

 

“Tüm içtenliğimizle özür dileriz!”

 

“Eğilmenize gerek yok.”

 

Bilmediği bir yeri rehbersiz ziyaret etmek sıkıntılı olabilirdi ama bu elflerin kullanılabileceğinden de emin değildi. Zaten bilmedikleri bir yere gidecekse, onları yanında gelmeye zorlamamak daha iyi olurdu. Hatta sonunda ayak bağı bile olabilirlerdi. Ainz arkasını döndü ve Lumière’e yanına gelmesini işaret etti. Lumière yüzünü ona yaklaştırırken Ainz sessizce fısıldadı:

 

“Birazcık daha.”

 

Fincanını kaldırdı. Elbette fincanın içindekilere hiç dokunulmamıştı. Emin olmak için gözleriyle ikizlerin olduğu yönü işaret etti. Biraz mantıksız davrandığını düşündü ama kız hemen anlamış ve hızlıca bir diğer tarafa yönelmişti:

 

“İzninizle.”

 

“Peki — siz Elfler genel olarak Kara Elfler hakkında ne düşünüyorsunuz?”

 

“Muhteşem varlıklar.”

 

Ainz bu ani ve biraz da tuhaf yanıt karşısında kaşlarını çattı. Tüm Kara elfler hakkında böyle düşünselerdi çok mutlu olurdu ama cevapları garipti. Ainz bunun nedenini hemen anladı. Aura ve Mare yüzündendi.

 

“—Hayır, öyle değil. Kara Elf ırkı ile sizin ırkınız olan Elfler arasındaki ilişkileri soruyorum.”

“Muhteşem yaratıklardır.”

 

“Onu sormadım…”

 

Muhtemelen bu tür bir yağcılık karşısında hiçbir şey yapamazdı. Bu kadar uzun süre ikizlerin astları olarak muamele gördükten sonra, şöyle bir şey söylemeleri mümkün değildi:

 

“Ne de olsa Kara Elfler alt sınıf bir ırk.”

 

Bunun yerine böyle bir şey söyleseler daha korkutucu olurdu.

 

“Daha önce de belirttiğim gibi, Elf ülkesiyle diplomatik ilişkiler kurmak istiyorum. Bunu da ikizlere emanet etmek istiyorum. Bu yüzden Elflerin bir bütün olarak Kara Elflere nasıl baktığını bilmek istiyorum. Elf toplumu Kara Elfler hakkında olumsuz düşüncelere sahipse onlara kötü davranılmasını istemiyorum. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Dürüst bir cevaba ihtiyacım var.”

 

Elfler birbirlerine baktı.

 

“Dürüst olmak gerekirse, köyümüzde hiç kara elf olmadığı için onlarla ilk kez burada karşılaştık ve bu yüzden onlar hakkında herhangi bir fikrimiz yoktu. Bildiğimiz tek şey kuzeyden büyük ormana göç ettikleriydi.”

 

“Koyu tenli olduklarını söylentilerden duymuştuk ve bunun doğru olduğunu görünce şaşırdık.”

 

“Köylülerin Kara Elfler hakkında kötü bir şey söylediklerini hatırlamıyorum ama bunun sadece bizim köyümüzle ilgili olduğunu unutmamanızı rica ediyorum.”

 

Artık ona yağ çekmeye ya da yanlış yönlendirmeye çalışıyor gibi görünmüyorlardı. Yani genç (belki de genç demek biraz abartılı olurdu) Elflerin Kara Elflere karşı olumsuz düşünceleri yoktu. Azınlık olmalarına rağmen, zulüm görüyor gibi görünmüyorlardı. Belki de bunun nedeni, Elflerin dış bir güç olan Teokrasi tarafından tehdit edildiklerinden böyle şeylere zaman bulamamalarıydı. Ya da belki de orman yaşamak için o kadar zorlu bir yerdi.

 

“Bu arada namevtlere karşı görüşünüz nasıl?”

 

“Ormanı lekeleyen düşmanlar.”

 

“İğrenç yaratıklar.”

 

“Yine de nadiren karşılaşıyoruz.”

 

“Ah, evet”

 

Oldukça hızlı cevap vermişlerdi. Ainz neden ikizlerin efendisinin duygularını dikkate almadıklarını merak etse de bunu yüksek sesle söyleyemedi. Az önce onlardan kesinlikle açık konuşmalarını istemişti ama bu fazla dürüstçe oldu. Bu kızlar, CEO’nun rahat olmalarını istediğinde onun sözlerine gerçekten inandıkları için kovulacak tiplerdi. Bunu öğrendikten sonra, artık temsilci olamayacağından emindi. Belki de en iyisi buydu. Bunu temsilci olmamak için bir bahane olarak kullanabilirdi. Elbette bunun nedeni Ainz’in yeterince yetenekli olmaması değildi. Ya da uygun adımları atmalı — diplomatları göndermeli, diplomatik ilişkiler kurmalı— ve ardından Elf ülkesine öyle gitmesi gerekmiyor muydu?

 

(Ancak böyle diplomatlarımız yok. Bir kusurumuz da içişlerinden sorumlu insan görevlilere güvenemememiz… Belki de vardır da benim haberim yoktur. Bu durumda, Albedo’dan maceracıları göndermesini isteyebilirim? Hayır… Bu sistem henüz onları ulusu temsil etmek üzere gönderecek kadar oturmuş değil… ya da belki de ben yanılıyorum. Ne de olsa benden bahsediyoruz.)

 

Albedo’ya bundan bahsetseydi, muhtemelen maceracıların gayet iyi çalışacağını söyleyecekti. Fakat—

 

(—Buradaki en önemli sorun zamanın yetersizliği.)

 

Teokrasi ile olan düşmanlıklar nedeniyle Elf ülkesi oldukça köşeye sıkışmıştı. Bu elfler yakalanmadan önce de durum böyleydi. İşler ters giderse Elf ülkesinin yakında yok olması ihtimali vardı. Elf ülkesinin çöküşü Ainz için bir kayıp değildi çünkü bu senaryoda Büyücü Krallık yardım elini uzatırsa diplomatik ilişkiler kurmak çok daha kolay olacaktı. Sadece düşüşü bekleseler daha mı iyi olurdu? Bu doğru değildi. Kara Elflerin hayatlarının nadirliğine duyduğu büyük saygısı nedeniyle kenarda durma lüksüne sahip değildi.

 

(Belki de ikisini önden göndermeliyim – hayır, bunu yapamam. Onları bilinmeyen bir yerde yalnız bırakmak konusunda kendimi rahat hissetmiyorum. Her ne kadar 100. seviye NPC olduklarını ve çocuk olmadıklarını anlasam da, uluslararası ilişkiler meselesini görmezden gelmeli ve bunun yerine onlara arkadaş bulmaya odaklanmalıyız. Ben de planladığım gibi onlarla gitmeliyim.)

 

Şu anda Teokrasi’ye karşı savaşa katılmayı ve Elf ülkesini kurtarmayı planlamıyordu. Ainz, bireysel hareketleri nedeniyle Teokrasi’yi Büyücü Krallığı’nın düşmanı haline getirmek istemiyordu. Albedo ve Demiurge’ün bu konuda ne düşündüğünü bilmek istiyordu ama bunu yaparsa beyninin boş olduğunu fark etmelerinden korkuyordu. Ainz konuşmayı yönetemezse, saçma sapan sözleri ciddiye alınabilir ve gelecekte Nazarick’e zarar verebilirdi.

 

(Elf ülkesini ziyaret ettikten sonra onlara sadece kara elfleri tahliye etmelerini söylemek kötü bir fikir değil. Bu durumda… ikizlerden başka birini götürmeye gerek var mı?)

 

Yanına koruma olarak birilerini almaya karar vermesi durumunda, ordu gibi bir şeye liderlik etmek yerine Hanzos gibi gizli tipte muhafızlar götürmek daha iyiydi. Cüce Krallığı’nda olduğu gibi.

 

“Anlıyorum…”

 

Ainz bakışlarını üç elfin üzerinde kaydırdı. Bu sefer önceki olaya benzer şekilde kertenkele adamın pozisyonunda olacaklardı.

 

“B-Bir sorun mu var acaba?”

 

“Hayır, ben kendi kedime konuşuyordum.”

 

Üçünden birini yanına alıp diğer ikisini burada bırakabilirdi. Onları rehin tuttuğu sürece, yalnız elf muhtemelen Ainz için olumsuz olabilecek bir şey yapmayacaktı. Bu hiç de fena değil. Rehin tutulduklarını anlayabilseler bile, durumun böyle olmadığını iddia edebilirdi. Ainz ikizlere doğru baktı. Niyetinin hemen farkına varmışlardı. Aura, Mare ve Lumière masadaki yerlerine döndüler.

 

“Bu arada, ne tür hediyeler elfleri mutlu eder? Altın ve değerli taşlar gibi şeyler mi?”

 

“Biz metal para kullanmıyoruz, bu yüzden altının işe yarayacağını sanmıyorum…”

 

“Köyümüzün en çok yiyecek ve muhtemelen nadir bitkilerden memnun olacağına inanıyorum. Küçük sıyrıklar ve benzeri şeyler büyüyle iyileştirilebilir, ancak zehir ve hastalıkların tedavisi için yetenekli bir druid gerekir. Bu yüzden taşınabilir şifalı otlar çok değerlidir.”

 

“Kıyafetler değil, çünkü onları da Elf Ağaçlarından yapıyoruz.”

 

“Evler, oklar… ve hatta kıyafetler. Elf druid büyüsünün çok yararlı olduğu görülüyor. Mare, bunu yapamazsın, değil mi?”

 

“Ha? Oh, evet. Böyle bir büyüyü kullanabilecek kapasitede değilim.”

 

Belki de druid büyüsünün bu alışılmadık şekli Elf’in gelişiminin bir sonucuydu. Mümkünse bu yöntemleri arzuluyordu ama Nazarick sakinleri büyük olasılıkla bunları kullanamayacaktı. Yani, bu dünyanın sakinlerini Nazarick’in önünde boyun eğdirmenin ve onları Nazarick’in egemenliği altına sokmanın, teorik bir lonca savaşında zaferin dengesini değiştirebilecek ana faktör olacağı gerçeğini doğruluyor. Ama—

 

(Bunu zaten yapmış olan loncalar — geçmişte ışınlanmış olanlar — olduğunu varsaymalıyım. Bunu Albedo’ya söylemeli ve savaşla ilgili ulusal stratejimizi yeniden gözden geçirmesini sağlamalıyım)

 

Ainz gibi biri bunu düşünebiliyorsa, diğer Oyuncuların da düşünebileceği akla yatkındı. Sadece aptallar kendilerini özel biri olarak görürdü. Belki de Elf köylerine ulaştıktan sonar [Kapı] üzerinden büyük miktarlarda yiyecek taşımak, onları Büyücü Krallığı’na karşı daha dostane hale getirmek için iyi bir fikirdi. Bunun Cüce Krallığı’nda etkili olduğunu hatırlıyordu. Cüce Krallığı’ndaki deneyimlerini hatırlayıp onların üzerine bir şeyler koyarak ilerleyebilirse her şey yolunda gidecekti.

 

(Ben de o zaman bu gibi şeylerle hiç uğraşmak istememiştim, değil mi…)

 

“Bunu yapmanın en iyi yolu… önce Hilal Gölü’nü bulmak, bilgi toplamak için kıyısında olduğu söylenen kraliyet başkentini ziyaret etmek ve ardından Kara Elflerin köyüne gitmek olacaktır.”

 

“Bir Kara Elf köyüne mi gidiyoruz?”

 

Aura bir şey söylemek ister gibi görünüyordu ama muhtemelen üç elfin önünde ayrıntılı olarak soramazdı. Mümkünse Ainz onlara arkadaş bulmak için Kara Elflerin köyünü ziyaret ettiklerini söylemek istemiyordu. Sırf o emretti diye arkadaş edinmelerini güzel olmazdı.

 

“Bu doğru. Yapmak istediğim şey tam olarak bu. Bu konuda yardımınıza ihtiyacım olacak.”

 

Aura’nın tavrını kasten görmezden geldi ama yine de karşılığında onaylayan iki enerjik baş sallama gördü.

 

“Şimdi ne yapmalıyım… diğerlerini ikna mı etmeliyim? Cüce keşif gezisi için kullandığım bahaneyi kullanamam…”

 

Bir sonraki sorunu çözebileceğinden emin değildi ama bir şeyler yapmak zorundaydı çünkü bunu Nazarick’e ücretli tatil kavramını getirmek için bir temel olarak da kullanmak istiyordu. O sırada — belki de sohbetin bitmesini bekliyorlardı — yemekler getirildi.

 

“Pekala, keyfinize bakın.”

 

Ainz’in cesaretlendirmesiyle elfler yemeğin tadını çıkardılar.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.