Seksen Altı Cilt 01 Bölüm 01 Part 1

[ A+ ] /[ A- ]

SIFIR ZAİYATLI SAVAŞ ALANI

 

O savaş alanında kimse ölmedi.

“—Ve şimdi, savaşla ilgili bir yeni haberlerimiz var.

“Lejyon olarak bilinen bir grup insansız İmparatorluk silahı bugün on yedinci koğuşu işgal etti. San Magnolia Cumhuriyeti’nin gururu ve sevinci olan insansız savaş araçlarımızın, Juggernaut’ların gücü tarafından kuvvetli bir şekilde durduruldu, ciddi hasar aldı ve geri çekilmeye zorlandı. Ekipman hasarı çok hafifti ve bugün yine tarafımızdan herhangi bir can kaybı olmadı.”

 

San Magnolia Cumhuriyeti’nin başkenti Liberté et’in ana caddesi

Égalité o kadar huzurlu ve güzeldi ki, ülkenin son dokuz yıldır savaş halinde olduğuna inanmakta zorlanıyordu.

 

Oyma beyaz mermer, şehrin yüksek binalarının cephelerini süsledi. Yol kenarındaki ağaçların yeşilliği ve siyah dökme demir elektrik direkleri, bahar güneşi ve masmavi gökyüzü ile pitoresk bir kontrast oluşturacak şekilde birbirine karışmıştı. Sokak köşelerindeki kafeler, yüksek sesle gülerken doğal gümüş rengi saçları parıldayan öğrenciler ve çiftlerle doluydu.

 

Belediye binasının mavi çatısı, devrimin temsilcisi Aziz Magnolia’nın yüzünü taşıyan bir bayrak ve Cumhuriyet’in beş renkli ulusal bayrağıyla süslendi. Beş rengi özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet ve asaleti temsil ediyordu. Ana cadde, titiz bir şehir planlamasının sonucu olarak, incelikle oyulmuş geniş taşlarla döşenmişti.

 

Lena’nın yanından genç bir çocuk geçti, gümüş rengi saçları ay gibi parlarken gülümseyerek, anne babasının ellerini tutuyordu. O kadar düzgün giyinmişlerdi ki, muhtemelen önemli bir yere gidiyorlardı . Mutlu ailenin arkasından son bir bakış atarak,

 

Gümüş gözlerini cadde kenarındaki televizyonun sanal ekranına çevirdi, dudaklarındaki gülümseme silindi.

 

Kadın, subaylar için Cumhuriyet ordusunun lacivert yakalı üniformasını giymişti. On altı yaşındaki kızın kar beyazı bir güzelliği ve yaşını tam gösteren zarif bedeninin güzelliği, onun yetiştirilme tarzını ve soyunun zarifliğini yansıtıyordu. Hafifçe dökülen, ipeksi saçları ve uzun kirpikleri çarpıcı bir gümüş rengindeydi ve aynı derecede gümüş renkli iri gözleri, onun yalnızca bir Alba değil, çok eski zamanlardan beri bu topraklara özgü bir ırkın soyundan geldiğinin ve aynı zamanda safkan bir Celena olduğunun kanıtıydı. Bu onu bir soylu yapıyordu.

 

“Yetenekli İşleyicilerimizin yetenekli komutası altında, bu son derece

verimli makineler, değerli hayatları ön saflara gönderme ihtiyacını ortadan kaldırırken ulusumuzu savunmamıza izin veriyor. Cumhuriyet’in insancıl ve ileri muharebe sisteminin yararlılığından kimsenin şüphesi olamaz. Cumhuriyet’in doğru yollarının düşmüş İmparatorluğun şeytani kalıntılarını yeneceği gün, kesinlikle Lejyon’un kendini iki yıl içinde tamamen kapatmasından önce olacak. Çok yaşa Manolya Cumhuriyeti. Zafer Beş renkli bayrağımızın yanında olsun.”

 

Lena’nın ifadesi, kar beyazı saçlı, gümüş gözlü kaymaktaşı haber spikerinin parlak gülümsemesini görünce karardı. Bu iyimser ya da daha doğrusu gerçekçi olmayan haber, savaşın başlamasından bu yana defalarca kere tekrar edilmişti ve sivillerin çoğu bunun gerçekliğinden şüphe duymuyordu. Savaşın ilk aylarında topraklarının büyük bir kısmından kovulan Cumhuriyet, dokuz yıllık mücadelede hiçbirini geri kazanamamıştı.

 

Ve bu belirli gerçeği fark etmek için tek gereken, bu pitoresk ana caddeye üstünkörü bir bakış atmaktı. Haber spikerinden, kafedeki çiftlerden ve öğrencilerden, yoldan geçen insanlardan ve tabii ki Lena’dan bile belliydi bu. Cumhuriyet, dünyadaki ilk modern demokrasi ülkesi olmakla övündü ve diğer ülkelerden gelen göçmenleri proaktif bir şekilde karşıladı. Alba’nın anavatanı yüzyıllardır Cumhuriyet iken, diğer ülkeler farklı renkteki insanlara ev sahipliği yapmıştır. İster gece kadar karanlık Aquila; ister güneş gibi parlayan altın Aurata; parlak kızıl saçlarıyla Rubela; veya mavi gözlü Caerulea. Bütün renkten insanlar eşit karşılanırdı.

 

Ama şu anda, eğer biri başkentin ana caddesini -hayır, şehrin tamamını bile- araştıracak olursa, Cumhuriyet’in seksen beş idari Sektöründe bulabileceği tek şey gümüş saçlı, gümüş gözlü Alba olurdu.

 

Evet, resmi olarak konuşursak, savaş alanında insan olarak kabul edilen veya ölüler arasında sayılan hiçbir asker yoktu. Ancak…

 

“…Bu kimsenin ölmediği anlamına gelmez.”

 

Bir zamanlar kraliyet sarayına günlerce ev sahipliği yapan Blancneige Sarayı’nın bir köşesi, şimdi ordunun lüks karargahı olarak hizmet veriyordu. Bu saray ve idari Sektörü çevreleyen istihkam duvarı Gran Mule, Lena’nın varış noktası ve Cumhuriyet ordusunun tamamı için komuta merkeziydi.

 

Gran Mule’nin dışında asker yoktu, ön hatlardaki savaş bu kale duvarlarından yüz kilometre uzaktaydı. Savaş alanında yalnızca makineler -Juggernaut’lar- savaşırdı ve ordunun karargahındaki kontrol odalarından komuta edilirlerdi. Arkalarında insan karşıtı, anti-tank mayın tarlaları ve yüzeyden yüzeye önleme topçu topu bulunan yüz binden fazla Juggernaut’tan oluşan savunma hatları hiçbir zaman geçilemedi. Ve tabii ki Gran Mule’da konuşlanmış kuvvetler hiç canlı çatışma görmemişti. Ordudaki diğer meslekler arasında iletişim, ulaşım, analiz, taktik planlama ve çeşitli bürokrasi işleri vardı. Başka bir deyişle, Cumhuriyet ordusundaki tek bir asker bile şimdiye kadar bilinen gerçek savaş görememişti.

 

Yanından geçen bir grup memurdan gelen bariz alkol kokusunu alan Lena kaşlarını çattı. Muhtemelen kontrol odasının geniş ekranını yine spor müsabakası falan izlemek için kullanmışlardı. Onlara sitem dolu bir bakış atarken, karşılık olarak alaycı gözlerle karşılaştı.

 

“Beyler, oyuncak bebek seven küçük prensesimizin söyleyecek bir şeyi varmış gibi görünüyor.”

 

“Vay canına, korkutucu, korkutucu. Kendini odasına kapatması ve mekanik oyuncakları ile oynaması daha iyi, olmaz mı?”

 

Kızgınlığına hakim olamayarak onlara bakmak için döndü.

 

“Dinleyin sizle-”

 

“Günaydın Lena.”

 

Arkasından biri seslendi ona ve döndüğünde ona selam veren kişinin onunla aynı yıl orduya katılan Anette oluğunu gördü. Laboratuvar bölümüne bağlı bir teknik teğmendi ve Lena’nın ortaokuldan beri arkadaşıydı. İkisi de okulu beraber bitirdiklerinden, şu anda Lena’nın aynı yaştaki tek arkadaşı oydu.

 

“…Günaydın Annette. Erkencisin. normalde hep uyuya kalmaz mısın?”

 

“İşten dönüyorum. Sabaha kadar sürdü… Lütfen beni o aptallarla aynı kefeye koyma, tamam mı? Biliyorsun ben bir işkolikim. Yalnızca sertifikalı deha, Teknik Teğmen Henrietta Penrose tarafından çözülebilecek bir sorun ortaya çıktı.”

 

Annette bir kedi gibi uzunca esnedi. Kısa saçları bir Alba gümüşüydü,

ve iri, sarkık gözleri de benzer bir gümüşi tondaydı. Annette, sanki onlar gibi aptalları disipline etmenin zaman kaybı olduğunu söylemek istercesine, ikilinin değiş tokuşu sırasında geri çekilen ayyaş grubuna bir bakış atarak omuz silkti. Lena, arkadaşının zarif gözlerindeki bakıştan onu tam da bunu yapmaktan alıkoymaya çalıştığını anlayarak kızardı.

 

“Ah, doğru. Bilgi terminalin uyarı veriyordu. Muhtemelen bununla ilgilenmelisin.”

 

“Ah hayır… Üzgünüm. Teşekkürler Anette.”

 

“Teşekküre gerek yok. Sadece insansız savaş araçları ile fazla iletişim kurmamaya çalış, tamam mı?”

 

Lena kaşlarını çatarak topuklarının yönün çevirdi ve bir kez başını salladıktan sonra, kendisine ayrılan komuta odasına gitti.

 

Komuta odası küçüktü, yarısı yapay, mekanik bir komuta konsolu ve bunun dışında karanlık, serin ve soğuk bir alandı. Gümüş renkli duvarlar ve zemin, konsolun bekleme modu hologramıyla loş bir şekilde aydınlatılmıştı.

 

Koltuğa oturan Lena, saçlarını yana yatırdı ve soğuk, ağırbaşlı bir bakışla boynuna parlak bir metal halkayı -RAID Aygıtı- yerleştirdi. Artık savaş cepheleri Gran Mule’nin duvarlarının çok ötesinde olduğuna göre, bu sıkışık oda, Cumhuriyet’in seksen beş Sektöründe bulunabilecek tek savaş alanıydı.

 

“Kimlik doğrulamayı başlat. Binbaşı Vladilena Milizé, doğu cephesinin dokuzuncu koğuşu, üçüncü savunma filosunun kontrol subayı.”

 

Retina ve ses kimlik doğrulamasını tamamladıktan sonra kontrol sistemi açıldı. Holografik ekranlar birbiri ardına titreyerek, uzak savaş alanına yerleştirilmiş sayısız gözlem ekipmanından gelen baş döndürücü miktarda bilgi gösteriyordu. Ana ekran, Cumhuriyet’in ve düşmanın mobil silahlarını sinyal olarak gösteren dijital bir haritaydı.

 

Dost birimler – başka bir deyişle, Juggernaut’lar – sayıları yetmiş olan mavi işaretlerle gösterilmişti. Lena’nın komutasındaki üçüncü filo yirmi dört birliğe sahipken, ikinci ve dördüncü filonun her birinde yirmi üç birlik vardı. Düşman birimlerini, yani Lejyon’u simgeleyen kırmızı işaretler sayılamayacak kadar çoktu.

 

“Para-RAID’i aktive et. Rezonans hedefini ayarla, bilgi işleme birimi Pleiades.”

 

RAID Aygıtının mavi kristal kısmı, Lena’nın ensesini birdenbire sıcaktan karıncalandırdı. Bu gerçek, fiziksel bir ısı değil, Duyusal Rezonans tarafından uyarılan sinir hücrelerinin hissettirdiği  yanıltıcı bir ısıydı. Aktive edilmiş sözde sinir hücresi kristali, bir bilgi işleme birimi olarak görev yapıyor ve beynin belirli bir bölümünü uyarıyordu. Belki o kısım, insanlığın evrimi tarafından yükselme potansiyeline sahipti veya belki de kullanılmayan, yüzyıllar önce evrimleşirken insanlık tarafından unutulmuş ve geride bırakılmış bir kısımdı. Durum ne olursa olsun, onu kullanmak beynin Gece Başı olarak bilinen derin, gece körelmiş bir işlevinin kilidini açtı.

 

Lena bir “yörüngeyi” aştı, bilincinden ve hatta bilinçaltından çok daha derin bir yere daldı. İnsan ırkının her üyesi tarafından paylaşılan, insanlığın “kolektif bilinçdışı” dediği yere. Lena bilincini, bilinçaltı denizi aracılığıyla Kişisel Ad birimi Pleiades’i çalıştıran İşlemci olan üçüncü filonun kaptanı ile ilişkilendirdi. Pleiades ve Lena’nın duyusal bilgileri birbirine bağlandı ve paylaşıldı.

 

 

 

“İşleyici Bir’den Pleiades’e —Rezonans tamamlandı. Bugün seninle çalışmayı dört gözle bekliyorum,”

 

Kibarca ve muhtemelen kendisinden bir ya da iki yaş büyük olan genç bir adamın “sesi” ile yanıt geldi.

 

“Pleiades’ten İşleyici Bir’e. Rezonans temiz ve net.”

 

Sesi ironi yüklüydü. Lena komuta odasında yapayalnızdı, bu yüzden bu sözleri söyleyen kişi yanında olan biri değildi. Bu, Pleiades’in İşlemcisinin ortak olan işitme duyularıyla ona aktarılan “ses”iydi.

 

Ses.

 

Savaş sırasında aceleyle inşa edilen Juggernaut’lar, Sözlü olarak iletişim kurabilecek şekilde inşa edilmediler. Düşünmelerini veya hissetmelerini sağlayabilecek gelişmiş bilişsel yeteneklere sahip olacak şekilde programlanmadılar. Bu yüzden Düşmanın zırhlı kuvvetlerine dayanmak için kurulmuş bir savunma hattı olan anti-personel mayın bölgesinde iletişim kurabilmeleri için Para-RAID—Duyusal Rezonans— denilen insanın kolektif bilinçdışına bağlanabilen bir cihaz üretildi;

 

Makinelerin birbiriyle savaştığı cephelerin ardındaki sır, sıfır zaiyatlı savaş alanı.

 

“Bizim gibi insan dahi olmayan Seksen Altı’ya her zaman nazik davrandığın için teşekkürler Alba”

 

Seksen-Altı. Bütün kıta Lejyon tarafından süpürülürken, Cumhuriyet vatandaşları için kalan son cennet Seksen Beşinci Bölge’ydi. Seksen Altıncı Bölge ise, insan kılığına girmiş domuzların yaşadığı tarafsız bölge olarak belirlenmişti. Cumhuriyet’in sivilleri olarak doğmalarına rağmen, Cumhuriyet tarafından insanlık dışı, aşağılık yaşam formları olduklarına karar verilmişti. Ön saflardaki toplama kamplarında yaşamak için Gran Mule’un dışına atılan Colorata’lar için bu fazlasıyla aşağılayıcı bir isimdi.

 

ǂ

 

Dokuz yıl önce, Cumhuriyet takviminin 358. yılı, dünya takviminin 2136. yılı.

Cumhuriyetin doğu komşusu ve kuzey kıtasının süper gücü, Giad İmparatorluğu, tüm komşu ülkelere savaş ilan etti ve dünyanın ilk tamamen otonom insansız savaş makinesi Lejyon ordusuyla saldırmaya başladı.

 

İmparatorluğun ezici askeri gücüyle karşı karşıya kalan Cumhuriyet

Silahlı Kuvvetler’i yarım ay içinde yok edildi. Ordudan geriye kalanlar, umutsuzca düşmanı geciktirme taktikleriyle işgali durdurmak için kalan güçlerini toplarken, Cumhuriyet hükümeti iki karar aldı.

 

Birincisi, tüm Cumhuriyet vatandaşlarının seksen beşinci idari bölgeye tahliyesiydi. İkincisi, Başkanlık Emri # 6609’du. Özel Savaş Zamanı Barışı Koruma Yasası. Bu yasa, Cumhuriyet sınırları içindeki Colorata soyundan gelen tüm kişileri İmparatorluğun düşmanları ve onların destekçileri olarak kabul ediyor ve sivil haklarının ellerinden alınmasına izin veriyordu. Bir monitör ekranından sürekli olarak izlendiler ve Seksen Beş’inci bölge dışındaki toplama kamplarında tecrit edildiler.

 

Bu hareket, elbette Cumhuriyet anayasasına ve beş renkli bayrağın ruhuna aykırıydı. Yasa, daha önce İmparatorlukta yaşayan Alba’yı kapsamamasına rağmen aslen İmparatorluktan olmayan Colorata’ya uygulandı. Açık bir ırkçılık ve ayrımcılık politikasıydı. Colorata, elbette yasaya karşıydı, ancak muhalefetleri hükümetin şiddetiyle susturuldu. Hükümettekilerin bir kısmı yasayı kabul etti, ancak birkaçı da Alba için  yasaya karşı çıktı, ancak çoğunluğu yasayı kabul etti. Seksen Beş’inci bölge çok sayıda sivili barındırmak için çok küçüktü ve hiçbir yerde herkese yetecek kadar yiyecek, toprak veya iş gücü yoktu. Cumhuriyet’in savaştaki yenilgisinin Colorata’nın casusluğu sonucunda geldiğine dair yanlış söylentiler yaydılar. Siviller için bu söylentileri kabul etmek, ülkelerinin teknolojik yetersizliğini kabullenmekten çok daha kolaydı.

 

Ama her şeyden çok, düşmanlar tarafından kuşatıldıkları ve tecrit edildikleri bir durumda, hayal kırıklıklarını giderecek bir şeye, bir hedefe ihtiyaçları vardı. Öjeni yoluyla bu gerekçelendirme, halk arasında hızla yayıldı. Demokrasinin önde gelen savunucusu -tüm hükümet biçimlerinin en büyüğü, en insancıl olanı- olan ülkeyi kuran Alba, üstün ırktı. Buna karşılık, modası geçmiş, zalim ve insanlık dışı emperyalizmleriyle Colorata aşağı bir türdü – barbar ve aptal alt insanlar, insan kılığına girmiş domuzlar ve evrimsel bir hatanın sonucu varolmuştular. Böylece, Cumhuriyet’teki tüm Colorata’lar, Gran Mule’u inşa etmek uğruna çalışmaya zorlandılar ve askere alındıkları toplama kamplarına sürüldüler. Mülklerine ve eşyalarına hükümet tarafından duvarın inşasını ve savaş çabalarını finanse etmek için el konuldu ve zorunlu askerlik, işçilik ve savaş vergilerinden muaf tutulan Alba sivillerinin tümü hükümetin insancıl metodolojisini övdü.

 

Alba, Colorata’yı daha küçük bir tür olarak alaya aldı ve onlara

Seksen altı dedi. Bu ayrımcı yaklaşım, nihayetinde iki yıl sonra canlı askerlerin bulunduğu dronların piyasaya sürülmesiyle ortaya çıktı ve bu askerlerin tümü Seksen Altı’dandı. Cumhuriyet bir insansız savaş aracı üretmek için çok fazla çaba sarf etmesine rağmen, yapılan hiçbir girişim canlı savaşa dayanabilecek bir makine seviyesine ulaşamadı. Ancak üstün Alba’nın, aşağı İmparatorluğun yapabilemsine rağmen kendilerinin böyle bir makine üretmeyi başaramadığını kabul etmeleri mümkün değildi.

 

Seksen Altı insan olarak kabul edilmediğinden, bir pilota sahip olan bu makineler pilotlu bir araç olarak değil de, insansız savaş aracı olarak kabul edildi.

 

Cumhuriyet Askeri Endüstürileri(CAE) tarafından üretilen, Juggernaut olarak bilinen Cumhuriyet Askeri Otonom Dron’ları, insan kayıplarını sıfıra indiren yenilikçi, son teknoloji ve insancıl bir silah sistemi olarak piyasaya sürüldüğünde siviller tarafından övüldü. Pilot olarak görev yapan Seksen Altı, Juggernaut’u Çalıştırılan bir Dron, yapay bilgi işleme birimleri – İşlemciler – olarak belirlendi.

 

Cumhuriyet takviminin 367 yılı. Mekanik parçalardan başka bir şey olarak görülmeyen askerlerin, zayiatsız bir savaş alanında ölüm olarak görülmeyecek ölümlere göğüs germek üzere yola çıktıkları günlerden bir yenisiydi.

ǂ

 

Lejyon’un kırmızı sinyallerinin doğuya -kendi bölgelerinin derinliklerine- çekildiğini onaylayan Lena, sonunda gerilimin vücudunu terk etmeye başladığını hissetti. Bu geri çekilme karşılığında, yönettiği üçüncü filosu yedi birim kaybetti. Ağzında acı bir tat hisseti. Yedi Juggernaut, onlara pilotluk yapan İşlemciler ile birlikte patlayarak patladı. Hiçbiri hayatta kalmadı.

 

Juggernaut – sözde entelektüel geliştiricilerin, yabancı bir ülkenin mitolojisindeki bir tanrının adından esinlenerek bu makine için buldukları isim. Sayısız insan kurtuluş arayışı içinde bu tankın önünde toplanır ve ardından tekerlekleri tarafından ezilerek ölürdü.

 

“…İşleyici Bir’den Pleiades’e. Düşman kuvvetlerinin geri çekildiğini teyit ettik.”

 

Bunu, Para-RAID aracılığıyla ailesinin medeni haklarının geri verilmesi karşılığında savaş alanında beş yıl hizmet etmeyi kabul eden Seksen Altı pilotu olan Pleiades’in İşlemcisine iletti.

 

Duyusal Rezonans, çevrelerindeki seslerin yanı sıra birbirlerinin seslerini de duymalarını sağlıyordu. Bu, radyo yayınlarını (mesafe, hava koşulları ve arazi nedeniyle parazite duyarlı olan – Mayıs Sineği (Eintagsfliege) bulutlarının elektromanyetik parazitinden bahsetmeye gerek bile yok) tamamen geçersiz kılan, gerçekten çığır açan bir iletişim aracıydı. Teorik olarak, beş duyunun tümü Para-RAID aracılığıyla bağlanabilir, ancak genellikle kullanıcılar yalnızca işitme duyularını bağlamayı seçerdi. Para-RAID aracılığıyla görme yetisini birbirine bağlayarak paylaşılan veri miktarı genellikle çok fazlaydı ve duyusal aşırı yüklenmeye neden olarak kullanıcıya ciddi zarar verme riski taşıyordu. Bunun yerine, işitme minimum veri ile diğer taraftaki durumun sağlam bir şekilde anlaşılmasını sağlıyordu. Gerçek deneyim açısından, radyo veya telefon yoluyla iletişimden çok farklı değildi, ancak nispeten daha az rahatsızlık veriyordu.

 

Lena, tek nedenlerin bunlar olmadığına inanıyordu. Görme duyusunu birbirine bağlamayı reddetmek, İşleyiciyi pek çok şeyi görmek zorunda kalmaktan kurtarırdı: düşmanın size doğru saldırdığının hayranlık uyandıran görüntüsü, yoldaşlarının acımasızca her yönden parçalara ayrıldığını görmek, vücudundan dışarı dökülen iç organlar ve kanının rengini.

 

“Dördüncü filo gözcülük görevlerini üstlenecek. Üçüncü filo, lütfen üsse dönün.”

 

“Anlaşıldı, Pleiades… Umarız küçük monitöründe biz domuzların savaşını izlemekten keyif almışsındır, İşleyici Bir.”

 

Konuşmasının başından sonuna kadar olan iğneleyici ironi, Lena’nın yere bakmasına neden oldu. Ondan nefret etmekten başka bir şey yapamayacaklarını biliyordu. O bir Albaydı ve onları ezenlerden biriydi. Ve tam da dediği gibi, onlara göz kulak olmak, İşleyici olarak rolünün bir parçasıydı.

 

“Bugün iyi iş çıkardın, Pleiades. Ve diğer tüm birimler. Ölen yedi kişi için… Çok, çok üzgünüm.”

 

“…”

 

Bir kılıcın kınından çekilmesi gibi belli bir soğukluk, Rezonansın diğer tarafındaki sessizliğe karışıyordu. Para-RAID yalnızca işitme duyularını birbirine bağlıyordu, ancak Rezonans bilinçleri aracılığıyla yürütüldüğü için, normalde yalnızca yüz yüze konuşmalarda karşılaşılabilecek duygular da iletiliyordu.

 

“…Bize her zaman söylediğin nazik sözler için teşekkür ederiz, İşleyici Bir.”

 

Bu sözlere soğuk bir küçümseme ve nefret serpiştirilmişti. Ama bu soğuk küçümseme, kişinin, ona zulüm eden kişiye karşı hissedeceği bariz nefret ve öfkenin ötesine geçen bir şeyler vardı. Lena’nın kafasını karıştıran ve şaşkına çeviren şey ise buydu.

 

ÇN: Herhangi bir hata veya anlam bozukluğu bulursanız lütffen yorumlarda bildirin.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.