Oregairu Cilt 11 Bölüm 08

[ A+ ] /[ A- ]

Hangi durumda olursa olsun, Yuigahama Yui’nin gözleri her zamanki gibi sıcak ve dokunaklıydı.

 

Çevirmen: Forevertr3

 

O gün kar bir tuhaf yağıyordu. Böylesi Chiba’da pek görünmezdi. Japon Denizi tarafından gelen yağmur bulutları Honshu bölgesinin arkasında kalan dağlar arasında sıkışıp kalmıştı.

Dahası, kar yağdığı anda Pasifik tarafından gelen ve normalde kuru olan bu rüzgar Chiba’nın düz yerleşkelerine saldırıyordu. Kar tuhaf aralıklı zamanlarda yağıyordu. On yedi yıllık deneyimimde kar fırtınaları Yeni Yılın başında, Ocağın ikinci haftasında veya Martın sonunda olurdu. Bu zamanları hiç şaşmazdı ve şimdide Komachi’nin lise giriş sınavına denk gelmişti. En azından rüzgar esmiyordu.

Çiçek yaprakları kar dansı yapıyorcasına çırpınıyorlardı.

Okul kıyafetinin üzerine her zaman takındığı montunu, atkısını ve eldivenlerinin yanında ayağında bir çift deri botlar vardı. Kapının ağzında tüm hazırlıklarını tamamlamanın bile ötesine geçmişti. Sınav vaktine daha vardı fakat sanırım olası bir trafik sıkışıklığından dolayı korkuyor olduğundan en iyisini yapmıştı.

“Giriş belgen yanında mı? Silgi, peçete ve beşgen kalemin?” Beşgen kalem babamız tarafından, Komachi’nin sınavına başarı dilemek için gittiğimiz tapınak ziyareti sırasında onun için getirdiği en iyi şeydi.

ꕥ Beşgen kalem Japonya’da yaygın, var ya şu animelerde üzerilerine şıkları sallanan kalemlerden.

Kaleme tepeden baktığın zaman tamamen beşgendi. Bunun dışında normal bir kurşun kalemden farkı yoktu. Fakat ben normal bir kalemin kullanış açısından daha kolay olduğunu düşünüyorum. Beşgen kalemler daha çok sınava girecek kişilerin üzerini kazıyıp A’dan E’ye, veya 1’den 5’e, bazen de ア – オ karakterleri yazdıkları bir kalem. Çoktan seçmeli, sonucunu çıkaramadığın her bir soru ile karşılaştığında bu kalemin hayatını kurtarması için yalvarıyorsun. Bu kalemin birinin hayatının gidişatını iyi yönde değiştirebilmek için yapılmış olduğunu düşünüyorum.

Komachi son bir kere çantasına baktı, enerji dolu bir ‘tamamdır’ yaptı. Sonra şemsiyesini eğdi ve bana döndü.

“Hazırlıklarım tamam! Ben gidiyorum Onii-chan!”

“Oh, hadi güle güle. Adımlarına dikkat et!”

“Tamam. Brrrr, soğuk. Sin, cosinüs, tanjant…  Ah, bundan sonrasını unuttum.”

Yoluna başladığı gibi titreyerek, bir ritim halinde bir şeyler mırıldanıyordu. Bir sorun olmayacak gibi. Acaba aşırı çalıştığı için bu tuhaf enerjik havaya sahipti…

Neyse işte, sonunda bugün geldi çattı. Bunca yolu tepmişti şimdi kalan tek şey sınavla yapacağı savaştı. Sınavının başlamasına daha vardı ama süre gelene kadar verilen savaşlar ve alınan yaralar bu dünyanın bir kuralıydı.

Benim yapabileceğim şeylere gelirsek, tek yapabileceğim başarısı için dilek dilemekti, sonrasında kabul görüp görmeyeceği mevzusuydu.

Alçaktan hareket eden koca bulutlar açık bir gökyüzünü bir süre görünmeyeceğine işaret ediyordu, sadece yoğun yağan kar ve düştüğü zaman çıkardıkları ses vardı. Görünüşe göre bugün tüm gün kar yağacaktı.

Soğuktan titriyordum ve evime doğru gitmeye başladım. Adım attığım anda yine titredim.

Bu titremenin kaynağını öğrenmek için elimi cebime soktum ve birinin telefonumu çaldırdığını gördüm. Ekranda çıkan yazıya göre beni arayan [★☆Yui☆★]. Yuigahama’ydı. Rehbere böyle kaydedildiğinden beri hiç değiştirmemiştim adını.

Çağrıyı açıp açmamak konusunda bir kaç saniye düşündüm. Fakat hala çağrı cevapsız devam ediyordu ve telefon titriyordu. Pes ettim ve yeşile dokundum ve kulağıma götürdüm.

“… … Alo.”

Açtığım anda, enerjik ve neşeli bir sesin telefon altındaki mikrofondan girip bana geldiğini duydum.

“Hikki, hadi randevuya çıkalım!”

“… … Ne?”

Söylediği ilk şey bir merhaba falan değildi, sadece bir kaç belli belirsiz kelimeydi. Yerimde şaşa kalmıştım, ağzımın yanlarından tiz bir “Pshhh-tsuuuu” sesi çıkıyordu.

Çağrıyı aldıktan sonra ayrılmak için tüm hazırlıklarımı tamamlamıştım. Ayrılmadan hemen öncesinde, bir önlem olsun diye telefonumdan trafik durumuna baktım. Benim gideceğim patikada bir sıkışıklık falan yoktu. En azından buluşma yerine tam zamanında varmak için endişelenmeme gerek yoktu.

Akıllarda bulunsun diye söylüyorum, Kanto’nun kitlesel ulaşım araçları özellikle kar var iken hiç iyi çalışmıyorlar. Hele Chiba bölgesinde durum daha kötü, sağ olsun bölgeyi oluşturan Edo ve Tone nehirleri, onların yüzünden oluyor. Onların üzerinden bir köprü geçirmek mümkün olmadığı için burası yalnız ada gibi oluyor. Bu gidişle [Chiba Bağımsız Halk] devletini kursak devletin haberi olmazdı. Hala hava aynıydı, asfalt buzlanmış ve artık kar tutmaya başlamıştı.

Bu kadarcık kar beni düşürmek için yeterli olmazdı fakat karın şerbet gibi bir hal oluşturması kaymalara sebep oluyordu. Otobüs durağına doğru giden yolda ayak ve tekerlek izleri vardı. Otobüse binip tren istasyonuna gitmem zaman almıştı. Metronun pencerelerinden dışarı bakıldığında okyanus görünürdü. Benim baktığım camda düşen karın sağa doğru hızlıca kaçıştıklarını görüyordum. Güneş çok üstte, gri bulutların arkasında yalnızca beyaz bir parıltı saçıyordu.

ꕥ Şerbet gibi kar-> Karın durumu böyle tanımlamış ama şöyle bir link var:

                                     https://www.youtube.com/watch?v=bzysWK5cWeI

Yollar çok kalaba denilebilirdi. Havadan dolayı değil, bir etkinlik falan olduğunda burası hep kalaba olmuştur. Mesela Makuhari Messe’de Oyun veya Motor şovları oluyordu, veya yakındaki büyük meydanda Comiket veya Shin-Kiba canlı konseri oluyordu. Bugün de o günler gibi çok kalabaydı.

ꕥ Mukahari Messe-> Etkinlikler düzenlenmek üzere yapılmış Chiba’da bir yer.

      Comiket-> Comic Market

En kalaba olduğu zaman ise Japonya’nın en büyük eğlencesi olan ve Tokyo Disney Eğlence Yerine, kısaltması TDR, buradaki bir istasyondan gidiliyordu.

Hele ki düşün bugün Sevgililer Günü.

Kar yağmasına rağmen büyük bir müşteri akınına sahiptiler. Kulaklarımı açtım ve benimle aynı trende olan sevgililerin konuşmalarını dinledim. Ne kadar da romantikler? Bu kara bile aldırış etmiyorlar gibiydi!

Aslında, hiç tartışmasız, bir Sevgililer Günü randevusu için iyi bir ortam oluyor.

Biraz sonrasında, tren hareket yönünde birlikte büyük beyaz kale ve volkandan gelen dumanlar görüş açıma girdi. Trende sonraki duracak durağı için bir bildiri geçti ve tren yavaştan durmaya başladı.

ꕥ Her DisneyLand’da olan yapay volkan, oradaki normalden daha büyükmüş.

Durmasıyla beraber kapı ‘Pshhh-tsuu’ sesi çıkarak açıldı. Soğuk rüzgar ve kar içeriye girmeye başladı, trendeki sevgililerde benden önce indiler. Sonra kapılar kapandı ve melodi çaldı. Bu tren istasyonunda duraktan ayrılış melodisi olarak ‘Disney’ çalıyordu. Bu melodiyi dinleyerek tren iyice boşalmıştı ve bu sayede kapıya sırtımı verebiliyordum. Beyaz kale ve aktif volkan sol gözümün uçlarından uzaklaştı.

Bugün bu istasyondan ineceğim gün değildi.

Her buralardan geçsem, yarın veya daha da yarın bir günde, beraberce buraya tekrar geleceğimiz konusunda içimde his vardı, fakat bu hiç olmadı.

Konuşulmamış söz, aramızda geçen ve devamı gelmesi gerekip de gelmeyen kelimeler. Birkaç değişikliğe maruz kalmışsa da hala verdiğim söz devam ediyordu. Buluşacağımız yer, bir sonraki istasyon, yeni sözlerin verileceği bir yer olabilirdi.

Uzun köprüyü geçtikten sonra kocaman dönme dolabı görebiliyor hale geldim. Bu Japonya’nın en büyük dönme dolabıydı.

Bu sabahki telefon konuşması aklıma geldi. Onun belli belirsiz kelimelerle kurduğu davetini reddetmemem şaşırılacak veya hayret uyandıracak bir şey değildi. Zaten ilk olarak ben onu davet etmiştim. Bu hep bunu geciktiriyordum

ꕥ Söz ve Davet geçen bölümler-> [S1 Böl12, S2Böl9]

Onu reddetmek için bir nedenim yoktu.

Fakat bu iyi mi oldu? Bir anda bu şüphe düştü içime. Bunu düşünüyorken trenin hızı yavaşladı. Trenin hareketinin sona ermesiyle benim düşüncelerim de durdu.

Bilet gişesinin önünden çıktım, büyük dönme dolabı buradan görebiliyordum. İstasyonun önündeki su çeşmesi dekora sahip meydandan herkes rahatlıkla o devası dönme dolabı görürdü. Daha yakından bakınca daha büyüleyici oluyordu.

Yavaştan titrek karın içerisinden geçerek ilerledim.

Dönme dolaba yandan bakarak kendimi zorla ittiriyorum.

Aileler için yapılmış böylesi küçük bir meydanda kaybolmak zor olurdu herhalde. Buluşma yeri ile ilgili hafızamı yoklarken önümdeki harita panosundan oraya nasıl gideceğimi öğrendim, hızlıca oraya doğru gittim.

Deniz kenarındaki uzun ana caddeden ilerledim, bir zaman sonra kubbe şeklindeki bir yapı solumdan göründü. Orası bir akvaryumun girişiydi.

Burası buluşma noktamızdı.

O binanın altına girdikten sonra şemsiyemi kapattım. Bir çevreme bakındım ve sonra koşmaya başladım.

Hafta içi olmasından gerek ki fazla kimse yoktu. Bu sebeple mavi ceket içindeki Yuigahama’yı çıkarabilmiştim.

“Hikki!”

Muhtemelen benden önce trene binmişti. Yuigahama bana doğru geliyordu, bana sesleniyordu, elindeki şeffaf pembe şemsiyeyi bana sallıyordu.

Ona başımla tamam işareti yaptım ve yavaşladım.

Fakat bir anda ayaklarım durdu.

“… … Ah.”

Gri bir ceketin uçları Yuigahama’nın arkasında sallanıyordu.

Yuigahama’nın arkasında ayakta duran kişi yüzünü bana çevirdi, gözleri şaşkınlığını ifade ediyordu.

“Hikigaya-kun … …”

Bu mırıldanma Yukinoshita Yukino’dan geldi. Neden o buradaydı? Onu görünce içime bir merak girmişti.

“Yukinoshita’da buraya gelmiş?”

Bir şey demeye gerek yoktu. Fakat olayları idrak etmek güçtü. Görünüşe göre o da buraya gelmişti.

Yuigahama, Yukinoshita’nın kendi vücudunu merak içinde kıvırmasıyla bir şeyler açıklaması gerektiğini anlamıştı.

“Uh, Şey… Eğer, eğer ikinizin bir planı varsa, ben geri döneyim…”

“Gerek yok! Beraberce takılalım!”

Bununla beraberinde, Yuigahama geri dönmeye hazırlanan Yukinoshita’nın kolundan tuttu. Bu sırada benim de kolumdan yakaladı. Yuigahama ellerimizi kendine çekti ve göğsü etrafında sıkıca tuttu.

“Üçümüz, beraberce oraya gitmek istiyorum… ” Diye başlayan sesi fısıltı ile sonra erdi. Gözleri yerde olduğundan yüz ifadesini göremiyordum. Fakat sesindeki rica eden tonu kendi isteklerini ifade etmesinde yeterinden fazlaydı. Yukinoshita ve ben birbirimize baktık, bir şey diyemiyorduk. Yukinoshita’nın bakışları etrafta geziniyordu ve sonra bir soluk verdi.

Sonrasında Yuigahama’nın başını kaldırıp bize kibarlık dolu gözleriyle bize bakmasıyla Yukinoshita başıyla tamamdır dedi ve küçük bir soluk verdi. Ve sonra Yuigahama’nın bakışları bana döndü.

İkisinden her hangi bir reddetme gelmeyince benim de reddetmem için bir sebep yoktu.

“… … Bu, iyi olur mu ki?”

“Evet, sorun yok.” diye cevapladı Yuigahama aniden.

Gözlerini kaçırmadan bana baktı, dayatmacı bir ifadesi vardı.

Benim sorumun arkasında her hangi bir gizli anlam yoktu, direk söylemiştim. Muhtemelen bu, onun cevabı için de geçerliydi. Hayır, bundan emin değilim. Bu aşırı basit kelimelerinin ardında daha fazla anlamın var olmadığından emin değilim. Her ne olursa olsun, bu Yuigahama’nın isteğiydi, o zaman karşı durmak için bir neden yoktu.

“Peki.”

“Evet! Kar için endişelenmeye de gerek yok! Beraberce eğlenebilirsek ne mutlu bize!” Yuigahama övünerek göğsünü kabarttı. Evet, burası herkesin eğlenebileceği çok uygun bir yer.

Burası, gelmek için uğraşa girmen gereken bir yer. Bu yüzden, belki bir gün, bir kez daha geliriz. İşte o gün muhtemelen sözümü tutmak zorunda kalacağım gün olacak.

“Peki, hadi gidelim.”

Bugün, burası herkese ait.

Uzaktan güneş ışınların camdan kubbeden içeri girdiğini görüyordum. Burayı yapmak için ne kadar cam parçası kullanılmış olursa olsun, maalesef, bu havada, güneş ışınları tek bir yerde toplanmışlardı. Kubbenin yüksekçe tavanında birleşmişlerdi, yoğun parlaklığın hissini veriyorlardı. Bir asansör Akvaryum Parkın yanından karanlık yer olan aşağıya doğru iniyordu.

Zeminin kenarlarındaki lambalar sanki sinemalarda gösterime başlamadan önce görebileceklerdendi. Burası hakkındaki beklentilerim kalbimde çarpıntı yapıyordu. Ve dahası, asansörden indikten sonra ilk gördüğüm şey büyükçe bir su tankının camıydı. Vov, burası ne de büyükmüş, dedi Yuigahama heyecanla koşuştururken.

“Köpek balıkları!” Yuigahama tankın içindeki köpek balıklarından bahsediyordu. Burada siyah camgöz ile çeşitli köpek balıkları vardı. Bu siyah camgöz köpek balığı tuna ile aynı okunuyordu fakat tabi ki tuna değildi. Bu köpek balığı. Süper bir köpek balığıydı. Bu tankın içindeki çipuralar ve dere pisileri de vardı ve dans ediyorlardı. Bunların dışında, vatozlar ve sardalyalar vardı. Yuigahama neşeyle tanka elindeki kamera ile bakıyordu ve fotoğraf çekiyordu. Ve şimdi başını yana eğdi. “Ehehe” diye güldü ve yine “köpek balıkları” diyerek tankı işaret etti.

“Köpek balığı, demek?” Yukinoshita şaşkın bir ifade ile aksırdı ve bu Yuigahama’dan kaçmadı. Sesi bir takım korku oluşturacak şekilde yankılandı. Bunu üzerine Yuigahama bir “Ahaha” diye gülerken sakar kız rolü yaptı, ayrıca eli saçının topuzundaydı ve hiç beklemeden Yukinoshita yaklaştı.

“Yukinon, bunu söylemediğim için özür dilerim. Hadi ama neşelen biraz!”

“Öyle diyorsun ama…”

Ben onların konuşmalarına alakadar olmaksızın tankı izliyordum. Yuigahama sessiz kalmıştı.

Korkunç köpek balıkları. Köpek balıkları çok muhteşemler. Rüyaymış gibi izliyordum onları. Önümde olan manzara çok rahatlatıcıydı, dahası zerafetin yansımalarından biriydi.

Çekiç başlı köpek balığı. Sağ olsun isminden anlaşıldığı üzere gidip de bilgi panosundan ona bakmama gerek yoktu. Erkekler en azından çocukluklarında köpek balıklarına karşı ilgi duyarlar. Daha doğru söylersek, o dönemler bizim dinozor veya okyanuslu fotoğraflara falan ilgi duyduğumuz dönemler.

Hikigaya Hachiman. Ben üç yaşındayken en sevdiğin dinozor Triceratops(üç boynuzlu bir dinozor)du ve favori balığım ise barreleye(şeffaf bir balık)tı. Evet ben böyle bir çocuktum. Tanka çok istekli bakıyordum ve istemeden ağzımdan bir “opps” kaçtı. Ben camların trompetinden dolayı kendinden geçen bir çocuktum. Tutti’nin verdiği his! Beni kendimden alırdı.

ꕥ Tutti-> Louis Armstrong hakkında Rieko Saibara’nın mangasından olabilir.

ꕥ Hibike Euphonium göndermesi(?)  Endingin ilk cümlesi ile Romandaki yazımlar aynı:

                                                                 トゥッティ!って感じ。めっちゃ心奪われる.

“Voah!… Çekiç başlı köpek balığı! Eh, resimlerini çekmemize izin var mı?” Bu sırada parmağım ile köpek balığını işaret ediyordum. Yuigahama “uh-huh” abla tarzında bir tamamdır dedi.

Vov, demek resim de çekebiliyoruz. Sonrasında kameranın sesleri geldi, ardı ardınaydılar. Gözlerimin köşesinden Yuigahama’nın Yukinoshita’ya küçük hızlı adımlarla yaklaştığını gördüm. Sonrasında onun kulağına fısıldadı.

“Bak! Hikki bile kendince eğleniyor!”

“Haaa… …”

Yukinoshita pes eder gibi bir soluk verdi.

Fısıldaşmaları bana kadar geliyordu. Sonrasında oluşan sessizliği fark edince yandan onlara baktım. Elini şakaklarına götürmüş, bana doğru bakan gözler ile karşılaştı.

“N… … Ne?”

Onların fısıltılarını dinlediğimi anlamış olduklarını düşününce utancımı gizleyemedim. Yukinoshita omuzlarından eli ile saçlarını süpürdü. Sonrasında beni incitir şekilde bir gülümseme çıkardı.

“Meraklanma, sadece şaşırdım, o kadar. Köpek balıkları ile fotoğrafını çekebilirim.” Dediği üzere elini bana uzattı. Eğer ona telefonumu uzatırsam çekiç kafalı köpek balıkları ile bir hatıra fotoğrafı çektirebilecektim.

“Ciddi misin? Komachi çok kıskanacak.”

Yavaşça ona telefonumu verdim, parmak uçlarımla ekrana dokunmamak için elimden geleni yapmıştım.

“Çekiç kafalı köpek balığı. Ondan bir tane geçtiği anda fotoğraf çeken tuşa bas! Eğer yan tarafından boyunca göründüğü zaman yaparsan makbule geçer, tabi çekiç başı da görünmesi lazım.”

“Bu kadar detaylandırman beni çok şaşırttı…”

Yukinoshita benim meydan okumamı kabul etti ve bir kaç sefer fotoğraf çekti. Yuigahama ne kadar mutlu öyle, kıkırdayıp duruyor?

“Bunlar nasıl?”

Geri aldığım telefonuma baktım, tam istediğim gibi olan var mı diye baktım, tam anı yakalayan bir fotoğraf vardı, o fotoğrafta sanki köpek balığı beni yutuyormuş gibi görünüyordu.

“Oh-ho! Bunlar iyi çıkmış.”

“Ne iyi o zaman.”

Yukinoshita bir soluk verdi, sanırım yorgunluk ile içine rahatlık gelmiş arasındaydı. Yuigahama onun kolundan sıkıca tuttu ve hafiften sarıldı.

“Peki millet, sonraki yere gidelim!”

“… …Tamam.”

Bir gülümseme ile cevap verdikten sonra Yukinoshita, Yuigahama’yı takip etti. Yukinoshita’nın ilk başta biraz çekinceleri vardı ama sanırsam Akvaryum Park onun beklentilerini aşmıştı. Çekiç başlı köpek balıklarına veda verdikten sonra onları arkalarından takip ettim.

Hafta içi olduğu için Akvaryum Parkta pek kimse yoktu. Ara ara yeni evli çiftleri bebekleriyle görüyordum, genelde arkadaşlarıyla gelen genç kızlar ve sessiz sakin duran tekil kimseler vardı.

Eğer bugün hafta sonu veya tatil olsa burası çocuklar ve onların aileleri ile dolardı.

Tankların içinde karanlık, kasvetli bir hava vardı. Böyle bir sahneden olsa gerek herkes sesini alçak tutuyordu. Bizde aynıydık. Büyük tankların içindeki orkinos tunalara ev sahipliği yaptığını görünce muhteşemliğinden ötürü şaşkınlıktan ağlayacaktım.

“Dünya’nın Denizleri” bölümü çeşitli kategorilere ayrılmıştı. Uzak güney denizlerinin balıkları çekici bir görüntü sergiliyorlardı.

Doğa’nın ihtişamı, güç ve güzellik. Önümüzdeki bu manzarayı görünce kendimizi “muhteşem”, “güzel” ve “lezzetli görünüyorlar” demekten alıkoyamadık. Pardon, ne… Lezzetli görünüyorlar? … …

Evet, tabi ki farklı düşünen birileri olacaktır.

Her neyse, bay balık-san önümüzden geçtiğinde Yuigahama durdu. Onun ardından Yukinoshita ve ben de durduk. İlk bakışta karanlık ve basit bir balık tankı gibi görünüyordu. Çevrelerdeki çok renkli tanklardan bambaşka görünüyorlardı.

Işık bunlara vurmuyor galiba, ve ince odun parçaları kum tabanın üzerinde ayrı ayrı bölgelerde toplanmıştı. Bunların ortasında hüzünle yüzen bir balık vardı. Bir nubot hissi veriyordu.

ꕥ Nubot-> Boş, hissiz olan şey.

Hayır buna yüzmek bile denmezdi. Pek ilerlemiyordu, öyle suda askıda kalmıştı.

“Ughhh, iğrenç.” Yuigahama mırıldandı üstünkörü.

“Bunlar Nursery balıkları sanırım.”

“Bulanık sularda yaşarlar ve yüzmeyi fazla sevmezler.”

Yukinoshita açıklamaları okudu ve bana baktı.

Bu kız niye bana bakıyor? Açıklama panosuna baktım, daha okumadıkları vardı!

Oh? Önlerinden geçen karidesleri falan yerlermiş.

“İdeal bir yaşam sürüyor gibiler…”

“Onlarla empati mi kuruyorsun?!”

Öylesine ortaya attığım düşüncemin karşısında Yuigahama şok oldu. Bunu duyan Yukinoshita birden gülümsedi.

“Şimdi dedin de aklıma geldi, bu balık birini hatırlatıyor. Değil mi HikiBalık-kun?”

“Hiç benzemiyoruz, isimlerimiz bile.”

Neden bana gülümsüyorsun? Bu nursery balıklarının bir diğer ismi Komoriuo’ymuş. Sanırsam bu bebek bakıcısı falan anlamına geliyor. O zaman ben bu Hikikomori balıklar gibi değilim. ….Benim için bebek bakıcılığı çok iyi bir fikir.

ꕥ Balık isimlerinde bir kelime oyunu.  コモリウオ ve bakıcı( こもり) — hiragana’da yazımı– コモリ gibi karışık bir şey.

Ben küçük çocukları severim!

Mest olmuş bir ifade ve biraz kıkırdama ile neşeli bir tonla konuştu.

“Ugggh, iğrenç.”

“Onlara iğrenç deme, onlar da yaşamak için çok uğraşıyorlar.”

Biz aynı dünyada değil miyiz? Yani, bu kız bunu derken neden bu kadar neşeli olabiliyor… Yuigahama nursery balıklarla meşgulken Yukinoshita yanına çömeldi. İkisi arasında “İğrenç, değil mi?” ve “Korkunç, değil mi?” diye konuştular.

Sonrasında Yuigahama aniden gülümsedi.

“Fakat… Tatlılıkları var gibi, değil mi?”

“Onlara tatlı diyebilir misin bilmem ama kesinlikle sevecenler.”

Ve bunun ardından, Yukinoshita ve Yuigahama birbirilerine baktılar ve kıkırdadılar.

“Onlara iğrenç dedikten sonra “tatlı” demeniz bir şey ifade etmiyor…”

Dahası, bu nursery balıklar iğrenç yüze sahipler. Bunlara ne kadar “tatlı” diyebilirsin?

Bu kızların “tatlılık” kavramına nasıl baktıklarına şaşıyorum. Öyle değil mi? İfadesi tatlı veya saçı tatlı veya sesi tatlı. Bunlar tanışma etkinliklerine falan gittiklerinde erkeklerin kızları başkalarına tanıtırken kullandığı kelimeler değil mi? Bunlar, dolaylı yoldan o kadar da tatlı değil demek isteyenlerden değil mi? İnternette buna benzer bir şey görmüştüm. Cidden, kızların tatlı dediği her şeye inanmamak lazım.

Kirpi balıklar ile palyanço balığı. Deniz atları ve yapraklı deniz ejderhası. İki yanımızda dere pisisi olan tanklardan geçtik. En sonunda, Japon deniz zambakları ve biraz daha balık…

Bu yolu izledik ve dışarı açılıyordu. “Dünaya’nın Denizleri” kategorisinde gördüğümüz tüm balıkları içeren bir tank daha gördük.

Karanlıkta fazla zaman harcadıktan sonra güneşin ışınlarını yemek iyi gelmemişti. Otomatik kapıdan çıktıktan sonra, dış bölüme girmiştik, burada denizden gelen soğuk rüzgar yanaklarımızı sıyırıp geçiyordu. Bu sırada kuvvetli bir koku hissettim.

Görünen o ki burada açık ama küçük tanklar vardı. Yengeçler, kısgaçlıgiller, deniz kıyılarında bulabileceğin yıldız balıklar ve diğer çeşitli deniz hayvanları vardı. Gökyüzünden yukarı doğru bakıp yürüdüğünde sanki buradan çıkıp yükselecekmişsin gibi oluyordu. Kar eskisi kadar hakim değildi. Önceki soğuk dalganın etkisinden dolayı havaların kararsız olabileceğini duymuştum ama böylesine bir etki beklemiyordum. Artık kar derdimiz yoktu, bu ikindi havası çok güzeldi.

“Ah, burada kalabalık var gibi.”

Hava hakkında düşünüyorken önümüzde Yuigahama arkasını döndü ve öndeki kalabalığı işaret etti.

Orada kaç kişi toplanmış öyle? Hepsi de “Kyaa” ve “Waaa” sesleri çıkarak eğleniyolardı.

“Hadi gidip ne olduğuna bakalım.”

Bunu söyledikten sonra bu kadar ilgi çeken ne var diye bakmaya gittik. Buraya giderken üzerinde yürüdüğümüz yolun kenarlarında uzun ve küçük havuzlar vardı, içerideki tanklara benziyorlardı. Fakat onların aksine üzeri kapalı değildi. Suyun üzeri hava ile buluşuyordu. Açıklama panosuna baktığımızda “onlara iki parmağınız ile nazikçe dokununuz!” yazıyordu.

Sanırsam burada deniz hayvanlarına dokunabiliyorduk. Acaba hangi deniz hayvanlarına dokunabilirim diye düşünerek havuzun yanına gittim.

Köpek balığı. Yine köpek balığı, köpek balığı vardı içlerinde.

Bunlar diğerlerine oranlar çok küçük olan tembelce yüzenlerdendi. Açıklama panosuna baktım, içlerinde イヌザメ(Kahverengi Bambo Köpek Balığı), ネコザメ(Japon Küçük Köpek Balığı), vatozlar ve çekirdeksiz vatozlar vardı.

ꕥ Burası önemli;

      O havuzda bu iki köpek balığı var.

      ヌザメ(Kahverengi Bambo Köpek Balığı)    ile      ネコザメ(Japon Küçük Köpek Balığı)

                                 İnu-zame                                     ile                        Neko-zame

       İki de köpek balığı cinsi var ama burası Türkçe anlatamam.

       Zame =Köpek balığı;                    İnu=Köpek;                          Neko=Kedi;

      Fakat aslında bilimde ikisi Nekozame’nin türleri olarak geçer. Inuzame gerçekte yoktur. Bu yüzden yazar ilk tanıtımdan sonra her ikisi içinde nekozame’yi kullanmamış. Benimde çevirim her yerde “kedi balığı” olmuştur.

“Hey Hikki, bu kedi balığı!”

Yuigahama neşe içinde kedi balıklarına bakarken, bir heyecanla onları bana gösteriyordu. Onu izliyordum, sadece parmaklarıyla dokunuyordu. Balıklar tepki vermiyorlardı, sadece sessizce duruyorlardı. Bir müddet sonra Yuigahama bir şeye tatmin olmuş gibi kafasını yukarı aşağı salladı.

“…Sable’ye benziyor gibiler!”

Neresi? O da kahverengi olduğu için mi? Bu balık kesinlikle bir köpek gibi hissettirmez. Yani eğer bu ona benziyorsa, sen köpek sahip olduğundan emin misin? Yoksa kahverengi balık olmasın? Bunlara neden kedi balığı diyorlar aklım almıyor. Sanırsam aynı şeyi düşünen tek ben değildim.

Hemen yanımda olan Yukinoshita elini çenesine götürmüş ve kedi balıklarını inceliyordu. Japon Küçük Köpek Balığı hemen yandaki Kahverengi Bambo Köpek Balığına oranlar bir kaç kat daha küçüktü ve vücudu da çizgili yapıya sahipti, ikisini ayırmak hiç zor değildi.

“Kedi balığı…”

Yukinoshita ayakta bir kaç kelime mırıldanıyordu, bakışlarının yüzen kedi balıklarından ayırmıyordu.

“Hiç anlamıyorum. Bunların neresi kediye benziyor? Eğer böyle bir isim vermişlerse elbet bir yeri benziyor olmalı.”

Oh, bu kız işin içine kedi girince yerinde duramıyor değil mi? Cidden kedileri ne kadar seviyor ve deli oluyor öyle.

Bir çözüm bulmaya kararlı gibiydi, Yukinoshita elini sıvazladı ve elini o balığa doğru uzattı ve biraz okşadı. Ve sonrasında aniden tatmin olmuşça gülümsedi.

“Sanırım kedinin diline dokunur gibi derisi var.”

“Bilmeni isterim ki bu balığın derisinin verdiği his.”

Yukinoshita bana hiç aldırış etmedi ve dünya umurunda olmadan kedi balığını okşamaya devam etti.

“Kedi, kedi balığı, kedi… “Miyav”… … Yok, daha çok, “shaaaa”.

“Balıklar “shaaa” diye bir ses çıkarır diye bir şey yok.”

Her neyse işte önemli olan balıkların ses çıkarmadıklarıdır… Yani, çıkarmıyorlardır muhtemelen. Aklımdan bunlar geçerken Yuigahama’nın elini o balıktan çektiğini gördüm ve yeni bir hedef arıyordu. Yuigahama suda biraz gezindi.

“Ah, deniz yılanları da var!”

Yuigahama “gel buraya” diyerek elini uzattı. Fakat o bir vatoz. Hataya doğru gidiyor.

“Hyaa!?”

Bak, dedim ama, hemen elini çekti ve parmaklarını sıvazladı.

“Yapışkan bir şeye dokundum! Çok yapışkan!”

Sanki ağlayacakmış gibi bağırarak söyledi, bunun ardından Yukinoshita kedi balıklarıyla olan rüyasından uyandı ve Yuigahama’nın yanına koştu ve meraklı ses ile sordu.

“Neye dokundun? Hikigaya-kun’a? Elini yıkasan iyi olur.”

Ne? Bana bir vatoz muşum gibi davranmayı kes lütfen. Ben mukus falan mı salgılıyorum? Eğer bir kız terli elleriyle dokunursa işte o zaman yılan balığına dokunmuş gibi olursun. Eğer bir kızla böyle iletişime geçersem ellerimi yıkamayı unutmayayım!

Böyle dememe rağmen bir köpek balığına veya vatoza dokunma şansı eline her zaman geçmez. Ben de kollarımı sıvazladım ve kedi balıklarına ve yılan balıklarına dokundum. İri tenli sümüksü vücuduna dokunmak neşe vermişti. Hemen yanımda olan Yuigahama onlardan elini çekti. Fakat onlara hala hayranlık ile baktığını gördüm.

“Onlara daha da dokunmak istemiyor musun?”

“Evet. Onlara fazlaca dokunursam onlarda yorulacaktır.”

“Anladım, bu tam senlik, Yuigahama.”

İstemsizce bir gülümseme yaptım. Evet, hayvanlara gelişi güzel dokunulduğunda strese girebilmeleri bilimsel bir gerçek. Mesela bizim kedimiz, onu dürttüğüm zaman patisiyle bana yumruk atıyor. Stresini bu şekilde göstermesi hoşuma gitmiyor da değil.

Söylediğim kelimeler tamamen normal çıkmıştı. Fakat her nedense Yuigahama yere bakıyordu, benden kaçınıyordu ve birden omuzlarını titretti.

“…Benlik, bilmem öyle mi acaba?”

Bakışlarım onu takip etti. Kar dans eder gibi düşüşüne devam ediyordu, suyun yüzeyine çarptıklarında suda küçük dalgalanmalar oluşturuyordu. Yuigahama bana bakabilmek için yavaşça başını kaldırdı.

“…Ben, ben düşündüğün kadar nazik biri değilim, Hikki.”

Gözleri de, yüzünde oluşan kısa süreli gülümsemesi de, aramızdaki mesafeden bahsediyorlar gibiydiler.

İkinci cümlesi fısıltı olarak çıkmıştı ve daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi.

Bunu duyunca nefesimi tuttum.

Ben ne yapıyorum? Senden de bunu beklerdim Yuigahama Yui, derken ben ne kastetmek istemiştim?

Bir kez daha vücudumdaki o rahatsızlık veren şeyi hissediyordum, göğsüm ağrıyordu. Yumruğumu sıktım, ben muhtemelen, bu rahatsızlık veren şeyin ortaya çıkmasını sağlayan ciddi şeyi gözden kaçırdığımı fark ettim. Yine de bir şeyler söylemem lazımdı, fakat ne denersem deneyim, aklımda doğru kelimeleri sıralayamıyordum. Titreyen dudaklarını, yalnızca gülümsemesini ve yere bakan yüzünü gördüm.

 

Bir ses çıkmadan, bir şey denilmeden geçen bu vakitte çevreden bir ses geldi.

Bu, “Kyui~~” diye yüksek frekanslı, ağlarken çıkan bir gibiydi.

Bunu duyan Yuigahama başını kaldırdı ve sakin halinden çıktı.

“Ahh, penguenler! Hikki, Yukinon, hadi gidelim!”

Neşe içinde söyledi Yuigahama. Sersem gözlerle bana doğru bakan Yukinoshita’ya seslendi ve ona baktı. Yuigahama’nın gözleri ikimiz arasında dolandı, ikimizi de yokluyordu.

“Hadi gidelim?”

“Evet! Gidelim.”

Yukinoshita neşelice ona baktı ve durumdan kaçış olmadığını ifade eden gülümseme ile cevap verdi. Yukinoshita az önce Yuigahama ile benim aramda geçenleri duyduğu konusunda şüpheliydim. Belki o, Yuigahama’nın yüz ifadesini görmüştür. Yuigahama Yukinoshita’yı kolundan yakaladı ve taştan yığıntıların olduğu yere gitmeye başladılar. Orası iki adımlık mesafe uzaklığındaydı.

Yuigahama’ya bakıyordum, zorla neşeli olmaya çalışan biri gibi görünüyordu. Belki de az önceki meseleden dolayı böyle hissediyor olabilirdim. Bu zaman, üçümüzün de kendini eğlendirdiği vakit olmalıydı, o böyle demişti.

Bir soluk vererek içinde bulunduğum halimi değiştirmeye çabaladım, arkalarından onları takip etmeye başladım.

Hemen ardından, taşlık dağ gibi olan yığıntıların oraya vardık ve ne var ne yok diye önümüze baktık. Burası penguenlerin bölgesiydi, bir çok penguen “Kyuuui” “Kyuuu” diye bağırıyordu. Bazıları havuza dalıyordu, bazıları ise kayalara sırtını vermiş ısınmanın peşindeydi.

“Waa, çok tatlılar!”

“Katılıyorum.”

Yuigahama neşe içinde penguenlerin fotoğraflarını çekiyordu. Gülümsemesi yandan fark ediyordu. Karşısında Yukinoshita durmuş o da sayısız kere telefonu ile fotoğraf alıyordu.

Tam tahmin ettiğim gibi, Penguen-san kızlar arasında çok popülerdi.

Havalı olduklarını da düşünüyordum. Aerodinamik bir biçime sahip olmak zorunda olduklarına rağmen, yine de yuvarlak yapıya sahiplerdi. Çok hoşuma gitmişti.

“Kahretsin, bunlar çok tatlılar! Komachi’ye fotoğraflarından bir kaç tane göndermeliyim!”

Elimde tuşu bekletip, penguenlerin olabildiğince demire yaklaştıkları anda elimi çekip fotoğraflarını alıyordum.

Ve bir de, flaşları kapalı tutmamız zorunlu.

Eğer Komachi sınavı bittikten sonra bunları görünce muhtemelen, “Komachi de gitmek istiyor!” diyecek. Bu hep böyle olmuştur. Ve sonra ben de “Peki kalk gidiyoruz!” dediğimde bana masum tatlı bir yüz gösterecekti. Sonra bu penguenleri falan yine görebilme imkanı bulacaktım! NURUFUFUUUUUUFUFU.

Şeytani planımı aklımda kuruyorken Yuigahama ve Yukinoshita başka bir bölüme gittiler. Hey beni geride bırakmayın.

Hızlıca yakalayabildiğim kadar anı çektim ve bu ikisini takip ettim. Bu ikisini takip ederek, yolu izledim ve bir kat aşağıya inen bir merdiveni indim.

Tabi burası da penguenlerin bölgesiydi, şimdi o büyük penguen havuzunu içeriden görebilecektik. Buradan penguenleri yüzerken görebilirdik. Penguenler su içinde çok farklı stillere sahip oluyordu. Karadakiler ancak boş ve küçük adımlar atabiliyorlardı. Su içinde ise rahatlıkla yön değiştirip, gayet hızlıca hareket edebiliyorlardı ve su içinde uçuyor gibiydi oluyorlardı.

Bunu gören Yuigahama merakla sesini yükseltti ve Yukinoshita’yı kolundan çekiştirdi.

“Vov, şahane! Bak yüzüyorlar! Böyle görününce sanki kuş gibi falan görünüyorlar.”

“…Penguenler ZATEN kuşlardır.”

Yukinoshita şoke olmuş bir tonda söylemişti. Başağrısı varmış gibi elini şakaklarına götürmüştü. Bunu duyan Yuigahama bir ahmak gibi ağzını açtı ve şaşırmış olan bir diğer kişiye, bana baktı.

“…Biliyordum zaten!”

Yukinoshita bocalayan Yuigahama’ya nazik bir gülümseme yaptı, bu sırada ben de zoraki gülümsüyordum. Şu an ne hissettiğimi tamamen bilemiyordum.

Penguenler yüzerken verdikleri ihtişamı burada gördükten sonra geri döndük. Buradan Humboldt penguenlerinin kayalık alanlarda toplanıp kıvranmalarını izleyebiliyorduk. Bu anda iki penguen gözüme ilişti. İkisi dip dibe girmiş birbirlerinin kanatlarını tırmalıyordu, ara ara birbirlerine bağırıyorlardı.

Onlara bakmak iyi bir his veriyordu. Bu sırada önümde olan bilgilendirme panosuna baktım. Yukinoshita ve Yuigahama yanıma geldiler ve onlarda panoya bakmak için başlarını eğdiler, beraberce ‘ne yazıyor diye’ başladık okumaya. Onların rahatça okuyabilmesi için bir adım gerideydim, buradan bakarak okuyordum. Açıklamada yazana göre bu dip dibe girenler karı ve koca penguenlermiş. Hamboldt penguenlerinde yaşamları boyunca bir eşe esaret olurlarmış ve ikisinden biri ölene kadar ayrılmazlarmış. Bunları okuduktan sonra o iki penguene baktım. İşte o sırada önümde olan Yukinoshita’nın omuzlarının titrediğini ve şaşırmışça nefesini hapsettiğini gördüm.

Ve sonra, hızlı adımlarla buradan ayrıldı.

“Bir şey mi oldu?”

Yukinoshita acele içinde görünüyordu, fakat meraklı sesimi duyunca yarı yolda bana doğru baktı.

“…Ben içeride bekliyor olacağım.”

Bu kelimelerinin ardına bakamadan içeri girdi.

Bu penguen bölgesi açık alandaydı. Havanın soğuk olduğunu göz önünde bulundurarak içeri girmenin iyi olacağını düşündüm. İçeri de bekleyeceğini söylemişti, oraya giderken, Yuigahama hala Humboldt penguenlerine bakıyordu. Gözler yarı kapalı ve kibar bir bakışı vardı.

“Biz de içeri girsek iyi olacak.”

“Ah, şey. Biraz daha izlemek istiyorum. Biraz daha fotoğraf çekeceğim! …Sen önden git!”

Bunu söylerken, elini peri penguenlerinin yönünde dikmişti ve sonra telefonuyla beraberinde elini Humboldt penguenlerinin yönüne doğru çeviriyordu. Fakat fotoğraf almıyordu, telefonunu elinde sıkıca sarmalamıştı.

“…Peki.”

Onu böyle görünce daha bir şey söylemedim. Sadece kısa bir tepki ile içeriye doğru adımlarımı attım. Penguenlerin ağlamalarını hala duyuyordum. O iki penguen şimdi daha üzgün gibiydiler. Uzun süre dışarıda kalınca içerinin sıcaklığı beni iyi bir soluk çıkarttırmaya zorlamıştı. Bu penguen bölümüne girdiğimiz yerde bir kat aşağıya inen bir merdiven olmalıydı. Orada da hep balık tankları vardı. Burayı tabeladaki “Yosun Ormanı” tanımlıyordu.

Tabeladaki yazılanlar hiç yardımı olmamıştı, ellerimle sağımda solumda sallanan yosunların arasından çıkmak zahmet gerektirmişti. Ne yosun tutmuşlar. Açık kahverengi su yosunu dışında, parlak kırmızı, yeşil deniz şakayığı ve mercanlar ışık saçıyorlardı. Daha farklı, güçlü bir aydınlatma olmadığından burası karanlıktı. Balık tankının önünde bir bank bile vardı, sanki bir tiyatro sahnesi oluşturuyordu. Fakat şu anda orada oturan kimse yoktu. Yine de, balık tankının olduğu, ışığın daha yoğun olan bölümde, bir insan figürünün, oracıkta ayakta olduğunu fark ettim. Bu kişiyi bir başkasıyla karıştırmam mümkün değildi.

Yukinoshita Yukino.

Onun görünüşü, karanlıkça tanktan gelen loş ışıkla parlıyordu, sanki bir çizime benziyordu. Ona seslenemedim. Vermek istediğim soluk kalbimin arkasına saplanmıştı.

Ve hareketimi sona erdirdim. Adım hareketimin kesilişini fark eden Yukinoshita bana doğru baktı. Zar zor görülebilen bir ifadesi vardı. Sonra ona doğru azar azar ilerledim.

“Yuigahama nerede?” Diye sordu Yukinoshita, önüne dönüp beni görmemiş gibi davranıp tankı seyrederkene. Bu sırada onun yanına varmıştım.

“Peri penguenlerinin fotoğraflarını çekiyor. Hemen geleceğini söylemişti, burada bekleyelim.”

“Peki.”

Bu kelime ile konuşmamız kesildi. İkimizde sadece önümüzde duran tankı izliyorduk. Yosunlardan gelen zayıf ışıklar yüzen çok renkli balıklara vuruyordu. Yüzen sayısız balık vardı içinde. Sallanan büyük su yosunu gibi, balıklar da sallanıyordu, sanki tüm her şeyi bu hareketlere bağlıymış gibiydi. Mavimsi pullara sahip yosunların arkasına saklanan bazı küçük balıklar da vardı. Diğer taraftan, parlak kırmızı bir balık yavaştan yol alıyordu, dünya umurunda değildi sanki.

Yukinoshita’nın gözleri balığın hareketlerini gözlemliyordu, sonra bir anda konuştu.

“…Özgür görünüyorlar.”

“Aynen! Oh, bu balık büyük olduğundan.”

Yukinoshita’nın zayıf sesi kimseye seslenmiyordu. Monolog gibiydi daha çok. Fakat aynı balığa bakıyor diyebilirdim. Eğer öyleyse, bu sesle yanıtlamam çok doğal olmuştu. Zayıf bir soluk dudaklarımın arasından kaçtı.

“Eğer gidecek bir yer bulamazsa, ait olduğu yeri bulamayacaktır. Saklanacak, içinde olduğu akımda sürüklenecek veya ne bulursa takip edecek, ta ki göremeyeceği bir duvara çarpana kadar.”

ꕥ Burası önemli bir yer olmasına karşın İngilizce’ye de Türkçe’ye de adapte olamayan bir yer.  居場所 ile 寄る辺 kelimeleri işi zorlaştırmış. Anlamı üç aşağı beş yukarı çıkartırsınız umarım.

Yukinoshita narince elini uzattı ve cama dokundu. Fakat uzun sürmeden o el gücünü yitirdi ve sessizce aşağıya indi. Ona yandan baktığımda, onun tam olarak neye baktığından emin olamıyordum, tek çıkarabildiğim öne baktığıydı.

“Hangi balıktan bahsediyorsun?”

Nereye baktığını bilemiyordum, ve sordum.

Yukinoshita hemen cevabını vermişti, bir sakin soluklanma ile beraberinde.

“Kendimden…”

Bunu söyledikten sonra bir kez daha tanka nazikçe dokundu, boynunun hafifçe yana bükerken yüzündeki yalnızlık gülümsemesi görülüyordu.

Elini cama uzatmış figürü ile, sanki suya dalacak gibi görünüyordu fakat olması gereken yere geri dönemezdi ki, camdan duvar onu engelliyordu. Köpüklerin kaybolması gibi bu an da kısa sürdü.

   

Burası çok sessizdi, ufak bir ses duyulmuyordu. Köpüklerin patlama sesleri de camdan dolayı duyulmuyordu. Yukinoshita’nın dünyadan izole edilmişçesine balık tankına bakmasını seyrettim. Burada ayakta dururken, sonunda bir adım sesi duyuldu.

Arkamı döndüğümde Yuigahama’nın sakin ve kibar gözlerle Yukinoshita’yı izlediğini gördüm. Evet, yüz ifadesi kibar ve ağlamaya hazır olma arasında bir ifadeydi.

“Beklettiğim için üzgünüm!”

Yuigahama sanki daha yeni gelmiş gibi davrandı ve ellerini bize salladı, her zamanki gülümsemesi ile karşılıyordu bizi.

Yosun ormanı kısmından çıktık, etraf daha aydınlıktı. Duvarların tepelerindeki aydınlatmalardan olsa gerek camlar daha canlı ve tavanda çok yüksekte görünüyordu. Bu kata gelene kadar her yer siyahımsıydı ama şimdi, krema renginde ağaçtan kerestelerle döşeli olan bir yere vardık. Tak, tak, tak, bu enerjik yürüyüşü ile daha neşeli olduğunu anlıyordum. Bu ayak sesleri bir anda durdu ve ne olduğuna baktım.

“Ah, buraya gelin, buraya!”

Bunu söyledi ve ikimizi yanına çağırdı. Bizi sayısız silindir şeklindeki tanklara bakmak için çağırmıştı.

Pembe, mor, deniz mavisi. Çeşitli renkte ışıklandırmalar, suyun içinde kayan jel tarzı balıklara ışık tutuyordu. Yuigahama Yukinoshita’yı kolundan yakaladı ve ikisi yan yana izlemeye koyuldular. Bu tankları görebileceğin yer beni pek almayacağından, ben bir adım arkada durarak izledim.

“Vov, havai fişeklere benziyorlar!”

Suda dolaşan deniz analarını izlerken Yuigahama bir şeyler hatırlarmışçasına fısıldayarak konuşmuştu.

“Oh?” Fakat denizanaları denizanasıdır. Yakından da baksam onları havai fişeklere benzetememiştim.

Yuigahama başını bana döndürdü ve tankı işaret etti.

“Anlamadın mı? Hani orası? Pewwww, Bangggg.”

Yuigahama’nın işaret ettiği denizanası yıldız şeklindeydi. Önce kasılıp sonra salıyordu, kasılıp salıyordu, aynı hareketi yapıp duruyordu.

Açıklaman pek faydalı olmadı gibi, hala bunun neresi havai fişek anlamadım.

“Oh, anladım. Eğer yuvarlak olanları vücudunu açarsa ona benziyorlar gibi bir şey oluyor.”

Bu cevapla, Yuigahama küçük başını salladı. Ve bir kez daha gösterdi, bu sefer tankın camına parmağıyla dokunuyordu.

“Öyle değil, buraya bak…”

Bunu söyledi ve arkada olan denizanasını işaret etti, o denizanası vücudunun içinden dokunaçlarını çıkarıyordu. Bu uzun dokunaçları bir anda kapanmadan önce tekrar açılıyordu. Aydınlatmadan gelen ışık onları parlatıyordu. Suyun içinde altından bir süs çeşme gibiydi.

Evet, bu tip havai fişek görmüştüm.

Mevsim yazdı. Kalabalık bir parkta, sayısız muazzam STARMINE göklere yükseliyordu ve Chiba Kule’sinin yarı ayna camlarına yansıyorlardı. Patlamasının son anında süs çeşmelerine benziyorlardı. Parlak bir gece gökyüzü ve bu ışığın havada bıraktığı izler. Hafızamdaki bu an.

Önümde duran Yuigahama Yukinoshita’ya yakınlaştı.

ꕥ STARMINE-> Havai fişeklerin aralıksız patlaması.

“Çok yakın…”

“Ehehe.”

Yuigahama söylenene aldırış etmediğinde, Yukinoshita hayret içinde ona doğru vücudunu kıvırdı.

Birden Yukinoshita’nın elinden tuttu ve tankı tam karşısına aldı.

Camdan yansımama baktım, kendimce onların arkalarında olduğumu kontrol ettim.

Ve sonra, Yuigahama bir an için sakince gözlerini kapadı.

“Üçümüz beraber bunu izlediğimiz için… çok hoşnut oldum.”

Kelimeleri soluğu gibi rahatlamışca çıkmıştı.

Bana tuhaf geliyordu bu kelimeler, yine de anlamıştım. Yukinoshita çenesini tuttu ve başıyla onaylama yaptı. Tam bir şey söyleyemem, şunu söyleyebilirim, o zaman hissettiklerimiz ile şimdikiler farklı değildiler. Dayandığım şey bir ilizyondu. O koridordan çıktık ve çıkış bölümü olan, içinde restoranlar, alış veriş yerleri olan yere girdik. Buradan sola dönmek bizi dışarı çıkartacaktı. Görünüşe göre yol burada bitiyordu. Eğer bir merdiven yukarı çıkılırsa girişe gidilirdi.

Geriye doğru baktım, buradan sağa dönülürse ilk gittiğimiz çekiç başlı köpek balıklarının olduğu yere giderdik. Fakat bilet bize tek turluk bir geziye izin veriyordu.

“BİTTİ!”

Yuigahama enerjik bir zıpladı ve bize döndü.

“Hey, hadi bir kez daha dönelim!”

“Asla. Aynı yerleri gezmenin bir anlamı yok.”

“E…Evet. Katılıyorum. Ben biraz da yoruldum.”

Yuigahama’nın zıttına Yukinoshita yorgundu.

İçeride çok yürümüştük, Yukinoshita’nın yorulmasına şaşmamalı. Onun gibi zayıf bir dayanıklılığa sahip biri için çok zor geçmiştir zaten.

Bakışlarımı Yuigahama’ya kaydırdım. Lütfen Yukinoshita’nın haline bir bak demek istiyordum.

Ve sonrasında Yuigahama saçının topuzu ile oynarken yolun burasına kadar da geldiğimiz için yüzündeki isteksizliği görmüştüm.

“Öyle mi?… Bence eğlenceli olurdu. Neyse vaktimiz az zaten…”

Yuigahama saatine bakarken söyledi. Sonra gözüne bir şey kestirdi.

“Ah!”

Sesini yükselterek büyük dönme dolabı işaret etti.

Japonya’nın en büyük dönme dolabı. Çok büyük.

Ceketin arka gözünden dönme dolap biletimi çıkardım ve göz gezdirdim. Çapı 111 metre ve yüksekliği 117 metre olduğunu okudum.

Geçekte ne kadar olduğunu tanımlayamazdım. Onunla bir şeyi kıyaslamak mümkün değildi. Yine de bir kelime ile açıkla deseler bu uzun olurdu. Bir de korkunç.

İstemsizce ikinci bir kelime ile onu tanımlayınca daha korktum.

Yuigahama buna binmeyi planlamıştı, pek kuyruk olmadığı için bileti aldıktan kısa süre sonra hemen binebilmiştik.

Ve şimdi, korku başladı.

En son 10 yıl önce buna binmiş olduğum aklıma geldi. Doğal olarak endişelenmeye başladım, yürürken ayaklarım titriyordu. Dönme dolap başladığı anda acayip bir macera hissini her yerimde hissediyordum. Dolabın rüzgar tarafından savrulması bana hayatımın riskte olduğunu hissettiriyordu.

“Korkunç…” İstemsizce bir fısıltı kaçtı ağzımdan.

Fakat, sadece fısıltıydı. Bir beyefendi iki kızın önünde korkmamalıydı. Ve eğer buna tek başıma binmiş olsaydım şuan titreyen başımı tutuyor olurdum.

Onlardan bahsetmişken, ikisi yan yana oturmuşlardı. Ne kadar korktuklarını merak etmiştim.

“Waaa, çok yüksek! Korkunç! Delice titriyorum!” Pencereye yaslanmış kendince eğleniyordu, yerinden kalacak gibi yapıyordu. Onun sayesinde önceki fısıltım duyulmamıştı. Diğer taraftan Yukinoshita solmuştu. Dışarıdaki manzaraya bakmıyordu, ayaklarına bakıyordu. “Bizi dinlemedin galiba? Eğer istemiyorsan binmek zorunda değiliz demiştik.”

Yukinoshita zoraki bir gülümseme çıkardı ve benden böyle sözler geleceğini biliyordu.

“Önemli değil… Herkes, bir arada…”

Bunu söylerken gözlerini kaçırdı. Ve sonra bir anlığına altımızdaki dünya onun görüş alanına girmişti. Sesini yuttu. Ve sonra yardım dilenircesine ellerini Yuigahama’ya uzattı. Onu kollarından tuttu ve güçle onu yerine oturtturdu.

“Yuigahama-san. Dönme dolapta bunu yapamazsın. Talimatları okumadın mı?”

“Yukinon, korkmuş gibi görünüyorsun! Ö…Özür, ben kendimce eğleniyordum…”

“Eğlenmen ile bir sıkıntım yok ama, şu talimatlara biraz uysan.”

Ahaha, Yuigahama gülerken onu azarlayan ve soğuk tavırları olan Yukinoshita’dan özür diledi. Fakat Yukinoshita tuttuğu kolu bırakmakta geri çekilmedi.

Kolunun hala tutulduğunu görünce Yuigahama sakince yerine oturdu ve aralarındaki mesafeyi azalttı.

Ve sonra Yuigahama sağ taraftan bir yer işaret etti.

“Bak, orada! Yukinon’un evi muhtemelen oralarda. O yönde biraz yakın olsaydık kesinlikle görürdük.”

“Yeterli ama. Görebilmek için yeterince yüksekteyiz.”

Bunu söylemesine rağmen Yukinoshita, hareket etmemekte kararlıydı. Fakat göz uçlarından dışarıya bakmaya başladı. “Haaaa” diye bir soluk verdi, tamamiyle merak ve tatminlik içeriyordu.

Onun ardından ben de dışarıdaki manzaraya baktım.

Akşamüstünde Chiba’nın üstüne kalın ve hızlı düşen kar sahnesi gözümdeydi.

Uzaktan, şehrin üzerini örten ince beyaz makyajı görülüyordu.

“Çok güzel…”

Yuigahama’nın kelimeleri başımla onayladım. Ben de öyle hissediyordum.

“Benim Chiba’mdan bu beklenirdi~”

“Ne zamandan beri senin oldu şehir?”

“Hem burası Tokyo, değil mi?” Dedi Yuigahama.

“Edogawa Tokyo’nun 23 bölgesinden biri. Her neyse işte, burası Kansai’ye yakın. Yani, buradan Chiba’nın görülebileceğine eminim.”

Benden böyle bir şey duyduklarında Yuigahama kıkırdadı, Yukinoshita hayret içinde gülümsedi.

Ve önümüze serilen manzarayı izlemeye devam ettik, hiç sıkılmadık.

Bu her zamanki muhabbet, her zamanki ortam, tam bizlik diye düşündüm. Ama yine de, ayağımda can çekişen bu kararsızlık ve belirsizlik hakimdi.

Dönme dolap inişe geçmişti.

Kendi kararsızlığını saklayıp, yavaşça dönmeye devam ediyordu, bir yol almıyordu, hep aynı yerinde dönüp duruyordu. Fakat yine de, zamanla…

“…Az sonra sona erecek.” Diye mırıldandı.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.