No.6 Cilt 1 Bölüm 1-A

Nezumi bir tüneldeydi. Karanlıkta, sessizce nefeslendi. Havada hafif, nemli bir kir kokusu vardı. Dikkatlice önündeki yolu tarttı. Tünel küçüktü. Sadece Nezumi’nin sıkışabileceği kadardı ve karanlıktı. Işık hiçbir yerde görünmüyordu ama ruhunu yatıştırdı. Karanlık ve küçük boşlukları severdi. Bu boşlukta gelip onu yakalayacak büyüklükte canlılar yoktu. Anlık rahatlama ve huzur.. Omzundaki yarada donuk bir acı vardı ama onu endişelendirecek kadar değildi. Asıl sorun kaybettiği kan miktarıydı. Kolu sadece biraz sıyrılmıştı. Şimdiye dek kan pıhtılaşmış açık yara kapanmış olmalıydı. Ama yara hâlâ… Sıcak kaygan hissi alıyordu. Hâlâ kanıyordu.

 

–Antikoagülan*. Mermiye bundan sürmüşler.

(Kanı pıhtılaştırmayan maddeler)

 

Nezumi dudağını ısırdı. Kanı durduracak bir şeyler istiyordu. Trombin (kan pıhtılaştırıcı) ya da alüminyum tuzu. Hayır sadece bu kadar da değil. En azından yarasını yıkayacak temiz su.

 

Dizleri büküldü. Baş dönmesiyle sarsıldı.

 

–İyi değil.

 

Kan kaybından bayılmak, belki de öyleydi, üzücü olurdu. Yakındır, kımıldayamayacaktı da.

 

–Belki de boş vermeliyim.

 

İçinden bir ses duydu.

Kıvrılmak o kadar da kötü olmayabilirdi, kımıldayamamak, nemli karanlıkla örtülmek. Uykuya dalacaktı, uzun bir uykuya– ve huzurlu ölüme. Acımayacaktı, o kadar değil. Belki biraz soğuk hissettirirdi.

 

Hayır, konuşması kolaydı. Kan basıncı düşecek, nefes almakta zorlanacak, uzuvları felç geçirecekti… tabii acısız olacaktı.

 

—Uyumak istiyorum.

 

Yorgundu. Soğuktu. İncinmişti. Kımıldayamıyordu. Bir süre daha acı çekmek zorundaydı da. Anlamsızca çaba göstermektense, sakin kalmak. Peşinde insanlar olmalıydı ama  kurtaracak kimse yoktu. O zaman sadece yaşama bir son vermeliydi. Buraya kıvrıl ve uyu. Sadece pes et.

 

Ayakları ilerlemeye devam etti. Elleri duvar boyunca sürtüyordu. Nezumi kendini gülümsemeye zorladı. Sesi ona pes etmesini söylüyordu ama bedeni hala inatla devam ediyordu. Ne dertti ama!

 

—Bir saat geçti. Hayır 30 dakika.

 

Otuz dakika rahatça hareket etmesi için süre sınırıydı. Bu durumda, kanaması durmuş olmalıydı ve dinlenecek bir yer bulmalıydı. Hayatta kalmak için temel gereksinimler.

 

Havada hareketlilik vardı. Ardındaki karanlık git gide aydınlanıyordu. Her adımını dikkatle attı. Karanlıktan sıyrıldı ve dar yan tünelden beyaz beton duvarla çevrili geniş bir alana çıktı. Yirminci yüzyılın sonu, birkaç tuhaf yıl öncesinden, on yaşından beri kullandığı için kanalizasyonun bu kısmını biliyordu. Yer üstünün aksine, No.6’nın yer altı yerleşkeleri çok da gelişmiş değildi. Çoğu geçmiş yüzyılda nasılsa öyle bırakılmıştı. Bu lağım tüneli onlardan sadece bir tanesiydi, terk edilmiş ve unutulmuş. Nezumi daha iyi bir çevre arayamamıştı. Gözlerini kapattı ve bilgisayardan çıktı aldığı No.6 haritasını gözünde canlandırdı.

 

K0210 rotasını terk etmek için bu iyi bir şanstı o zaman. Öyleyse, Choronos adı verilen yüksek gelirli yaşam merkezine yakın olmalıydı. Elbette, ölümle gelen son da oldukça muhtemeldi. Şayet yaşamaya karar verirse, ilerlemek tek seçeneğiydi. Nezumi’nin bu durumda ne seçeneği ne de düşünecek vakti vardı.

 

Hava yön değiştirdi. Önceki bayat rutubet değilse de hava oldukça nem taşımıştı. Üstte yağmur yağdığını hatırladı. Bu geçit kesinlikle üst dünyaya bağlıydı.

 

Nezumi soluklandı ve yağmur kokusunu içine çekti.

 

***

 

7 Eylül 2013, on ikinci doğum günümdü. O gün de hava basıncı düşüktü, Kuzey Pasifik Okyanusu’nun güney batısındaki alanda bir hafta önce kasırga meydana gelmişti, kuzeye doğru yol alıp güç topluyordu, doğrudan No. 6 şehrindeki bizlere vurana dek.

 

Bu hayatımda aldığım en güzel hediyeydi. Heyecanla doluydum. Öğleni sadece dört geçiyordu ama çoktan kararmıştı. Ağaçlar eğilmiş yaprakları avluya doğru rüzgarda savruluyordu ve küçücük dalları parçalanmıştı. Yarattıkları gürültüyü severdim. Mahallede her zamanki alışılmış havanın tam tersiydi, gürültülü ve karmakarışık.

 

Annem çiçekli küçük ağaçları tercih ederdi ve ezelden beri badem dikimine hevesi vardı ve kamelya ve akçaağaçlar her yerdeydi, evimizin bahçesi küçüktü. Ama bunun sayesinde, bugünün sesi diğerlerinden farklıydı. Her bir ağacın farklı bir uğultusu vardı. Ayrılan yapraklar ve dallar ağaca çarpıyor, dökülür tekrar çarpıyordu. Zaman zaman rüzgar camda patlıyordu.

 

Açmaya can atıyordum. Bu kadar güçlü bir rüzgar bile parçalanmaya dayanıklı camları kırmaya yeterli değildi ve atmosfer kontrollü odada nem ve sıcaklık sabit ve değişmezdi. İşte bu yüzden pencereyi açmak istiyordum. Açıp, havayı, rüzgarı, yağmuru ve alışılmışın dışındaki değişimi içeri getirmek.

 

“Shion” dedi annemin sesi telefon hattından, “Umarım pencereyi açmayı düşünmüyorsundur.”

 

“Düşünmüyorum.”

 

“İyi.. duydun mu? Aşağı Toprakların Batı Bloğunu su basmış. Ürkütücü, değil mi?”

 

Sesi o kadar da ürkmüş gibi değildi.

 

No.6’nın dışı, arazi 4 bloga bölünmüştü- Doğu, Batı, Kuzey ve Güney. Doğu ve Güney Bloklarının çoğu tarım ve otlanma alanlarıydı. Bitki yapımı gıdaların %60’ını karşılıyordu ve %50’si hayvansal gıda sağlamaktaydı. Kuzeyde, Merkezi Yönetim Kurulu tarafından koruma altına alınan yaprak döken ormanlar ve dağlar vardı.

 

Kurulun onayı olmadan kimse oraya giremezdi. Kimse de tamamen bakımsız, el değmemiş doğada gezinmek istemezdi.

 

Şehrin merkezinde şehrin altıda birinden daha fazla yer kaplayan geniş bir orman parkı vardı. Orada birileri, mevsim değişikliklerini, yüzlerce küçük hayvan çeşidi ve içinde yaşayan böceklerle iletişim kurmayı deneyimleyebilir.

 

Şehirlilerin büyük çoğunluğu vahşi yaşamla bu parkta iletişim kurarlar. Ben pek sevmem bunu. Özellikle parkın merkezinde görülen Belediye Binası’nı beğenmem. Beş katı yerin altına on katı yerin üstüne giden bir kule gibidir. No.6’da gökdelenler yoktur yani bu yüzden “görülmesi” abartı denebilir. Yine de, uğursuz bir his yayıyor. Çevredeki insanlar binaya Ay Damlası diyor ama bence daha çok deriden çıkmış çıbana benziyor. Şehrin ortasında fırlayan bir çıban. Etrafı kuşatılmışcasına şehir hastanesi ve Güvenlik Bürosu binaları yakınındaydı ve yollar gaz boruları gibi birbirine bağlıydı. Yeşil orman tarafından çevreleniyorlardı. Tüm bitkiler ve hayvanlar en ince ayrıntısına kadar izleniyor ve tüm çiçekler, meyveler ve alanın her yerindeki küçük canlılar ayrıntılı bir şekilde kayıt altına alınıyordu.

 

Vatandaşlar şehrin hizmet istemi sayesinde izlemek veya göz atmak için en iyi zamanı bulabilirlerdi. Sadık, mükemmel doğa. Ama böylesi öfkeli günler de olurdu. Her şeyden öte, bu bir kasırga.

 

Yeşil yapraklarla bir dal hâlâ cama çarpıyordu. Sert bir rüzgar onu takip etti ve bir süre için gümbürtü yankılandı. En azından, yankıyı duyabildiğimi düşündüm. Ses geçirmez camlar beni dışarıdaki tüm gürültüden uzak tutuyordu. Pencereyi önemden çekip atmak istedim. Azgın rüzgarı duymak, hissetmek istedim. Neredeyse düşünmeden camı açtım. Rüzgar, yağmur içeri üflüyordu. Rüzgarın gürültüsü dünyanın derinliklerinden geliyormuş gibiydi. Uzun zamandır duymadığım bir gürültüydü. Ben de, ellerimi kaldırdım ve bağırdım. Fırtınalı rüzgarda dağılacaktı ve kimsenin kulaklarına ulaşmayacaktı. Yine de bağırışım bir anlam taşımıyordu. Yağmur damlaları boğazıma uçuştular. Bunun çocukça olduğunun farkındaydım ama duramadım. Daha fena yağmaya başladı. Tüm giysilerimi çıkartmak ve yağmurda haykırmak ne heyecan verici olurdu. Kendimi çıplak ve sağanak fırtınada koşuştururken hayal etmeye çalıştım. Kesinlikle deli ilan edilirdim. Ama bu karşı konulamaz bir günahtı. Ağzımı tekrar kocaman açtım ve damlacıkları yuttum. Bu garip dürtüye hakim olmak istedim. İçimde pusuya yatmış şeyden korktum. Zaman zaman kendimi karmaşa içinde bunalmış bulurum, duyguların vahşi dalgalanması.

 

Kır.

 

Yok et.

 

Neyi yok et?

 

Her şeyi.

 

Her şeyi?

 

Mekanik bir uyarı sesi vardı. Odadaki atmosferik koşulların kötüleştiğini bana bildiriyordu. Sonunda pencere otomatik olarak kapanabildi. Nem ve ısı kontrolü başlayacaktı ve odada ıslak olan her şey ben de dahil derhal kurutulacaktı. Su damlayan yüzümü perdeyle sildim ve hava kontrol sistemini kapatmak için kapıya yöneldim.

 

Ya o anda uyarı sesine itaat etmiş olsaydım? Bazen, hâlâ merak ediyorum bunu. Pencereyi kapatsaydım ve odamın konforuyla yeterince kuru kalmayı seçseydim, hayatım tamamen farklı olacaktı. Bu pişmanlık falan değildi. Sadece kendime ait bir fikir. Tüm dünyamı değiştiren o tek şey, o ana dek özenle kontrol ettiğim, küçük bir rastlantıdan oluşan şey -7 Eylül 2013, fırtınalı bir günde rastlantı eseri pencereyi açtım. Bu kendime ait bir fikirdi.

 

Ve gerçi özellikle inandığım bir Tanrı yok, “İlahi El” kavramına yönelik kesin bir inanç duyduğum bazı zamanlar var.

 

Kapatmayı seçtim. Uyarı sesi kapandı. Ani bir sessizlik odayı kapladı.

 

Heh.

 

Arkamdan zayıf bir gülümseme duydum. İçgüdüsel olarak arkamı döndüm ve küçük bir çığlık attım. Orada, tepeden tırnağa ıslak duran bir genç vardı. Erkek olduğunu anlamam biraz zaman almıştı. Küçük yüzünü neredeyse kaplayarak omuzlarına kadar uzanan saçları vardı. Boynu ve kolsuz tişörtünden çıkan kolları zayıftı. Erkek mi kız mı söyleyememiştim, göründüğünden daha genç ya da büyük olduğunu da.. Gözlerim ve kalbim onun kırmızıya boyanmış olan sol koluna,  başka bir şey düşünemeyeceğim kadar çok odaklanmıştı.

 

Bu kanın rengiydi. Bu kadar fazla kanayan birini daha önce hiç görmemiştim. İçgüdüsel olarak, elimi ona uzattım. Davetsiz misafirimin gölgesi parmak uçlarımdan kaçındı. Aynı anda bir darbe hissettim, güçlü bir savrulmayla beraber duvara çarpmıştım. Boynumda soğuk bir his vardı. Parmaklar, beşi de, boğazımı çevreliyordu.

 

 

Çeviri: Gölge

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.