Lunerra’nın Ekstrası Cilt 1 Bölüm 1

[ A+ ] /[ A- ]

Bulutların arkasında saklanarak ışıktan gizlenen yüzeyde, devasa ve sayısız kraterlerin ortasında duran 20’li yaşlarının ortasında bir adam, üzerine giydiği hafif ama kaliteli görünen ihtişamlı bir zırh ve elinde tuttuğu siyah-kırmızı karışımı şık bir kılıçla dikiliyordu.

 

Ortamda kasvetli bir hava vardı ve adam kan ter içinde hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, öyle ki tüm enerjisi tükenmişçesine yorgun bir ifadesi vardı.

 

Adam önce derin bir nefes aldı, sonra hafifçe doğruldu ve ifadesiz yüzü önüne, uzaklara doğru döndü.

 

Baktığı yerde tıpkı onun gibi kan ter içinde duran başka biri daha vardı. Tabii bu iki adamın durumları birbirine benzer olmasına karşın, biri ayakta dikilirken diğeri yerde uzanıyordu.

 

Bunun yanı sıra yerde uzanan adam, alnından yükselerek bir taç şeklini alan boynuzları ve grimsi derisi ile bir insandan çok bir şeytanı andırıyordu.

 

Fakat bu korkutucu ve güçlü görünümüne rağmen, bedeninden yayılan kırmızı kan yavaşça toprağı suladı ve daha birkaç saniye önce ışıltıyla parıldayan gözleri, yavaşça solmaya başladı.

 

Rakibinin aksine hala ayakta dikilen adam istemsizce gülümsedi ve gökyüzüne baktı. Ardından tam alnının ortasına düşen damlayı hissetti.

 

İlk damladan saniyeler sonra bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı ama adam ıslanmayı umursamayarak gülümsedi.

 

Yağmur damlaları zırhın içine sızarak bir rahatsızlık hissi oluştursa da arkasını döndü ve savaş alanından çok daha uzağa, üzerinden dumanlar tüten devasa şehre baktı. Ardındansa kılıcını havaya kaldırdı ve gücünün yettiğince bağırdı.

 

“Başardım!”

 

Bağırdığı an, görüntü yavaşça karardı ve ekranda bir anda bir yazı belirdi. Adam yavaşça gözden kaybolurken ekranda beliren ‘tebrikler!’ mesajından sonrasındaysa yavaşça jenerik akmaya başladı.

 

“Kaçıncı oldu acaba?”

 

Önümde akan jeneriğe gülümseyerek baktım ve omuzlarımdan kalkan bir yükün rahatlığı ile sandalyemden kalktım. Güzelce gerindim ve bilgisayarın hemen yanındaki saate baktım.

 

‘Yedi saat huh…’

 

Bilgisayarın ekranında akan jeneriği olduğu gibi bırakıp mutfağa yönelerek buz dolabından taze çıkardığım suyu beklemeden tepeme diktim.

 

Açıkçası rahatlamıştım ve huzurluydum, çünkü uzun zamandır oynadığım bir oyunun hiç bilmediğim bir sonuna denk gelmiştim ama maalesef ki yedi saat boyunca aralıksız aynı pozisyonda kalmış vücudum için aynısı söylenemezdi.

 

Tepeme bir bardak daha su diktikten sonra tekrar odama geçerek sandalyeme oturdum. Jenerik hala akmaya devam ediyor, yapımcı ve animatörlerin isimleri yukarı doğru çıkıyordu.

 

Bu isimleri uzun zaman önce ezberlemiştim, bu sahneyi o kadar çok görmüştüm ki saniyesi saniyesine ne zaman biteceğini biliyordum: tam olarak 1 dakika 47 saniye…

 

Sandalyeye oturduktan kısa bir süre sonra içimden üçten geriye doğru saydım ve tam sıfıra ulaştığım an, jenerik sona erdi. Oyunun ana ekranı göründü ve kontrol yeniden bana verildi. Böylece hafifçe öne eğilip ana menüden istatistikler kısmına girdim ve profilime baktım.

 

——————————–

-Aerual Complex-

-6132 Saat Toplam Oyun Süresi

-5118 Saat Solo Oyun Süresi

-1014 Saat Online Oyun Süresi

-Toplam 132 Hikâye Bitimi

-Tamamlanan Başarımlar %100

-Tercih Edilen Genel Son: Karma Son

——————————–

 

Sonunda başarımları %100’e ulaştırmıştım. Aralıkları saymazsak tamamını bu oyunu oynayarak geçirdiğim 256 günün sonunda, oyunu gerçek anlamda bitirmiştim. “Lunerra’nın Toprakları” isimli bu oyun, benden neredeyse ömrümü almıştı ama başarmıştım…

 

Oyun ilk çıktığında daha 17 yaşında, normal bir lise son öğrencisiydim. Çok fazla arkadaşım yoktu ve sıradan bir hayatım vardı. Kendi halimde takılıp giden yetim bir çocuktan fazlası değildim işte; tüm günü üniversite sınavı için çalışmakla geçen basit bir insan…

 

Sonunda üniversite sınavına girerek oldukça iyi bir üniversiteye bursla kabul edildiğimde, internetten video izlerken karşıma çıkan bir reklam yüzünden bu oyunla tanışmıştım.

 

Sınav stresiyle geçen günlerimden sonra grafikleri gerçekçilik üzerine değil de ‘fantastik animasyon’ üzerine kurulmuş bir oyunun reklamını gördüğümde oldukça şaşırmıştım. Reklamı ilk gördüğüm an ki merak ve heyecanımı hala hatırlıyorum…

 

Grafikleri animasyon tarzında olmasına rağmen bu kadar iyi bir oyun görmek beni heyecanlandırmıştı, çünkü 18 yaşında ve üniversiteyi yeni kazanmış bir genç olarak eğlenceye açtım.

 

Böylece yaz tatilinde kendime iyi bir bilgisayar aldıktan sonra üzerine çok düşünmeden oyunu satın alıp indirdim.

 

Oyun tam anlamıyla reklamlardaki gibiydi, yani herhangi bir kazıklama söz konusu değildi. Tabii hala daha hikâyeyi veya oyunun kalitesini bilmediğimden böyle bir kanıya varmak için henüz erkendi ama ismi ve grafikleri ile beni cezbetmeyi başarmış bu oyunun ana menüsüne girdiğimde beni karşılayan ‘Hikâye Modu’ seçeneği, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirmesini sağlamıştı.

 

Online oyunların sektörü neredeyse tamamen ele geçirdiği bu dönemde ‘grind’ mekaniği ve sürekli aynı görevleri, birbirine benzer etkinlikleri tamamlama döngüsüne hiçbir zaman ısınamamıştım.

 

Zaten bu yüzden onların yerine bana yepyeni öyküler anlatan ve bu hikâyeyi ‘yaşayarak’ oynadığım süre boyunca bana zevk veren oyunları oynamak bana her zaman daha eğlenceli gelmişti. İşte zamanımızda zor bulunan bu tür nadir oyunculardandım ben…

 

Lunerra’nın Toprakları’nın bir hikâye modu olduğunu zaten biliyordum ama yine de ilk defa pasta yiyen bir çocuğun heyecanından farksız olarak ‘oyna’ tuşuna tıkladım. Böylece yalnızca 3 yıl içerisinde hayatımdan 256 gün alacak bu oyuna başlamış oldum.

 

Oyun farklı bir gezegende geçiyordu. Farklı krallıklar, farklı topraklar ve bambaşka bir dünya… Fakat teknolojik gelişmişliği dünyamızla aynı olan bu gezegende, bir gün birdenbire tüm canlılar bayılarak uykuya dalıyordu.

 

Tüm insanların uykuya dalmasıyla birlikte kazalar tüm dünyayı sardı, uyandıklarında insanlığı büyük acılar karşıladı ama bu henüz hiçbir şeydi. Çünkü uyandıklarında, dünyanın üzerinde hiç görmedikleri canlılarla karşılaştılar.

 

Birdenbire ortaya çıkan yaratıklar insanlığın başına büyük dert oldu. Sayısız insan onlar yüzünden can verdi ama sonrasında insanlar, günümüz oyunlarına benzeyen bir sistem elde ederek yetenekler kazandılar. Bu sistemi kullanarak yaratıklarla savaştılar ve güçlendiler falan işte… Hikâye kısaca gezegenin ‘uyanışından’ 80 yıl sonra başlıyordu.

 

Karakterimiz, ailesi yaratıklar tarafından öldürülen yetim bir çocuktu. Ne kadar klişe değil mi? Hemen her fantastik temelli eğlence kaynaklarında bulabileceğiniz bir ana karakter tiplemesi ve büyük bir ihtimal görmekten sıkıldığınız temel bir senaryo… Fakat yine de bu beni oyunu oynamaktan yıldırmadı. Çünkü ana karakteri kontrol ederek yapabildiğimiz seçimler, onunla yürümeyi seçtiğimiz yol ve hikâyenin sonunda elde edebildiğimiz sayısız son beni cezbetmişti.

 

Sonuç olarak oyunu neredeyse tüm sınıflar ile en az bir kere bitirdim, tüm yan karakterlerin görevlerini tamamlayarak oyunun ne kadar detaylı hazırlandığının tekrar tekrar farkına vardım ve her seferinde ilk defa denk geldiğim bir şeyle karşılaştığımda daha da fazla heyecanlandım. Sonunda ulaştığım her bir yeni son ile oyuna tam anlamıyla âşık olmuştum.

 

Oyunda görülebilen neredeyse tüm NPC’ler ile iletişim kurarak onlarla arkadaş olabilmek, onlarla gruplar kurarak maceralara atılmak; gerçek hayatta çok fazla arkadaşı olmayan bana büyük bir tatmin yaşattı fakat oyunu ne kadar bitirirsem bitireyim, istatistiklerimde başarımlar hep %99 olarak görünüyordu. Bu yüzden de hırs yaparak neredeyse 121 saat uğraştıktan sonra şimdi, bu oyunu tam anlamıyla bitirebilmiştim.

 

Mutluydum, kendimi tam anlamıyla harika hissediyordum ama bir yandan da içimde bir boşluk oluşmuştu.

 

Beni bu oyunu her seferinde yeniden ve yeniden oynamaya iten şey, her bir turumda bana yeni şeyler göstermeyi başarmasıydı ama şimdi mutlak sona ulaşmıştım… Şimdi bu kadar boş zamanım varken ne yapmalıydım? Ne yapabilirdim ki?

 

Oyunu gerçekten çok seviyordum, hatta hayatımdan bundan daha iyi bir şey oynayabileceğimden şüpheliydim. Bu yüzden kendimi olabildiğince zorladım ama yine de içimdeki bu boşluktan kurtulamadım.

 

Ahh… Lanet olsun, önünde sonunda böyle olacağı belliydi. Sonuçta hiçbir oyun sonsuza kadar yeni şeyler üretemez, sonunda bu oyunu bitirerek yapacak bir şeyimin kalmayacağı oldukça açıktı.

 

Kalbimdeki boşlukla birlikte oyunun ana menüsüne baktım ve iç çekerek oyunu kapattım. Ardındansa sandalyeme yaslanarak sessizce tavanı izlemeye başladım. Kendimi gülmeye zorladım, mutlu olmaya çalıştım ama yarım yamalak gülümsemem, kasvetli bir şekilde bozuldu.

 

Kimi kandırıyordum ki? İyi bir üniversite kazanmıştım ama başka neyim vardı? Tüm ömrüm boyunca ne ‘gerçek’ bir arkadaşım ne de sevgilim olmuştu. Annem ve babam beni bir yetimhaneye postalayarak kaçmıştı.

 

Daha 21 yaşında olmama, toplum tarafından hala genç görülmeme rağmen zorlu bir yoldan geçmiştim. Geçmişe baktığımda, insanlara gösterdiğim gülümsemelerimin çoğu sahteydi. Kimse tarafından gerçekten sevilmemiştim ve zaten bu oyunu oynama sebebim de en başından buydu.

 

İçimdeki bu sevgisizliği iki boyutlu karakterlerin enteresan hikâyeleriyle gidermek, bulabildiğim en iyi çözüm yolu olmuştu ama şimdi bu da bitmişti.

 

Bir süre daha tavana bakakaldım. Ardından hafifçe esnedim ve oldukça yorgun olduğumu fark ettim. Sahi… Bugün pazardı… Yarın yine derslere girmem gerekiyordu.

 

Okula gitmek istemiyordum… Anlattıkları şeyleri zaten çok dan biliyordum ama yine de sorumluluklarım vardı. Bu yüzden gözlerimi kapatıp uyuyacaktım ama sonra aklıma bilgisayarı kapatmayı unuttuğum geldi. Oflayarak acıyan eklemlerimi zorladım ve sandalyeye oturmadan bilgisayarı kapatmaya çalıştım ama sonra bir bildirim dikkatimi çekti ve kaşlarım havaya kalktı.

 

Bildirimin bana gelen bir e-postayı belirttiğini, sonrasında ise e-postanın konusunu ve gönderen kişiyi gördüğümde olduğum yerde donakaldım. Tüm eklem ağrılarımı ve yorgunluğumu unutup hızlıca sandalyeye oturdum ve bildirime tıkladım.

 

——————————–

-Gönderen: lunerra****.info@*****.com

-Alıcı: aerualcomplex2****@*****.com

-Konu: Tebrikler!

Bizi ilk günden beri takip ettiğiniz, oyunumuzu oynamaya devam ettiğiniz için teşekkür ederiz! Sistemimizden görebiliyoruz ki oyunumuzu en sık ve istikrarlı oynayan kişi sizsiniz!

 

Her ne kadar bu sıklık, sağlığınız açısından gözümüzü korkutsa da oyunun %100 başarımına ilk ulaşan kişi olarak sizi tebrik etmek istiyoruz! Bu yüzden, oyunun yapımcı şirketi olarak size bir teklif sunmak istedik. Elimizden geldiği ve abartılı olmadığı sürece, bir dileğinizi yerine getirmek isteriz! Lütfen bu e-postayı ciddiye alarak yanıtlayınız, çünkü eğer yapabileceğimiz bir şey ise size kesinlikle yardım etmek istiyoruz!

——————————–

 

Bir süre boyunca e-postaya bakakaldım. Göndericiyi tekrar ve tekrar kontrol ettim ama ne kadar bakarsam bakayım, bu kesinlikle oyunun yapımcı şirketinden gelen bir e-postaydı.

 

Sandalyeye yaslanarak gözlerimi kapattım ve derin bir nefes alıp düşündüm. Dileğim… Bana dileğimi yerine getireceklerini söylemişlerdi ama ben hayattan ne istiyordum ki? Sıradan ve monoton olsa da prestijli bir üniversitede iyi maaşı olan bir bölüm okuyordum. Yani para sıkıntım yoktu, zaten paragöz biri de değildim.

 

E-postayı birkaç kez daha okudum ve ardından ‘yanıtla’ seçeneğine tıkladım. Uzunca bir süre ne yazacağımı düşündüm ama hiçbir şey bulamadığımı fark edince istemsizce gülümsedim.

 

Neden düşünüyordum ki? Eğer düşünürsem, gerçekten de dileğimi onlara iletebilecek miydim? Hayır… Bu yüzden düşünmeyi bıraktım ve bu şekilde aklıma gelen ilk düşünceleri yazdım.

 

Mantıksız veya duygusal olup olmasını önemsemedim, sadece o an kalbimden geçen şeyleri yazdım ve ardından yanıtımı gönderdim.

 

——————————–

Ben, sıradan biri olmak istemiyorum.

——————————–

 

Yazdığım şeye kendim bile şaşırmıştım ve bu yüzden pişman olmam çok da uzun sürmedi. Devasa bir oyun şirketine ne biçim bir yanıt göndermiştim öyle? Nasıl bunları yazdıktan sonra ‘gönder’ tuşuna basabilmiştim?

 

Utancımdan yüzümün kızarmaya başladığını hissedebiliyordum ama sonrasında ekranın hemen sağ altında çıkan bir bildirim gördüm.

 

E-postamı oldukça hızlı yanıtlamışlardı. Dur bir dakika… E-postamı yanıtlamışlardı! Gönderdiğim şeyi okumuşlardı, utancımdan yerin dibine girecek gibi hissediyordum…

 

——————————–

Zor bir hayat yaşamış gibisiniz… Yine de size iyi gelecek bir çözüm yolu biliyoruz! Fakat bunun için sizden onay almamız gerekiyor, gerçekten bu hayatın sıradanlığından sıkıldınız mı?

——————————–

 

Alay etmek veya çeşitli şekillerde dalga geçmek yerine ciddi bir şekilde bana cevap verdiklerinde öylece ekrana bakakaldım.

 

Uzun bir süre beni meşgul eden, anlamsız ve sıradan hayatımda birkaç kere gülmemi sağlayan oyunun yapımcıları saçma sapan dileğime ciddi bir cevap vermişlerdi.

 

Belki de bana bir şaka yapıyorlardı, belki ben yanıt attıktan sonra alay ederek güleceklerdi ama yine de denemek istedim. Bu bana yapılan yüzyılın şakası olsa bile, hayatımda ilk defa birilerine güvenmek istedim ve bu yüzden yeniden parmaklarımı klavyeye götürdüm. Yeniden, düşünmeyi bıraktım ve aklıma gelen ilk düşünceleri yazmaya başladım.

 

——————————–

Ben yetimim… Kendimi acındırmaya çalışmıyorum ama yalnız biriyim. Hayatım boyunca ne bir arkadaşım ne beni seven bir ailem ne de sevgilim oldu. Sıradan ve monoton hayatımda gerçekten eğlendiğim tek an, Lunerra’nın Toprakları’nı oynadığım anlardı.

 

İyi bir üniversitede iyi bir bölüm okuyorum, bu yüzden bir ayağım çukurda değil ama bu sıradan hayatta beni oyununuzdan daha mutlu edecek bir şey olmadığına eminim. İlginiz için teşekkür ederim, bu bir şakaysa bile içimi dökmeme yardımcı oldunuz. En azından rahatlamış hissediyorum.

——————————–

 

Böylece tek bir saniye bile düşünmeden e-postayı gönderdim.

 

Açıkçası gerçekten rahatlamıştım. Düşünmeden sadece duygularımla kendimi anlatmak garip bir şekilde güzel hissettirmişti ki şirket yine hızlı davranarak e-postama yanıt attı. Bu adamlar e-postaları nasıl bu kadar hızlı okuyup değerlendirip yanıt atıyorlardı ki?

 

——————————–

Gerçek duygularınızı açıkladığınız için teşekkür ederiz! Size sunmak istediğimiz yardım için lütfen BURAYA tıklayın!

——————————–

 

Açıkçası tebrik kartı gibi bir şey bekliyordum… Büyük bir ihtimal bir insanla bile konuşmamıştım, onlar tarafından hazırlanan bir yapay zekaya içimi açmış olma ihtimalim oldukça yüksekti çünkü hiçbir şirket böyle bir e-postayı bu kadar hızlı cevaplayamazdı. Yine de… İçimdeki minik umut ışığına tutunarak gönderdikleri bağlantıya tıkladım.

 

Bağlantıya tıkladıktan sonra nefesimi tutarak bir süre bekledim ama sessizlikle geçen bir dakikanın ardından hiçbir şey olmadığında nefesimi tutmayı bıraktım.

 

Bilgisayarım genel piyasanın en tepesinde duranlardan biriydi. Bu yüzden yavaş olması söz konusu bile olamazdı. Kısaca kazıklanmıştım…

 

Acı bir şekilde gülümseyerek ‘buraya’ yazısına baktım ve ona tekrar tıkladım ama yine hiçbir şey olmadı. Hışımla ayağa kalkarak sandalyeyi duvara fırlattım. Duvarda büyük ve siyah bir leke kalmıştı, sandalye iki parçaya ayrılmıştı ama bunu umursamadım.

 

Ne bekliyordum ki zaten? Biri tarafından oyuna getirilmiştim ve açıkçası kalbim kırılmıştı.

 

Öfkeli bir şekilde bilgisayarı kapatmayı umursamadan kendimi yatağıma bıraktım. Bir an ağlayacak gibi oldum, yaşadığım hayatı düşündüm ve öfkeden kahkahalar attım.

 

Uyumadan hemen önce sinirle son bir kez bilgisayarın parlak ekranına baktım, yüzümde yeniden acı bir gülümseme belirdi ama sonrasında bir anda görüşüm bulanmaya başladı.

 

“Ha?”

 

Ne olduğunu bile anlayamamıştım ki midem bulandı ve bir kusma ihtiyacı hissettim. Ayağa kalkarak lavaboya koşmak istedim ama bedenim yataktan ayrıldığı an güçsüz bir şekilde yere yığıldım.

 

Damalarımda akan kan, sanki basınçlı su gibi vücudumdan dışarı çıkmak istiyormuşçasına merkezi kalbim olmak üzere muazzam bir şekilde canımı yakmaya başladı ama buna karşı yapabildiğim tek şey göğsümü sıkmak oldu.

 

Kalp krizi dedikleri şeyi mi yaşıyordum? Daha 21 yaşındaydım ve kalp krizi mi geçiriyordum… Başıma daha ne kadar saçma şey gelebilirdi ki?

 

‘Böyle öleceğim demek… Sıradan ve monoton bir hayatın saçma ve yalnız sonu…’

 

Görüşüm tam anlamıyla kararmadan önce, son bir kez bilgisayar ekranına bakma fırsatım oldu.

 

Dönmeye başlayan dünya yüzünden ekranı tam anlamıyla seçemesem bile, sağ ekrandan çıkan bir bildirim dikkatimi çekti ve ‘:D’ şeklinde bir ön gösterim görmemle birlikte bir anda zaman durmuş gibi hissettim. Gözlerim genişledi ama bundan daha fazla bir tepki veremeden tüm dünyam hızla karanlığa boğuldu.

 

Öldüm mü? Bilmiyorum. Sadece karanlığın içindeyim. Vücudumu hissedemiyorum ama en azından artık canım yanmıyor. Duruma bakarsak ölmüş olmam gerekiyor değil mi?

 

İnsanlar ölünce cennet veya cehenneme gidiyor olmaları gerekmiyor muydu? Bu karanlık boşluk ikisine de benzemiyor… Neredeyim?

 

Bir süre etrafımı inceledim ama ne bir ışık kaynağı ne de kendimden başka bir varlık görebildim.

 

Aslında kendi vücudumu bile göremiyordum, bu yüzden de oturarak öylece beklemeye başladım. Gerçi, gerçekten oturup oturmadığımı bile bilmiyordum.

 

Oturmak bir yana, yaşadığımdan bile emin olmadığım bu karanlık boşlukta yapabildiğim tek şey beklemek ve uzunca bir süre düşünmeye devam etmekti…

 

*******

 

İnsanların karanlıktan korkma sebebinin ne olduğunu bilir misiniz? Okuduğum bir makaleye göre, bunun sebebi bilinmezliktir. Işık olduğu sürece çevrenizde ne olduğunu görebilirsiniz ama karanlığın içinde kaldığınızda, orada ne olduğu hakkında en ufak bir fikriniz olmaz. Bu yüzden de aklınıza gelen ilk şey, orada tehlikenin olduğu olur. İnsanların karanlıktan korkmasının nedeni budur, çünkü karanlıktan neyin çıkacağını bilemezsiniz.

 

Anlattığım bu şeyle birlikte şimdi, zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir süre boyunca tamamen zifiri bir alanda kaldığınızı hayal edin.

 

Hiçbir şey göremiyorsunuz, duyamıyorsunuz, kaslarınızı hissedemiyorsunuz ve vücudunuzu hareket ettiremiyorsunuz. Herhangi bir koku veya varlık yok, soğuk veya sıcak hissi yok, sadece etrafınızı saran saf ve sonsuz bir karanlık.

 

İşte böyle bir ortamda, dediğim gibi zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir süre kaldım. Karanlıktan korkan biri değildim ama yine de bilinmezliğin getirdiği umutsuzlukla yavaşça delirmeye başladığımı hissedebiliyordum.

 

Eğer parmaklarımı hissedebilseydim, büyük bir ihtimal korkudan onları kemirmeye başlamıştım. Tahmini ‘ölümümden’ hemen önce bilgisayar ekranında gördüğüm o gülücük ve şu an bulunduğum yer, sağlıklı düşünmemi engelleyip ödümü patlatıyordu ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu yüzden zaman geçtikçe daha da korkmaya başlıyor, gittikçe daha da umutsuzluğa düşüyor ve bunu hak etmek için ne yaptığımı düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.

 

Eğer başıma gelen şeyin sorumlusu Lunerra’nın yapımcılarıysa ki ölmeden önce gördüğüm o gülücükten sonra başka bir şey düşünmem imkânsızdı, gerçekten böyle bir şeyin hayatımdaki sıradanlığı gidererek beni mutlu edeceğini mi düşünmüşlerdi? Manyak mıydı bu insanlar? Gerçi… En başında böyle bir şeyi yapmayı nasıl başarmışlardı ki?

 

Anlamsız düşüncelerim, irademin kalan son zerrelerini tırmalıyorken zihnimin giderek solduğunu hissedebiliyordum. Eğer burada birkaç saat daha geçirirsem artık dünyada ‘ben’ diye biri var olmayacaktı. Delireceğimden adım gibi emindim fakat bunu düşündüğüm an, karanlık bir anda göz alıcı bir şekilde aydınlandı.

 

Ani ışıkla kamaşan gözlerimi korumak için ellerimle gözlerimi kapattım ama sonrasında bir şey fark ettim. Benim… Ellerim vardı?

 

Yavaşça ellerimi gözlerimden uzaklaştırdım ve ardından beyaz bir duvarla karşılaştım. Bu duvara odaklandığımda ise, baktığım şeyin duvardan çok bir tavan olduğunu fark ettim ve uzun bir aradan sonra gerçek bir ‘şey’ görmenin heyecanıyla yattığım yerden doğrularak nerede olduğuma bakındım.

 

Oldukça sade ve küçük olmasına karşın aslında oldukça düzenli olan garip bir odadaydım. Tek renkli ve pürüzsüz duvarlar, tek ve ortalama boyutlu bir çalışma masası, aynalı ve çift kapaklı bir dolap ile şu an üzerinde yattığım yatak… Bana nedensizce ‘tanıdık’ hissettirmişti. Sahi… Burası neden bu kadar tanıdık geliyor?

 

Meraklı bir şekilde etrafımı incelemeye devam edip düşündüm ama sonra aklıma gelen anlık bir düşünceyle şoka girmem uzun sürmedi.

 

Odanın tasarımıyla birlikte düşüncelerimi onayladığımda, gözlerime inanamadan kendimi tokatladım ama yine de herhangi bir şekilde rüyamdan uyanmadım. Böylece korku, şaşkınlık, şok, merak ve en önemlisi heyecan duygularını aynı anda yaşayarak delirmeye başladığımı hissettim.

 

Bilgisayar ekranında gördüğüm fantastik animasyon tarzı grafikler, şimdi gerçekçi grafiklere dönüştüğünden anlamam uzun sürmüştü ama emindim. Tasarımı ve tüm detaylarıyla bana ağır bir yakınlık hissettiren bu oda, açıkça Lunerra’nın Toprakları adlı oyunun hikâye modunun ikinci kısmının başladığı odaydı.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.