İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 06 Bölüm 13

[ A+ ] /[ A- ]

Genç Hanımefendinin Kararlılığı

 

Toplantı sona erdiğinde güneş çoktan batmıştı.

Odama geri döndüm. Oldukça sade döşenmişti, eşyalarım etrafa saçılmıştı. Toplamam gerektiğini düşündüm ancak hiç motivasyonum kalmamıştı. Yatağıma oturdum, vücudum sert döşeğin üzerine yayıldı. Düşündüğümden daha yorgunmuşum.

“-Phew…”

Bugün yorucu bir iş yaptığımdan değil ama. Yine de yorgunluk çöktü üstüme. Belki de bu insanların mental yorgunluk dediği şeydir. Hayır sanmıyorum. Az önce büyük bir şoka uğradım, o yüzdendir.

Sauros, Philip ve Hilda—hiçbiri ile içten muhabbet etmişliğim olmamıştı. Yine de gözlerimi kapayınca Sauros ile yaptığım uzun gezileri, bölgenin mahsullerini kontrol ederken Eris’in gidişatını sormasını hatırlıyorum. Birlikte Boreas ailesini ele geçirmeyi teklif ettiği sırada Philip’in yüzündeki pis sırıtışı hatırlıyorum. Hilda’nın bana Eris ile evlenip ailenin bir parçası olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum.

Hepsi gitti. Evleri bile kalmadı geride. Yankılı bağırışların olduğu o koca malikane, yok artık. Eris’in ve benim dans ettiğimiz salon, amcamın mercimeği fırına verdiği kule, bölgeye dair belgelerin bulunduğu kütüphane…hepsi gitmişti.

Sadece malikane de değil. Buena Köyü de gitmişti; gidip görmedim gerçi. Zenith’in çok önem verdiği bahçemizdeki ağaç, Roxy bana Aziz-Seviye büyü öğretirken yıldırım tarafından kömüre dönüştürülen o ağaç ve Sylphy ile altında oyunlar oynadığımız o koca ağaç…hepsi gitti.

Bir dakika, neden Buena Köyünü düşünürken aklıma bir tek ağaç geliyor ki? Eh neyse, hepsi gitti zaten. Paul bana anlattığında kafada kabullenmiştim, ancak gözlerimle görünce tahmin ettiğimden daha da sarsıldım.

“-Offf…”

Ofladıktan sonra kapının gürültülü bir şekilde çalındığını duydum.

“-Gir.” girmesi için seslendim.

Giren Eris’di. “-İyi akşamlar, Rudeus.”

“-Eris, iyi misin şimdi?”

“-İyiyim.” deyip önümde durdu, her zamanki pozunu yapıyordu. Hiç de depresif gözükmüyordu. Her zamanki gibi muhteşemdi.

Ailesini kaybetti ancak benden daha güçlü duruyor. Gerçi o kapıyı çalan birisi değil normalde ayağını vurarak içeri dalar, belki harbiden depresiftir?

“-Eh, az çok böyle sonuçlanacağını tahmin etmiştim.”

“-Ah, gerçekten mi?”

Eris sanki hiç üzülmemiş gibi konuşuyordu. Önceden de dediği gibi kendini yaşanacaklara hazırlamış gibiydi. Özellikle de ailesinin ölümüne. Aynısını yapamazdım ben. Şu an bile Zenith’in nerede olduğunu bilmiyorum, hayatta olduğuna kendimi inandırmam gerekiyor. Ölmüş olması daha olası ve bunu kafamda da az çok kabullensem de, tam olarak kabullenmiş değilim.

“-Eris, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?”

“-Ne demek istiyorsun?”

“-Bay Alphonse’den vaziyeti öğrendin değil mi?”

“-Duydum, duydum. Kimin umurun da ki onlar?”

“-Kimin umurunda…?” diye tekrarladım.

Eris gözlerimin içine bakıyordu. Bir anda farkına vardım–biraz geçte olsa– kıyafetinin farklı olduğuna. Millishion da aldığından beri bir kere bile giymediği siyah tuniğini giymişti. Kızıl saçı ile o kadar uyumluydu ki neredeyse elbise gibi duruyordu. Göğüs uçlarının şeklini ince materyalin üzerinde görebiliyorum.

Hah? Sütyen giymedi mi?

 Daha yakından bakınca saçının da biraz nemli olduğunu fark ettim. Sabun kokusu da alabiliyorum, banyo ettikten sonra alabileceğim bir şeyin kokusu. Sadece o da değil. Normalde Eris’in kendine has bir kokusu yoktur, ancak şu anda hafif bir şeyin kokusunu alıyorum. Parfüm?

Yalnız—doğru. Geride ailesi kalmadı. Kan bağı olan erkek kardeşleri var ama onlar ailesi değil.

“-Ayrıca on beşime bastım.”

On beş dediğini duyar duymaz panikledim. Ne ara? Ne ara doğum gününü kaçırdım? Benimki bir ya da iki ay sonra, bu demek oluyor ki onunki geçen aydı. Farkına bile varmamışım.

“-Hatırlayamadığım için özür dilerim.”

Doğum günü hangi gündü? İmada bulunduğunu hatırlamıyorum bile. Eris on beşine basınca ağzından düşürmez sanmıştım. Sahiden hiç ima etmedi mi? Doğum gününün yaklaştığını ima ettiği bir gün olmadı mı hiç?

“-Farkına varmamış olabilirsin ama, Ruijerd’in beni yetişkin ilan ettiği gündü.”

“-Ahh.” Demek o zamandı. Şimdi taşlar yerine oturuyor.

Bu kötü. Sahiden anlayamamışım.

“-Eeeee, sana bir şey hazırlamalıyım? İstediğin bir şey var mı?”

“-Evet, istediğim bir şey var.” dedi.

“-Nedir?”

“-Bir Aile.”

Ağzından çıkanı duyunca diyecek söz bulamadım. Ona verebileceğim bir şey değil sonuçta. İnsanları hayata geri döndüremem sonuçta.

“-Rudeus, ailem ol benim.”

“-Huh?” Ona bakınca, oda her ne kadar karanlık da olsa, yüzünün kızardığını görebiliyorum.

Bu…yoksa…şey mi….bir teklif mi? “-Abi kardeş gibi mi?”

“-Ne dersen de, umurumda değil.” kulaklarına kadar kızarmıştı, yine de gözlerini kaçırmadı.

“-Yani…kısaca….hadi birlikte uyuyalım.”

Ne hakkında konuştuğuna dair en ufak fikrim yok, yemin ederim!

Sadece sakin ol ve ne dediğini anlamaya çalış.

Birlikte uyuma teklifinden ve yaşanan her şeyden dolayı şoka uğramasından yola çıkarak az çok tahminde bulunabilirim. Muhtemelen kalbinin kırılmasını benimle birlikte olarak iyileştirmek istiyor.

Bir aile.

Bu durumda, evcilik oluyor. Sanırım?

Ama….

“-Bugün biraz yalnız hissediyorum, o yüzden sana sapık şeyler yapabilirim.”

Dürüst olmak gerekirse, gram özgüvenim yok. Yani, onu yatağa atabileceğimden gram emin değilim, vücudunun sıcaklığını hissedebileceğimden de gram emin değilim ve her şeye rağmen kendimi tutabileceğimden emin değilim. Eris’in bile o kadarını anlamış olması gerekiyor. Yine de…

“-B-Bugünlük yapabilirsin.”

“-Sana dediğim gibi, ‘birazcık’ olmayacak eğer yaparsam.” diye uyardım.

“-Anlıyorum ne dediğini. Ve bana istediğini yapabilirsin diyorum.”

Cevabını duyunca Eris’in yüzüne gözlerimi kaçırmadan baktım.

Ne diyon ya sen? Diye düşünürken buldum kendimi.

Hadi ama, al işte, öyle dedin diye şimdi aşağıdaki eleman hazır ol da bekliyor.

“-Ne-Ne diye bir anda bunu söyledin şimdi?” diye sordum.

“-On beşe basınca sana yapıcağımıza dair söz vermiştim, değil mi?”

“-O, ben on beşime basıncaydı.”

“-Kim basarsa bassın, umurumda değil.” dedi.

“-Benim umurumda.”

Bu tuhaf. Bir şey tuhaf. Hadi ama, düşün, tuhaf olan şey ne? Aha, anladım!

Eris yalnız hissediyor. O yüzden kendine zarar vermeye eğilimli olabilir. Önceki hayatımda buna benzer birçok sahne gördüm, erotik oyunlarda.

İnsanlar birisini kaybedince avunmak için birlikte olurlar. Avunma derken, fiziksel olarak birlikte olurlar anlamında. Tamam, tamam, anladım.

Yine de. O bu haldeyken ona ellerimi sürersem bu beni ne yapar? Zayıf olduğu anda ondan faydalanıyormuşum gibi olur, değil mi?

Yapmak istiyorum, tamam mı, aklınız karışmasın! İçimdeki en iğrenç yanım sevinç içinde: Hadi bekaretimizden kurtulalım! Diyiyor.

Ancak bu daha normal şartlar altında yapmam gereken bir şey değil mi? İkimiz de acı içindeyiz ve kendimizi olayın akışına bırakır isek sonradan pişmanlık duyabiliriz, bundan eminim.

Ahh, ama bir daha böyle şans veren birisini bulamayabilirim. Eğer fikrini değiştirip Pilemon ile birlikte olmaya karar verirse verdiğimiz söz asla gerçekleşmez.

Hayır, unut bunu. Eris’in ilk seferinin başka birisi tarafından alınmasını istemiyorum.

Ben almak istiyorum. İstiyorum.

Ancak yapmamamız gerektiğini hissediyorum.

Eskiden kararsız harem başkahramanlarıyla dalga geçerdim. Zamanı gelince gereken kararı alamayınca korkak derdim onlara.

Ancak şimdi ben onların yerindeyim. Ve tereddüt ediyorum.

Ne yapmalıyım? Neye karar verirsem sonradan pişmanlık duyacakmışım gibime geliyor. Bundan iki yıl sonra on beşinci yaş günümde, Eris bana kendini sunduğunda “İşte doğum günü hediyen, kazara sana yumruk atabileceğim için ellerimi de bağladım, istediğini yapmakta özgürsün” dediğinde ve yatakta üstüme oturduğunda bütün pişmanlıklarımdan kurtulabilirim ancak.

Ahhh, hayır. Bekle. Az daha ölmüştüm. Hayatımın son anlarında pişmanlık içindeydim. Hala yapmak istediğim şeyler vardı ve bundan iki yıl sonra bana olacak şeylerin kesinliği belli değil. Sonsuza kadar ölümden kaçamam sonuçta. Gelecekte benzer sorunlar ortaya çıkarsa diye ne olur olmaz bekaretimi kaybetsem iyi olur aslında.

Hayır, bek biraz….

“-OFF!”

Eris, kararsızlığımdan sıkılmış olmalı ki boğazını temizleyip nazikçe kucağıma oturdu. Boynuma sarılmak için kendini yana ayarlayıp bronzlaşmış göğüsleri ve güzel yüzünü bana sundu. Ağzını açtı ve bir şey diyecekmiş gibi oldu, sonra bacağına değen bir şeyin farkına vardı. Yüzü iyice kızardı.

“-Bu da ney…?”

“-Çok tatlı olduğun için.”

Eris, cevap olarak sessizce mırıldandı ve bacaklarını benim elemanın kafasına oturttu. Yumuşak ve zevk dolu bir histi.

Benim eleman mutluluktan uçuyordu ve babasının (yani ben) gittikçe nefesi tükeniyordu.

“-Bu azdığın anlamına geliyor değil mi?” diye sordu.

“-Evet.”

“-Yani beni sevmiyor değilsin değil mi?”

“-Hayır.”

“-Babam veya dedem hakkında endişeli misin?”

“-Evet.”

“-Ama yine de beni reddedeceksin.”

“…evet.” diye kafamı salladım sonunda.

Gözlerim boynunu ve göğüslerini süzüyordu. Yumuşak bacaklarıyla, göğsünün bana değmesiyle ve ciğerlerime dolan kokusuyla hali hazırda vücudumu fethetmiş durumda. Kuyruğunu sallayan bir köpek gibi hissediyorum. Ancak içimde arda kalan son mantık hüzmesini hareket geçirip “-Söz, sözdür, değil mi? On beşimize girince yapacağız demiştik.”

O sırada, dürüst olursam, o söz bana hiçbir anlam ifade etmiyordu. Kendimi tuttuğumdan emin bile değildim.

Dediğime yanıt olarak Eris ofladı ve göğüsleri yüzümü kapladı.

“-Hey, Rudeus. Annem öğretmişti bunu, utanç verici olduğundan ve kullanmam yasaklandığından ötürü sadece bir kereliğine söyleyeceğim tamam mı?” deyip derin bir nefes aldı. Yüzünü kulağıma yanaştırıp yasaklı sözlerini söyledi.

Sözleri birkaç kelimeden oluşuyordu, yumuşak ve tatlı bir tondaydı, sanki yasaklı bir mühür bozulmuş gibi hissettirmişti.

“-Rudeus, kediciğin olmak istiyorum, miyav ~ ”

O kelimeler kulağımı delip direkten avanak kafamın içine girip geride kalan son mantık hüzmesini yok etti. Eris bir köpekti. Vahşi bir köpek, son kelimesi “miyav” olsa bile.

Söylediğine karşılık bir canavara dönüştüm. Kendi içgüdüsünün kölesine, Eris’i yatağa atan bir canavara dönüştüm.

 

 

 

 

*****

 

 

O gece, Eris ve ben yetişkinlik diyarlarına doğru yol aldık. Geçirdiğimiz vakitte bizi endişelendiren bütün meseleleri unuttum. Tek düşündüğüm Eris ile birlikte olmak istediğim idi. Hiçbir şey söylemedim, onu seviyorum. Onu sonsuza kadar korumak istiyorum. Sonucunun ne olacağı umurumda değil.

Paul kendisi demişti, değil mi? Kimin umurunda soylunun görevleri? O şey hakkında düşünmeme gerek yok. Ona yardım etmek için elimden gelenin en iyisini yaparım. Hazır konusu açılmışken, üç çocuk en iyisi, ama daha fazlasını yaparım gibi bir his var.

Sevinç içindeydim. Eris’in ne düşündüğü aklımın ucundan dahi geçmedi.

 

***** ERİS*****

Benim adım Eris Boreas Greyrat.

O gün, bir yetişkin oldum. Rudeus on beşinci yaş günü hediyemi verdi. Söz verdiğimizden biraz farklıydı, ama yine de kendimizi hallettik.

Rudeus’u seviyorum. Hislerimin farkına ne zaman varmıştım?

Doğru ya—onuncu yaş günüydü. Annem beni sarsmadan önce uyuyordum, beni kırmızı bir geceliğin içine sokup ciddi bir yüz ifadesiyle “Rudeus’a git, yatağına gir ve kendini bırak ona.” dediğini hatırlıyorum.

İlişkiye girmeye kötü gözle bakmıyordum ancak kafam karışmıştı. Annem ve Edna bana bir gün yaşanacağını söylemişlerdi. Yine de o zaman hazır değildim. Daha ilerde olur zannediyordum.

Korktuğumun farkında olsa da Rudeus yine de bedenime dokunmaya devam etti. O ve babam gece boyunca konuşmuşlardı, belki önceden söylemiştir ona? Aklımdan bu düşünceyi geçirirken başka bir düşünce beliriverdi.

Belki gerçekten beni sevmiyordur?

Belki sırf babam dedi diye yapıyordur? O zaman bile, Rudeus muhteşem birisiydi. Her şeyi biliyordu ve her şeyi yapabilirdi, ancak bu onun öğrenme arzusunu asla engellememişti. Sürekli ilerlemeye devam ediyordu.

Bana göre olduğundan çok emindim. Yine de, nefes alış verişi hızlanınca hislerimi önemsemediğini hissettim. Ben sadece ona babam tarafından sunulan bir hediyeydim. Bunun farkına varınca, onu ittim ve hemen kaçtım. Odama geri dönecekken, korktum. Bir daha düzeltemeyeceğim bir hata yapmış olabilirim. Son şansımı da tepmiş olabilirim. Annem bana Rudeus dışında kimsenin beni almayacağını söylemişti ve haklı olduğuna emindim. Diğer soylu ailelerin çocuklarıyla birkaç kez görüşmüştüm ancak hiçbiri Rudeus kadar yetenekli değildi.

Rudeus, ilk tanıştığımızdan beri bedenimle ilgileniyordu. Eteğimi kaldırır, donumu indirir, göğüslerimi hissetmeye çalışır…

Ben de her seferinde ona yumruk atıp kovardım.

Eskiden, hala okula giderken, benimle dalga geçen çocukları dövünce daha bana bir şey söylemeye cesaret edemezlerdi. Bu, Rudeus da asla işe yaramadı.

Annem, Rudeus’un tek kişi olduğunu söylediğinde bütün benliğimle haklı olduğunu hissetmiştim. Eğer benden nefret ederse bütün hayatımı yalnız geçirebilirdim.

Ödülmüş isem kime ne?

En azından birlikte olabiliriz.

O yüzden odasına geri döndüm.

Rudeus beni görünce yere kurbağa gibi kapanıverdi. Özür dileyip, yanlış yaptığını itiraf etti.

Cevap olarak ona böcekmiş gibi bakıp beş yıl daha beklemesini söyledim. O zaman bu kadarın yeterli olacağını düşünmüştüm. Rudeus benim için bekleyebilecek kadar olgundu çünkü.

Bu ona ilk aşık olmaya başladığım zamandı.

Ancak her şey hızla değişti. Allahın unuttuğu bir yere ışınlandık ve uyandığımda karşımda bir Süperd vardı. Cezalandırıldığımı düşündüm. Canım ne isterse yaptığım için cezalandırıldığımı düşünmüştüm. Her bencillik yaptığımda annem bana bir Süperd’in gelip beni yiyeceğini söylerdi. Karşımızdaki şeytan tarafından yenileceğimi sanmıştım.

Rudeus’un bana istediğini yapmasına izin vermeliydim. Diye düşünmüştüm.

On beşine girince ciddi bir şekilde sex yapabilirdik. Dişimi sıkıp, tatmin olana dek bana istediğini yapmasına izin vermeliydim.

Bağırıp yere kapandım.

Beni kurtarmaya gelen dedem veya Ghislaine değildi–Rudeus du. Rudeus, Süperd ile anlaşmıştı. Her ne kadar endişeli de olsa, he ne kadar büyük olan ben olsam da beni sakinleştirip, yatıştıran o oldu. Böyle bir şeyi yapması için çok cesaretli olmalı.

Yine ona aşık oldum.

Ondan sonra, ürkse de şeytan insanlarıyla anlaşmaya devam etti. Çok fazla yemiyordu. Fiziksel olarak iyi hissetmediğini saklıyordu. Beni endişelendirmemek için kendi acısını içinde yaşıyor diye düşündüm, o yüzden bende kendimi kısıtlamaya çalıştım.

İnsanlara bağırıp onları yumruklama isteğini bastırdım ve işleri halletmesi için Rudeus’a bıraktım. Nasıl davranıyorduysam öyle davranmaya çalıştım, ancak artık içimde tutamadığım zamanlar da oldu—endişenin içimde kaynayıp taştığı zamanlar oldu.

Fakat Rudeus asla sinirlenmedi. Sadece arkamda durdu. İğneleyici lafları yoktu—sadece kafamı sıvazlayıp, kollarını omuzlarıma dolardı, beni sakinleştirirdi. O sıralarda asla haddini de aşmazdı. Benden dolayı azdığı konusunda çok şakacıydı ancak o sıralarda gereksiz yere asla dokunmazdı bana. Belki endişemi bastırmaya çalışıyordu. Sadece kendini değil beni de düşünüyordu.

Daha da güçlü olmak istedim. Ona yük olmayacak kadar güçlü. Ondan daha iyi olduğum tek konu kılıç tutmaktı, onda da yoldaşımız Ruijerd den bile daha kötüydüm. Kılıç dövüşünde üstünlük bende olsa da Rudeus büyü kullanmaya başlayınca asla yenemedim onu.

Bunların dışında Rudeus tecrübe kazanayım diye yanında savaşmama izin verdi. Eğer parti sadece ikisinden oluşsaydı canavarları öldürüp kıtayı daha rahat dolaşırlardı. Bu düşünce benim, ağlamak istememe sebep oluyordu. Rudeus’un benim bir yük olup onları yavaşlattığını düşünüp benden nefret etmesinden korkuyordum. Beni geride bırakır diye korkuyordum, o yüzden çaresizce daha da güçlenmeye çalıştım.

Ruijerd den beni eğitmesini istedim. Beni birçok kez yere serdi. Her seferinde de Ruijerd, bana “Şimdi anlıyor musun?” derdi her seferinde de Ghislaine’in sözlerini hatırlayıp kafamı sallardım. Gerçekçilik—işte ya, gerçekçilik. Bir uzmanın hareket ediş tarzında gerçekçilik vardır. Benden daha güçlü birisiyle dövüşürken ilk işim onları gözlemlemek olmalıdır.

Ruijerd güçlüydü. Ghislaine den bile güçlü, muhtemelen. Bu yüzden, izledim. Hareketlerini ezberleyip taklit etmeye çalıştım. Ruijerd, daha güçlü olma serüvenimde bana yardımcı oldu. Gece yarısında, Rudeus uykuya dalmışken, yorulmuşken, Ruijerd hiç laf etmeden benimle talim yapardı. Doğal olarak, her seferinde beni yere sererdi. Belki çocukları sevdiği için bana tam gücüyle vuramıyordu ama yine de onu “Usta” olarak görmekte kararlıydım.

Yolculuğumuza başladığımızdan beri bir yıl geçmişti. Daha güçlü olurum sanmıştım. Daha öncesinde Ghisliane tarafından “Gerçekçilik, gerçekçilik…” diye diye kafama sokup, vardığım aydınlanmadan farklıydı. Ruijerd ile talim yapınca sonunda o kelimenin ne anlama geldiğini anlayabildim. Önceden savaş sırasında özensiz hareketlere çok takılmazdım, şimdi ise her hareketin bir anlamı olması gerektiğini anlıyorum.

Sonra bir gün, Ruijerd’i yenebildim. Geriye dönüp bakınca, dikkati başka yöne kaymış gibiydi. Yine de açıklığın dikkatini dağıtan bir şey tarafından oluştuğunu önemsemedim. Sonunda vurabilmiştim. Artık şimdi yük olmayacağım. Artık Rudeus’un yanında yürüyebilirim.

Evet, havaya girdiğim doğrudur.

Rudeus, avanak kafamı kolayca yendi. Bir anda şeytan gözü elde edip hiç zorlanmadan beni yere serdi. Fiziksel bir idmanda büyü olmadan ona yenildim. Benim için bir şoktu. Hile bu, diye düşündüm—şikecilik bu. Tek bir adım ile yıllar boyu kat ettiğim yolu aşıverdi.

Her zamanki gibi, yük olmaya devam edecektim.

Gizli gizli ağladım. Bir sonraki gün sahile gidip ağlayarak kılıcımı salladım. Ruijerd bana endişelenmememi söyledi. Rudeus elde ettiği şeytan gözüyle oldukça uyumluydu. Eğer talim yaparsam daha da güçleneceğimi söyledi. Yeteneğim vardı ve pes etmemeliydim.

Ne yeteneği? Ghisliane ve Ruijerd’in bana söyledikleri hep yalandı. O sırada Rudeus gözüme çok büyük görünüyordu. O kadar çok parlak ve büyüktü ki ona bakamıyordum bile.  Onu hedefe koydum. Ona yetişmek istedim, ancak bir noktada artık vazgeçtim çünkü boşuna olduğunu düşündüm.

Millis Kıtasını geçince değişti bu. Gyes ile tanışıp büyü ve kılıç sanatı dışında dövüş teknikleri olduğunu öğrendim. Öğrenmek istedim ancak geri çevirdi beni. O zaman merak etmiştim. Kabullenemedim.

Sonra Millishion da yaşananlar oldu. Bir şeyleri kendi başıma yapabileceğimi kanıtlamaya çalıştım, o yüzden yaratıkların en basitini—goblinleri kesmeye gittim. Kendi yeteneğimin farkına vardığım zaman o zamandı. O suikastçılar ile dövüşüp canlarını burunlarından getirdim ve bir noktadan sonra olgunlaşmaya başladım.

Ancak tavernaya geri dönünce Rudeus’u çökmüş bir halde buldum. Anlatması için zorladım ve Paul’un şehirde olduğunu ve ikisinin tartıştığını öğrendim. Rudeus ağlamasa bile üzüntüsünü hissettim ve sonunda benden iki yaş küçük olduğunu hatırladım. Yaşına rağmen benim gibi bencil bir kıza öğretmenlik yaptı. Onuncu yaş gününü ailesinden uzakta kutlamak zorunda kaldı ve Şeytan Kıtasını sırtında benim gibi bir yükle dolaşmak zorunda kaldı. Sonra da babası onu reddetti.

Bunu asla kabullenemezdim. İsmi Asura soyluları arasında yer alan birisi olarak Paul’u öldürmeye yemin ettim. Paul’un gücünü babamdan duymuştum. Bütün kılıç sanatlarında İleri-Seviyeye ulaşan bir kılıç dahisiymiş ve ayriyeten Rudeus’un babası. Yine de kazanacağımdan şüphe etmedim.

Ghislaine bana kılıç dövüşünü öğretti, Ruijerd bana savaşı öğretti. Eğer ikisini birleştirirsem o serseriyi yenemememin imkanı yoktu.

Fakat, Ruijerd durdurdu beni. Nedenini sorunca, bunun baba ile oğul arasındaki bir kavga olduğunu söyledi. Ruijerd’in oğluna yaşananlar için ne kadar pişman olduğunu biliyordum o yüzden sözünü dinledim.

Sonunda ise Paul ile Rudeus barıştı. Aynı Ruijerd’in söylediği gibi oldu.

Ancak yine söyleyeceğim: Kabullenemedim.

Rudeus’un neden babasını affettiğini anlayamadım. Onun gibi birisini asla affedemezdim. Rudeus bu konu hakkında çok konuşmadı ve Ruijerd de bana pek bir şey demedi. İkisi de birer yetişkindi.

Oradan Merkez Kıtaya geçiş yaptık. Bu Rudeus’un yemek yemeye başladığı zamanlardı, muhtemelen neşesi yerine geldi diye. Her zamanki gibi muhteşemdi.

Bir gün içinde Üçüncü Prens ile arkadaş olup ailesini kurtarmayı becerdi.

Bana gelirsek tek yaptığım şey Ruijerd ile delirip etrafa saldırmaktı. Sonuç olarak Rudeus’a yardım ettik ancak ilerisini düşünmeden ettik. Sonrasında ise Rudeus “Ben hiçbir şey yapmadım.” ve “Bana yardım eden sizdiniz” dedi. Ancak yaşanan şeylere bakınca hepsini kendi başına çözebilirdi.

Rudeus çok muhteşemdi. Çook muhteşem. Ve Ejderha Tanrısı ile karşılaştığı gün daha da muhteşem oldu. Orsted ile olan karşılaşmada Ruijerd ile ben korkunun vücut almış halini görünce tir tir titredik. Etkilenmeyen bir tek Rudeus idi.

Ruijerd’in bile baş edemediği bir rakibe—Orsted’e darbe indirmeyi bile becerdi. O sırada yaptığı büyüyü gözlerim takip edemedi bile. Rudeus savaşta ciddileşince çok muhteşem oluyordu. Dünya üzerindeki en güçlü sayılan adama, Ejderha Tanrısına karşı bile savaşabilmişti.

Tam bunu düşündüğüm sırada Rudeus ölümcül bir yara alıp ölmeye başladı. O zamana kadar ölüm ile muhatabımız olmayacağını düşünmüştüm, Rudeus güçlüydü. Ölmesinin imkanı yoktu. Ayrıca yanımızda Ruijerd vardı o yüzden güvendeydik. Düşündüğüm buydu.

Ancak yanılmıştım.

Eğer Ejderha Tanrısının yanındaki o kız şans eseri konuşmasaydı ya da Ejderha Tanrısı şifa büyüsü kullanamasaydı Rudeus şu an durduğu yerde durmuyor olabilirdi. Korkmuştum.

O vahşet bir yük olduğum gerçeğini bana tekrar hatırlattı.

Şimdi, Rudeus tanrısal oluyordu. Neredeyse öldürülmesine rağmen sanki hiç umursamıyormuş gibiydi. Neredeyse öldükten üç gün sonra Ejderha Tanrısı ile ilerleyen zamanlarda karşılaşırsa diye ona karşı yeni bir büyü hazırlıyordu. Bunu anlayamadım. Anlayamadım ve korktum o yüzden yanında durdum. Eğer yanında durmazsam kaybolup gider, beni yalnız bırakır diye hissettim.

Sonrasında Ruijerd ile yollarımızı ayırdık. Ruijerd, Ejderha Tanrısını yenmenin imkansız olduğunu söyledi, ve son anda bana bir şey öğretti. Ejderha Tanrısının kullandığı tekniği. Aklıma kazınmıştı, yaptığım her saldırıyı savuşturması.

Arkasında bir metot vardı. Ejderha Tanrısı rastgele bir canavar değildi. Bir ustaydı ve insanların bildiği teknikleri kullanıyordu.

 

Sonunda eve döndük ve hiçbir şeyin geride kalmadığını öğrendim. Babam, dedem ve annem ölmüştü. Kalbim yerle bir oldu. Buraya gelemk için çektiğim onca şeyden sonra evim ve ailem yok oldu. Ghislaine ve Alphonse oradaydı ancak çok resmi ve yabancı hissettiriyorlardı, sanki başka birisiymiş gibiydiler.

Tek varlığım Rudeus’du, bir aile olmamızı istedim. Sabırsızdım. Öğretmenlik anlaşması beş yıllıktı ve o süre çoktan geçti. Beni eve teslim ederek görevini sonlandırdı. Ailesindeki herkes bulunamadı. Hemen yola koyulacağından adım gibi emindim, beni arkada bırakacaktı. Biliyordum.

Onu burada tutmak için bedenimi kullandım. İlk başta tereddüt etti bende beni kabul etmeyecek diye endişelendim. Rudeus sürekli iç çamaşırım ile ilgilenirdi ancak banyo ederken hiç dikizlemezdi beni. Millis Kıtasına giderken bindiğimiz gemideyken bile bana dokunduğunda, soyduğunda, yapmadı. Belki vücudumla ilgilenmiyordu. Bütün zamanımı kılıçla talim yaparak geçiriyordum ve diğer kızlardaki kadınsılık bende yoktu. Sapık birisi olmasına rağmen benim gibi birisiyle sex yapmak istemediğini düşündüm.

Bu doğru değildi gerçi. Rudeus bana azmıştı ve onu o halde görmek beni de azdırdı.

Böylece bedenlerimizi birleştirdik. Daha önce hiç yapmamıştım o yüzden ilk başta acı vericiydi sonradan iyi hissettirmeye başladı. Öbür yandan Rudeus en başından beri eğleniyor gibi görünüyordu. Yine de sona doğru zayıflaşıp, hantallaştı, sanki her an kırılacakmış gibiydi. İşte o zaman bir kez daha anladım, Rudeus benden daha zayıftı. Aşağıda baya sağlam olsa da benden daha kısaydı ve daha zayıftı.

Çok gençti yine de hep beni korudu. Gemideyken yolculuk boyunca deniz tutmamı iyileştirmeye uğraştı ve karaya indiğimizde çok yorulmuştu. Öylesine gaddar bir şeye bindikten sonra nasılda iyi olabiliyordu? İmkanı yok.

Doğru—Eğer Rudeus bütün enerjisini beni iyileştirmeye harcamasaydı o gece Gyes tarafından yenilmeyebilirdi. Buna kıyasla, ben neydim? Daha da güçlendim. Kılıç sanatında iyice geliştim. Ancak Rudeus’un muhteşemliğiyle o kadar meşguldüm ki onun ne kadar küçük olduğunu unuttum. Sonunda ailemi kaybetmemi bahane ederek onu benimle olmaya zorladım ve kendi tutkum uğruna ondan yararlandım.

Yine söylüyorum. Rudeus’u seviyorum. Ancak onunla olmaya uygun değilim. Ona yük olurum ancak. Bir aile olduk fakat ondan daha öteye gidemeyiz. Karı ve koca olamayız.

Dediği gibi: abi kardeş olarak daha iyiyiz. Uyumlu değiliz. Birlikte olsak bile ona sürekli yük olurum.

Şimdilik ayrı olarak zaman geçirmemiz en iyisi. Bu düşünce doğal olarak aklıma geldi. Onunla olduğum sürece nezaketini suistimal edeceğim çünkü.

Birlikte geçirdiğimiz gecenin tatlı zevkini hala vücudumda hissediyorum, o kadar hissediyorum ki bir daha istiyorum. Bu Greyrat ailesinin bir özelliği. Gerçi beklenmedik bir şekilde Rudeus o özellikleri tam olarak taşımıyor olabilir. Bana uymak için elinden geleni yapıyordu ve bu gidişat ile tutkumun şiddeti onu bozabilir. Bunu ona yapmak istemiyorum.

Alphonse’nin dediğini yapmak istemiyorum, başka bir adamla evlenmeyi. Soylu bir ailenin kızı olarak yaşamak için artık çok geç. Bir bölgenin tanımadığım insanları için fedakarlıkta bulunmayı gözüm hiçte kesmiyor. Dedem, babam ve annem, hepsi gitti. Fittoa bölgesi de atık yok. Ne anlamı var ki?

Boreas adını atacağım. Ancak yine de Sauros’un torunuyum, ana ve babamın kızıyım bu yüzden çelikten iradem ile yaşayacağım.

Daha da güçlü olacağım. Diye karar verdim.

Rudeus dan ayrılıp eğitim alacağım. Onun yanında durabilene dek durmayacağım. Onu yenmek zorunda değilim. Ama en azından ona yaraşır bir kadın olmak istiyorum. Yanında olunca arkasından laf atılmayacak bir kadın olmak istiyorum.

Rudeus’un açıkgözlülüğü yok bende onun yerine güç peşindeyim ben. Ghislaine, Ruijerd ve Gyes kılıca yeteneğim olduğunu söyledi, hepsinin sözüne inanıyorum. Ghislaine’in tavsiyesini dinleyip Kılıç Tapınağına gideceğim. Orada daha güçlü olacağım, tam bir silahşör olacağım.

Bir silahşör(ben) ve bir büyücü( Rudeus). Geleneksel eşleşme tam tersi, ama olsun biz böyle de iyiyiz. Olgunlaşacağız, güçleneceğiz ve bir gün tekrar karşılaşacağız. Sonra ailede bir basamak daha atlayıp karı ve koca olacağız. Çocuk yapıp sonsuza kadar mutlu mesut yaşayacağız.

Şimdi gidip ona hoşça kal mı desem? Rudeus tatlı dillidir. Ne dersem diyeyim beni durdurabilir. Yalnız olacağım için endişelenip, benimle gelmek isteyebilir.

Not bıraksam iyi olur belki…? Fakat kendimi bildiğim için kesin arkada bir iz bırakırım. O izi kullanıp beni takip edebilir ve her şey mahvolur. İlerlemesi gerekiyor. Onu geride tutmak istemiyorum.

Böyle zamanlarda hikayelerdeki silahşörler gibi davranıp sessizce ayrılmak en iyisi.

Fakat Rudeus her zaman iletişim ve haberleşme konusunda ısrarcı olmuştur. Benden nefret etmesini istemiyorum

Tamam. Geride kısa bir şey bırakırım. Eminim Rudeus anlar.

 

 

******Rudeus******

 

Güünaydınlaar efenim!

Evet, bütün bakirlere günaydınlar dilerim, ahh muhteşem bir gün! Lisedeyken bakire olmak hoşgörülebilir bir şey derler, nasılsınız bakayım?

Aaahh, ben? Ben çok iyi değilim. Aha aha, yakında on üç olacağım. Eğer bunu okul yılına çevirirsem…orta okula gidiyorum sayılır. Hah ha!!

Ayrıca, bakire olmayanlara da selamlar olsun! Bu günden sonra bende sizden biriyim dostlar! Başka bir deyişe ben de bir “normie” im şimdi! Size katılabileceğimi asla düşünmezdim, umarım beni sıcak karşılarsınız, eh malum ben daha çömezim sonuçta. Atalarımız dediği gib, zengin insanlar kar’ı düşünür, o yüzden hadi kavgayı bir kenara bırakıp arkadaş olalım!

Yapay amcıkların gerçek kadından daha iyi olduğunu söylerlerdi, HEPSİ yalan! Ayıca yapay amcıkların sınıfta kaldığı birkaç nokta var: gerçek dudaklar ve dil, görüş, duyuş, his, tat, koku—sex’in beş duyuyu da tatmin edebildiği bir sürü nokta var.

Eski dünyamda bir söyleş vardır: “Bir kere sex yaptın diye erkek arkadaşıymış gibi davranma”

Şimdi insanların bununla ne kast ettiğini anlayabiliyorum, ancak—bunu nasıl diyeceğimi bilmiyorum–kollarımla belini sarıp, çekince o, kollarını arkamdan geçirip karşılık verdi. Kulağımda kesilip duran nefes alıp verişi duyabiliyorum, yüzüne bakınca da gözlerimiz buluşuyor. Dudaklarını öpüyorum, dilini çıkartıyor… Hem yukarıdan hem de aşağıdan taşıyor.

O esnada sahiden birbirniz için yaratılmışsınız hissine kapılıyorsunuz. Fiziksel olarak değilde mental olarak doyurucu oluyor, sanırsam?

Birbirinizi arzulayıp birleşmek? Aranızda tonla tecrübesi olanlar muhtemelen “Bir kere yaptın diye hemen havalara binme” diyordur, ancak kendime engel olamıyorum. Onun sevgilisiymişim gibi davranmak istiyorum. Eris’de eminim sevgilimmiş gibi davranmak istiyordur.

Uuups, üzgünüm. Muhtemelen bütün bunlar siz bakireler için çok kafa karıştırıcı oldu. Ne kadar kabayım. İçimden kırk yedi yıldır arzuluyordum bunu, o yüzden istediğimi elde edince biraz fazla sevindim. Ya da arzu ettiğim şeyi kaybettim demek daha doğru olur?

Uzun zaman önce eğer bakireliğimi kaybedersem çok heyecanlanmam diye düşünmüştüm. Uups! Sanırım yanılmışım. Aman  allahım, çok geç olmuş? Üzgünüm sevgilime bu sabah yastık muhabbeti sözüm var da. Eminim bu gece ağır geçecek yine!

Hadi ama Eris, sabah oldu! Uyansana. Eğer uyanmazsan şakalayacağım seni!

Gerçi yanımda değildi. Yanımdaki yer bomboştu. Eh, kendisi sabahçıdır sonuçta. Çok yazık. Ne güzel geleneksel yastık konuşmamızı yapıp kahve arası verecektik.

“-Oop!”

Kendimi kaldırdım. Kalça bölgemde hoş bir hissiyat var. Dün gece yaşanan bir rüya değilmiş demek ki! Çok güzel  bir duygu.

Pantolonumu buldum ancak iç çamaşırım kayıp….

Ah neyse. Pantolonumu onlar olmadan giyerim bende, Eris’İn donu yatağın üzerinde olduğu için cebime attım. Sonra ceketimi giyip ağzımı kocaman açıp esnedim.

“-Hmm, güzel.” Bu kadar rahatlatıcı bir sabah daha önce hiç yaşamamıştım.

Tam o sırada yerdeki bir şeyin fark ettim.

Yere dağılmış kırmızı bir şey vardı.

“-Hah…?”

Saç bu. Kızıl saç her yere dağılmış.

“-Ne bu…ne bu be..?” Saç tutamını elime alıp kokladım. Dün gece aldığım konunun aynısı—Eris’İn kokusu.

“-Ne…?” kafam karıştı. Karşımda bir kağıt parçası var. Elime alıp üstüne karalanan kelimeleri okudum.

İkimiz pek uyumlu değiliz. Gidiyorum ben.

Kelimeleri yavaşça okudum, sindirmeye çalıştım.

Bir saniye. İki saniye. Üç saniye.

Kapıdan dışarı fırladım.

Eris’in odasına baktım. Çantası yoktu hiçbir yerde. Dışarı çıktım ve İdari Merkeze doğru yol aldım, orada Alphonse’yi buldum.

“-Bay Alphonse, Eris nerede?!”

“-Ghislaine ile bir yolculuğa çıktı.”

“-N-Nereye?!”

Alphonse gözlerinde soğuk bir ilgisizlik ile süzdü beni. Sonra, yavaşça “-Bunu senden sır olarak saklanmam istendi.”

“-Ah…öyle mi…?”

 

Huh?

Neden?

Anlamadım.

Huh?!

Neden benden ayrıldı?

Neden bıraktı geride beni?

Huh?

Aile…?

Neeee??

 

 

*********

 

 

 

 

Bir hafta boyu salak gibi boş boş oturup hiçbir şey yapmadım. Arada sırada Alphonse yanıma gelip işe yara falan diye başımın etini yiyordu. Fittoa Bölgesinde pek bir şey kaldığını zannetmiyorum, fakat küçük, gelişen köyler mülteci kampının biraz ilerisinde hızla kuruluyordu. İnsanlar buğday ekmeye başlıyordu.

Alphonse’nin talimatıyla mülteci kampını çevreleyen taştan bir duvar yaptım. Toprak seti aşınan nehirin sel oluşturma riski vardı, yeni setler yaptım.

Gelişim kademeli ilerliyor ama restorasyon daha çabuk ilerliyor.

Asıl yeniden inşaası, Millishion’dan gelecek olan mültecilerin buraya olan göçü tamamlanınca başlayacakmış.

 

Eris de ölümü seçti.

 

Eris Boreas Greyrat olarak bilinen kişi artık yok. Onun yerine sadece Eris var.

Alphonse, kararının bazı karışıklıklar yaratacağını söyledi o yüzden ölüm haberi ertelenerek birkaç yıl sonra duyurulacakmış. Muhtemelen Darius’dan gelen emirler dolayısıyla böyle davranıyor. Umursamıyorum gerçi.

Eris aniden gitse de Alphonse’nin yüz ifadesi bu durumun onun çokta canını sıkmadığını gösteriyordu. Şakasına ona “Eris’in gitmesi de yazık oldu” dediğimde hiç aldırış etmeden “Ne olursa olsun Fittoa Bölgesinin yeniden inşaası için çalışmaya devam etmeliyim.” dedi.

Durumu iyice kavramak için daha çok soru sormalıyım. Ancak Eris gidince etrafımda yaşananlarla daha da az ilgilenmeye başladım.

Mademki soylular otorite için birbirini yemek istiyor, bırakın yesinler.

 

Eris’in neden gittiğiyle alakalı uzun uzadıya düşündüm. O geceki davranışlarımı ölçüp biçtim. Yine de ne kadar düşünürsem düşüneyim aklımda tek olan şey sevişmemizdi. O an o gece yaşanan bütün detayları kafamdan atıvermişti sanki.

Belki işi yaparken batırmışımdır? Girişirken uçkurumun açtığı yolu izledim sadece, o yüzden yaşananalrı farklı görüyor olabilirim? Hayır, bu garip olurdu. Girişen bendim, ancak beni davet eden de oydu.

Hayır, bu da değil. Bana olan ilgisi sona erdi sadece. Son üç yılın üstünden geçince yolculuğumuzun başarısızlıklar ile dolu olduğunun farkına vardım. Sonunda buraya geldik ancak bunun çoğunu Ruijerd’e borçluyuz. Eris bütün o başarısızlıkların sebebini iki yıl boyunca takip etmekten nefret etmiş olmalı. Bu yüzden sözünü erkenden gerçekleştirip pılını pırtını toplayıp gitmiş olmalı.

Neden aldığı kararların arkasında daha derin bir anlam varmış gibi davrandı hiç anlamadım, şu anlık vardığım sonuç bu.

Şimdi bakınca hiç de olgunlaşamamışım. Bana olan ilgisini kaybetmesi şaşılacak şey değil.

İşte tam o sırada elimde başka bir görevin olduğunu hatırladım.

“-Ah doğru ya. Zenith’i aramam gerekiyor…”

Ve böylece Merkez Kıtanın kuzeyine doğru olan yolculuğum başlamış oldu.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.