İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 06 Bölüm 09

[ A+ ] /[ A- ]

İkinci Dönüm Noktası

 

Kızıl Ejderin Alt Çenesi dağların ortasından geçen bir vadi patikasıdır. Yolun kendisi Kutsal Kılıç Anayolu gibi dümdüz olmasa da en azından ikiye ayrılmıyor veya çatallanmıyordu. Ülkelerin arasında konuşlanmış ve kimsenin üzerinde hak iddia etmediği bir tampon bölgesidir.

Burayı geçtikten sonra Asura Krallığına varmış olacağız.

Keyfimiz yerindeydi, yolculuğumuz sona eriyordu nihayet. Memleketimizin ne kadar değiştiğini bilmediğimiz için endişeliydik yine de içimizde başarıya ulaşmış olmanın duygusu vardı. Gevşedik diyebilirsin daha doğrusu.

Önümüzdeydiler, yürüdüğümüz istikametin tam tersi yönünde hareket ediyorlardı. At sürmüyorlardı, at arabasına da binmemişlerdi. Saçı gümüş rengi, gözleri de altın sarısı bir adam vardı, görünürde bir zırh giymiyordu, üzerinde sadece beyaz renkli, deriden yapılma bir cüppe vardı. Onun tehlikeli bir adam olduğu kanısına vardım. Gözbebekleri o kadar küçüktü ki gözlerinin akını rahatlıkla görebiliyordun.

Dikkatim ondan çok yanındaki kişiye yönelmişti, arkasından onu takip eden siyah saçlı genç bir kız. Daha yakından bakınca saçı kahverengimsi siyah gibiydi, hafiften kül rengilikte vardı. İnsanları genellikle saçlarından tanımam ama daha önce bu dünyada simsiyah saçı olan birisini gördüğümü sanmıyorum. Yok, öyle birisini daha önce hiç görmemiştim.

Kızın gözüme çarpmasının başka bir nedeni daha vardı, yüzüne taktığı maske. Üzerine bir şey çizilmemiş bembeyaz bir maskeydi, hiç dekor yoktu. Aklına kazınabilecek bir dekor yoktu ama yine de bir kere gördünmü asla unutamayacağın bir şeydi. Eğer bir şeye benzetecek olursam o da önceki dünyamdaki peeling maskeleri olurdu.

Ürkünç durduğundan dolayı moda olsun diye taktığını sanmıyorum.

 

 

 

Kızın görünüşünden etkilendiğim için–o kadar çok etkilenmedim– yanımdaki koltukta oturan Ruijerd’in yüzünün aldığı şekli fark edemedim, yüzü kireç gibi bembeyazdı. Eris’in yüzü de aynı şekilde bembeyazdı.

Adamın attığı her adımla yüzünün solgunluğu daha da artıyor, yüz ifadesi gerilmeye, kınındaki kılıcı sımsıkı tutan elinin de kanı çekilmeye başlıyordu.

Adam bizi görünce meraklıymış gibi başını yana eğdi.

“-Hm..? Sen…yoksa bir süperd misin?”

Adamın gözlerinde şüphe vardı, halihazırda küçük olan gözbebekleri daha da küçüldü. Ruijerd başındaki bütün tüyleri traş etmişti alnındaki taşı da saklamıştı, nasıl oldu da süperd olduğunu anlayabildi? Acaba Ruijerd onu ele veren bir koku mu yayıyordu? O ihtimali değerlendirirken yüzümü Ruijerd’e çevirdim.

“-Tanıdı..ğın birisi…?” Sorum Ruijerd in yüzüne bakınca yarıda kesildi. Beyaz cildi her zamankinden daha da beyaz duruyordu, boncuk boncuk soğuk ter döküyordu. Mızrağını tuttuğu eli de titriyordu. Bu ifade… Bu ifadeyi biliyorum.

Korku.

“-Rudeus, ne yap ne et sakın kıpırdama. Eris, sende.” Bunlar söylerken sesi çatlamıştı Ruijerd’in.

Hala ne olduğunu anlayamadım fakat yine de kafamı salladım. Eris in yüzü sanki her an öne doğru atlayabilirmiş gibi kızarmaya başladı. Bacakları ve kolları titriyordu. Acaba ben bilmiyorken bu adamla karşılaşmışlar mıydı?

“-Hm? Bu ses… Sen Ruijerd Superdia olmalısın? Saçın yokken tanıyamadım seni. Buralarda ne işin var?”

Adam sanki hiçbir şey yokmuş gibi bize yaklaşmaya başladı. Ruijerd mızrağını eline aldı. Bende şeytan gözümü kullanmaya karar verdim.

Adamın vücüdü bir sürü farklı imgeye bürünüyor.

O kadar çok imge var ki vücudunu çıkaramıyorum. Ne oluyor be?

“-Hm? Kızıl saçlı.. Eris Boreas Greyrat, hah? Bi de diğeri… kimsin sen be? Tanıdığım bir yüz değil.. Ah, neyse. Ne döndüğünü anladım Ruijerd Superdia. Çocukları seviyorsun, o zaman bu ikisi felaket sırasında Şeytan Kıtasına yollanmış olmalılar, sende onları geri getirmeye karar vermişsin.” Kafasını salladığında yüzünde sanki herşeye hakim olmuş bir hava vardı.

Eris şaşırdı ve adama bağırdı “-İ-İsmimi nereden biliyorsun?!”

Sözlerine çok şaşırdım. Demek bu ilk karşılaşmaları? Gerçi Eris’ten bahsediyoruz burada, unutmuş olabilir belki. Ancak bu adam unutulacak cinsten bir adam değil. Gümüş rengi saçı ve küçük gözbebeklerinin etrafındaki beyazlıklarla unutulacak cinsten bir adam değil. Bir de Eris ve Ruijerd’te uyandırdığı anormal davranış var. Eğer onunla önceden karşılaşmış olsaydı unutması imkansız olurdu.

“-Kimsin sen! Ve ismimi nereden biliyorsun?!” Ruijerd mızrağını adama doğrulttu. Anlaşılana göre o da bu adamı tanımıyor. Ne oluyor be…?

Ruijerd ünlü birisi. Merkez kıtada pek tanındığı söylenemez ama eğer Şeytan Kıtasına gidersen yüzünü ve ismini bilen bir sürü insan bulabilirsin. Eris konusunda çok ta emin değilim ama onu kızıl saçlı bir silahşör olarak tarif edersen kim olduğuyla alakalı kaba bir tahminde bulunabilirsin.

Tuhaf olan başka şeylerde vardı. Adamın tavrı… ya da kendi ile karşısındaki kişilerin verdiği tepkilerin farklılığı. Arkadaş canlısı yaklaştı. Sesi düzgündü- nereden vardığımı anlayamasam da- sanki mutlu gibiydi, sanki uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla buluşmuş gibi.

Ruijerd’in tepkisi tam tersiydi ama, sanki her an bize saldırabilecekmiş gibi davranıyor. Fakat saldırmadı, henüz.

Karşısındakine düşman muamalesi yapıyor ama saldırmadı? Neden? Sürekli ilk yumruğu atan Eris bile kılını kıpırdatmadı. Sırf Ruijerd ona yapma dediği için de değil.

“-Burada sizinle karşılaşmak biraz tuhaf… ancak iyi görünüyorsunuz. Güzel” Adam, Hala mızrağını ona doğrultan Ruijerd’e bakıyordu. Sonra kendini küçümsermiş gibi gülerek geri adım attı.

Bunu gören maskeli kız “-Emin misin?” dedi.

“-Şu an bu kaçınılamaz.”

Anlam çıkaramadığım bir konuşmaydı, ne hakkında konuştuklarına dair bir şey yoktu ortalıkta. Ve bitince de…

“-Şu anlık yolunuzdan çekiliyorum.” Adam yavaşça yanımızdan geçti, arkasından siyah saçlı kızda onu takip etti.

Ruijerd adamı pür dikkat süzüyordu. Ve tabiki, Eris de.

“-Kim olduğumu eninde sonunda… öğrenirsin.” dedi adam. Sözleri anlamlıydı ve kendine has bir ağırlığı vardı.

İçgüdüsel olarak bu adamın bir şeyler bildiğinin farkına vardım. İnsan-Tanrıyla konuşurken verdiği hissi veriyordu. Ona ne olduğunu sormam lazım.

“-Lütfen, bekle!” Daha farkına varmadan adamı durdurmuşum.

Geriye döndü, yüzü şaşkınlık içindeydi. Ruijerd ve Eris’in yüzlerinde de şaşkınlık ifadesi vardı.

“-Ne var? Ne istiyorsun?”

“-Ah, merhabalar. Benim adım Rudeus Greyrat.”

“-Daha önce duymadım seni.”

Eh ilk defa görüşüyoruz sonuçta değil mi?

“-Bekle, Greyrat dedin değil mi? Ebeveynlerinin isimleri ney?” diye sordu.

“-Ona gelmeden önce, size isminizi sorabilir miyim?” dedim.

“-Hm… Tamam, sorabilirsin. Orsted benim adımdır.”

Orsted? Daha önce duyduğum bir isme benzemiyor. O isme sahip tanıdığım tek karakter önceden ölen ve öteki taraftan özür yağmuruna tutulan birisiydi. Ruijerd’e baktım, o da ismi tanımamıştı.

“İkiniz daha önceden tanıştınız mı?”

“-Hayır” diye cevapladı Orsted “-Henüz değil.”

“-Henüz değil? Ne demek bu-”

“-Bilmene lüzum yok. Şimdi, ebeveynlerinin ismini söyle?” Nahoş bir şekilde dediğimi duymamazlıktan geldi.

Daha soruma bile cevap vermedi, yine de benden cevap talep ediyor he? Neyse, boşver. Bu kadar küçük bir şey için kızmayacağım. “-Paul Greyrat” dedim sonunda.

“-…Hm? Paul’un oğlu olmaması gerek. İki tane kızının olması gerekiyor.”

Bak bu işte çok kabaydı. Tam burda duruyorum sonuçta, babama da benziyorum, baksana, Şeytan Kıtasını sırf para kazanmak için devri alem yapan Paul’un salak oğluyum ben.

“-…Hm.” Bir şeyin farkına varmış gibi Orsted kafasını yana eğdi ve bana yaklaşmaya başladı.

Ruijerd “-Daha yakınına gelme!” diye tehdit etti.

“-Tamam, biliyorum” durdu. Aradaki mesafeyi koruyarak yüzüme dik dik baktı. Göz göze geldik.

“-Gözlerini kaçırmıyorsun ha?”

“-Onları hemen kaçırmak isterdim aslında, gözleriniz çok korkutucu da.” dedim.

“-Hm, yani korku hissetmiyorsun?” Kaşlarını çattı. “-Hmm. Garip. Daha önce seninle karşılaştığımı anımsayamıyorum.”

Bende.

İlk defa karşılaştık. Orstedin yüzünü bende anımsayamıyorum.

“-O zaman, ne istiyorsun?” diye sordu.

“-Şey ee. Işınlanma Felaketi ile ilgili bir şey bilip bilmediğini merak ettim.”

“-Bilmiyorum.” Kafasını sallamadı, sadece olasılığı öylece reddetti.

Hah. Bana karşı olan tavrında bir gariplik var. Sanki bana karşı temkinli gibi. Sanki Eris ve Ruijerd’e olduğundan daha daha mesafeli gibi. Her neyse. Herkes durduk yere başka birisi tarafından durdurulmaktan hoşlanmaz sonuçta. Bir şey bilse de bana söylettirebileceğimi sanmıyorum.

“-Tamam o zaman, sizi durdurduğum için özür dileri—”

İşte tam o anda, tam kafamı özür dilemek için eğdiğimde şunu dedi “-Çocuk. Acaba İnsan-Tanrı ismini daha önceden duymuşluğun var mıdır?

Ağzından sonunda anlayabileceğim bir şey çıktı.

Tek sorun, gardımı düşürmüş olmamdı, konuşmamızın bittiğini sanmıştım. Birde karşılaştığım insanlara İnsan-Tanrı’dan elimden geldiğince bahsetmemeye çalışıyorum, beni sürekli hayrete düşüren ve kafamı kurcalayan tanrının ismini. O yüzden doğal olarak bu bilginin konuşmamızı devam ettireceğini düşündüm. Düşünmeden hemen cevap verdim.

Gelişigüzel bir şekilde “-Duydum. Rüyama girmişti—-”

Anında görüşüm değişti.

Orsted’in eli göğsümü mızrak gibi delip geçecek.

Çok hızlıydı, sanki ışınlanıyor gibiydi. Kaçamadım. Bir saniye kaçmak için çok azdı.

“-RUDEUS!”

İmge aniden sonlandı ve Ruijerd kendini önüme attı. Orsted’in saldırısını blokladı ve ben geriye doğru sürüklendim. Orsted, Ruijerd’in omuzundan beri beni yiyecekmiş gibi bakıyordu. Gözleri çok soğuktu.

“-Demek öyle he, İnsan-Tanrı’nın havarilerinden birisisin.”

O anda kendimi, Orsted’in yanlış bir çıkarım yaptığını düşünürken buldum, Ruijerd bana bağırıyordu “-RUDEUS! KOŞ!”

“-Çekil önümden, Ruijerd Superdia!”

Ruijerd mızrağını salladı.

Hareket edemedim. Koşamadığımdan değil, sadece denemeye şansım yoktu. Ruijerd saniyeler içerisinde etkisiz hale geldi. Tek yapabildiğim şey Orsted’in onu sanki bir sineği kovuyormuş gibi savuşturmasını izlemekti.

Ruijerd güçlüydü. En azından öyle olması gerekiyor. Yolculuğumuz boyunca Eris onu bir kez olsun yenememişti. Beş yüz yıllık savaş tecrübesi vardı, dokunulmaz olması gerekiyordu. Kral-Seviye bir silahşörden daha güçlü olması gerekiyor. Ama yine de Şeytan gözüm sayesinde açık farkla kaybettiğini görebiliyorum.

Gözümle bütün dövüşü başından sonuna kadar izledim. Tam olarak on saniye sürdü.

Orsted’in Ruijerd’den daha hızlı olmasının imkanı yok. Fakat Ruijerd her yaptığı hareketle daha da dezavantajlı bir konuma düşüyordu. Saniyeler içerisinde bu üç dört kez tekrarlandı. Her hareket ettiğinde mezarını daha da derine kazıyordu. Yavaş yavaş köşeye kıstırılıyor. Her saldırmaya çalıştığında dengesi yerle bir oluyordu ve yaptığı her saldırı bloklanıyordu.

Yetenek farkı–Bir tek böyle anlamlandırabilirsin.

Orsted’in yeteneği Ruijerd’e kıyasla ezici bir üstünlüğe sahipti. Hem de gözümle görebileceğim kadar.

Orsted düpedüz Ruijerd’i tuzağa çekiyordu. Olabildiğince az hareket ediyordu ve aynı zamanda olabilecek en hızlı biçimde hareket ediyordu, Ruijerd’i iyice güçsüzleştiriyordu. Eğer kusursuz bir dövüş stratejisi hayata geçirilseydi işte böyle bir şeye benzerdi.

Orsted en uygun aralıkları seçip kendini Ruijerd’in mızrağının etkili biçimde ona ulaşabileceği yere konuşlandırıyordu, bilerek kendini güçlü ardışık saldırılar yapılabilecek bir konuma sokuyordu çünkü karşısındakinin dengesini bozmak, sendeletmek, defansında boşluklar açmak ve Ruijerd’i, ona karşı yaptığı güçlü karşı ataklara karşı savunmaya geçmeye zorlamak için yapıyordu.

Ruijerd’in buna son vermesi için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kullanabileceği hiçbir taktik yoktu.

Karın boşluğuna yumruk yedi, sonra da çenesine. Alnına atılan üçüncü yumrukla birlikte de bilinci kapandı.

Ruijerd hareket etmeyi kesmeden önce yerde iki kez yuvarlandı.

Orsted istese Ruijerd’i attığı üçüncü yumrukla öldürebilirdi ama yapmadı. Ruijerd gibi muhteşem birisine karşı bile Orsted kendini tutabiliyordu.

“-O zaman.”

“-Haaaaaaa!”

Bağıran ben değildim. Eris’ti. Önüme atlayıp kılıcını hızla Orsted’e doğru salladı, ışık gibi hızlıydı.

“-Saklı Teknik: Akış.” Orsted, Eris ile hiç zaman kaybetmedi. Sadece kılıcını nazikçe avucuyla yakaladı, o kadar. En azından bana öyle gözüktü. Yine de o kadarcık bile Eris’in havada takla atmasına yetti. Eris, sanki bir keşişin gizli tekniği tarafından vurulmuş gibi havada uçtu.

Eris, alanının dışına çıktı, Ruijerd kıpırdamayı kesince anında kör noktasından saldırdı. Tamamen ofansif bir saldırıydı, anlayabildiğim kadarıyla defansını korumayı düşünmekle zaman kaybetmek istemedi ve var olan gücüyle saldırıya geçmek istedi. Karşılık olarak Orsted, onu durdurmak için sadece bir hareket yaptı.

Bekle. Bunu daha önce görmüştüm. Paul bana böyle bir şey göstermişti. Su Tanrısı tekniği bu, gerçi Orsted’in yaptığı hareket Paul’un kinden daha pürüzsüzdü.

“-Aaah…!”

Eris bir kayalığın dibine çarptı. Çarpmanın etkisiyle kayalar ufalandı ve pat diye ses çıkardı. Bu kız acayip sağlam bir yapıya sahip o yüzden öldüğünü sanmıyorum, birkaç kemiğini kırmış olabilir gerçi.

“-Eris Boreas Greyrat, yeteneklerini çok güzel geliştirmişsin. Sende potansiyel görüyorum, ancak… çok hatalı.”

“-Ugh… uuurgh…” Eris ayağa kalkmaya çalışırken inledi.

Normalde şu anda onu hemen iyileştirmem gerekli ancak yapabilme şansım yok çünkü Orsted’in gözleri bana çevrilmişti.

Yoldaşlarımın ikisi de yenildi. Bütün bu zaman boyunca Şeytan Gözüm açık durumdaydı ve bir saniye ötede görebildiğim tek şey, çaresizlikti.

Ne yaparsam yapayım içimden geçecekti. Bir saniye sonraki benim hayati bölgelerinin yok olmasını izledim. Kafam, boğazım, kalbim, ciğerlerim… Her birinin parçalanmasını izledim, sadece orada duruyordu, hareketsiz bir biçimde.

Ne olduğunu anlayamıyorum. Eğer gördüğüm imge doğruysa bir saniye sonra ondan beş tane olacaktı.

Hareket edemedim. Ne yaparsam boşa olacağını biliyorum çünkü. O koca bir saniye boyunca ben hiçbir şey yapamadım. Sanki fizik kurallarını çiğniyormuş gibi öne doğru kaydı ve anında önümde belirdi. Çok ani oldu, düşük fps li animasyonlar gibi.

Önümde belirdikten hemen sonra saldırısı çoktan tamamlanmıştı. Böylesine hareketleri eskiden video oyunlarında görmüştüm. Kıyamet sonrası bir zamanda geçen ve karakterin sonsuz komboya sahip olup herkesi KO ladığı bir oyundu.

Kaburgalarımın altısı anında parçalandı. Çarpma vardı ancak seni uçuran türden değil. Tam o sırada arkamdan başka bir saldırının geldiğini hissettim. Hasar bütün vücuduma yayıldı, ciğerlerim ezilmişti.

“-Öğğhhh!” Yarım saniye sonra kan boğazımdan yukarı tırmandı ve kan kusmaya başladım.

Dizlerimin üzerine çökerken sanki bir şey olmamış gibi “-Büyücülerin ciğerlerini ezmek en garanti yoldur.” dedi.

Yerdeki kan havuzunu izlerken içimde aha! Diye bir kabulleniş hissettim. Büyücülerin ciğerlerini ezmek en iyisi çünkü sözleri söyleyemeden büyü kullanamazlar. Bu, iyileştirme büyümü kullanamayacağım anlamına geliyor. Ve tabiki de, ciğerlerim ezildi, artık hayatta kalamam.

“-Ölünce, benim yerime İnsan-Tanrıya bir mesaj gönder. Ona de ki ‘Ejderha Tanrısı Orsted seni öldüren kişi olacak’ de.” Ejderha Tanrısı, Yedi Dünya Gücü arasında ikinci sırada.

Ben yerde kıvranırken Orsted bana bir bakış attı, ellerim göğsümde duruyordu, sonra topuğunda dönerek uzaklaşmaya başladı. Gardını düşürdüğünü fark ettim. Daha henüz ölümcül bir yara aldığım için daha ölümün kapısına yanaşamamıştım. Nedenini bilmiyorum ama o durumdayken bile hala karşı koymayı düşünüyordum. Belki de şeytan gözümde Eris’in ayağa kalkmaya çalıştığını gördüğüm içindir.

Daha doğrusu, artık bu adam benim işimin bittiğini sandığı için diğer ikisinin de işini bitirmeye karar verdi diye düşündüm.

Düşünmeden ona doğru bir taş gülle attım. Neden daha güçlü bir büyü kullanmadım? Sonuçta elimde İleri seviye saldırı büyüleri var, eğer kullanmak istersem tabi.

Yıllar sonra bile nedenini anlayamadım. O sırada muhtemelen en alışkın olduğum büyüyü kullanıyordum.

Yapabileceğim en güçlü taşı, olabilecek en hızlı şekilde döndürerek attım. O taş gülle o kadar güçlüydü ki ben bile şaşırmıştım. Taş gülleyi ona atınca sürtünmeden dolayı nar gibi kızarmıştı.

Orsted geriye dönüp taş gülleyi eliyle parçalayacak

Ve öyle de yaptı. Metalin çarpışmasıyla çıkan ses ile ufalanıp yere parçalar halinde düştü.

Orsted yumruğuna bakıp “-Az önce attığın taş gülleydi değil mi? Olağanüstü bir güce sahip. Beni öylesine bir büyüyle yaralayabilmen takdire şayan.” dedi.

Yumruğunun derisi azıcık soyulmuştu. Ona zar zor bakabildim.

İşe yaramadı. Onu taş güllem ile yaralayamadım bile.

“-Ciğerlerini ezdiğime eminim, o zaman sen sessiz büyü kullanıyorsun? İnsan-Tanrıdan elde ettiğin bir güç mü yoksa? Sana başka ne verdi?” Orsted bana baktı. İşimi hemen şurada bitirebilir ancak yaptığı tek şey bacakları kesilmiş çekirgeymişim gibi beni izlemek.

“-Öğh…!” Ciğerlerime hava girmesi için rüzgar büyüsü kullandım. Acılı bir şekilde boğuldum. İşe yaramayacağının farkındaydım fakat yine de ciğerime hava soktum, nefes almayı kesmeden önce.

“-Büyüyü kullanmak için ne kadar da zekice bir yol. Ne işine yaradı ki şimdi? Neden ciğerlerini iyileştirmek için sessiz şifa büyüsü kullanmıyorsun?” Orsted elini çenesine koydu ve beni izledi, acı çekerken beni izlemek hoşuna gidiyordu sanki.

Bilincim kapanmak üzereyken sağ elimde ateş topu oluşturdum. Ateş büyüsüne ne kadar mana koyarsan ateş o kadar ısınır ve bir o kadar büyür. Madem taş güllemin sertliği ve hızı yeterli olmadı o zaman patlayıcılara kaldık bizde.

“-Yeter bu kadar. Ran Ma! (Bozma Büyüsü)”

Acınası karşı koyma düşüncelerim anında yerle bir oldu. Orsted elini kaldırdığı anda elimde şekillenen mana bir anda kaybolup gitti. Elime ne kadar mana yüklemeye çalışırsam çalışayım şekli bozulup dağıldı. Bilincim yarı açık olsa bile bunu anlayabilmiştim.

Elimdeki manayı bozup büyü yeteneğimi etkisiz hale getiren bir şey vardı.

Sağ elimi mühürlemiş olsa da sol elim hala boştaydı. Sol elimi kaldırıp Orsted ile benim aramda büyü oluşturdum ve bir şok dalgası saldım. Orsted geriye sürüklendiğinde kulak yırtan bir patlama sesi yankılandı. Orstedi geriye uçuran bir patlama. Bende patlamanın etkisiyle geriye doğru uçtum

“-Ngh…Bozma Büyümü etkisiz hale mi getirdin? Hayır, yapmadın… Aynı anda birden fazla büyü okulunu kullanabiliyorsun o zaman. Sözsüz büyüde baya yeteneklisin. Doğru, değil mi?” Adam sol elindeki parmaklarını şıklattı. Şıklatınca, küçük, kare, elli santim genişliğinde bir ayna havada beliriverdi. Muazzam bir aynaydı, kenarlarında ejderha desenli süslemeler vardı. “-Hm. Tahmin ettiğimden daha zorlu çıktı.”

Aynayı umursamayıp oluşturabileceğim en şiddetli ateş saldırısını oluşturmaya çalıştım. Aklımda tasarladığım şey devasa bir alevdi. Mantar bulutu. Nükleer Patlama. Manamı olabilecek en yüksek seviyede en doğrudan aktarmaya çalıştım. Eris ve Ruijerd’in arada kaynaması olasılığını düşünmedim bile. Düşünme yetimi kaybetmiştim.

“-Açıl, Ön Ejderkapısı!” Orsted’in ağzından bu sözler çıkınca, ayna açıldı.

Aynı zamanda da sol elimde toplanan mana da yutuldu. Aynanın yüzeyi çatlayıp parçalara ayrıldı. Orsted’in hemen önünde bir patlama yaşandı. Patlama umduğumdan daha güçsüz çıkmıştı, o da kolayca sıyrıldı.

“-Muhteşem bir mana kapasitesi. Bu boyuttaki bir Ön Ejderkapısı hapsedemedi bile. Sanki Laplace ile aynı seviyedesin… Eh, İnsan-Tanrının havarisisin sonuçta. Neden hala ciğerlerini iyileştiremedin? Gardımı düşürmem için beni kandırmaya mı çalışıyorsun?”

Bilincim tamamen kapanmadan önce söylediği şeyler bunlardı işte. Etrafımda yaşananları algılayamıyordum artık.

Adam hala beni süzüyordu. Gözlerimiz buluştu. “-Bu kadarcık mı?” yarım saniye sonra önümde belirdi. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. “-Büyü dışında bir şey yapamıyor musun?”

Büyüm mühürlendi ve ayaklarım dondu o yüzden kımıldayamadım. İnsanı boğan ölümcül havası karşısında çaresizdim. Görüşümün ucunda cam panelin kaybolduğunu görebiliyorum, ancak yapabileceğim hiçbir şey yok.

“-Öğöhh!” Doldia köyünden öğrendiğim kükremeyi kullanmaya çalıştım ancak onların yaptığına benzemedi bile. Orsted kendini hazırladı, ve tabiki de, yapabileceğim tek şey hareketsiz biçimde kan kusmaktı.

“-…Sadece mana mı? Ne yapmaya çalışıyorsun?”

Orada yapabileceğim hiçbir şey yok. Büyüm mühürlenmişti ve onu yakın dövüşte yenebileceğime dair hiçbir gösterge yoktu. Tek yapabileceğim şey ayaklarına kapanmaktı ancak Orsted onu bile yapmama izin vermiyordu.

“-Eh, herneyse. Öl artık.”

“-Aagh…!”

Eli bedenimin içinden ışık hızında geçti. Tam kalbimin ortasına. Kesin, ölümcül bir yara. Şifa büyümün kapayamayacağı bir yara.

“-Ne kadar da utanç verici. İnsan-Tanrı, daha kendini Savaş Aurası ile kaplayamayan insanları kullanmaya başladın demek. Neyi planlıyorsun ki?” Eli, göğsümden çıkınca kalın bir kan tabakasıyla kaplıydı. Ayakta durmaya çalıştım ancak bedenim dinlemedi. Yere yığılarak bana ihanet etti. Görüşümün ucunda Eris’in kafasını kaldırdığını görebiliyorum, gözlerindeki donuk ifadeyi görebiliyorum. Birbirimize bakıyorduk.

“-A-aah…Ru-Rudeu…Rudeus…!”

Of, sikeyim. Ölmek istemiyorum. Daha Eris’e verdiğim sözü yerine getiremedim. Sadece iki yılcık daha, sadece iki yıl daha dayanmak istiyorum. Eğer dayanırsam pişmanlığım olmadan ölebileceğim.

Manamı toplamama izin ver. Sadece bir yara. İzin ver iyileştireyim. Dedim kendi kendime. Sözleri söyleyemiyorum çünkü göğsümde kocaman bir delik var. Yine de yapabilirim. Sadece yavaşça manamı toplamam gerekiyor o kadar. O zaman iyileşir. İyileşir. Şimdi ölmemem gerek.

“-Aaaaaaaah!” Eris çığlık attı.

“-Senin için önemli birisi miydi? Özür dilerim Eris Boreas Greyrat. Ancak bir gün anlayacaksın. Hadi gidelim, Nanahoshi.”

“-T-Tamam…”

Orsted yavaşça uzaklaşmaya başladı, kız da arkasından takip etti.

Eris ayağa kalkamadı, ya aldığı hasardan ya da korkudan. Ya da şoktan. Tek yapabildiği çığlık atmaktı. Kılıcı yoktu, sadece sesini kullanabilirdi.

“-Ruijerd! Ghislaine! Büyükbaba! Baba! Anne! Theresa! Paul! Hangi biriniz umurumda değil sadece, birisi kurtarsın onu! Rudeus ölecek!”

Siktir, bilincim iyice kapanıyor. Gerçekten mi? Her şey böyle mi bitecek?

Ama…Ölmek….İstemiyorum…

“-Hey Orsted, aklımı kurcalayan bir şey var. Şu çocuk.. Yaşamasına izin versek olmaz mı?”

Bilincim tam olarak kapanamadan önce birinin bu sözleri söylediğini duyar gibi oldum.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.