İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 06 Bölüm 02

Pirinç

 

Güneş yeni güne daha merhaba dedi.

 

Tavernada kahvaltı ettikten sonra “-Shirone Krallığına uğrayacağız.” dedim.

 

Ruijerd ve Eris nedenini anlamasalarda kararımı onaylayıp

 

“-Tamam.”

 

“-Anlaşıldı.” dediler.

 

İkisi de neden ve hangi amaçla gidiyoruz diye sormadı. Tanrıya şükür sormadılar da.

İnsan-Tanrı dan elimden geldiğince bahsetmemeye çalışıyorum ama bazen onlara aldığım kararları nasıl açıklayacağımı da bilemiyorum.

 

Ruijerd geçen gece beni gördükten sonra kafasında bi teori oluşturmuştur. Muhtemelen ondan hastalık gibi bir şeyi sakladığımı düşünüyordur. Gerçi haksız da sayılmaz, İnsan-Tanrı’nın kendisi hastalık gibi bir şey zaten.

 

“-Shirone—şu senin Ustanın olduğu yer değil mi?”

 

Eris bunu dedikten sonra aklıma Roxy Migurdia adlı tanıdık yüze sahip genç bir kız geldi. Evet doğru, Roxy’nin Shirone da olması gerekiyordu.

İnsan-Tanrı, bir tanıdığına mektup gönder demişti ‘tanıdık’ derken onu kast etmiş olmalı.

 

“-Evet, benim…öğretmenim, gerçekten saygı duyduğum birisidir.”  Az kalsın ona Ustam diyecektim, son anda kendimi durdurdum. Şimdi aklıma geldi de Roxy kendisine “Usta” dememi yasaklamıştı. Gerçi diğer insanlara Roxy’nin ne kadar muhteşem birisi olduğunu anlatırken ona sürekli “Ustam” diyordum… neyse.

 

“Öğretmenini ziyaret etsek çok iyi olmazmı sence? Belki bize bir şekilde yardımı dokunur.” Eris memnuniyetle kendi dediğine başını salladı.

 

Roxy gibi muhteşem bir varlığın kesinlikle bize bir yardımı dokunur. Bundan adım kadar eminim. Mamafih Roxy, Shirone sarayında büyücü olarak çalıştığı için çok meşgul olmalı. Ona zorluk çıkarmak istemiyorum—benim için halihazırda çok şey yaptı.

 

Işınlanma Felaketi ve ailemi arama görevim dışında onu görmek için can atıyordum. Eğer bana Şeytan Dili Sözlüğünü vermeseydi şuan hala Şeytan Kıtasında mahsur kalmış olabilirdim. Kitabın felaket sırasında yok olmasına çok üzülmüştüm, basılıp tüm dünyada yayımlanması gereken bir şaheserdi.

 

Eris “-Öğretmenini görmek istiyorum.” dedi.

 

“-Mm. Onunla tanışmak isterim.”

 

Eris ve Ruijerd hevesli görünüyordu, muhtemelen her fırsatta ağzımdan Roxy’nin adını düşürmediğimden dolayı, neyse sorun yok.

 

“-Tamamdır, o zaman Shirone Krallığına gidiyoruz, sizi onunla tanıştıracağım!”

 

Bu sözü verdikten sonra üçümüz yola koyulduk.

 

*******************

 

 

Öncelikle, Ejder Kral Krallığı’nın başkenti Wyvern den geçen anayoldan dümdüz gittik. Sonrasında Ejder Kral Dağlarının ikiye ayrıldığı sapağa geldik. Yollardan biri kuzeye diğeri de batıya gidiyordu. Shirone Krallığına giden Kuzey yolundan devam ettik.

 

Başkent Wyvern de beklentimizin dışında fazladan yedi gün ikamet etmek zorunda kaldık. Yaptığımız plana göre başkentten üç gün sonra ayrılmamız gerekiyordu lakin at arabamız arıza yaptığı için beklemek zorunda kaldık. Eğer at arabası taştan veya çelikten yapılmış olsaydı tamiri ben halledebilirdim fakat ahşaptan yapıldığı için bir şey yapamadım. Ahşaptan yapılmış bir şeyi düzeltebilecek bir büyü yok maalesef.

 

Tamir işini hızlandırmak için ekstradan para ödememize rağmen tamirin tamamlanması tam yedi günümüzü aldı. Acele etmeye gerek yok, İnsan-Tanrı’nın bana gösterdiği imgede Aisha iki asker tarafından etrafı  sarılmıştı, tamam endişeliyim ama İnsan-Tanrı bu yaşandığı sırada orada olacağımın garantisini verdi. Bu durumda at arabamızın bozulması sadece kaderin cilvesiydi. Eğer işe kader karışmışsa ne kadar acele edersem edeyim Shirone’a onunla karşılaşmadan önce varmama imkan yoktu.

 

Olabildiğince sakin kalmam gerekiyor, o yüzden Wyvern de gezmeye karar verdim.

 

Ejder Kral Krallığı dünyadaki en büyük üçüncü ülkedir. Üç kukla devletiyle birlikte de Güney Ana Kıtadaki en büyük ülke.

 

Bir zamanlar burası güneydeki küçük ülkelerden birisiydi. Kuzeybatıdaki Ejder Kral Kabilesine saldırıp hükümdarları Kral Ejderlerinin Şahı Kajakt’ı öldürdükten sonra bu durum değişti. Yeni fetihler, işgalcilerin büyük miktarda maden yataklarına erişmesine ve ekonomilerini büyütmelerine yardımcı oldu.

 

Bu değişim Kuzey Tanrısı efsanesinde adı geçen “Kırk Sekiz Büyülü Kılıcın” doğmasına ve dünyanın dört bir yanına dağılmasına da neden oldu.

 

Köklü bir tarihe sahip olması dışında ülke, geleneğe çokta önem vermiyor gibi görünüyor. Daha çok Amerikaya- farklı elementlerin bir araya gelmesine benziyor. Şehirde gezerken birçok demirci ve her türden Kılıç Akademisi gördüm, akademilerin çoğu ya Kuzey Tanrı stiline ya da Su Tanrı stiline aitti.

 

Akademilerden birine göz atmak istedim, öğrencilerin çoğu çocuk yaştaydı, öğretmenlerde taş patlasın İleri-Seviye kılıç ustalarıydı.

 

Eris ustalardan birine bakıp kahkaha atarak“-Acemi la bunlar.” dedi. Ruijerd bile ayıpladı onları.

 

Her neyse. Kayıp insanlar hakkında bilgi toplamaya karar verdim. Maceracılar Loncasında Paul’un astlarından birini buldum. Bana bu ülkede öğrenilmeye değer bilgi olmadığını söyledi.

Bunca zaman geçtikten sonra birilerini bulmak zor olacaktı.

 

Bunu takiben alelade pazar araştırmamı yaptım. Millis ve Ana Kıtadan gelen özel ürünler burada satılıyordu. Pazarda satılan çeşitli malların arasında çok özel bir şey keşfettim: Pirinç.

Rengi biraz sarımtıraktı ama kesinlikle gördüğüm şey pirinçti.

 

Bu ülkede pirinç olduğunu zaten biliyordum. Doğu Limanındayken beyaz pirinç yemiştim. Ama maalesef lokantaların menülerinde sadece tek tük çorba, tavuklu pilav ve pirinç püresi vardı. Aradığım şey değildi bunlar. Ben sadece PİRİNÇ yemek istiyordum.

 

Onu satın almam için bana göz kırpan pirinci görünce aklıma bir fikir geldi. Madem pişmiş beyaz pirinç bulamıyorum o zaman kendim yaparım. Pirinci hiç düşünmeden aldım.

 

Bir iki saat sonra.

 

Şuan tavernanın bahçesindeyim ve bugünkü yemeğimi hazırlıyorum. 4.5 Gram pirincim, toprak büyüsüyle özenle hazırladığım mutfak eşyalarım ve ocağım, hancının bana verdiği tarif, yumurtalarım ve tuzum var.

 

Tarifi inceledim, pirinci özenle yıkayıp ocağın altını yaktım. Ocağın ısısı ayarlamak pirinç pişirmenin püf noktasıydı.

 

“-Napıyon?”

 

Eris’e cevap verirken poker yüzümü takınarak “-Deney.” dedim.

 

“-hmm?” ilgisini kaybedip somurttu, sonra kılıcını sallamaya devam etti. Bana attığı bakışlardan anladığıma göre az önceki tavrının aksine yaptığım şeyle göründüğünden daha ilgiliydi.

 

Pirinci hancıdan aldığım tencereye aktarıp ateşi besledim. Hancı, bana işin sırrının pişirme sırasında ısıyı yavaşça artırmak olduğunu söyledi, verdiği tavsiyeye uydum.

Kum saatimi kurduktan sonra ısıyı düşürdüm. Sonra iki kez artırdım. En sonunda da ateşi söndürüp kum saatini iki sefer daha kurdum.

 

“-Bitti.” dedim.

 

“-Sahiden mi?” Eris kılıcı sallamayı bırakıp yanıma koştu. Mmm, mis gibi kokuyor, fakat şuan açlığım azgınlığıma baskın durumda.

 

Gözlerini beklenti içinde tencereye dikti. Kapağı kaldırırken bende heyecanlandım. Burnum anında  taze pişmiş pirincin kokusunu aldı.

 

“-Mis gibi kokuyor. Aferin sana Rudeus!” Eris pirince uzandı.

 

“-Hayır, tadım işini benim yapmam lazım.” dedim. Parmağımın arasına pirinç parçasını sıkıştırıp ağzıma götürdüm.

 

“-mmm… Yüz üzerinden kırk beş puan veriyorum.”

 

Anılarımdaki Koshihikari ve Sasanishiki pirinçlerinin yanına bile yanaşamazdı. Diğer bütün modern Japon pirinçleriyle kıyaslasam bile C seviyesi etmez.

Kuru, sarımtırak, birazda acıydı. Tamam yemek yapmada becerikli olmayabilirim yinede bütün kabahati kendimde bulamam, bir kere malzemelerin kendisi kötü, buna beyaz pirinç bile diyemezsin. Gerçi pirinç buralarda temel gıda maddesi olmadığı için kalitesi düşük olabilir.

 

Aslında otuzdan yukarı puan vermemem gerekirdi, ancak bunca yıldan sonra ilk defa pirinç tadı alınca nostaljik hislere kapıldım o yüzden yapamadım.

Azıcık baharatlasam on beş puan daha verebilirim.

Ah, gerçekten de eli açık birisiyim değil mi, değil mi? İçimden kendi kendimi tebrik ettim.

 

“-Bunu daha önce de yemiştik değil mi? Ne tür bir deney bu?”

 

“-Hehe, daha yeni başlıyorum bekle sen.”

 

 

 

 

 

 

 

Pişmiş pirinci kendi yaptığım taş tasın içine koydum. Sonra, daha öncesinde detoksifike ettiğim çırpılmış yumurtayı pirincin ortasında açtığım deliğe döktüm. Tasın üzerine tuz serptim, büyüyle yaptığım çubukları alıp ellerimi bir araya getirdim.

 

“-Afiyet olsun.”

 

“-Ne? Bekle Rudeus, döktüğün yumurta…çiğ!”

 

Ağzımı kocaman açtım, sapsarı pirinci ağzıma götürüp kocaman bir ısırık aldım. Mmm…garip kokuyor. Serptiğim tuz tadına hiç etki etmemiş sanki.

 

Çiğnerken yumurtanın tadının da Japonyada çiğ yenilmesi için satılan yumurtalara benzemediğini fark ettim. Yedikten sonra içim rahat etsin diye detoksifikasyon büyüsü kullanim en iyisi. Ayrıca soya sosu eksikti! Soya sosu olmadan yumurtanın verdiği çiğ tat kendini çok belli ediyordu.

 

Acaba bu dünyada soya sosu varmıdır? Eğer yoksa belki yerini doldurabilecek bir şey bulabilirim.

 

“-Tadı iyi mi bari?”

 

Eris’inde canı çektiği için toprak büyüsüyle bir tane daha tas yaptım. Tasa pirinç koydum, üzerine tuz serptikten sonra az önce yaptığım kaşığı uzattım—çubukla yeme sanatında daha acemi olduğu için ona çubuk vermedim-.

 

“-Hey!..bu kadarcıkmı?”

 

yutkunur

 

Her ne kadar gurur duymasam da önceki hayatımda her şeyimi pirinç yemeklerine ve pirinç toplarına adadığım bir dönem vardı. Kafamı ileri geri salladım.

 

“-Mmm…” Eris yavaşça çiğnedi, yüzünde karmaşık bir ifade vardı. Damak lezzeti hala bir çocuğunki kadardı.

Pirincin üzerine yumurta dökünce Eris “-Daha iyiymiş böyle” dedi. Yanakları pirinçle dolmuştu. Hepsini yedi.

 

 

Hakikaten, çiğ yumurtaya bulanmış pirinç dünya üzerindeki en lezzetli şey olabilir.

 

İçimden bunu geçirdiğimde çoktan yemeği bitirmiştik. Tencerenin dibini sıyırmaya başladık.

 

Ruijerd aramızda bu harika yemeği tadamayan tek kişiydi, ama şikayetçi olmadı.

Ahh işte gerçek bir yetişkin, diye düşündüm. Yine de kendimi suçlu hissettim,

o yüzden birdahaki sefer ona da biraz ayıracağım.

 

 

 

****************************

 

Ejder Kral Krallığından ayrılıp kuzeydeki anayolu takip ettik. Shirone Krallığı ile aramızda iki ayrı krallık vardı: Sanakia ve Kikka Krallıkları. İkisi de Ejder Kral Krallığına bağlı kukla devletlerdi.

 

Sanakia Krallığında pirinç ziraati gelişmişti, iklimi pirinç yetiştirmek için uygun olmalı çünkü anayolun her iki tarafında pirinç tarlaları vardı.

Bölgede bir sürü nehir vardı, topoğrafiği Japonyaya ve Uzak Doğuya benziyor olmalı. Pirincin tadı Ejder Kral ülkesinde yediğimle aynıydı, pirinci buradan ithal ediyor olmalılar o zaman. Pirince Sanakia Pirinci demeye karar verdim.

 

Mola verdiğimiz hanlarda yemekler pirinçten ve deniz ürünlerinden yapılıyordu. Bu dünyaya geldiğimden beri kendimi tutarak yemek yiyorum, fakat… nereye bakarsam bakayım pirinç gördüğüm için kendimi tutamadım. Karnım patlayana dek yemeye devam ettim.

 

Eris, yemek sırasında bana durmadan merakla bakıyordu. Muhtemelen, o kadar yemek konusunda mızmızlık yaptıktan sonra yemeğe yumulduğumu görmek ilgisini çekmiştir.

 

“-Noldu?” dayanamayıp sordum.

 

“-Yemek yemeyi sevmediğini sanardım, Rudeus.”

 

Önceki hayatımda az yiyen birisi değildim. Masada yemek olduğu sürece tabağımı doldurup yemeye devam ederdim. Reenkarne olduğumdan beri az yemek yiyişimin sebebi ise bu dünyanın yemeklerinin hoşuma gitmemesiydi. Şeytan Kıtasındayken sürekli yediğim o semsert eti saymazsak, Asura’nın ekmek ağırlıklı öğünleri bile bana vasat geliyordu. Zenith’in yemekleri kötü sayılmazdı gerçi, yine de pirinç yemeyi özlüyordum.

 

 

 

 

 

 

 

Ahh evet, evet. Pirinç. Muazzam bir şey

 

Tabikide zamanımı sadece yemek yemekle geçirmedim, Maceracılar Loncasına da uğradım. Beklediğim gibi, Ana Kıtada olduğumuz ötürü “Ölü Son” ismini duyunca kimse ismin tuhaflığına şaşırmadı. Sırf birisi Amerika da ünlü diye ünü, Japonya’ya kadar uzanır anlamına gelmiyor. Mesela çocukların çoğu Süpermen’in kim olduğunu bilir ama Kaptan Amerika’nın kim olduğunu bilmez.

 

 

Tabi, buradaki herkes maceracı, aralarından biri illaki “Ölü Son” ismini duymuş olmalı. Yine de kimse sıkıntı çıkarmadı.

İnsanlar, Superdlerin ne olduğunu bilseler de birisinin Superd olup olmadığını anlamanın tek yolunun saçının yeşil olup olmadığına bakarak anlaşılabileceğini zannediyorlardı. Aynı, koşu kulübündeki bir kız, sırf saçını at kuyruğu yapmıyor diye gerçekten koşu kulübünde değildir diye düşünen modern bir otaku gibi.

 

Ruijerd yeşil saçı olmadığı sürece gerçek bir superd sayılmazdı.

 

Gerçi A-Seviyesindeki Maceracılar diğerlerinden daha uyanıktı.

 

Nokopara’ya benzeyen bir adam bize yaklaşıp “-Hey, beyler. Sizi daha önce buralarda görmedim. A-Seviyesindesiniz değil mi? Grubunuzu yeni mi kurdunuz?” dedi.

 

Önceki sefer yaşananlar hala aklımda olduğu için ona samimi davranmak istemedim.

 

“-İcraatlerimize iki yıl önce başladık.” diye cevap verdim.

 

“-Vay vay, Ölü Son he? Bak işte buralarda duyacağın cinsten bir isim değil.

İsminiz, Şeytan Kıtasındaki şu caniden geliyor demi?”

 

“-Evet, Şeytan Kıtasından başlayıp buraya kadar yolculuk ettik.”

 

“-He he, tahmin etmiştim. Dur tahmin edeyim şurdaki eleman da caninin kendisi?”  dalga geçermiş söyledi.

 

“-Evet öyledir.”

 

“-Ayrıca, rica etsem arkadaşıma öyle seslenmeyi bırakır mısın?”

 

“-Neden? Kendinizi böyle tanıtmak istemiyormusunuz?” Sanki birisi onu ayağından gıdıklamışcasına kıkırdamaya başladı. Eris sinirli, Ruijerd de rahatsız görünüyordu.

 

Adam yüz ifadelerimizi görünce geri vites yaptı.

 

“-Bekle bi dakika, siz ciddisiniz değil mi?”

 

“-Eğer bana inanmıyorsan arkadaşımdan kafasındaki mücevheri göstermesini isteyebilirim.”

 

“Yok yok hiç gerek yok! Arkadaşının gerçekten bir Superd olduğunu düşünmemiştim. Demek Superd’ler gerçekten varlar, o zaman bu…”

 

Şeytan Kıtasındayken A-Seviyesine tırmanmamız Ruijerd’in bir Superd olduğuna dair iddialarımızı daha da inandırıcı yapıyor. Ana Kıtada Şeytanlara kötü muamele edilsede buradaki insanlar Ruijerd’den korkmuyor gibiler, muhtemelen tehdit onlara yabancı olduğu içindir. Aynı, Bozayıların tehlikeli olmadığını söyleyen insanların daha önce hayatlarında hiç dağ ayısı görmemiş olmaları gibi.

 

Ölü Son, taşıdığı anlamın çoğunu yitirmiş durumda. Yine de Ruijerd’in itibarını insanlar artık ondan korkmadıkları zaman düzeltmeye çalışmak daha kolay olur. Gerçi bunu nasıl yapacağımı hala bulamadım. Millis dini baskısını sürdürdüğü sürece yaptığım Ruijerd figürleride iş yapmaz.

 

Aklımdan bu düşünceleri geçirdiğim sırada Eris’in az önce bizimle konuşan adama dik dik baktığını fark ettim. “-Eris, gözünü seveyim kavga çıkarma.” dedim.

 

“-Tamam, biliyorum.”

 

“-Aferin.”

 

Son zamanlarda maceracılarla rastgele kavga etmeyi kesti ve geçen yıl boyunca hal ve hareketleri olgunlaştı. Artık yüzü bir aceminin yüzü değildi, ona attığın bir bakışla tehlikeli birisi olduğunu anlayabilirsin. Neden ona bulaşmaya kalkışsınlar ki?”

 

Eris son zamanlarda maceracıların yaptığı şakaları da anlamaya başladı. Eğer birisi onu gücendirecek bir şey söylese bile latifelerine cevap verebilecek kadar sakin kalmayı becerebiliyordu, hatta laf atıp karşıdakini güldürünce kendisi de sırıtıyordu.

Tam teşekküllü bir maceracı oldu artık.

 

Arada sırada ona sataşmak isteyen maceracılarda oluyordu tabi. Bazı insanlar, çoğunlukla C-Seviyesinde ve genç olanlar, Eris’in A-Seviyesi olduğunu öğrendiklerinde ona imalı imalı yaklaşıp “Eminim sende yetenek falan yoktur, bütün yükü de partindekilere sırtlatıyorsundur kesin?” gibi şeyler söyleyip hemen peşisıra Eris tarafından tek yumrukla nakavt oluyor. Nasıl oluyorsa bu salaklardan gittiğimiz her Maceracı Loncasında en az bir tane oluyordu.

 

Bana kalsa mecazen “Evet doğrudur! Ağamız öylesine mükemmel birisidir ki hayatımızın tadını çıkarıyoruz!” derim çünkü onur denen bir şey yok bende. Zaten yaptığımız saldırılarda Ruijerd’e gereğinden fazla güvendiğim yalan değil.

Benim bu tavrım Eris’in hoşuna gitmiyor fakat Ruijerd olmasaydı buraya kadar kendi başımıza gelmemizin imkanı olmazdı. O yüzden azıcık mütevazi olmaktan zarar gelmez diye düşünüyorum.

 

Yaban Hardalını anımsatan bir çiçek Kikka Krallığının her yerinde yetiştiriliyordu. Anayoldan giderken baktığın her yerde uçsuz bucaksız beyaz çiçek tarlaları vardı.

 

Şüphesiz gelişen bir sektör, ama Ejder Kral Krallığı istediği için gelişiyor.

 

Sanakia’daki bereketli pirinç tarlaları bile Krallığın emri doğrultusunda ekilmişti. Kukla devleti olmak zor olmalı.

 

Pirinç bu ülkenin temel besin kaynağıydı. Deneye deneye ne kadar kuzeye gidersem pirincin kalitesinin de bir o kadar arttığını fark ettim. Kim bilir belki ilk ısırığımı alınca aşık olacağım pirinci bulmama az kaldı?

 

Ne yazık ki ülkenin kuzeyindeki küçük devletler birbirleri ile sürekli savaş halindeydi. O şartlar altında lezzetli pirinç yetiştirmelerinin imkanı yoktu.

Yazık, cidden yazık.

 

Ejder Kral ve Kikka Krallığında Popüler olan Nanahoshiyaki adında bir yemek vardı, bu yemeğin yapılışıda şöyleydi: Et, pirinç ve buğday ununa bulanıyor sonrada kızgın yağda kızartılıyordu. Aynı Karaage’ye benziyordu.

Anlaşılan bu yemek Asura Krallığında popülerleşip buralara kadar gelmiş. Hazırlanması için büyük miktarda kızartma yağına ihtiyaç duyulsada  komşu ülke bu yemeği çokça ürettiğinden bu yemeğe buradan bile erişim sağlayabiliyorsun .

 

Maalesef bu “Kızartılmış Tavuk” o kadar da lezzetli değildi. Kullanılan et çoğunlukla koyundan, domuzdan ya da attan geliyordu. Kızartmak için belirlenmiş bir ısı ayarı yoktu o yüzden et bazen sert bazen de sümük gibi çıkıyordu. Ayrıca doğru dürüst baharatlamıyorlar bile! Tuz, kurutulmuş otlar ve bölgeye özgü özel sos yemeğe tat katmak için kullanılıyor olsa da tadına o kadar da etki etmiyor.

Şu sıralar Doğu Limanında yediğimiz yemek gözüme daha iyi gözükmeye başladı.

 

Ne kadar mızmız olsam da, ülkenin şeflerinin ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarının farkındayım. Yine de sundukları, aradığım şeyle uyuşmuyordu. Soya Sosunın eksikliği gözardı edilemezdi. Keşke biraz soya sosum, sarımsağım ve zencefilim olsaydı belki hem tatlı hemde tuzlu bir şey yapabilirdim.

 

“-Rudeus, Ne zaman bir şeyler yesek suratını asıyorsun.”

 

“-Tadı yüzünden mızmızlanıyor”  diyerek Ruijerd araya girdi. “-Muhtemelen yemekle alakalı”

 

“-Bence tadı gayet iyi” diyerek cevap verdi Eris.

 

Masada oturuyoruz, ikisi yemeklerini yiyorlar. Hiç seçicilik yapmıyorlar. Bunca yolu yemek eleştirmeni olup yediğim her yemeği eleştirmek için gelmemiş olabilirim. Yine de ‘Keşke soya sosum olsaydı, o zaman herşey daha güzel olurdu” diye düşünmeden de duramıyorum.

 

“-Yemeğin dokusu muazzam. Hem de çıtır çıtır. Isırınca da etin suyu ağzını dolduruyor.”

 

“-Evet, tadı çok güzel” Ruijerd de hemfikir.

 

 

Bir kez daha sipariş verip, kaşla göz arasında tabakları tertemiz ettiler.

Haah ne kadar da şanslılar. Böyle bir yemeği sırf ilk kez yedikleri için leziz sanıyorlar. Bense bundan daha iyisinin olduğunu bildiğim için onlarla aynı duyguyu paylaşamıyorum.

 

Ne yaparsam yapim canımın beyaz pirinç ve soya soslu kızarmış tavuk ya da yosunlu miso çorbasıyla tofu çekmesine engel olamıyorum.

 

Benim bitmek bilmeyen lezzetli yemek arayışım, bitmek bilmeyen kayıp insanları arama görevimle birlikte eş zamanlı olarak devam ediyor. Gerçi şu ana dek ne kayıp insanlar ne de leziz yemeklerle alakalı adam akıllı bir şey bulabildim.

 

Dört ay böyle geçtikten sonra nihayet Shirone Krallığına vardık.

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.