İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 05 Bölüm 01
Kutsal Milis Krallığı
Çevirmen: AllahDiyenKirpi
Kısım 1
Kutsal Milis Krallığı.
Başkenti Milishion.
Kutsal Kılıç Anayolu’ndan baktığınızda şehrin tamamını görmek mümkün.
Öncelikle, kaynağını [Mavi Ejderha Sıradağları]’ndan alan [Nikolaus Nehri]’ni görüyoruz.
Bu nehir, masmavi rengi olan [Yüce Göl]’e akıyor.
[Yüce Göl]’ün ortasında ise, yüzen büyük beyaz bir kale, [Beyaz Saray] bulunmakta.
[Nikolaus Nehri]’ni takip edip, oraya gittiğinizde…
Altın renginde parıldayan [Büyük Kilise]’ye ve gümüş renginde ışıklar saçan [Mecaracılar Loncası Karargâhı]’na ulaşmış olacaksınız.
Eğer oradan etrafa dikkatlice bakacak olursanız, planlı bir şekilde oluşturulmuş bir şehrin önünüze serilmiş olduğunu görebilirsiniz.
Son olarak da, şehri sarmış olan yedi büyük kule ve şehrin hemen dışında bulunan çimenlik bir bölge bulunuyor.
İhtişam ve Uyum.
Bu iki niteliği de taşıdığından dolayı, buraya dünyanın en güzel şehri de denilebilir.
Maceracı Kanlı Kont’un [Dünyayı Geziyorum] seyahatnamesinden alıntıdır.
Kısım 2
Harbiden de çok güzel.
Sadece bir fantezi dünyasında bulabileceğin mavi ve yeşilin o enfes uyumu.
Buna ek olarak, Edo veya Sapporo’yu andıran iyi planlanmış bir şehir yapısı.
Eris hiç ses çıkarmadan, ağzı açık bir biçimde manzarayı seyrediyordu.
Ruijerd de gözleri kısık bir biçimde bakıyordu.
Bu ikisinin “hana yori dango” kafasında olduklarını sanıyordum, ama demek ki güzel şeyleri de görebiliyorlarmış.
ꕥ Hana yori dango: Bir şeyin görünüşünden çok, o şeyin özüne odaklanmak diyebiliriz.
‘Harika, öyle değil mi?’
Ve nedense, Gisu gururlu bir biçimde böyle söyledi.
Niye gururlandın ki?
Diye bir düşüncem vardı, ama harbiden sırf bu manzarayı görebilmiş olmak bile sizi gururlandırmaya yeter.
Böyle söylesem de, bu herifin götünün gereğinden fazla kalkmasına izin vermek gibi bir niyetim yok.
‘Harbiden de harika, ama şu göl yağmur mevsimi zamanlarından sıkıntı çıkarmaz mı?’
Olumsuz yorumlarda bulunmaya başladım.
Gerçi cidden merak ediyorum.
Şehir, neredeyse tamamen, şu devasa gölün merkezinde kalıyor.
Burasının hemen sadece kuzeyinde, Yüce Orman’da, aralıksız üç ay boyunca yağmur yağıyor.
Öyle bir doğa olayının, haliyle, buraya da bir etkisi olmalı.
‘Eskiden cidden büyük bir sorunmuş bu, ama şimdileri şu büyük yedi kule, suyu devamlı kontrol altında tutuyor. Bu yüzden, rahat davranıp böylesine büyük bir kaleyi gölün üzerine inşa edebilmişler. Hiç sur falan görmüyorsun, değil mi? Çünkü şu kulelerin şehrin etrafında durmaksızın büyülü bir bariyer oluşturmasından dolayı.’
‘Anlıyorum, yani Kutsal Milis Krallığı’nın başkentine saldırmak için önce bu yedi tane kuleyi bir şekilde yok etmek gerekiyor.’
‘Öyle tehlikeli şeyler söyleme, eğer şaka bile olsa, kilise şövalyeleri duyarsa seni yine de yakalayıp hapse atarlar?’
‘…Tamam söylemem.’
Eğer Gisu’nun söylediğini doğru kabul edecek olursam, şu yedi tane kule ayakta kaldığı sürece, şehir hiçbir zaman bir afetten ya da salgından etkilenmeyecek.
Arkasındaki teoriyi bilmiyorum ama kulağa bayağı kullanışlı bir şeymiş gibi geliyor.
‘Hadiyin, gidiyoruz!’
Eris heyecanlı bir şekilde bağırdı ve biz de at arabası ile ilerlemeye devam ettik.
Kısım 3
Milisihon şehri, dört semte ayrılmış bir şehir.
Kuzeyde, [Yerleşke Bölgesi] bulunuyor.
Şehrin müstakil ev ve lojmanları için ayrılmış olan kısmı.
Soylu ve şövalyelerin ailelerinin kaldığı kısım, ortalama bir vatandaşınkinden biraz farklı ama mantıken hepsi müstakil ev.
Doğuda, [Ticaret Bölgesi] bulunmakta.
Her çeşit tüccarın bir araya geldiği bir bölge orası.
Bir sürü küçük küçük dükkanların olduğu bir yer.
Şirketlerin almış oldukları ticari sözleşmeleri tamamladıkları veya genişlettikleri, bu dünyanın ticaret merkezi gibi düşünebilirsiniz.
Demirciler ve müzayede evleri de burada bulunuyor.
Güneyde, [Maceracılar Bölgesi] var.
Maceracıların toplaştıkları yer.
Maceracılar Loncası Karargâhı’nın etrafına dizilmiş, maceracılara yönelik olan, her çeşit dükkan ve han burada bulunuyor.
Bozuk maceracılara yönelik olarak, kumarhane gibi yerlerin bulunduğu bir kenar mahalle de mevcut, yani temkinli olmakta fayda var.
Çoğunlukla, köleler, ticaret bölgesindense burada satışa çıkartılıyor.
Batıda ise, [Kutsal Bölge] olarak adlandırılmış yer var.
Kutsal Milis Kilisesi ile bağlantılı olan kişiler burada yaşıyorlar.
Ayrıca şu devasa Büyük Kilise de burada.
Bir de, Kutsal Milis Şovalyeleri’nin üsleri de burada.
Diyerekten, Gisu bize hepsini bir bir anlattı.
Kısım 4
Biraz dolaştık ve maceracılar bölgesinin bulunduğu kısımdan şehre giriş yaptık.
Gisu’nun dediğine göre, eğer maceracılar bu bölgeden başka bir bölgeyi kullanarak şehre girmeye kalkarlarsa, gözaltına alınıp sorguya çekilirlermiş ve bu işlem bayağı uzun sürebilirmiş.
Ne kadar da meşakkatli bir şehir.
Şehre girdiğimiz anda, ortamın havası değişiverdi.
Eğer dışarıdan bakacak olursanız Milishion çok güzel bir şehir; ama, içine girdikten sonra diğer şehirlerden pek de farklı değil.
Şehre girdiğimiz yerin yakınında, hanlar ve ahırlar bulunuyor.
Seyyar satıcılar yan yana dizilmiş bir şekilde, müşterilerin onlara gelmeleri için bağırıp duruyorlar.
Anayolun birazcık aşağısında da bir silah dükkanı olduğunu gördüm.
Şu dar ara sokakların birinde, muhtemelen daha ucuza tutabileceğimiz hanlar falan vardır.
Bu arada, gümüş gibi parlaması gereken Maceracılar Loncası Karargâhı da şehrin girişinden görülebiliyordu.
İlk önce, at arabamızı ahırlardan birine bırakmaya gittik.
Söylediklerini birazcık dinledikten sonra vale hizmeti sunduklarını öğrendim.
Öbür şehirlerde sunulmayan bir hizmet.
Sonuçta, böylesine büyük bir şehirde tutunmak istiyorlarsa, sunabilecekleri en iyi hizmeti sunmaları lazım. Yoksa muhtemelen kepenkleri kapatmak zorunda kalırlar.
‘Şimdi~, uğramam gereken bazı yerler var da, o yüzden bana müsaade!’
Atımızı da ahıra bıraktıktan sonra Gisu birdenbire böyle söyledi.
‘Eh? Şimdiden ayrılıyor musun?’
Çok ani oldu bu.
En azından bu gecelik birlikte aynı handa falan kalırdık.
‘Ne oldu? Ben yokken yalnız mı hissedersin yoksa, senpai~?’
‘Evet, birazcık yalnız hissederim.’
Söylediği alaycı sözlere karşı dürüstçe cevap verdim.
Sadece kısa bir süreliğine Gisu ile beraber olduk ama, kötü zamanlar değildi.
Yolculuk sırasında kafa dengi birileri bulmuş olmak, kıymetinin bilinmesi gereken bir şey.
Gisu sağolsun, kim bilir ne kadar stresten kurtulmuşumdur.
Ayrıca, o gittiği zaman yemeklerin yeniden kötüleşeceğini düşündükçe moralim bir hayli bozuluyor.
‘Yalnız hissetmene hiç gerek yok senpai. Aynı şehirde olduğumuz sürece yeniden görüşebiliriz, merak etme.’
Gisu omuz silkti ve kafamı okşadı.
Sonra öylece el sallayıp uzaklaşmaya başladı.
Ama Eris önünü kesti.
‘Gisu!’
Kollarını çapraz yaptığı ve çenesini de yukarı kaldırdığı bir halde; yani her zamanki duruşu.
‘Bir dahaki sefere bana yemek pişirmesini öğret!’
‘İşte bu yüzden asla olmaz demiştim. Çok ısrarcısın.’
Kafasını kaşırken yanından yürüyüp geçti.
Ve yanından geçtiği sırada Ruijerd’in omzuna elini koydu.
‘O zaman, kendine iyi bak Danna.’
‘Sen de kendine iyi bak. Çok fazla kötü işlere girişme.’
‘Tamam, tamam.’
Bize el sallarken, kalabalığın içine karıştı.
Bir anda olup bitti.
Öyle ki, gören, beraber yolda iki ay geçirmemişiz zanneder.
Cidden bir anda ayrıldık.
O maymun suratlı herif, kalabalığın içinde tam kaybolacağı sırada.
Birden kafasını geri çevirdi.
‘Ah, aynen senpai. Maceracılar loncasına gidip yüzünü gösterdiğine mutlaka emin ol!’
‘He? Ah, peki!’
Zaten maceracılar loncasına illaki gideceğiz, gidip para kazanmaktan başka seçeneğimiz yok.
Ancak, şimdi neden böyle söyledi ki?
Nedenini tam olarak bilmiyorum ama cevabımı duyduktan sonra Gisu yeniden kalabalığın içinde kayboldu.
Kısım 5
İlk iş, kalmak için bir han bulmak.
İlk defa yeni bir kasabaya vardığımızda kalmak için bir han aramak, giriştiğimiz en temel görev.
Milishion’da, ana caddenin her yerinde, bulabileceğiniz hanların sayısı sürüsüne bereket.
Pasajı geçip biraz daha yürüdüğümüzde, hanlar sokağı denilebilecek bir yere ulaştık.
Her birine bir defa baktıktan sonra, sonunda birisinde karar kıldık.
[Şafak’ın Işığı Hanı]
Han ana caddeden birazcık uzakta kalıyor.
Ancak, arka sokaklardan da uzak kalıyor ve çevresi de asayiş bakımından fena sayılmaz.
Gizlice sunduğu bazı hizmetleri de düşünürsek, C ila B seviyesindeki maceracıların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik işletilen bir han.
Odalarının pek de güneş ışığı görmemesi biraz kötü, eğer kötü olarak kabul edecek olursanız.
Bir han bul ve yolculuk sonrası ile alakalı şeylerle ilgilen, eğer zaman artarsa maceracılar loncasına git ve şehirde satılan malların fiyatlarını kontrol et, eğer daha da fazla zaman artarsa biraz rahatla ve etrafta istediğin gibi dolaşmanın keyfini çıkar, sonra hana geri dön ve gelecek planlar hakkında toplantı yap.
Genel olarak yaptığımız aktiviteler böyle.
‘Daha ucuz bir yerde kalsaydık iyi olmaz mıydı?’
Eris hayretler içerisinde sordu.
Söylediği şey tamamen doğru.
Paramızı iyi kullanmamız gerek.
Her zaman söylediğim şey.
Gerçi şu an, işleri ağırdan almak gibi bir lükse sahibiz.
Dorudia köyünü koruma sırasında elde ettiğimiz paralar.
Ve Gyes’den ödül olarak aldığımız paralar.
İkisini toplayınca 7 Milis Altını’ndan birazcık daha fazla ediyor.
Hakikaten, para biriktirmekten başka seçeneğimiz yok ama şu an için durumumuz sıkıntılı değil.
Bu yüzden, bir miktar lüksten zarar gelmez.
Ben bile arada sırada rahat bir yatakta uyumanın keyfini sürmek istiyorum.
‘Hani, arada biraz rahat davranmaktan zarar gelmez.”
Eris’e bir bakış attıktan sonra odaya girdim.
Bayağı temiz ve düzenli bir oda.
Odada masa ve sandalyelerin bulunması bile gerçekten iyi bir şey.
Odanın kapısında kilit vardı ve pencereleri bile panjurluydu.
Eski dünyamdaki iş otelleri ile kıyaslanamaz tabii ama bu dünyanın ortalamasına göre kaliteli bir oda.
Peki öyleyse, kalacak bir yer bulduktan sonra yapacağımız şeyleri zaten belirlemiştik.
Ekipmanımızı tamir etmek ve yeniden stoklamamız gereken tüketilir malların bir listesini hazırlamak.
Yatağımızı havalandırmak, çarşafları yıkamak ve hazır elimiz değmişken de yerleri süpürmek.
Bu işler o kadar rutin bir hale geldi ki benim bir şey söylememe bile gerek kalmadan herkes sessizce işe koyuldu.
Her şeyi hallettiğimiz sırada, güneş batmak üzereydi ve dışarısı kararmaya başlamıştı.
Buraya öğle vaktinden birazcık sonra vardığımızdan dolayı.
Loncayı ziyaret etmek için zamanımız kalmadı.
Neyse, loncaya gitmek için bir-iki gün daha beklesek bile pek de bir şey değişmez.
Hanın bitişiğindeki meyhanede karnımızı doyurduktan sonra, odalarımıza geri döndük.
Ve birbirimize dönük bir şekilde oturduk.
Gelecek planlarımız için toplantı yapma vakti.
‘O zaman, [Ölü Son] Takımı’nın strateji toplantısı başlasın. Bu Milis’in başkentindeki ilk toplantımız olacak, o yüzden işleri biraz heyecanlı hale getirelim.”
Alkış tutmaya başladım ve öbürleri de isteksizce alkış tuttular.
Ortamın akışına göre gitmek konusunda çok kötüler. Neyse, fark etmez.
‘Sonunda buraya kadar gelmeyi başardık.’
Konuşmaya bunu belirterek başladım.
Uzun bir yolculuk oldu sonuçta.
Bir yıldan birazcık daha fazla bir süre Büyülü Kıta’da ve üstüne Yüce Orman’da geçen dört ay.
Toplamda bir buçuk yıl.
Tam bir buçuk yıl geçti ve anca.
Anca, insanların yaşadığı bir yere varabildik.
Türlü türlü badireler atlattık.
Buradan sonra, yollar düzgünce bakımı yapılmış ve düz olacak.
Eğer şu ana kadarki her şeyle kıyaslayacak olursam, güvenli olacak diyebilirim.
Yine de, katedeceğimiz mesafeyi düşünürsek, daha gitmemiz gereken çok yol var.
Milis’ten Asura’ya.
Dünyanın yarısı kadar mesafeyi daha aşmamız gerek.
Gitmemiz ne kadar kolaylaşacak da olsa, bu durum gitmemiz gereken mesafeyi azaltmıyor.
Aşağı yukarı bir yıl daha sürer diye tahmin ediyorum.
Öyleyse bir numaralı sorunumuz tabii ki…
Para.
‘Şu an için, hazır şehirdeyken, biraz para kazanmaya başlamak istiyorum.’
‘Neden?’
Eris’in sorusuna nazikçe cevap verdim.
‘Büyülü Kıta’da ve Yüce Orman’da geçirdiğimiz zaman süresince anladım ki, insanların bölgesinde fiyatlar bir hayli yüksek.’
Bu zamana kadar gördüğüm bütün market fiyatlarını hatırladım.
Aziz Limanı’ndaki fiyatları kontrol edememiştim ama, gerçi genel olarak Büyülü Kıta’daki ve han kasabasındaki fiyatları halen hatırlıyorum.
Oradaki fiyatlara kıyasla Milis ve Asura krallıklarındaki fiyatlar yüksek kalıyor.
Kaldığımız bu hanın fiyatı bile, eğer Büyülü Kıta’daki herhangi bir han ile kıyaslayacak olursanız, aradaki fiyat farkı gözlerinizin yerinden fırlamasına sebep olur.
Hem insanlar, diğer ırklara göre paraya ayrıca önem veriyorlar.
Açgözlülük ile ilgili bir şey söylemeyeceğim.
‘Milis parasının değeri yüksek. Asura Krallığı’ndan sonraki en değerli para Milis’in, yani dünyanın en değerli ikinci parası. Pazardaki fiyatlar oldukça yüksek ama bunun anlamı alacağımız işlerin ödemeleri de bir hayli yüksek olacak demektir. Büyülü Kıta’daki gibi her şehirde aşağı yukarı bir hafta falan kalmak yerine, bu şehirde bir ay kadar kalarak bu süre içerisinde olabildiğince para biriktirmeye çalışmak daha verimli olacaktır.’
Milis parası cidden değerli.
Başka bir deyişle, eğer burada yeterince para kazanabilirsek, daha sonrası için kafa yormamıza gerek kalmayacak. Merkez Kıta’ya geçmek için gereken harç ile ilgili olarak da bir sorunumuz olmayacak.
‘Hem zaten Merkez Kıta’ya Supard ırkından birisini geçirmenin ücretini de henüz biliyor değiliz.’
Kıtadan kıtaya geçmeyi söylediğim zaman Eris’in yüzü ekşidi.
Zamanında yaşamış olduğu şu deniz tutması aklına gelmiş olmalı.
Muhtemelen onun için kötü bir anı olmalı ama benim için güzel bir anıydı.
Sana yardımcı olmak için her zaman yanında olacağım, merak etme.
‘Parayı burada toplayacağız ve Asura’ya tek seferde gideceğiz. Gerçi eğer böyle yaparsak Supard ırkının adını doğru dürüst yayamayacağız Ruijerd-san. Senin için bir mahsuru var mı?”
Ruijerd sessizce başını salladı.
Aslında, Supard ırkının tanıtımını yapma sebebim, daha çok, yaparken keyif alıyor oluşumla alakalı.
Bana göre Supardların adındaki lekeyi yavaş yavaş ve adam akıllı temizlemek daha iyi bir tercih.
Yarım sene ya da bir sene içinde falan.
Eğer büyük bir şehirde bu işi yapacak olsaydık, normalden daha da etkili bir şekilde ismindeki lekeyi temizlerdik.
Ancak, sırf buraya kadar gelmek bile toplamda bir buçuk senemizi aldı.
Bir buçuk sene.
Az buz değil.
Bir bu kadar daha zaman geçsin istemiyorum.
Eğer düşünecek olursanız, bir buçuk yıl kadar kaybolmak gibi bir şey bu.
Ailem bayağı bir merak etmiştir beni.
Acaba şu an nasıllardır.
Tam bunu düşüdüğüm sırada, bir kere bile mektup göndermemiş olduğumu hatırladım.
Sürekli ‘bir tane gönder, bir tane gönder’ diye kendime söyleyip durdum ama başımızdan o kadar fazla şey geçti ki, mektup yazmak arada kaynadı.
Bir mektup, he.
Tamamdır.
‘Hadi yarını serbest olduğumuz bir gün yapalım.’
Zaten tatil kavramı, şimdiye dek ara ara kullandığımız bir şey.
İlkten, Eris’e ders verdiğimiz sıralarda, arada nefes alması için ayırdığımız bir süreydi, ama zamanla benim işime gelen bir şeye dönüştü.
Eris yorgunluğunu hiçbir zaman belli etmiyor ve Ruijerd de zaten bir [sert adam].
Acınası ve zayıf olan kişi, bir tek benim.
Tabii ki de, ben bile eski halimle kıyaslanamayacak kadar güçlendim.
Bu ikisiyle aşık atamam ama ortalama bir maceracınınki kadar bir güce sahip olmalıyım.
Yani olay fiziksel yorgunlukla değil.
Zihinsel yorgunlukla alakalı.
İrade olarak zayıfım.
Yolculuk boyunca öldürdüğüm her bir canavar, biriken stresime daha da stres katıyor.
Gerçi bu sefer o kadar da yorulmadım.
Bilgi toplamak, işlerin ne olduğunu kontrol etmek ve diğer bazı şeyler.
Eğer işlere öncelik verecek olsaydım, o zaman eminim ki mektup yollama işini gene unutacak olurdum.
Şimdiye kadar hep böyle oldu.
Bu yüzden, yarın bütün günümü mektup yazmaya ayıracağım ki bu kez unutup kalmayayım.
‘Rudeus, yine mi bir yerlerine bir şey oldu?”
‘Yok, bu sefer farklı bir durum söz konusu. Mektup yollamayı düşünüyorum.’
‘Mektup mu?’
Eris’in sorusuna cevap olarak başımı salladım.
‘Evet, güvende olduğumuzu belirten bir mektup.’
‘Hmmm… Öyleyse, bu işi sadece sana bıraksam da olur Rudeus.’
‘Evet.’
Yarın bir mektup yazacağım.
Buina Köyü’nü birazcık hatırladıktan sonra, Paul ve Slyphy için birer mektup yazmaya karar verdim.
Asla mektup göndermemem gerektiğini söylemişti Paul ama böyle bir durum söz konusu iken dert edeceğini sanmıyorum.
Mektubun ellerine ulaşma ihtimali o kadar yüksek değil gerçi…
Asura Krallığı’ndan Shirone Krallığı’ndaki Roxy ile mektuplaştığımız zamanlarda, her yedi mektuptan biri hiçbir zaman yerine ulaşamadı.
Yani, içeriği aynı olan birden fazla mektup göndersem iyi olur.
Bu sefer öyle yapayım, aynen.
‘Peki siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?’
‘Goblin zaptetme görevi yapacağım!’
Soruma cevap olarak, Eris böyle söyledi.
‘Goblin mi?’
Yani goblin derken, şu bildiğimiz goblinler mi?
Hani bir insanın yarısı kadar uzun olan ve ellerinde sopa taşıyan, sarı-yeşil renginde cildi olan, şu fantastik-erotik oyunların neredeyse hepsinde karşılaştığımız, bayağı bir azgın olan ve muradlarına erene dek ellerinden geleni ardlarına koymayan o malum varlıklar.
‘Şehirde gezerken bu civarlarda goblinlere rastlanıldığını duydum. Eğer gerçekten bir maceracıysam, mutlaka birkaç tane goblin gördüğüme emin olmam gerekir!”
İçi içine sığmayan bir biçimde, böyle söyledi Erisciğimiz.
Bu dünyadaki goblinler, neredeyse sıçanlar gibi.
Hızlıca ürüyorlar ve milletin başına bela olup duruyorlar.
Birçoğu konuşabilme becerisine sahip -yani bu yüzden onları bir nevi büyülü yaratık olarak düşünebiliriz-, konuşabiliyor olmalarına rağmen sırf içgüdüleri ile hareket ettiklerinden dolayı birileri onları yok edene kadar durmadan üremekten başka bir şey yapmıyorlar.
‘Anladım. Ruijerd-san, peki sen de yanında koruma mı olacaksın?’
‘Goblinlere ben tek yeterim!’
Söylediklerime cevaben Eris sesini yükseltti.
Söylediklerimin onu gücendirdiği yüzünden belli oluyordu.
Biraz düşündüm.
Eris güçlü birisi.
Dereceleri bakımından düşünürsek, goblinler E-seviye canavarlar sınıfında.
Büyülü Kıta’da hiç olmadıklarından dolayı, gerçeğiyle hiç karşılaşmadım ama tehlikesi düşük olmalı.
Kılıcı bir kere bile eline almış bir çocuğun bile yenebileceği bir rakip.
Mukayese etmek adına, Eris B-seviye canavarlarla eşit şekilde dövüşebilen birisi.
Sanırım Ruijerd’i yanına koruma olması için zorlamak birazcık aşırıya kaçar, değil mi?
Hayır, ama… eğer bir kadın maceracı goblinler tarafından bir şekilde yenilgiye uğratılacak olursa, varacağı durumu hepimiz biliyoruz.
Bu dünyadaki goblinler hakkında pek bir şey bilmiyorum ama, önceki dünyamda goblinler erotik şeyler yapan mahluklar olarak bilinirdi. Buradakiler de öyledir herhalde.
Eğer ben bir goblin olsaydım ve bir şekilde Eris’i bayıltabilseydim…
O andan itibaren tatmin dolu bir goblin yaşamı sürerdim.
Ona bir gün bile nefes aldırmazdım.
Valla aldırmazdım.
Sanıyorum tek başına gitse de ona bir şey olmaz.
Yine de…
Gerçi…
Eğer hiç beklemediğim bir anda Eris’in başına bir iş gelecek olursa, Ghyslaine ve Philip’e bakacak yüzüm kalmaz.
‘Rudeus. Sorun olmaz. Bırak gidip görsün.’
Bunun hakkında düşünürken, Ruijerd böyle söyledi.
Ruijerd’in böyle konuşması çok nadirdir.
Bu bir buçuk sene boyunca, Ruijerd Eris’e her çeşit canavara karşı nasıl savaşması gerektiğini öğretti.
Ben öğrenirken çok zorlandım ama Eris olması gerektiği gibi öğrendi.
Madem öyle diyorsun, o zaman sorun çıkmaz, umarım.
‘Peki madem. Rakibin zayıf bile olsa asla tedbiri elden bırakma, olur mu Eris.’
‘Elbette!’
‘Düzgün bir şekilde hazırlandığına da emin ol, tamam mı.’
‘Biliyorum!’
‘Eğer tehlikede hissedersen, arkana bakmadan kaç.’
‘Sana biliyorum dedim!’
‘En kötü, rakibinin elini tutup “Tacizci, imdat!” diye bağır.’
‘Gıcıklık etme! Ben bile bir goblini zapt edebilirim!’
Onu kızdırdım.
Halen bayağı bir tedirginim ama hadi bu konuda tecrübeli olan Ruijerd’e inanalım.
‘O zaman daha da bir şey söylemeyeceğim. Elinden gelene yap.’
‘Evet, elimden geleni yapacağım!’
Eris tamin olmuş bir ifade ile onayladı.
‘Sonra… Ruijerd-san, peki sen ne yapmayı düşünüyorsun?’
‘Bir tanıdığı ziyarete gideceğim.’
Tanıdık kelimesini Ruijerd’in ağzından ilk defa duyuyorum.
‘Oh, bir tanıdık mı? Senin tanıdıkların mı var Ruijerd-san?’
‘Tabii ki de var.’
Yalnız birisi olduğunu sanıyordum gerçi…
Yani, herhalde, 500 sene kadar yaşarsanız sizin de bir iki tane tanıdığınız illa ki olur.
İyi de neden bu Milishion şehrinde diye bir düşüncem vardı, ama öbür yandan düşünecek olursak, böylesine büyük bir şehirde Ruijerd’in tanıdıklarının olması gayet mümkün.
‘Tanıdığın nasıl biri?’
‘Bir savaşçı.’
Bir başka savaşçı, heh.
Eğer öyleyse, muhtemelen zamanında Büyülü Kıta’da kurtardığı kişilerden birisidir.
Neyse, çok da burnumu sokmayayım.
Ruijerd’in velisi falan değilim. Tatil olarak belirlediğimiz günde, kiminle buluşacağını falan sormak kabaca bir davranış olur.
Kısım 6
Ertesi gün, Eris ve Ruijerd farklı zamanlarda ayrıldılar.
Ben de dışarı çıkıp, bir miktar kağıt, bir kalem ve biraz mürekkep almak için şehrin göbeğine indim.
Hazır elim değmişken, bir de Kutsal Milis Krallığı’ndaki pazar fiyatlarını kontrol edeyim dedim.
Yiyecek bakımından, Büyülü Kıta’ya kıyasla fiyatlar bir hayli ucuz.
Ayrıca yiyecekler o kadar kaliteli ki, Büyülü Kıta’dakilerle kıyas kabul etmez.
Her çeşit ve taptaze etler ve balıklar, tezgâhlara birer birer sıralanmış, üstelik yanında memnuniyetle taze sebzelerden de satıyorlar.
Beni en çok şaşırtan şey ise yumurta oldu.
Aşırı derece ucuz bir fiyata tavuk yumurtaları satılmakta.
Taze yumurtalar, gerçekten tavuktan daha bu sabah çıkmışlar.
Büyülü Kıta’da da orada burada satılan yumurtalar görmüştüm.
Ancak, tavuk yumurtaları değil de, büyülü hayvanların yumurtalarıydı.
Büyülü hayvanları daha yumurtadan çıkmadan önce alıyorlar ve sonra da yumurtlamaları için eğiterek yumurtalarını topluyorlardı. Yavrunun yumurtadan çıkınca gördüğü ilk canlıyı annesi sanmasından faydalanarak.
Tabii ki, onların amaçları yumurtayı yemek değildi.
Hem o yumurtaların fiyatları öyle ucuz da değildi, ki hemen alıp istediğin gibi pişirebilesin.
Bu arada, bu dünyada kümes hayvancılığı mevcut.
Buina köyünde bile tavuklara bakan bir adam vardı.
Daha doğrusu, tavuk benzeri kuşları vardı.
Görünüşe göre kümes hayvancılığı Milis’te oldukça yaygın bir şey.
Pilavın üstüne dökülmüş çiğ yumurta yeme isteğimin üstesinden geleli bayağı bir olmuştu.
TKG.
Tamago kake gohan.
ꕥ Kelime anlamı olarak “yumurtalı pilav” demek.
Mükemmel bir yemek.
Ancak, pilavın yanında gidecek soya sosu benzeri bir şey bulunmuyor.
Sırf emin olmak için bütün pazarı dolaştım ama ona benzer bir şeye rastlamadım.
Tıpkı Asura Krallığı’ndaki gibi, burada da temel gıda maddesi ekmek.
Bu dünyada pirincin var olduğunu çoktan onayladım.
Pirincin temel olarak tüketildiği yerler Ana Kıta’nın kuzey ve doğu tarafları.
Roxy mektuplarından birisinde de Shirone Krallığı’ndan pirincin temin edilebildiğinden bahsetmişti.
Sebzeler, çeşit çeşit balık eti ve sığır eti ile pirinci karıştırıp yapılan bir çeşit yemek, o yöredeki en yaygın yemek.
Ama… her nasılsa…
Orada kümes hayvancılığı falan yapılmıyormuş.
İklimden dolayı mı, yoksa tavuklarımı yok bilmiyorum, herhalükârda, yumurta orada bulunan bir şey değil.
Hele bir de zaten soya sosu benzeri bir şeyleri de yok.
Bitki ansiklopedisinde soya benzeri bir bitki görmüştüm ama anladığım kadarıyla kimse onu fermente edip sosa çevirmeye çalışmamış.
Gerçi ararsak illa ki bulunur.
Yumurta ve pirinç var nasıl olsa.
Bir gün ne olursa olsun onu da elde edeceğim.
Sonra da pişirip yiyeceğim tamago kake gohanı.
Yumurtaların temiz olup olmamaları çok da önemli değil.
Yiyip hasta olsam bile, nasıl olsa büyü kullanarak kendimi iyileştirebilirim.
Kısım 7
Pazar fiyatlarını araştırdıktan sonra, bir yandan “mektupta ne yazsam” diye düşünürken, hanın yolunu tuttum.
Eğer düşünecek olursam, Paul ve Slyphy’e ilk defa mektup yazacağım.
Acaba yazmaya Boreas Mâlikanesi’nde geçirdiğim zamanları anlatarak mı başlasam.
Hayır, halen yaşadığımızı ve iyi olduğumuzu bahsetmem daha önemli.
Büyülü Kıta’ya ışınlandığımızı söylediğim sürece fark etmez.
Şimdi düşünüyorum da, başımdan bir sürü olay geçti.
Bir Supard ile beraber yolculuk ettim, Yüce Şeytan İmparatoriçe’si ile tanıştım, üç aydan biraz daha uzun bir süre hayvan ırkı köyünde kaldım… Acaba bütün bu olanlara inanırlar mı?
En azından, Yüce Şeytan İmparatoriçe’si ile karşılaşmam ve bana Şeytan Gözlerinden vermiş olması, normalde inanılacak gibi değil.
İster inansınlar ister inanmasınlar, ama öyle olduğu bir gerçek.
Hayvan ırkının köyünden bahsetmişken, umarım Ghyslaine de iyidir.
Öylesine güçlü birisi olduğundan dolayı, garip bir yere ışınlanmadığı sürece büyük ihtimalle başının çaresine bakmayı başarır.
Boreas ailesindeki herkes de bayağı bir endişelenmiş olmalılar.
Philip, Sauros, Hilda.
Kâhya Alphonse ve hatta hizmetçi kızlar bile.
Sauros dede nereye ışınlanmış olursa olsun, eminim ki şiddetli bir şekilde bağırarak sesini duyurabilmiştir.
Bunları düşündüğüm sırada, dar bir sokağa girdim.
Milishion’da böyle birçok sokak bulunmakta.
İlkten yapıldığı zaman haritasını çizmeye kalksalardı, herhalde güzel bir Go tahtasına benzeyen bir görüntü ortaya çıkacak olurdu. Ama her boyuttaki evleri yıkıp yeniden inşa etmekle geçen bir süre sonrasında, şehrin görüntüsü yavaş yavaş değişmiş ve böylece bu kısa ve dar sokaklar meydana gelmiş.
ꕥ Go, Japon satrancı diyebileceğimiz bir tür masa oyunu
Yine de, belki ilkten bir Go tahtasına benzer bir biçimde planlanmış olsa gerek, kaybolmaktan dolayı endişe etmiyor insan.
Bu yüzden, hana geri dönerken farklı bir yoldan gitmeye karar vermiştim.
Belki randevuya çıkmak için güzel mekanlar bulabilirim kafasıyla.
Bizim evdeki kızıl saçlı kız oldukça hırçın birisi, gerçi üstüne şirin elbiseler geçirdiği sürece oldukça alımlı görünür, eğer burada bir ay kadar kalacaksak belki de birkaç kez randevuya çıkma fırsatımız olur.
Eğer işler öyle gerçekleşecek olursa, onu güzel yerlerde gezdirerek üzerimde güzel bir izlenim oluşturmam önemli.
Tam bütün bunları düşünmekle meşguldüm ki, beş kişinin sokağın karşısından üzerime doğru koştuklarını gördüm.
Maceracı gibi durmuyorlardı.
Söylemem gerekirse, şehir magandaları gibi bir izlenim veriyorlardı.
Tehditkar görünmek istercesine giyinmeye çalışmışlardı.
Tek kelime ile ifade edecek olursam, acemice.
Fakat, birdenbire böylesine dar bir sokağa giren birkaç yetişkin adam hakkında iyi düşünecek değilim.
Karşı karşıya gelmemiz kaçınılmaz.
Sokağın dar tarafındaki küçük bir çocuk olsam bile, yanyana bu sokağa girdiklerinden dolayı illa ki karşı karşıya geleceğiz.
Kötü yaramaz çocuk lideri (Emi) gibi olmalı ve tek tek onların gözlerinin içine -arıza çıkmaması için- bakmam mı gerekli?
‘Yoldan çekil!’
Efendi gibi duvara yanaştım.
Hayır, lütfen yanlış anlamayın.
Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır. Ben sadece gereksiz kavgalardan kaçmak adına öyle yaptım.
Hem aceleleri varmış gibi duruyordu ve benimse acelem falan yok.
Yani kenara çekilmem kesinlikle korktuğumdan dolayı değil.
Çoğunlukla mı?
Valla yalan söylemiyorum.
Ayrıca, bilirsiniz, insanları görünüşlerine göre değerlendirmemek lazım.
Serseri gibi görünüyorlardı ama içlerinden biri çok ünlü bir kılıç ustası olabilir.
Eğer kendi gücüme fazla güvenirsem ve bunun sonucunda rakibin saldırgan tavırlarına aynı şekilde karşılık verecek olursam ve de meğersem içlerinden birisi soylu birisinin yaramaz çocuğu falan çıkacak olursa… bu yol benim için *Ölü Son* olur.
Böyle bir şey olabilir.
Sonuçta bu dünyada Yüce Şeytan İmparatoriçesi’ni arka sokakların birisinde açlıktan ölmek üzereyken bile bulabilirsiniz.
Değil mi ama.
Gereksiz kavgalardan kaçınmak en iyisi.
Diye düşünüyordum ama…
Tam yanımdan geçecekleri sırada, ortadaki iki kişinin ellerinde büyükçe bir torba olduğunu gördüm.
İkisi yanyana giderken ellerinde onu taşıyorlardı.
Sonra o torbanın içinden çıkan küçük bir el olduğunu fark ettim.
Kuvvetle muhtemel, o torbanın içinde bir çocuk var.
[Bir başka insan kaçakçılığı, ha.]
Bu dünyaca cidden çok fazla insan kaçakçılığı var.
Suçlular bir fırsat gördükleri anda hemen bir araya gelip birisini kaçırıyorlar.
Asura Krallığı’nda, Büyülü Kıta’da, Yüce Orman’da, Kutsal Milis Krallığı’nda… durduk yere çocukları kaçırmaya başlıyorlar.
Gisu’nun söylediğine göre, adam kaçırma ve rehin alma oldukça kâr getiren işler.
Bugünlerde, orada burada bir sürü anlaşmazlıklar mevcut, ama genel olarak etraf huzurlu, Merkez Kıta’nın ortalarına ve kuzey taraflarına ulaştırılan kölelerin sayısı da az.
Yine de, kendisine bir köle isteyenlerin sayısı oldukça fazla.
Özellikle de Asura ve Kutsal Milis Krallığı gibi zengin ülkelerde.
Başka bir deyişle, arz ve talep meselesi.
Eğer birisini kaçırmayı başarabilirsen, oldukça yüksek meblağlara satabilirsin.
Bundan dolayı, insan kaçakçılığı hiçbir zaman sona ermeyecek.
Gerçek bu.
İnsan kaçakçılığını durdurabilecek şey, ancak çok büyük çaplı bir savaş çıkması olurdu.
Ama… yine de… bir çocuğu kaçırmak, ha.
Eğer beş kişi sadece onu taşımak için var ise, bu demektir bu işi önceden planlamışlar.
Torbanın içindeki kişinin zengin bir soylunun ya da tüccarın bir kızı olduğunu düşünüyorum.
Dürüst olmam gerekirse, bu işe bulaşmaya hiç niyetim yok.
Eğer çocuğu kurtarmaya çalışacak olursam, beni suçlulardan biri sanarak hapse tıkabilirler.
Öylesine acı bir deneyimi daha birkaç ay evvel tecrübe ettim zaten.
O zaman, onları görmezden mi gelmeliyim?
Hayır, öyle yapamam.
Bu dünyadaki insan kaçakçılığının asla son bulmaması ve benim daha önce acı bir deneyim tecrübe etmiş olmam, bu konuyla alakasız durumlar.
[Ölü Son] Kural Bir.
Çocukları asla terketme.
[Ölü Son] Kural İki.
Çocukları asla ama asla terketme.
[Ölü Son] adaletin dostudur.
Şüpheye yer vermeden bütün kötü adamları yenerler.
Bütün çocukları kurtarırlar.
Bu şekilde azar azar Supard ırkının adını yayabiliriz.
O beş kişinin peşinden gidiyorum.
Kısım 8
Ajanlık kabiliyetlerim sanki seviye atlamış.
Acaba Dorudia köyünde Eris ve diğer kızları dikizlemek için kendimi eğittiğimden dolayı mı böyle.
O beş adam, onları takip ettiğimi hiç fark edemediler ve bir depoya girdiler.
Ne kadar da dikkatsizler.
Aslında, beni bulmanız için burnunuzu eğitseniz iyi olur.
Eğer azgınlığın kokusunu almayı öğrenebilirseniz, beni bir çırpıda bulabilirsiniz.
Deponun bulunduğu yer, Maceracılar Bölgesi’nin tekin olmayan kısmında.
Bizim kaldığımız hanın daha da gerisinde.
Önünden geçen bir ana cadde falan yok ve buraya ulaşabilmenin tek yolu dar sokaklardan geçmek.
Açıkçası, bir at arabasının bu dar sokaklardan geçmesi mümkün görünmüyor, bu yüzden buraya büyük miktarlarda mal taşınamaz.
Neredeyse içimden bu depoyu inşa edenleri arayıp, hangi akla hizmet böyle bir yere depo inşa ettiklerini sormak geliyor.
Böylesine bir ölü bölgenin tam ortasına dikmişler resmen.
Muhtemelen depo önceden yapılmıştır, ardından da etraftaki binalar inşa edilmiştir.
Heriflerin deponun içine girdiklerini gördükten sonra deponun arka tarafına dolaştım.
Toprak büyüsü kullanarak kendimi yukarıya kaldırdım.
Sonra da deponun pencerelerinin birisinden içeri girdim.
Deponun orta kısmına gidip, oradaki tahta kutulardan birisinin içine saklandım ve neler döndüğünü izlemeye başladım.
O beş kişi ondan bundan konuşuyorlardı.
Duyduğum kadarıyla dostlarının birçoğu yandaki barda.
İçlerinden birisinin “İşi tamamladık, koş birisine haber ver.” dediğini duyar gibi oldum.
Sanırım dostları geri gelmeden evvel şu işi halletsem iyi olacak, ya da belki önce diğer ortaklarının yüzlerini görürüm ve sonra da çocuğu kurtarmaya koyulurum.
Doğal olarak ikinci taktiği seçtim.
Bu yüzden, bu kutunun içerisinde biraz daha bekleyeceğim.
Şu var ki, içerisi karanlık olduğundan net göremiyorum ama bu kutunun içerisinde sakladıkları şey de ne böyle?
Bir çeşit giysi gibi duruyor.
O kadarını anladım ama bir giysi için de bir hayli küçük bir şey bu.
Yine de, etrafım bu şekilde sarılmış olmasına rağmen, garip bir nedenden ötürü oldukça rahatlamış hissediyorum.
Bir tanesini elime alayım bakayım.
Bu hissiyat… bu şekil… bu koku… daha önceden tutmuş olduğum bir şey bu.
Sıkı sıkıya dikilmiş ve üç tane deliği olan bir giysi parçası.
Giysinin sadece bir kısmı iki katlı dikilmiş ama o iki katlı dikildiği kısımlardan inanılmaz “bir şey”e dokunduğumu hissedebiliyordum.
‘Bunlar külot mu!’
‘Kim var orada?’
Hay aksi!
Beni buldular.
Lanet olsun. Böyle bir tuzak hazırlamışlar. Ne kadar da kirli bir taktik.
‘O ses kutulardan mı geldi?’
‘Çık dışarı!’
‘Hey, lideri ve diğerleri çağırın.’
Bu kötü oldu.
Eğer daha fazla oyalanırsam dostlarını çağıracaklar.
Planlar değişti.
Hemen çocuğu kurtarıp topuklayayım. Aynen, en iyisi öyle yapmak.
Şu var ki, yüzüm görülecek.
Hayır, o konuda bir sorun yok. Ne de olsa, elimde bir maske var.
Fuoooo!
Zevkten kendimden geçeceğim!
Yok canım, o kadar da değil.
Kimliğimi saklamak için pelerinimi kullanmayı düşündüm ama sonradan aklıma geldi, dışarı alışveriş için çıktığımdan dolayı pelerinimi handa bırakmıştım. Pelerinimi giymiyorum bile, üstelik yanımda asam da yok.
‘Uooo!’
‘Ka… Kafasına külot geçirmiş…’
‘Sapığın teki…’
Hazır şu ikisi şaşkınlık içerisindeyken, ben de sahne gösterisi yapayım o zaman.
‘Güç mücadelesine ara verildiği sırada, nahoş arzuları tatmin etmeye çalışan sizler, yaptıklarınızdan utanın!! İnsanlar sizin yaptıklarınıza şeytani diyorlar!’
‘Ki-kimsin lan sen!’
‘Ölü Son’un Ruijerd’i!’
‘Ne? Ölü Son mu?’
Haydaaa, kahretsin.
Alışkanlıktan dolayı ismimizi söyledim.
Burası tam da “Sizin gibilere verecek bir ismim yok” tarzı bir şey söylemem gereken yerdi oysaki.
Üzgünüm, Ruijerd-san.
Bugünden itibaren artık seni “çocukları kurtarırken yüzüne külot geçiren sapık” diye anacaklar!
Ne var ki, bu çocuğu kurtaracağım!
‘İnsan kaçakçısı piçler! Sizin yüzünüzden adamın biri şu anda haksız yere suçlamalara maruz kalıyor! Sizi asla affetmeyeceğim!’
‘Hey veled, eğer polisçilik oynamak istiyorsan git başka yere. Bizi bil…’
‘Merhamet yok! Gündoğumu Saldırısı~!’
‘Guge!’
Hemen bir taş mermi fırlattım.
Sonuçta, önce vuran kazanır.
Hatırlayacak olursam, o sapık lolicon yaşlı adamı da, Yüce Şeytan İmparatoriçesi’ne tam saldıracakken arkadan tek bir vuruşla aynı bu şekilde indirmiştim.
‘Alın, size de vereyim!’
‘Ge!’
‘Ugo!’
‘Gah!’
Bir anda dördünü birden bayılttım.
Aceleyle çocuğun yanına gittim.
‘İyi misin çocuk! Diyeceğim de, baygınmışsın…’
Gözüm bu çocuğu bir yerlerden ısırıyor ama…
Cidden, daha önce bir yerlerde gördüm ben bu çocuğu.
Hah?
Neredeydi ya.
Hatırlayamıyorum.
Neyse, sorun değil. Bu gibi şeylere harcayacak vaktim yok.
Eğer elimi çabuk tutmazsam, düşmanların destek kuvvetleri gelecek.
Hatta bakın, geldiler bile. Kapıdan bir bir içeri giriyorlar.
‘Ne! Herkes bayılmış!’
‘Çocuk diye küçümsemeyin, çabuk lideri çağırın!’
‘Lider bugün kafayı çekmekle meşgul!’
‘O sarhoşken bile güçlüdür!’
İçlerinden ikisi gerisin geriye koşarak gitti.
Zaten karşımda toplamda on kişi var ama görünüşe göre dahası da gelecek.
Harbiden kötü oldu.
Çok kötü.
Belki de çocuğu bırakıp kaçsam daha iyi olur.
Sonra da, yarın bu konu hakkında Ruijerd ile konuşurum.
İşleri batırdım.
Hepsini yenmek ve ilerlemek dışında başka seçeneğim kalmadı.
‘Şuna bir bakın, yüzüne külot geçirmiş.’
‘Yoksa buraya külotları çalmak için gelmiş olmasın!’
‘Bu demektir ki, bu çocuk bütün kadınların can düşmanı!?’
Dikkatlice baktıktan sonra gördüm ki, aralarında kadınlar da var.
Üzgünüm, Ruijerd-san.
Gerçekten, çok üzgünüm.
Savaşmaya kalpten özür dileyerek başladım.
Neyse ki çok da güçlü değiller.
Kaçmaya ya da yaklaşmaya çalıştıkları zaman, taş mermi ile karşılık verebiliyordum.
Hiç kaçınamadılar bile, ve hatta aşağı yukarı her birisi de tek vuruşta bayıldı.
Silah falan taşımıyorlar ve içlerinde büyü kullanan kimse de yok.
Kolay oyundu.
‘Sa-sakın ona yaklaşmaya çalışmayın.’
‘Bu da ne böyle, bir çeşit büyülü eşya falan mı kullanıyor böyle!?’
‘Lider halen gelmedi mi!?’
İçlerinden yarısının bilinçlerini kapattıktan sonra, geriye kalanlar huzursuzlanmaya başladı.
Eğer hepsi böyleyse, hiç zorlanmadan bu işi bitirebilirim, diye düşünüyordum ki.
‘Ah, beklettiğim için üzgünüm.’
Destek kuvvetler geldi.
Cidden çabucak geldiler.
Gerçi hemen yan taraftaki barda olduklarından dolayı böyle olacağı besbelliydi.
Keskin hareketleri olan beş kişi geldi.
Deponun kapının önünde, rahat bir biçimde bekliyorlardı.
Lider dedikleri kişi, sanki benim daha önce görmüş olduğum birisi.
Yüzüne bakmak nostaljik hissettiriyor.
Ne var ki, bir kez daha, kim olduğunu tam çıkaramadım.
Bunu geçelim de, onun arkasındaki abla daha önemli.
Bikinili sürtük.
Bu dünyada bikinili savaşçılara rastlamak o kadar da nadir değil ama bu kişinin gösterdiği ten miktarı aşırı derecede fazla.
Büyülü Kıta’da bile, vücudunu bu kadar fazla açıkta bırakan başka bir kadına hiç rastlamamıştım.
Diğer kadın ise cübbesini sıkı sıkıya kapatmıştı ve yüzünde çok değişik bir ifade bulunuyordu.
‘Çeh, kafana ne estiyse yapıyordun demek. Hikku… başkaları ona elini sürmeye çalışmasın. Bir çocuğun etrafını bir sürü kişinin sarmasına gerek yok, ben tek yeterim.”
Bu adam yeteneklerine oldukça güveniyor gibi ama yürürken tökezleyip duruyor.
Bu kadar uzaktayken bile söyleyebilirdim ki, yüzü alkol içmekten kıpkırmızı olmuş.
Yine de, ben bu yüzü cidden daha önce bir yerlerde görmüştüm ya…
Kahverengi saçlar ve şu ahmak gibi bakışları olan yüz, birazcık Paul’u andırıyor.
Sesi de neredeyse Paul’unki gibi.
Benziyor olsalar bile, tam olarak Paul gibi de değil.
Eğer Paul bitap düşecek ve eski esnekliğini kaybedecek olsa, acaba bu hale gelir miydi?
Her nasılsa, ona saldırmamı oldukça zorlaştıran bir yüze sahip birisi.
‘Seni piçkurusu, cidden ekip üyelerime canın ne istiyorsa onu yaptın değil mi, kendini hazırlasan iyi olur!’
Herif, büyük laflar söylediği sırada savaş moduna geçti ve iki tane kılıç çıkardı.
Nitoryu, huh.
ꕥ Çift kılıç tekniği.
Muhtemelen İleri Seviye bir kılıç ustası olmalı.
Onu taş mermiler ile alt etmeyi başarabilir miyim acaba?
Hayır, ama onu öldürmeyi cidden istemiyorum…
Ben tereddüt ettiğim sırada, adam hücuma kalktı.
Bir adım geriye düşmüş oldum.
Refleks ile bir taş mermi ateşledim.
Adam çok hızlı tepki verdi.
Sağ elindeki kılıç ile taş mermiyi paramparça etti.
‘Su Tanrısı Tarzı!’
‘Hiç de bile!’
Adam arayı kapattı.
Yine bir refleks ile şokdalgası yarattım ve geriye kaçtım.
‘Hee!!’
‘Oh!’
Sağgörümü kullanarak anca hamlesinden kaçınabildim.
Bu adam kılıçlarını çok hızlı savuruyor.
Yine de bacakları halen birazcık titrek.
Sarhoş olduğundan dolayı olsa gerek.
Eğer böyle olacaksa, bir şekilde bunu başarabilirim.
‘Çeh, bu herif sanki hareketlerimi görebiliyor gibi hareket ediyor…! Vera! Shera! Bana bir el atın!’
Bikinili sürtük ve büyücü cübbesi giyen kadın ileriye çıktılar.
Bikinili sürtük yamacıma geldi ve sonra da büyülü sözler söylemeye başladı.
Vaziyet kötü.
Bu adamın saldırıları da çok şiddetli.
Sırf kaçınmak için bile kendimi zorlamam gerekiyor.
Halen yapabileceğim bazı şeyler mevcut gerçi.
‘HAAAAA!!’
‘Ugh!!’
Ses büyümü kullandım ve adamın hareketlerini bir an için durdurdum.
Aynı anda da bir şok dalgası oluşturdum ve adamı geriye fırlattım, üstüne de bir tane taştan mermi attım.
Daha da üstüne, bikinili sürtük saldırmak için üstüme geldiği sırada, sağgörüyü kullandım ve karşı saldırıda bulundum.
Tam büyülü sözlere odaklandığı sırada, büyücüye de bir tane taştan mermi yolladım ve kadını anında bayılttım.
Sonra bikiniliye de vurdum ve geriye uçurdum, ama görünüşe göre durumu halen iyi, bana bakarken gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu.
Ve adam saldırmak için geri geldi.
‘Shera! Seni hıyarağası!’
Adam saldırmak için geri geldiği sırada, hareketine mani olmak için ayağının altında bir bataklık oluşturdum.
Adamın bacağı komple bataklığa battı ve nahoş bir şekilde yere yapıştı.
‘Liderim!’
Gözünü rakibinden ayırmaman gerek.
Diye bir şeyler söylemek yerine, sessizce bir taş mermi fırlattım.
Bikinili de bayıldı.
‘Vera! Lanet olsun!’
Adam tuttuğu kılıçlardan birini kınına geri soktu ve öbürünü de ağzına aldı.
Sağgörü.
[Kolu ve bacaklarını kullanarak hareket edecek]
Bu adam köpek falan mı.
Geriye doğru koşarken, karşı saldırı yapmak adına, bir yandan taş mermiler fırlatıp durdum.
Ama şöyle ki, burası küçük bir depo.
Bana yaklaşmasını engelleyebilmem için yapabileceğim çok da bir şey yok.
‘Uooohra!’
Dört uzvunu da kullanarak ve vücudunu bükerek üzerime atladı.
Köpek gibi üzerime geldiği sırada, belindeki kılıcı tekrar eline aldı.
Hareketleri çok keskin.
Böylesine garip bir duruştayken bile, kılıcını çektiği sırada vücudunu büyük ya da küçük gösterebiliyor.
[Aynı anda, öbür kılıcını ağzından bırakıp sağ eline aldı ve saldırının yönünü değiştirdi, sürpriz saldırı.]
Özgün bir saldırı.
Tahminimin de ötesine geçti.
Eğer geleceği gören göze sahip olmasaydım, büyük ihtimalle bu saldırıdan kaçınamazdım.
Saldırısı burnumun ucunu sıyırdı geçti.
Burnumun ucu hafiften sızlamaya başladı.
‘…’
Kalbim küt küt atmaya başlıyor.
Bu adamı öldürmemeye çalışıyordum.
Ama yine de, bu adam beni öldürmeye niyetli.
Besbelli olan bu durumu, anca en sonunda fark edebildim.
Eğer işi ciddiye almazsam öldürüleceğim.
Bunu düşündükten sonra vücudumu birazcık eğdim.
Ruijerd ve Eris ile yaptığım antremanlar aklıma geldi.
Bu herif hayvan gibi şey yapıyor, eğer karşılaştırmam gerekirse, tıpkı Ruijerd’in ciddileştiği zamanlardaki gibi.
Yine de, bu adam Ruijerd gibi vücudunu iyi kontrol edemiyor.
Garip garip hareketleri var.
Yapabilirim.
Karşı saldırıya bir dahaki geçişinde…
Bir dakika, adamın hareketleri değişti.
Etrafa bir baktıktan sonra, yüzümü saklamak için kullandığım külodun yere düşmüş olduğunu fark ettim.
Yüzümü görmeleri kötü oldu?
‘Rudi, bu sen misin…?’
Rudi.
Bana öyle hitap edebilecek sadece tek bir kişi tanıyorum.
Ve o şaşkına dönmüş ses, öfke ile karışmış olan, sarhoşken söylenmiş bir söz değildi de, daha çok duymaya alışkın olduğum bir sesti.
‘…Baba?’
—
Uzunca bir süreden sonra Paul Greyrat ile ilk defa karşılaşmam böyle oldu. Yanakları bir miktar çökmüştü, gözlerinin altında torbalar oluşmuştu, tıraşsızdı, saçı dağınıktı, nefesi ve bütün vücudu alkol kokuyordu.
Yani, benim hatırladığım Paul’a hiç benzemiyordu.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.