Altı Çiçeğin Kahramanları Cilt 1 Bölüm 1 Kısım 1
Bir Ayrılış İki Buluşma
Çevirmen : Xheirnam
3 ay önce Adlet Mayer, kıtanın merkezinde bulunan Bereketli Tarlaların ülkesi Piena’daydı. Her konuda en iyi ülkeydi Piena, boyut, nüfus, askeri güç ve de vatandaşların refahı… Hiçbir konuda diğer ülkeler buranın ihtişamını aşamıyordu. Kraliyet ailesinin nüfuzu tüm kıtada yankılanırdı, Piena için kıtadaki en üstün güç demek yalan olmazdı, etkili bir şekilde herkesin üstünde hüküm sürüyordu.
O zamanlarda, her yıl yapılan İlah Öncesi Turnuva Piena’nın kraliyet başkentinde yapılıyordu. Dünyadaki en iyi ülke bu turnuvaya ev sahipliği yaptığı için turnuvanın çapı bayağı büyüktü. Yarışmacılar arasında Piena’nın şövalyeleri, sert adamlar olan piyadeler, yakındaki her ülkenin ünlü temsilcileri, paralı askerler ve son olarak da Ruhların gücü bahşedilen Azizler bulunuyordu. Yeteneklerine güvenen bağımsız dövüşçüler ve şehir sakinleri bile katılıyordu. Turnuvanın kapıları, bin beş yüzü aşan yarışmacı sayısıyla herkese açıktı. Ancak, Adlet Mayer’in ismi turnuva listesinde değildi.
“Ve yarı finaller için! Batı tarafında Bereketli Tarlalar Ülkesi Piena’nın kraliyet korumalarının kaptanı Batoal Rainhawk var!” Gri saçlı yaşlı bir şövalye kolezyumun batı tarafında ortaya çıktı. Bununla birlikte, arena tezahüratlarla doldu. “Ve doğu tarafında! Kırmızı Ayı paralı askerlerini temsil eden, Toy Ülke Tomasa’dan gelen Quato Ghine!” Ayı sanılabilecek kadar devasa bir adam, şövalye ile yüzleşmek için doğu tarafında ortaya çıktı. Ona olan tezahüratlar da yaşlı şövalye için olanlardan az değildi.
Bir ay süren turnuva nihayet sonuna yaklaşıyordu. Geriye sadece üç yarışmacı ve iki maç kalmıştı. Standlar on binden fazla seyirciyle doluydu. Kolezyum, kraliyet sarayının dibindeki bir tapınakta bulunuyordu. Aslında, kolezyumun direkt kendisinin Kader Ruhu’na ibadet edilen tapınak olduğu bile söylenebilirdi. Güney duvarında elinde bir çiçek tutan kutsal bir kadının heykeli bulunuyordu, sanki iki savaşçıyı yukarıdan izliyor gibiydi.
“İki savaşçıya da söylüyorum, bunun sıradan bir düello olmadığını bilin. Piena’nın yüce kralının ve dünyamızın barışını koruyan Kader Ruhu’nun önünde savaşıyorsunuz. Kader Ruhu’nun şahitliğine layık, adil ve asil bir savaş diliyoruz.” Yüce şansölye birbirleriyle yüzleşmelerini emretti. Ama iki savaşçı da kulak asmadı. Birbirlerine bakışlarından kıvılcım çıkacak kadar yoğun bir kararlılıkla baktılar, ya da seyirciler öyle algıladı. Seyirciler bu iki savaşçıya bakarken onlar da yavaş yavaş gerilimin içine çekildiler.
Bu yılki turnuvanın özel bir anlamı vardı. Bu yılın kazananının Altı Çiçeğin Kahramanları’ndan biri olarak seçileceğine dair akla yatkın bir söylenti vardı. “Bildiğiniz gibi,” konuşmaya devam etti yüce şansölye, “Bu dövüşün kazananı geçen yılki turnuvanın kazananı, Majesteleri Prenses Nashetania’ya karşı dövüşecek. Korkak ve basit biri onla savaşmaya layık değil. O yüzden ikiniz de…” yüce şansölye bir süre sessiz kaldı. Konuşurken gerçekleşen oldukça sessiz ve sıra dışı olayı çok az kişi fark edebildi. Yalnız bir oğlan, kolezyumun güney kapısından içeri giriyordu. Gardiyanlar onu durdurmak için herhangi bir hamle yapmadı. Yüce şansölyenin kişisel korumaları da çocuğu süzdü ama onlar da bir şey yapmadı. Seyirciler de ona dikkat etmedi. Yaptığı şey sanki çok sıradan bir olaymış gibi davrandığı için insanlar, onu durdururlarsa başlarının belaya gireceğini düşündü. Kafasında uzun kızıl saçları dalgalanıyordu. Sade kıyafetler giyiyordu, zırhı veya kaskı da yoktu ve sırtındaysa tahta bir kılıç asılıydı. Beline üzerlerine birkaç küçük kese bağlanmış dört tane kemer sarılıydı. Oğlan iki savaşçının arasına yol aldı ve gülümseyerek dedi: “Affedersiniz millet.” Yüce şansölye, çocuğun bu ani izinsiz girişi karşısında şoka uğrayarak azarlayıcı bir tonda bağırdı. “Kimsin sen?! Saygısızlığın da bir sınırı var!”
“Benim adım Adlet Mayer” diye yanıtladı oğlan. “Ben dünyadaki en güçlü insanım.” Belirleyici yarı final maçlarına başlamak üzere olan iki savaşçı, bu sonradan görme Adlet Mayer adlı oğlana sırıttı. Ama Adlet onları umursamadı bile. “Size eşleşmelerdeki değişikliği bildirmek için buraya geldim. Siz ikinize karşı dünyadaki en güçlü adam, Adlet savaşacak.”
“Sen kim olduğunu sanıyorsun ulan?! Delirdin mi sen?!” Yüce şansölyenin yüzü kırmızıya dönüyordu. Ama Adlet onu umursamadı. Bu noktada, seyirciler mırıldanmaya başladı ve sonunda bir şeylerin ters gittiğini fark etti. “Hadi acele et de şu aptalı dışarıya at” dedi dövüşünün kesintiye uğramasından rahatsız olan paralı asker. En nihayetinde, yüce şansölyenin kişisel korumaları görevlerini hatırladı ve sopalarını kaldırdı. Adlet ise sadece sırıttı. “Veeee maç başlıyor!”
Elleri, gözün algılayabileceğinden daha hızlı hareket ediyordu. Parmak uçlarından bir şeyler çıktı ve dört gardiyanın yüzüne doğru savurdu. Askerler yüzlerini tuttu ve acıyla inlemeye başladı. “Siz baya iyiymişsiniz” dedi Adlet. Onur muhafızına bakmıyordu. Gözleri iki yanında duran yaşlı şövalye ve paralı askerdeydi. İkisi de Adlet’in attığı zehirli iğneleri parmaklarıyla tutmuştu. İğnelerin uçları, acı reseptörlerini uyaran bir sinir zehrine bulanmıştı. Zehir hafifti fakat yaklaşık otuz dakika boyunca saf bir ıstıraba sebebiyet verirdi.
Paralı asker ve şövalye aynı anda kılıçlarını çekti. Sonunda bu davetsiz misafirin yalnızca bir aptal olmadığını anlamışlardı. Paralı asker kılıcını Adlet’e salladı, elinden geleni ardına koymuyordu. Silahı cansız bir antrenman kılıcı olsa da, eğer darbesi rakibine değerse şüphesiz ki bu ölüm anlamına gelirdi.
“Heh!” Adlet kıkırdayarak saldırıyı atlattı. Bir saniye bile beklemeden yaşlı şövalye ona arkasından saldırdı. Ama Adlet kör edici bir hızda kemerindeki keselere uzandı. Sağ eliyle küçük bir şişe çıkardı ve arkasını dönüp fırlattı. Yaşlı şövalye homurdanarak kılıcının arkasıyla şişeyi uzağa attı. Küçük şişede sadece su vardı fakat Adlet’e bir fırsat sağlayacak kadar dikkat dağıtıcıydı.
Yaşlı şövalye ve paralı asker Adlet’in önüne ve arkasına doğru pozisyon alırken savunmaya geçerek Adlet ile aralarına mesafe koydu. Eğer bu sıradan bir savaş olsaydı bu durum kaçınılmaz bir yenilgiye vesile olurdu. Ama Adlet kazanmanın kesin bir yolunu bulmuştu. Keselerinden birinden küçük bir kağıt topu çıkardı ve zemine attı. Aniden, ayaklarının dibinde bir patlama oldu. Duman Adlet’in etrafını sararak onu gizledi.
“Ne oldu lan öyle?!”
“Nasıl bir numara bu?!” Yaşlı şövalye ve paralı asker aynı anda şaşkınlıklarını dile getirdi. Tabii ki, ikisi de sadece el çabukluğu ile alaşağı edilemezdi. Adlet son derece hızlı bir şekilde hareket etti. Duman bulutunun içinde, keselerinin birinden başka bir alet daha çıkardı. İki rakibi de duman yüzünden şaşkına dönmüşken Adlet ona zafer getirecek hamleyi yaptı.
Öncelikle, Adlet yaşlı şövalyeye doğru sıçradı ve ona vururken sırtındaki tahta kılıcı çekti “Yeteri kadar iyi değilsin!” diye bağırdı şövalye. Yaşlı savaşçı Adlet’in saldırısını bloklarken Adlet de tahta kılıcını bıraktı. Yaşlı adamın kollarını tutmak için iki elini de kullandı, yüzünü yaklaştırdı ve dişlerini gıcırdattı. Belki de yaşlı şövalye Adlet’in dişindeki dikkat çekici çakmak taşını veya ağzından fışkıran yüksek saflıktaki alkolü görmemişti.
“Gah!” diye feryat etti yaşlı şövalye, ateşler yüzünde patlarken. Hala daha yaşlı adamın kollarından birini tutarken Adlet sırtını düşmanına çevirdi ve omzuyla onu fırlattı. Şövalye sırtını yere çarpmıştı ve daha fazla hareket edemezdi. Adlet hemen arkasını döndü ama bunu düşmanıyla yüzleşmek için yapmamıştı. Saldırısını çoktan yapmıştı. Yavaş yavaş, duman bombasının bulutu ortadan kalkmıştı. Paralı asker, acı içinde çığlık atarken duman bulutunun içinde bacaklarını tutarak alçakta çömeliyordu.
“Pardon. Zehirli iğneler acıtıyor değil mi? Eğer yapabilseydim sizi farklı yöntemler kullanarak yenmeyi tercih ederdim.” Adlet küstahça gülümserken kaşlarını çattı. Adlet biraz önce durduğu yere büyük raptiyelere benzeyen şeyler saçılmıştı. Onları aramadığın sürece dikkat çekici gözükmüyorlardı, soluk bir gri renge boyanmışlardı, kolezyumun zeminiyle aynı renkteydi. Raptiyelerin uçları da korkunç bir ızdıraba sebep olan aynı sinir toksiniyle kaplanmıştı.
Paralı asker, Adlet’i arkadan yakalamak için dumanın içinden geçerek saldırmaya çalışmıştı ama yapabildiği tek şey toksinle kaplanmış raptiyelere basmaktı. Demir bot veya kalın bir deriden yapılmış bir ayakkabı giymiş olsaydı raptiyeler etki etmezdi. Fakat, sanırım paralı asker hafif bir ayakkabı giyip hızlı adım hakimiyetini kullanarak avantaj kazanmak istemiş olsa gerek ki ayağında sadece bez ayakkabı vardı. Adlet rakiplerine ilk göz gezdirdiğinde, ayaklarına ne giydiklerine özellikle dikkat etmişti.
“Peki buna ne dersin? Ben kazandım!” Diye bağırdı Adlet. Seyirciler aptala dönmüştü. Sadece bunu duymak, isimsiz bir davetsiz misafirin on saniyeden az bir sürede turnuvanın en üst düzey iki yarışmacısını yendiğine ikna olmalarına yetmemiş gibi gözüküyordu.
“N-Ne yapıyorsunuz siz?! Hemen buraya gelin! Etrafını sarın şu çocuğun ve onu yakalayın!” Yüce şansölye panikleyerek arenanın etrafını çevreleyen askerlere bağırdı. Askerlerin daha fazla uyarılmalarına ihtiyaçları yoktu, mızraklarının korumalarını çıkarttılar ve kolezyumun merkezine yöneldiler. Saldırılarından hemen önce Adlet, yukarıdan savaşı izleyen kutsal heykele döndü ve bağırdı, “Benim adım Adlet Mayer! Ben dünyadaki en güçlü insanım! Beni duyuyor musun, Kader Ruhu? Eğer beni Altı Çiçeğin Kahramanları’na seçmezsen, buna pişman olacaksın!”
Gardiyanlar Adlet’e hücum ediyordu. Bu noktada, seyirciler sonunda olup biteni anlamış gibiydi. “Kraliyet muhafızları! Kılıçlarınızı çekin! Şu oğlanı hemen yakalayın!” Seyirci koltuklarındaki izleyiciler de arenaya döküldü. Düşmüş şövalye ve paralı asker de kalkıp Adlet’le bir kere daha yüzleşti. Savaşçıların Kader Ruhu’nun önünde güçlerini gösterdikleri kutsal savaşlar için olan bu arena, o anda kaotik bir kavgaya ev sahipliği yapıyordu.
Ve böylece, o günden itibaren Adlet Mayer’in ismi çeşitli lakaplarla tüm kıtada yankılandı, Kötü Düzenbaz Adlet, Korkak Savaşçı Adlet, Tarihteki en kötü Kahraman Adayı bunlardan birkaçıydı.
Bin yıl önce, kıtada bir canavar ortaya çıkmıştı. Yaratığın nereden geldiği, neden doğduğu, ne hissettiği, ne istediği ve hatta iradesi veya duyarlılığı olup olmadığı hakkında çok az şey biliniyordu. Kimse gerçekten yaşadığını bile bilmiyordu. Canavar hiçbir uyarı olmadan aniden ortaya çıkmıştı. Bu garip canlı ile karşılaşıp hayatta kalan kişilerden çok az ifade kalmıştı. Canavar birkaç düzine metre uzunluğundaydı. Belirli bir formunun olmadığı, daha çok hareketli bir çamur yığınına benzediği söyleniyordu. Dünyada ortaya çıkan türünün tek örneğiydi.
Canavarın dokungaçlarından dokunduğu her şeyi eriten bir asit toksini salgılanıyordu. Ve sonra da insanlara saldırmaya başladı. Fakat insanları yemedi, onlarla eğlenmedi. İnsanları sadece öldürmek için öldürdü. Vücudunu istemlice parçalara ayırdı, kendine hizmet edecek köleler yarattı ve daha da fazla öldürdü. Bu iğrenç vebanın herhangi bir adı yoktu, ad vermeye gerek de yoktu. Çünkü bu canavar ile aynı kategoriye girebilecek başka bir canlı yoktu. Bu canavara basitçe Kötü Tanrı ismini verdiler.
O zamanlarda kıta şanlı Rohanae’nin Ebedi İmparatorluğu tarafından yönetiliyordu. İmparator tüm dünyayı domine etmişti ama tüm ordusunu bu canavarla yüzleşmek için topladıktan sonra bile Kötü Tanrı’yı yenemedi. Tüm ülke resmen harcanmıştı, tüm kraliyet soyunun nesli tükenmişti ve kasabaları ile köyleri yerle bir olmuştu. Tam halk umutsuzluğu kapıldığında ve kaderlerinin yok edilmek olduğuna inandıklarında, bir Aziz geldi. Bu Aziz kızın tek silahı bir çiçekti, buna rağmen Kötü Tanrı’nın karşısına dikilmişti. Aziz, bu canavarla savaşabilecek tek kişiydi. Savaş çok uzun sürmüştü, çok. En nihayetinde Aziz, Kötü Tanrı’yı kıtanın en batı ucuna kadar sürmüştü ve onu yenmişti. Aziz geri döndüğündeyse, Kötü Tanrı’nın ölmediğini söyledi. Bir gün batıdaki derin uykusundan kalkacaktı ve dünyayı cehenneme çevirecekti. Ve Aziz, bir kehanette bulundu: Canavar tekrar uyandığında, Altı Kahraman gücümü miras alacak ve kaderlerine Kötü Tanrı’ya bir kez daha boyun eğdirmek yazılacak. Aziz, seçilen savaşçıların vücutlarına ortaya çıkacak altı yapraklı çiçek armasını tarif etti. Altı Çiçeğin Kahramanları ismi buradan geliyordu.
Kötü Tanrı uykusundan iki defa daha kalktı, Altı Kahraman iki defa ortaya çıktı ve aynı önceden söylenildiği gibi, Kötü Tanrı’yı bir kere daha mühürlediler. Altı Çiçeğin Kahramanları’ndan biri olarak seçilmek için bir koşul vardı: Kahraman olacak kişi gücünü Tek Çiçek Azizi’nin yaptığı tapınaklardan birinde Kader Ruhu’na ispatlayacaktı. Tüm kıta boyunca, bu tapınaklardan 30 adet vardı. Kıtanın her bir yanından kolayca on binden fazla aday güçlerini ispatlamak için bu tapınaklara gelebilirdi. Kötü Tanrı uyandığında, tapınağa girenler arasındaki en iyi altı kişi Altı Çiçeğin Arması’nı alacaktı. Altı Çiçeğin Kahramanları’ndan biri olarak seçilmek bir savaşçı için en büyük onurdu. Herkes Kahramanlardan biri olarak seçilmenin hayalini kurardı, Adlet de istisna değildi.
Söylentilerde Kötü Tanrı’nın dirilişinin yakın olduğundan bahsediliyordu. Son birkaç yılda, bir takım kehanetler gözlemlenmişti. Kötü Tanrı’nın uyanışı yılın sonu gibi geç bir vakitte de olabilirdi, ya da yarın gibi erken bir vakitte.
“…Yaptıklarımdan pişmanım. Yanlış bir şey yaptığımı kabul ediyorum.” Turnuvanın yarı final maçlarından üç gün sonraydı, Adlet en adi suçlular için olan bir hapishanede mahkumdu. Yüce şansölye parmaklıkların diğer tarafında ekşi bir ifadeyle duruyordu. Adlet ağır yaralıydı. Kafası, omuzları ve iki bacağı da bandajlarla sarılıydı, sağ eli alçıdaydı. Adlet bile rakibin sayısı çok fazla olduğunda hasarsız kurtulamıyordu.
Soğuk yatağa oturdu, yüzünü hücresindeki yüce şansölyeye döndü ve konuştu. “Bil diye söylüyorum, turnuvaya yasal olarak katılmak istemiştim. Fakat şu kural olayları vardı ve beni arenaya almazdınız.” diye homurdandı. İlah Öncesi Turnuva’nın bazı kuralları vardı. İzin verilen silahlar kısıtlıydı, müsaade edilen taktikler sınırlıydı, kurallara aykırı davranışlar ve rakibin dikkatini dağıtmak yasaktı. Kurallara uyarak savaşsaydı, Adlet hiçbir şey yapamazdı.
“Bildiğin gibi, ben dünyadaki en güçlü adamım ama kurallar dövüş stilimi bir tık kısıtlıyordu. O yüzden kuralları umursamayıp kendi kendimi içeri davet etmekten başka çarem yoktu.”
“Amacın ne?” diye sordu yüce şansölye.
“Eh, tabii ki de Altı Çiçeğin Kahramanları’ndan biri olarak seçilmek için”
“Bir Kahraman? Sen? Senin gibi bir puşt, saygıdeğer Altı Çiçeğin Kahramanları’ndan biri olarak seçilecek?”
“Oh, tabii ki de seçileceğim. Çünkü ben dünyadaki en güçlü insanım.” Adlet gülümsedi, yüce şansölye ise demir parmaklıklara vurdu. Bu adam kesinlikle kendini kontrol etmede kötü, diye düşündü Adlet.
“Hiç vicdan azabı çekmiyorsun!” diye Adlet’i suçladı yaşlı adam.
“Hayır, çekiyorum. Gerçekten de pişmanlık hissediyorum. Kişisel muhafızların ve kraliyet korumaları gibi bir çok insanı yaraladım”
“Peki bu kutsal turnuvayı mahvettiğin için ne hissediyorsun?”
“Ne önemi var ki bunun?” Yüce şansölye anlaşılmaz bir ses çıkardı ve kılıcını çekti. Korumaları, Adlet’in hücresini açmaya çalışırken onu çaresizce durdurdu.
“Dinle, sen… Sonsuza kadar burada kalacaksın! Kesinlikle ipe gideceksin! Kesinlikle!” Ona eşlik eden askerleriyle birlikte yüce şansölye hapishaneden çıktı. Adlet yatağa yayıldı ve sanki “ne karışıklık çıktı ama!” der gibi omzunu silkti.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.