7 Gece Cilt 3 Bölüm 3

Yavru köpeği klüp binasının ardında bıraktıktan hemen sonra, kantine döndük ve Teru-san’a katıldık. Akeno yavru köpeği kulüp odasına getirdiği için özür dilemeye çalışırken, Teru-san diğer yandan neşe ile gülümsüyordu.

 Bu okul arası saatlerinde, kapanmak üzereyken kantine koşturduk. 150 sandalyelik boş alanda, dört kişilik bir alan için sadece üç kişiydik. Masanın her iki yanına geçerken kantinin içinde sessizlik uzanıyordu. Ama öte yandan, bir saat geçecek ve öğrenciler, kulüp işleri yüzünden aç olacak ve muhtemelen telaşla geleceklerdi.

“Peki, başlayalım.”

 Teru-san yanına bakarak Akeno ve bana bunu söyleyip, bir mülakattaymışız gibi karşımıza oturdu.

“İlk olarak, ikinizin genelde gördüğü rüyalar mıydı? .. Demek istediğim, bilirsiniz, gördüğünüzü belirttikleriniz?”

 “Evet, öyleydi. Ama geçen gece, Sakuya ile görüşemedim, yani aynı rüyayı gördüğünüzü söyleyemem ama… bana göre, bence bu aynı rüya.”

“Ben de aynı fikirdeyim. Bilinçli rüyamda çevrede gezinen canavarlar ve ıssız cadde ile, şüphesiz bu o tuhaf rüya.”

“Bilirsiniz, üst üste üç kez olan bir şey için, sadece fazladan şans diyemeyiz, …”

“Şimdilik, gördüğünüzün bir rüya olduğu düşüncesini atsak en iyisi, şu andan itibaren sizin bakış açınız ve mücadeleniz bu rüyayı gördüğünüzden emin olmayacak. Anladınız?”

“Anladık.”

 Akeno ve ben, Teru-san’ın ardından uyumla başımızı salladık.

“Sonraki soru, önerimi dinlediniz mi? Rüyanıza bir şeyler götürebildiniz mi?”

 Başımızı aynı anda salladık.

“Kullanışlı mıydı? Hayal ettiğiniz gibi miydi?”

 Tekrar başımızı salladık. Teru-san bunu görünce şaşırdı.

 “Cidden–!!! Kelimelerin gücü gerçekten güçlü—! ‘öyleyse’ hissi ile çeşitlendirdiğim bir şeydi benim için. Peki detayları duyabilir miyim? İlk olarak Kasugamori’den.”

“Çocukken abimle oynadığımız oyuncak silah ve sihirli değneği götürdüm. Ama değnekle büyü kullanamadım. Ama sonra—“

 Akeno çantasından küçük bir tabanca çıkarttı. Ağır bir *pat* sesi ile masaya koydu. Gözlerim kuşku ile bu hassas detaya kaydı.

“Eh, imkansız, … bu gerçek değil… değil mi?”

“Bu gerçek bir kuru sıkı! BB turunu yüksek basınçlı gaz kullanarak ateşliyor.”

“Yani bu sahte… İlk başta gerçek sandım.”

 Akeno’dan bana vermesini rica ettim. Ağırlığı cidden elimdeydi. Muhtemelen 500 gramdan az değildi. Denemek için hedef aldım,

“Hayır, Sakuya-kun! Birilerini susturacak bir an değil ve tetiğe dokunacak yer değil! Belki bir kuru sıkı ama birini vurursan gözünü çıkartacak kadar güçlü olabilir…”

 Teru-san alışılmadık bir şekilde sertçe uyardı.

“Üzgününm. Bir dahaki sefere dikkatli olacağım…”

 Karamsar bir şeklide silahı masaya tekrar koydum. Sonra Teru-san onu aldı.

 “Ham, bir M9. Bilirsiniz, görüntüsü biraz değişik. Orijinal metaryale göre yapılıp, yapılmadığını merak ettim.”

“e-mu-na-i-n?”

“Evet, tabancanın adı. Bilirsiniz, popüler bir silah. Polis ve asker güçleri dünyada bunu kullanır. Film ve oyunlarda da popüler olduğundan, bu bir şans olsa da incelerken dikkatliyim.”

 Söylediği gibi duvarı hedeflemişti.. Sağ işaret parmağı tetikte değildi. Teru-san atletik olmadığı halde, bu şekilde formda görünüyor.

 “Anladım, bu cidden faydalı oldu… Bu modelden gerçek bir şey çıktığından beri faydalı, hayal etmesi muhtemelen daha kolay.”

“Doğru. Özel olmadığını düşünmüştüm ama gücü gerçek bir şey olabilirdi… Bunu canavarlara karşı kendimi savunurken kullanabilirim.”

“Düşündüğüm gibi.”

 Teru-san tabancayı Akeno’ya döndürdü ve Akeno silahı çantasına geri koydu.

 “Sıradaki benim. Getirdiğim şey…”

 Çantamdan lazer bıçağını çıkartırken, rüyamda neler olduğunu onlara anlattım. Sonun beklediğim vakit geldi! Zafer kazanmışçasına anlattım—Özellikle Kerberos tarafından kovalandığım süreci ve dakikası dakikasına aldığım sonucu… Ama bir şekilde bir şeyler garipti. O ikisi alkışlamak yerine kötü bir şey yapmışım hissi verdiler.

 “Affedersin, Sakuya… Kötü bir deneyim olduğunu anlayabiliyorum… ama gördüğüm şey sadece övünüyor olman… Gerçekten üzgünüm…”

 Başımı utançla eğdim. Hey, bekle, bu beklediğim tepki değil-!!

 “A-ama güvendeyim! Buraya, bana bak, canlı mıyım? Ayaklarım… Kalan hiç hasar yok. Rüyamdaki tamamen bir kazaydı. Orada ölüyorum ama tamamen değil… belki.”

 Elimde olmadan devam ettim. Bu Teru-san için sert anlatımı ve her şey ile kabul edilemez olsa da.

 “Henüz rahatlama, Hoshi-kun. O an belki şanslıydı. Kendi kendini güçlüce telkin etmenle, bazen gerçek olaylar bedeninin gerisinde kalır.”

“İ, imkansız, korkutma beni böyle…”

“Bu aslında bilinen bir algı, ‘Stigmata’ olabilir de, detaylar eksik ama rüyanda geçirdiğin olaylar hakkında biraz şüpheliyim. –gerçek bedenine aktarılabileceği konusunda- İkinizin de anlamsız durumun farkına varmasını isterim.”

“Ah, … … aklımızda tutacağız …”

 “Beden gerçekten yaralanıyor olabilir ama bilinçli rüyada zihin yarı-uyanık durumdadır, yani acı hissi kuşu verici. Diğer bir değişle zihniniz zorlanmış. Söylemek gereksiz, çok zorlarsan acır, değil mi? Bu bir rüya olabilir ama tedbirsiz aksiyondan sakınmanızı isterim.”

Peki, bildiğiniz üzere, bir ölüm arzum yok…

Her neyse, Teru-san’ın nutuk çeken hali ve Akeno’nun endişesi ile depresyonik bir hal aldım. Boğucu bir sessizlik takip etti. Teru-san gözlüklerini kaldırdı ve gözlerini ovdu; gözlüklerini indirirken normal şüpheli ifadesine döndü.

“Devam edelim. Saitou-kun ilgimi çekti. Söylediğin doğru ise, sizinle aynı rüyayı gören beş kişi daha var.”

“Üstelik biliyorsunuz onlar önümüzde.”

 “Şu ana dek, muhtemelen olan güçlü bir şans eseri ikinizin aynı rüyayı görüyor olmasıydı. Ama artık, diğer durumları dikkate almak en iyisi.”

“Bir başkasını rüyamıza çağırmamızın mümkün olduğu mu bu?”

 “İhtimal ya da başka bir şekilde, astral seyahate başlamışsınızdır, inkar edemeyeceğim şeyler.”

“A-su-to-ra-ru ne?”

“Peki, onların deyimi ile ruh dünyası. Bu konudan uzak kalmayı deniyordum… ama oranın belirli koşulları olduğunu belirteyim…”

Gönülsüzce gizemi dikkatle ararken Teru-san başını kaşımakla yetindi.

 “Neyse, en azından siz ikiniz bu rüyaları yöneten kişiler değilsiniz. Hal böyleyse, bu bir bilinçli rüya olsa da, istediğiniz gibi kontrol edemeyeceğiniz durumlar olabilir… mesela gökyüzünde uçmak.”

“Öyle mi? Gökyüzüne doğru uçamayız ama bir lazer bıçağı kullanabildim?”

“Ben de öyle düşündüm. Yani bunun anlamı kendi yapacağın gibi oynayabilirdin. Ve bu normal aksiyonlara göre sınırsızdı. Diğer bir değişle senin astral bedenin… sadece bu değil, senin egon da korundu. Hoshi-kun’un kullandığı lazer bıçağı biri. Muhtemelen kontrol gücü.”

“Üzgünüm, seni anlayamadım.”

“Ah… O halde senin için kolaylaştıracağım…”

 Çantasına uzanarak, Teru-san bir DVD kılıfı çıkarttı. Bu pekitin hepsini de pekala biliyordum. Akeno başlığı yüksek sesle okusa da.

“Hiç Bitmeyen Fantezi 13… Bir video oyunu mu?”

“Kabus dünyasının bir karakteriydiniz. He bir karakter kendi ekipmanına ve yeteneğine sahip ve dilediğiniz yere gidebilirdiniz. Bir girişinizde dövüş canavarlarıyla dövüşürsünüz.”

 “Yani bu… Yapabildiğimiz kadar ama bu oyunun kurallarını yıkamayacağımız anlamına gelmez mi?”

“Dediğin gibi. Ama bu bir örnek—“

“Yo!”

 Teru-san’ın konuşmasını alçak bir ses böldü. Sesin geldiği yere bakınca, kaba görünümlü gençler yaklaşıyor.

 “Saitou…”

“Yo, Hoshi! Bakıyorum da İYİSİN.”

 Saitou ile muhtemelen serseri olan o dört herif. Konuştuğu şey hakkında ortak oldukları anlaşılıyor. Her berinin kötü bir görünümü vardı. Ya da şöyle söyleyebilirim, Saitou aralarında en iyi görüneni. Ama bununla beraber arkadaşları hakkında aynı şeyi söyleyemem, arkadaşça çene çalacak modda değiller. Aksine korunmalıyım.

 “Homura-san, bu Hoshi!”

 Saitou arkadaşça bir gülümseme ile döner. Sertçe dağılmış kırmızı saçları olan bir delikanlı… Bakınca yaklaşık 1.90 cm. iri-yarı omuzları ve göğsü ile ve göz korkutan bir hava ile. Homura’nın adını benim gibi sıradan bir öğrenci bile bilir.

 Homura Takeru, lise 2. Yıl. Suijou Akademisi’nin suçlularının başı. Haddinden fazla genç ve güçlü olan katıksız serserilerden farklı, hatırladığım kadarı ile özellikle ahlaksız hareketlerle eğlenen tiplerden (özellikle yaralama suçu).

 Söylentilere göre Homura-san’ı okul içinde ve dışında tekrar tekrar karşılaştığı olaylara okulda polis de gözlerini yumuyor. Bence çenelerinin tamamen kapatıyorlar çünkü babası bir Meclis üyesi ya da avukat ya da öyle bir şey.

 “Sen… … Saitou’nun konuşması belki gereksiz ama sen ‘güç’ kullanıyorsun?”

 Homura bakışlarını bana çok meraklı bir şekilde dikti. Doğrusu, korkutucu. Ve yüzümü ondan çeviremedim.

“E, evet… Bir ya da başka bir yol kullanabilirim.”

 Amacı ne? Böyle bakabileceği biri miyim? Öyleyse onlara katılmıyorum…

 “Hm? Ne tür bir güç?”

 “Lazer bıçağı…”

 “Lazer bıçağı? Hahahah!! Havalı ha! Güçlü müydü?”

 “Olduğu kadar. Diğer insanların gücünü göremediğimden ben…”

 “Diğer insanların canı cehenneme! Sadece savaşabilirsen umursarım.”

 “Savaşabilirim. Yapabilirsem, bir canavarı tek darbe ile yere serecek gücüm var.”

 Doğru olduğu için bunu öne sürdüm. Emrinde olan kişilere hayran bakışlarını döndü.

“Duydunuz mu? Tek darbe! Harika değil mi? En azından bazı şeyler için harika. Değil mi, Saitou?”

“A, affet beni, Homura-san…”

 Saitou zayıf bir gülümseme ile Homura-san ve diğerlerinin küçümseyişlerini yanıtladı. Bu Saitou’nun ateşle oynayamadığı anlamına mı geliyordu? Dostları için bir sır tutabilir miydi? Ya da yalan söyleyebilir miydi? Her halükarda sessiz kalmaktan iyidir…

 “…ne? Çok tuhaf olan ne?”

 Benim sayemde mi gördü…!? Muhtemelen ifademi biraz ve henüz değiştirmiş olmalıyım, keskin gözleri fark etti…

“Ah, şay… Saitou’dan ateşi kullanmak hakkındakileri duydum…”

  Bunu söyleyebilirim çünkü Homura-san’ı kızdırdığım bu noktada, orada bulunma sebebim Saitou’yu korumak değil. Saitou’nun rengi atarken Homura ve diğerleri suskun bir şekilde Saitou’ya baktılar.

 “Ah… evet, bir yanlış anlaşılmaydı—“

“Ah, yani gösteriş yapıyordun… Sani p*ç!!”

 Homura’nın dizi Saitou’nun midesine gömüldü. Dizi yiyince Saitou biraz inledi. Ardımda Akeno’nun bastırılmış çığlığını duydum.

“Ne ateşinden bahsediyorsun? Seni işe yaramaz pislik!”

 Homura acımasızca Saitou’nun başının arkasını ezerken, dik dik bana baktı.

 “Siz pisliklerin, buna lanet sözleri için inandığınızı söylemeyin. Bu çöp hiçbir şey kullanamaz. Anladınız mı?”

“A… Anladık.”

Korku ile başımı salladım sadece. Homura bir kez daha Saitou’ya aşağılama ile baktı, ayağını Saitou’nun başından çekti. Omzumun üzerinden Akeno’ya baktı.

“Sen, adın? ‘Güç’ü kullanabilir misin?”

“Katsugamori Akeno… … Bir tabanca kullanıyorum.”

“Bir tabanca? Bu da havalı bir güç…”

 Homura onaylayarak başını salladı ve Teru-san’a göz attı. Aniden dikkatimi çekti, Teru-san kollarının ikisini masaya koyup, yüzünün etrafına koyarak geriye döndürüp kapatıyor. Homura-san’ın yırtıcı gözleri ile onu deldiği yerde.

 “G*t, bir süredir ne b*k yiyorsun lan sen?”

“! P, pardon, Ama sana karışmam gerektiğini düşünmüyorum… Ben sadece vakit öldürüp, sohbet etmek için buradayım…”

 Teru-san açıkça zoraki bir gülümseme ile başını kaldırdı. Teru-san’ın bu kadar uysal olabileceğini bilmiyordum.

“Cık, bu küçük adam Himura mı?”

 Homura aşağılayarak dilini çıtlattı. Bu ikisi, birbirini tanıyordu. Bu beklenmedikti.

 “Seni rahatsız ettim pardon. Gideceğim bir yer var…”

 Teru-san hızla kalktı. Bakışlarını ondan çekti. Ama Homura izin vermedi.

“S*ktir lan! Kim sana kımılda dedi?”

 Söylediği anda, Teru-san kendini tekrar sandalyeye indirdi. Bu ikisi, yılanlar ve kurbağalar gibi.

 “O halde işin yoksa ne b*k yemeğe buradasın? Durumla alakan var ya da başka bir şey?”

 “Bu… Burada o rüyayı gören kimseyle ilişkimin olmasının bir yolu yok…”

 “Ben… Sadece Hoshi-kun ile şans eseri karşılaştım ve bu konu hakkında konuş—“

“Duydun ve burnunu soktun—!!”

“Hi, ö, özür…”

“Mazeretini s*keyim! Sana göre zaten dışarıdasın, ha? Yoruyorsun beni, seni s*kik!”

Homura etrafımdan dolaştı. Kelimesi kelimesine, adım adım, Teru-san’a sokuldu. O anda, atmosfer değişti. Burada konuştuğumuz şey rüya değil miydi? Homura, Teru-san’ın yanına yürüdüğü anda da ve,

“Sen öldün, pislik!!”

“Ahh—!?”

 Teru-san tek yumruk ile yanağını tuttu ve fırladı. Kalkmaya zorlanıyor. Gözleri çıktı ve yere düştü. Homura eliyle ağzını kapattığı için çığlığı bir inilti olarak alçaldı.

“Sana çığlık yok. Elime tükürebileceğini düşünüyorsun ha?”

 Homura delici bakışlar atarken, sesinden eminim, bundan açıkça keyif alıyor. Korkacak zaman değildi birileri Homura’yı durdurmalıydı!

 Bana göre, Homura korkunç. Hemen Teru-san’ı desteklesem güçsüz kalabilirim. Korkunç olacağına eminim. Ama böyle bir sebepten, arkadaşıma böyle bir şey olmasına izin veremem!

 “Yeter…!!”

 Keskin bir bağırış ile ayağa kalktım.

 Sırıtan iki serseriye baktım ve gülümsemeleri hemen kayboldu. Gözlerinden buna inanamadıkları belli. Homura’nın bakış açısından, muhtemelen dikkatsizce bir hareketti. Yine de, beni görmezden gelemezler!

“Ne halt…?”

 Homura yavaş yavaş bana döndü. Midemin kasıldığını hissederken açıkça söyledim.

“Çek elini Teru-san’dan”

“Ne halt yemeğe?”

“Acı içinde.”

“Oooh, acı içinde.”

 Homura bunu utanmazca söyledi. Buna cevabım yok. Onun için rakibini acı içinde görmek, onu acıdan kurtarmak için bir sebep değil. Yani, şiddetten başka bir şeye inanamıyor. O zaman onu nasıl ikna edebilirim? Kelimeler onda işe yaramaz mı= Yapabildiğim her şeyle onu uzaklaştırmalı mıyım?

 Şaşkındım. Teru-san mücadele içindeyken, Homura sakin kaldı…

 Anladım. Nefesim hızlanıyor. Yumruğumu güçle sıktım. Kalp atışım git gide şiddetleniyor, savaşçı ruhumu destekliyor—

 “Beyler çirkinsiniz.”

 Akeno’nun konuşması ile, bir anda deliye dönmenin sınırında yatıştım. Akeno yanımda durdu, Homura’ya ters ters baktı.

“Yaptığınız şey sadece zorbalık! Güçlü olunacak bir şey değil! Acımasız, biçimsiz ve çirkin, bırak onu.”

 Bunu dedi.

 Bu sert sözlerle, serseriler de sessizliğe büründü. Homura şaşkınlık içinde, Akeno’yu başından beri izliyordu ama o anda,

“… … hahahahahah!! Yani bu kötü ha. İyi değil, ha!”

 Mutlu bir gülümseme ile elini Teru-san’dan çekti.

 Teru-san yere çöktü, öksürdü. Homura elini masaya geçirdi, vücudunu yukarı çekti ve Akeno’nun yanına hızla yanaştı!

“Akeno!”

 Hemen Akeno’nun kolunu yakaladım ve onu korumak için çektim.

“Yolumdan çekil!”

 Homura umursamazca sağ kolunu salladı! Hemen sağ kolumu başımı korumak için çektim ama kolu çok güçlüydü yani zorlukla yana çekildim ve yolun yarısını gitmeden duvara çarptım!

“Ah, uhhh…”

 O anda, nefes almakla başım beladaydı ve bedenim öksürerek yıkıldı. Ne güç ama…

 Homura, Akeno’nun yanağını çekti ve öpecek kadar kendine yaklaştırdı. Ama Akeno kaybedecek biri değildi. O anda Akeno, tabancasının namlusunu sol gözünün tam ortasında tuttu! Kirpiklerinin değmesi için gözünü kırpması yetecek kadar yakındı. Akeno’nun parmağı namluda.

“Beni bir oyuncakla mı tehdit ediyorsun?”

“Bir oyuncak, doğru ama retinanı mahvedebilir.”

“Sonradan senin hakkında söylenecekleri umursamıyor musun?”

“Muhtemelen sana bir göz kaybettiren bir kahraman olduğumu düşünecekler.”

 Gergin bir sessizlik takip etti. Homura birkaç saniye için gözlerini Akeno’ya dikti.

“Hahahahahahahah!!!”

 Onu bıraktı.

 “Sevdim bunu! İyiymişsin kız… Benimsin.”

 “Affedersin. Seninle ilgilenmiyorum.”

 “Öyle mi! Bu çok kötü…”

 Omuzları sarsılarak gülerken Akeno’nun yanından geçti.

 “Rüyada göreceğim seni.”

 Bunu söylediğinde tayfası geri çekildi ve kantinden ayrıldılar.

 Akeno onlara sırtını sarsılmadan döndü. Ya da bana öyle geldi,

 “… … … … …”

 İpleri kesik bir kukla gibi, kendini yere bıraktı.

 “İyi misin, Akeno?”

 “Hm, Ben iyiyim… … sadece aniden gevşedim… B, bu korkunçtu… …”

Kuru bir gülümseme ile ondan kaçarken, yaşlı gözlerle bana bakıyor.

“Oturabilir misin?”

“Yapamam, tükendim… Birazcık burada duracağım. İlk Teru-san’a git…”

 “Tamam.”

 Masaya doğru ilerledim. Teru-san hala öksürüyordu. Eli ısrarla gözlüğündeydi. Homura’nın ayağı ile ezilip, mercekleri kırılıp, çerçevesi büküldü, zaten resmen kullanışsız hale geldi.

“…Ben, işe yaramazım…”

 Omuzları titrerken mırıldandı..

“Onlara karşı gelemem. Düzgün bir konuşma bile olmaz… sarsılıyor, rezilleşiyor, gülümsüyor, sadece zorbalığa katlanıyor… Ben bu kadar zayıfım…”

 “Bu… Akeno’nun konuşması gerçek değil. O öyle konuşmalıydı. Doğrusu bu şekilde zorlarken başka seçeneği yoktu.”

 “Biliyorum, biliyorum! Ona karşı bir kıskançlık beslemek yanlış. O beni kurtardı. Minnettarım. Bu sadece, kendimden nefret ediyorum… Bu kadarıyla, ben onlara karşı gelemeyen acınası biriyim.”

“Teru-san …”

“Git, Hoshi-kun. Bırak beni… yalnız…”

 Muhtemelen ağlıyor, burnunu çektiğini duyabiliyorum. Onu kucaklamalıyım ama sonuçta onu dinledim.

 Yerde ağlarken, sessizce Akeno’nun elini tuttum ve kantinden çıktım.

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.