İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 16

Eksta Bölüm: Deli Köpek Öfkeli

 

 

Çevirmen: RaccoonYobo

 

Kuzeye doğru, yıl boyunca karla kaplı haşin bir diyarda, Kılıç Manastırı adıyla bilinen bir yer vardı. Bu Manastır ilk Kılıç Tanrısı’nın okulunu kurduğu ve ömrünün son yıllarında öğrencilerini eğittiği yerdi. Günümüzde burası birçok kadın ve erkek silahşörün uğrak mekanıdır ve yeni yeteneklerin ürediği bir yerdir. Kılıç yolundan gitmeye gönüllü kimselere mutlaka en az bir kere buraya hac yapmaları tavsiye edilirdi.

Usta olmaya aday gençler devamlı olarak burada toplanıyordu. Bu gençlerden çoğu ergenlik çağında hünerlerini ortaya çıkarmış kimselerdi. Günümüz zamanında, Kılıç Manastırında doğuştan kabiliyetli akranlarına kıyasla deha sayılabilecek üç kişi vardı.

Bunlardan ilki mevcut Kılıç Tanrısı’nın kızı–Nina Falion’du. Nina şu anda on sekiz yaşındaydı ancak on altısında bile kimse ona aşık atamıyordu. Halihazırda Kılıç Azizi rütbesini hak etmiş bir konumdaydı. Çoğu kimse onun yirmisine basmadan Kılıç Kralı, yirmi beşine basmadan da Kılıç İmparatoru olabileceğini düşünüyordu. Manastırdaki hiçbir öğrenci onun kadar saygı görmüyordu.

İkincisi, Nina’nın kuzeni, Gino Britz’di. Gino, Kılıç Tanrısı Okulunu yöneten Falion klanının bir dalı olan Britz Ailesinin ikinci erkek çocuğuydu. On dört yaşındaydı. On iki gibi erken bir yaşta Kılıç Azizi ünvanını hak etmiş ve bu ünvanı elinde tutabilen en genç öğrenci olmuştu. Kuzenine kıyasla hala birkaç adım geride olsa da eninde sonunda hangisinin birbirine üstün geleceğini söylemeye lüzum yoktu.

Üçüncü ve sonuncu ise Eris Greyrat’dı.

Eris, onu gören herkesin ruhuna korku salan—onu kızdıran herkese vahşice davranan on yedi yaşındaki Deli bir Köpekti. Manastıra iki yıl önce öğretmeni Kılıç Kralı Ghislaine ile birlikte gelmişti.

Hiçbir konuda taviz vermeyen bir kızdı. Her gün kendini acımasız, görenlerin ölüme meydan okuduğunu sandığı bir eğitime maruz bırakıyordu. Kılıç Manastırına gelişi akıllara kazınan bir andı. O kadar unutulmaz bir andı ki yıllar boyu insanların dilinden düşmemişti.

 

*Yaklaşık İki Yıl Önce*

 

Eris, Ghislaine’in peşinden Kılıç Tanrısı Gündelik Salonuna girnişti, amaçları Kılıç Tanrısıyla görüşmekti. Salonda Kılıç Tanrısı yolunu takip eden yüksek rütbeli öğrenciler dizilmişti, her biri en az Aziz seviyesindeydi. Nina ve Gino da aralarındaydı. Etrafındaki öğrencileri görmezden gelen Eris, Kılıç Tanrısı’nın huzura çıktığında başını eğmeyi bırak diz bile çökmemişti.

“Senin gibi tüysiklet biri umurumda değil!”

Gall Falion’a, yaşayan en güçlü silahşöre söylediği ilk sözler ise akıl almayacak kadar kabaydı.

“Ne?! Üstada ne cüretle hakaret edersin!”

“Diz çok, kız çocuğu! İlkelerimizden haberin yok mu?!”

“Bu aptala ne öğretiyordun Leydi Ghisliane?!”

Kılıç Azizleri kızmaya, yüzleri öfkeyle gerilmeye başladı. Ama Kılıç Tanrısı konuştuğunda…

“Otur,”

…hepsi sessizleşti.

Gall Falion bu saygısız ite haddini bildirecekti. Herkes buna inanıyordu. Hiçbir insan evladı Üstad ile saygısız ve kibirli bir şekilde konuşup Manastırdan canlı çıkamamıştı. İtaatsizliğiyle bilinen Ghislaine bile Eris’e şaşkınlıkla bakıyordu. Kulakları ve kuyruğu korkudan dimdik olmuştu.

Ama gariptir ki Kılıç Tanrısı sadece sırıtıyordu.

Önünde duran küçük canavarın burada ne aradığını bir tek o anlamıştı. Yeni tanıştığı bir adama neden hakaret ettiğini, neden onu kışkırtmaya çalıştığını bir o anlıyordu.

Ve bu yüzden, onun bu davranışı karşısında sadece sırıtıyordu. “Gözlerindeki bakışı beğendim kız çocuğu. Söyle bana— öldürmek istediğin kişi kim?”

Eris hiç duraksamadan ve kararlı bir şeklde konuştu. “Ejder Tanrısı. Ejder Tanrısı Orsted!”

Odada bulunan herkes Ejder Tanrıs’nın ne anlama geldiğini biliyordu. Ancak hiçbiri daha önce Orsted ismini duymamıştı— tek bir istisna dışında tabi.

“Haahahaaahaa!” Kılıç Tanrısı eliyle dizine vurarak okkalı bir kahkaha attı. “Heh, lanet adına. Orsted’e kıyasla ben sahiden de tüysiklet sayılırım! Demek o yaşlı piçi öldürmek istiyorsun ha? Bu dünyada yalnız olduğumu sanırdım!”

Odada bulunan diğer silahşörler olan biteni şaşkınlıkla izliyordu. Kılıç Tanrısı gülüyordu. Yüzüne karşı hakaret edilmişti, genç bir kız tarafından kışkırtılmıştı, ama o sadece gülüyordu. Bu akıl sır ermez bir şeydi.

Ama Kılıç Tanrısı diğerlerinin anlamadığı bir şeyi anlıyordu. Bu kız Ejder Tanrısı Orsted’i öldürmek istiyordu. Ki bu da dünyadaki en güçlü insan olmak istediği anlamına geliyordu.

“Ama bildiğin üzere…” Aniden kahkahası kesildi. Geçici Salona derin bir sessizlik çökmüştü. “Konuşmak kolaydır, kız çocuğu. Lakin asıl soru şu, yapabilir misin?”

“Yapacağım,” dedi hemen Eris. Sesinde veya gözlerinde zerre tereddüt yoktu.

Kılıç Tanrısı’nın ağzının kenarları yukarı doğru kıvrıldı. “Güzel. Kılıcını görelim o zaman. Gino, hanım kızımızı dansa kaldır.”

“Huh?! B-Baş üstüne efendim!” Gino Britz amcasının sözü üzerine ayağa kalktı, kalbi yerinden çıkmak üzereydi. Bu kız Gino’dan fazla büyük değildi ama nedense amcasını saygısız şakalarıyla güldürmeyi başarmıştı. Bu kızı aşağılama şansı ayağına gelmişti.

“Bu çocuk benim en genç öğrencim,” dedi Kılıç Tanrısı. “Ondan sadece birkaç yıl büyüksün, kendisi hala yumuşak olsa da kılıç ile arası fena değildir.”

Uyarı yapmaksızın diğer iki Kılıç Azizi Gino ve Eris’e tahta talim kılıcı atmıştı.

“Tamamdır. İşaretim ile bi–”

“Raaah!”

Kılıcı eline geçirir geçirmez Eris vahşi bir şekilde Gino’ya saldırdı. Aniden saldırıya uğrayan Gino’nun kendini savunacak kadar zamanı yoktu. Tahta Kılıç sağ bileğine isabet etmişti, kılıcı elinden kayıp düşmüştü. Daha bunun farkına varamadan, veya teslim olmaya fırsat kalmadan, Eris ikinci darbeyi indirdi. Saldırılarının şiddeti, Gino’nun gerçek bir kılıç tarafından kesiliyormuş gibi hissetmesine neden olmuştu. Gino anında şuurunu kaybetti.

“Ne–?!”

Geçici Salondaki herkesin dili tutulmuştu. Bu düşünülemez. Akıl almaz bir şeydi. Bir düellonun rakiplerin salonun ortasında karşı karşıya geldiklerinde başlaması gerekiyordu. Gino daha Eris’in olduğu yöne bile bakamamıştı. Kılıç Azizleri, Eris’in ani saldırısının korkakça bir davranış olduğuna karar verdi. Nina da böyle düşünenlerden biriydi tabi ki. Kuzeninin ve arkadaşının sinsice ve canice yenilmesi onu öfkelendirmişti.

Lakin salonda farklı düşünen yaklaşık dört kişi vardı: bir Kılıç Kralı, iki Kılıç İmparatoru, ve Kılıç Tanrısının kendisi.

“aH, evet. Ne demek istediğimi anladın mı şimdi? Yumuşaktı dememiş miydim, he?”

“Haklıymışsın.”

Eris hayal kırıklığıyla başını sallayıp kısa saçlarının sağa ve sola dağılmasına izin vermişti. Ancak gözleri devamlı salondakileri izliyordu. Kız ona saldırmaya cüret edebilecek herkese karşı tetikteydi. Etrafında olup bitenlerin tamamen farkındaydı, ve vücudu anın baskısından dolayı gergindi.

Kılıç Tanrısı davranışını ayıplamamıştı. Sadece öğrencisine “yumuşak” demişti. Eğer kılıç elindeyken gardını indirirsen sonuçlarına katlanırsın. Sadece bir aptal ani saldırı ihtimalini göz ardı eder. Buradan çıkarılacak ders buydu.

“Güzel. Sırada sen varsın Nina. Bu sefer karşılaşmanıza salonun ortasında başlayın. Sinsi saldırıları kınamıyorum kız çocuğu, sadece sana karşı tetikte olan birisiyle nasıl başa çıkacağını merak ediyorum.”

Kılıç Tanrısı konuştuğunda Nina ayağa kalkmıştı ve Kılıç Azizlerinden biri ona tahta kılıç uzatmıştı. Kılıcı eline aldığında kılıcı veren kişiye bir bakış atmıştı. Kılıç tuhaf bir şekilde ağırdı. Metal dolguluydu.

Kılıcı uzatan Aziz. Bu saygısız piçi öldür. Dercesine fark edilmeyen bir şekilde başını sallamıştı.

Nina başıyla hafif titreyerek cevap verdi.

Nina bir Kılıç Aziziydi. Daha önce can almıştı. Metal dolgulu tahta kılıç kullanmak korkaklık olabilirdi belki ama bu kız Manastırın kurallarını ayaklar altına almıştı. Gino’nun yaşadığı aşağılanma hesaba katıldığında kaderini hak ediyordu.

İkisi salonun ortasına geçip yerlerini aldılar.

“Başla!”

Yakındaki bir Kılıç Azizinden gelen işaretle birlikte Nina kılıcını savurdu. Kılıç Tanrısı stilinde yüz binlerce kez talim yapmıştı. Hareketleri pürüzsüzdü. Geldiğinden beri yüzsüz bir tavırla her şeye hakaret eden bu kızıl saçlı kızı yere indirecekti. Öfkesi ve kararlılığıyla beslenen Nino her zamankinden daha çevikti.

İki kılıç buluştu.

Kuru bir çatırdama eşliğinde Eris’in kılıcı binlerce parçaya ayrıldı.

Nina’nın galibiyeti kesindi. Artık tek yapması gereken şaşkınlık içinde duran kızın kafasına darbe indirmekti.

Ancak tam galibiyetini kazandığı anda yüzüne sert bir şeyin çarptığını hissetti, bir yumruk.

Bir sonraki darbe ise çenesine isabet etmişti. Geriye doğru sendelerken de karşı tarafın gönderdiği tekme onu havaya uçurmuştu. Kaşla göz arasında kız Nino’nun tepesine çıkmıştı. Nino daha ne olduğunu anlayamadan kolları Eris’in bacaklarıyla yere perçinlenmişti. Yukarı baktığında kana susamış bir şeytanın yumruklarını savurduğunu gördü.

“D-Dur! Dur! Bu kadarı yeter!”

Kılıç Azizleri dövüşü sonlandırdığında Nina’nın yüzü Eris’in yumruklarıyla onlarca kez buluşmuştu. Burnundan foşur foşur kan akıyordu ve ağzında sağlam diş kalmamıştı, Nino tamamen bilincini kaybetmişti. Akan kanlar, yattığı yerde küçük bir kan havuzu oluşturmuştu.

Eris yavaşça ayağa kalkıp Nino’nun tuhaf bir şekilde ağır olan kılıcı eline aldı. “Hmph.” Homurdanıp yerde bilinçsiz yatan diğer rakibi Gino’ya tekme attı. “Burada yumuşak olmayan birisi var mı?”

“Sen… Ne cüretle!” Bu sefer Kılıç Azizlerinin tepesi atmıştı. Salonun her köşesinde “Korkak!” diye feryat ediliyordu. Fakat, Kılıç Tanrısı ve üst rütbedeki silahşörler öfkeli öğrencilerine soğuk bir ifadeyle bakıyordu. Burada kimin haklı olduğunu biliyorlardı. Eris bir kez daha aklanmıştı. Gerçek bir düello kılıç kırıldığında bitmezdi. Silahşör kırıldığında biterdi.

“Kusura bakma kız çocuğu. Sanırım seni biraz hafife aldım. Seninle bizzat ben ilgileneceğim.”

Ancak Kılıç Tanrısı’nın kendisi ayağa kalktığında salondaki iki Kılıç İmparatoru yüzü şaşkınlıktan şekil değiştirmişti.

“Üstadım, bununla sizi ilgilenmenize hiç gerek yok.”

“Ghislaine ilgilense… Ah gerçi kız çocuğu onun öğrencisi. O zaman ben ilgileneyim, olmaz mı?”

Kılıç Tanrısı sözlerini duymazdan gelip eline silahını aldı. Gerçek silahını.

Bunu gören Eris yeri tekmeleyerek geriye doğru, kılıcını bıraktığı yere sıçradı. Yolculuğu sırasında ona eşlik eden ortağını bir çırpıda kınından çıkardı.

“Hemen endişelenme kız çocuğu. Sana avantaj vereceğim… Oh o da ne. Kılıcın ne kadar güzel. Julian’ın eserlerinden biri değil mi o?”

“Ben bilmem. Migurd Kabilesinden birisi verdi bana.”

“Ah, anladım. Güzel… şansa bak, elimdeki de Julian’ın bir eseri.”

Kılıç Tanrısı yavaşça kılıcını kınından çıkarttı. Kılıç esrarengiz altın bir ışıkla parlıyordu. Bu Yedi Kılıç Tanrısı Kılıcından biriydi. Ayrıca Şeytan Diyarının Efsanevi Ustası Julian Harisco’nun Ejder Kral Kajakut’un kemiklerinden yaptığı 48 büyülü kılıçtan biriydi. Windpipe adıyla biliniyordu.

Kılıç Tanrısı kılıcı gevşek bir şekilde tutuyor, aşağı doğru sarkmasına izin veriyordu. Kılıç Azizleri olan biteni nefessiz izliyordu. Kılıç Tanrısı, Kılıç İmparatorlarıyla olan talim düelloları dışında neredeyse asla çıplak kılıç tutmazdı.

Belli bir müddet sonra Kılıç Tanrısı rahat bir şekilde şu kelimeleri mırıldandı: “Tamamdır, hadi başlayalım.”

Bir anda, Eris havaya uçtu. Bedeni Geçici Salonun kapısını yarıp dışarıdaki devasa kar yığınına çarptı.

Kılıç Tanrısı durduğu yerden hiç kıpırdamamıştı, kılıcı hala aynı duruyordu. Odadaki hiçkimse hareket ettiğini görmemişti.

“Muhteşem!”

“İnanılmaz!”

“Üstadım inanılmazdı!”

Salondaki bütün kılıç azizleri Üstad’ın hünerlerine övgüler yağdırdı. Eris’i havaya uçuram kılıcın gücü değildi, Üstad’ın boğucu yoğunluktaki savaş aurasıydı. Herkes utanmaz küffarın sonunda öldüğüne inanıyordu.

“Iğh… guh…!”

Ama sonra salonun dışından gelen inlemeler duyuldu, bir şey karın için zayıf bir şekilde sürünüyordu. Yoksa o, Kılıç Tanrısı’nın saldırısından bir şekilde sağ çıkmayı başarabilmiş miydi? Hayır bu doğru değildi. Üstad sadece ona acımıştı. Gall Falion’un o sokak köpeğini ciddiye almasına gerek yoktu. Artık onu Kılıç Manastırından kovup sokağa atabilirlerdi.

Ancak Kılıç Tanrısı’nın ağzından çıkan kelimeler herkesi hüsrana uğratmıştı.

“Ghislaine, Eris’in yaralarıyla ilgilen. Bu anda itibaren o artık bir Kılıç Azizi. Yarından başlayıp onu bizzat eğiteceğim.”

Kılıç Azizleri’nin yüzlerindeki tebessüm bir anda soluverdi. Bu, kızın artık Kılıç Tanrısı’nın şahsi öğrencilerinden biri olduğu anlamına geliyordu. Ghislaine’den beri bu onura daha önce hiçbir öğrenci erişememişti.

“Bu saçmalık! Kılıç Azizi sadece Işığın Kılıcı tekniğinde ustalaşanlara verilen özel bir ünvandır! Bu kız çocuğu yabani, vahşi bir—”

İtiraz eden tek adam Kılıç Tanrısı’nın kılıcıyla yüz yüze gelince sustu. “Işığın Kılıcı’nı bilen iki çocuğu yendi. Bu kadarı benim için yeterli.”

“Ama Üstad…”

“Bak, sadece ezber yaparak Kılıç Tanrısı olamıyorsun, değil mi? Ben özel birisiyim, ünvanım değil. Neden seninki farklı olsun?”

“…Özürlerimi kabul edin Üstad Falion.” Kılıç Azizi sustu. Sırf kıskançlığından ötürü itiraz ettiğinin farkına varmıştı. Akranları bu tür duyguların kılıçlarını yavaşlattığını bilirdi.

Lakin bu konuda yanılıyorlardı. Kılıç Tanrısı dövüş stili tamamen saf duygu ve arzuyla beslenen bir dövüş tarzıydı. Doğru kullanıldığında, en aşağılık motivasyonlar bile kılıcın daha hızlı ve ölümcül olmasını sağlayabiliyordu.

Ama tabi, Gall Falion’un böylesine önemli bir gerçeği Manastıra gelen her öğrenciye açıklamaya niyeti yoktu. Bu tür şeyleri duymaya ihtiyaç duyanlar öğrendikleri bilgiden kar edemezdi.

Ve böylece Eris, unutulmaz bir şekilde, Kılıç Azizi rütbesine yükselmişti.

 

*Günümüz*

 

Nina, Eris’i ilk gördüğü andan beri nefret etmişti. Gerçi bu, akranları önünde altına işeyene kadar onu dövdüğü için anlaşılabilir bir şeydi. Utanca uğratılmıştı. Aşağılanmıştı.

Eris’in sokaklarda gezen yabani köpeklerden farkı yoktu. Kılıcını kaybettiğinde öfkeli çocuklar gibi yumruklarını savururdu. Bu, talebesi oldukları kılıç tarzına, hele Kılıç Azizi rütbesine, hiç yakışmayan türden davranışlardı. Nina’nın bu konudaki düşünceleri kesindi ve onu dinlemeye razı herkese bu düşüncelerini paylaşırdı.

İki yıl boyunca Eris ile neredeyse hiç konuşmamıştı. Hatta, Gino ile birlikte çalışarak diğer öğrencilerin de onunla konuşmamasını sağlamıştı.

Fakat zaten Eris, zamanının çoğunu Kılıç Kralı Ghislaine ile talim yaparak geçiriyordu. Hatta ikisi aynı odada uyuyordu. Nina ve diğerlerine karşı bir bağlantısı yoktu ve onlarla konuşma ihtiyacı duymuyordu. Konuşmaya da çalışmıyordu. Manastırda bulunan bütün öğrencilerin katılması zorunlu aylık genel talimlerde eşleştiklerinde bile aralarında geçen tek söz alışverişi, alay dolu hakaretlerden ibaretti.

İkisi bu karşılaşmalarda eşit sonuçlar alıyordu. En azından Nina, Eris’in kaybettiğinden daha fazla maç kazandığına inanıyordu. Düellolarda belirli kurallar olduğu sürece, kılıcın hasar gördüğünde veya bıraktığında düellonun bitmesi gibi, kendini Eris’ten üstün hissediyordu.

Bu düşüncelerin, Amcasının tanımladığı “Yumuşaklık” anlamına geldiğinin farkına varmasına daha vardı. Hakiki deneyimden hala yoksundu, şimdilik.

Eris ve Nina insanların gözünde rakipti. Ancak Eris’e göre Nina, düşünmeye bile değmeyecek bir insandı.

 

Yaz mevsiminin sonlarına doğru bir gün.

Nina yaşıtı birkaç kızla konuşuyordu. Konu romantizme gelmişti– hangi öğrencinin en yakışıklı olduğunu veya yataklarını ilk kiminle paylaştıklarını konuşuyorlardı.

Nina en başından beri hayatını kılıca adamıştı; ilişki peşinde koştuğunu düşünmek onun için zordu. Nina bu tür konuları hep tuhaf bulurdu. Hayatında ona yakın olan tek çocuk genç kuzeni Gino’idi, ama kardeşmiş gibi yetiştirilmişlerdi. Gino’yu romantik bir partner olarak alma düşüncesi Nino’yu rahatsız ediyordu. Kılıcı için yaşamaya devam edecekti. Eğer amacından saparsa Eris kesin onu geçerdi– o kıza yenilmekten nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordu.

Tesadüf eseri Eris onlar konuşurken yanlarından geçiyordu. Cildinden buhar yükseldiği görülebiliyordu. Kızlar konuşurken Eris’in sıkı bir şekilde talim yaptığı belli oluyordu.

Nina’nın içine bu konuda bir huzursuzluk düştü. Ve bu yüzden içgüdüsel olarak Eris’e seslenip. “Hmph. Talim dışında bir şey yapmaz mısın be? Öleceğin güne kadar bakire kalacaksın kesin. Kılıcının seni geceleri sıcak tutamıyor olması çok üzücü!” dedi.

Bu iddialı kelimeler daha önce hiç deneyimi olmayan Nino’dan geliyordu. Ancak Nino, bu kelimeleri özellikle Eris’i inciteceğini düşündüğü için seçmişti. Kendisine ettiği gibi Eris’e de aynı şekilde etki edeceğini düşünmüştü.

“Heh!” Lakin beklediğinin aksine Eris sadece homurtulu bir kahkaha ile cevap vermişti.

Yüzündeki kendini beğenmiş ifade Nina’nın yüzünü soldurmuştu. “N-Ne?”

“Hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben bakire değilim.” Sesinde gurur, yüzündeyse hafif bir kızarıklık vardı. Nina ve diğerleri Eris’in blöf yapmadığını anlamışlardı.

“Ne?! Ciddi olamazsın! Kim? Kim senine yatar be!?” Şaşkınlığını gizleyemeyen Nina telaşlı bir şekilde Eris’ten açıklama yapmasını istedi.

“Küçüklükten beri tanıdığım bir çocuk.”

Normalde Eris kimseyle konuşmazdı. Ama konu bu genç adama geldiğinde onu kimse susturamıyordu. Nasıl birlikte büyüdüklerini, nasıl Şeytan Kıtasından memleketlerine birlikte yolculuk ettiklerini anlattı. Ejder Tanrısıyla karşılaşmalarını ve genç adamın nasıl ona vurmayı başardığını da anlattı. Ve sonrasında ise geçirdikleri geceyi.

Onun için güçlenmek istediğini söyledi.

Aşık olmuş mutlu bir kızın anlattığı duygu dolu bir hikayeydi. Nina ne diyeceğini şaşırmıştı. O yenilmişti. Tamamen bozguna uğratılmıştı. Kılıç konusundaki yetenekleri birbirine yakın olabilirdi evet, ama Nina, Eris’den daha büyüktü. Ve Eris’in erkek arkadaşı vardı.

Nina’nın elinde bir tek bu kişinin varlığını tamamen inkar etmek kalmıştı. “Sen… yalan sıkıyorsun Eris! Babam, Ejder Tanrısı’nın bir tür kutsal ejder aurası tarafından kutsandığını söylüyor. Sıradan büyüler ona çizik bile atamaz! Sen uyduruyorsun. Bu adam gerçek değil, değil mi? İtiraf et, rezil olmadan önce hemen itiraf et!”

“Yalan söylemiyorum, Rudeus sıradan birisi değil. Zaten bu yüzden onunla birlikte olamam, anlıyor musun? Daha güçlü olmalıyım…”

Eris konuştukça yumruk yaptığı elini sıkıyordu. Gözlerinden ateş saçıyordu adeta. Bir anda Nina ve diğerlerine sırtını dönüp Tav Meydanına, talim yaptığı yere geri döndü.

Nina onun gidişini afallamış bir sessizlikle izledi. Eris, bu konuda ondan önde olduğunu düşüneceği son kişiydi. Erkek arkadaşı olduğunu öğrenmesi onun sersemletmişti.

 

Yabani itin hayatında birisi vardı ama Nina’nı yoktu. Bu ona çok saçma geliyordu. Yalan olmalıydı, kesinlikle yalan olmalıydı. Rudeus gerçek olamazdı.

Bu varsayım üzerine Nina, Rudeus Greyrat hakkında bilgi toplamak amacıyla bir gün izin alıp komşu kasabanın bilgi simsarına ziyarete gitti. Nina, Rudeus’un gerçek olmaması gerektiğini beklediği–ya da umduğu- için hiçbir şey bulamayacağını düşünüyordu. Ancak bilgi simsarı hiç bekletmeden rapor sunduğunda çok şaşırmıştı.

Rudeus Greyrat: Asura Krallığı, Fittoa Bölgesi, Buena Köyünde doğdu. Üç yaşında Kral Seviyesi Büyücü Roxy Migurdia altında eğitim görmeye başladı. Beş yaşında Aziz Seviyesi Su Büyücüsü oldu. Yedi yaşında Roa Hisarı Valisi’nin kızı Eris Boreas Greyrat’ın hocası oldu. Buradan sonra Işınlanma Felaketinde kayboldu. Lakin sonradan Merkez Kıtanın Kuzey Kesiminde maceracu olarak tekrar belirip “Quagmire Rudeus” adıyla iş yapmaya başladı. Şu anda Büyü Şehri Sharia’da konaklıyordu. Ranoa Büyü Akademisi tarafından özel öğrenci olarak davet edilmişti. Ek olarak maceracı çevresi tarafından oldukça saygı görüyordu. Başıboş Ejderha kestiğine dair bir takım dedikodular bile vardı.

Bütün bunlar tek bir anlama geliyordu: Bu kişi, Eris’in hayal dünyasındaki kurgusal bir prens değildi, gerçek bir kişiydi. Nina bu gerçeği üzücü bulmuştu. Ama aynı zamanda hiç etkileyici bulmamıştı. Yedi yaşına kadar olan başarıları inanılmazdı, evet, ama sonrasında pek bir şey başarmamıştı. Aziz seviyesi üstüne yükseldiğine dair herhangi bir değinim yoktu ve sıradan bir maceracı olarak yaşıyordu. “Quagmire” lakabı da ona pek övgü dolu gelmiyordu açıkçası. Hünerini çocukluk yıllarından sonra kaybettiği çok belli oluyordu.

Bu düşünce silsilesi Nina’nın aklına muzip bir fikir getirdi.

Acaba Rudeus’u bulup, düelloda onu yenip sonra Eris’in ayakları önüne köle olarak atsaydı Eris nasıl tepki verirdi? Yüzündeki ifade eminim paha biçilemez olurdu, orası kesin.

Plan ona mantıklı gelmişti o yüzden hemen uygulamaya geçti. Nina aynı babası gibi aceleci bir insandı. Aynı gün yolculuk için hazırlandı ve bir ata atlayıp Ranoa Krallığına doğru yola çıktı.

 

Neyse ki gideceği yer pek uzak değildi. Kışın yolculuk yapmak zorlu olabilse de yılın bu zamanı kolaydı. Altında Kılıç Manastırı’nın en iyi atlarından biri varken üç aydan kısa bir sürede yolculuğu tamamlayabilirdi.

Nina’nın, Sharia’ya yaptığı altı haftalık yolculuk sorunsuz gitmişti ve planladığı gibi Büyü Akademisine zamanında ulaşmıştı. Lakin orada bulduğu şey Nina’yı biraz şaşırtmıştı.

Dürüst olmak gerekirse Nina oldu olası hep büyücüleri küçük görmüştür. Onların bir iki kelime ezberleyip kendilerini güçlü zanneden kibirli çelimsizler olduğunu düşünürdü. Ancak Büyü Akademisi’nin içine girdiğinde kampüsteki herkesin kaslı erkekler olduğunu gördü. Garip bir şekilde ortalıkta fazlasıyla Hayvan Irkı vardı ve çoğu savaşçı gibi giyinmişti.

Cüppe veya üniforma benzeri tatlı kıyafetler giyen küçük yayalar gördüğü oluyordu. Ama bütüne bakıldığında beklediğinden daha çok kaslı insan vardı. Zihinleri çalıştırdıkları ciddiyetle kaslarını çalıştırdıkları belli oluyordu.

Nina cahilliğinden ötürü biraz utanmıştı. Anlaşılan on sekiz yıllık ömrü boyunca Büyücülere karşı haksız önyargılar besliyordu.

Etrafa biraz bakındıktan sonra oradan geçen bir adama yaklaştı. Savaşçı gibi giyinmiş kaslı bir hayvan ırkıydı. Ona Rudeus’u nerede bulabileceğini sorduğunda hayvan ırkı adam, aynı kişiyi aradığını—ve onu nerede olduğuna dair iyi bir fikri olduğunu söylemişti.

Ne kadar pratik diye düşündü Nina ve adamın peşinden gitti.

Çok geçmeden hayvan ırkı adam, üniformalı bir çocuk bulmuştu. Rudeus aşağı yukarı Nina’nın hayal ettiği gibi görünüyordu ama göze daha az korkutucu geliyordu. Suratı ise hiç çekici değildi, özgüvensiz vücut dili onu itici gösteriyordu. Tam uyuz Eris’e yakışır biriydi.

Tamamdır o zaman, ağzına sıçma vakti…

Daha Nina konuşmaya fırsat kalmadan genç hayvan ırkı adam Rudeus’un önüne geçip bağırmaya başladı. “Sanırsam sen başıboş ejderi tek başına kesen A rütbe maceracı Quagmire Rudeus oluyorsun! Seni evlilik düellosuna davet ediyorum!”

Nina kelimenin tam anlamıyla irkilmişti. Hayvan ırkı adam Rudeus’u dövüşmeye davet etmekle alakalı bir şey söylememişti.

“Biliyor musun, benim aslında bugün piyano dersim vardı…” Rudeus, düelloyu olabilecek en erkeksi olmayan bir şekilde reddetmişti. Ancak genç hayvan ırkı adam kafa karıştırıcı birtakım hakaretler edip bir anda saldırmaya başladı.

Nina, Rudeus’un saniyeler içinde parçalara ayrılmasını bekliyordu. Hayvan ırkı adam, Nina’nın seviyesinde olmasa da, net bir şekilde dişli bir savaşçıydı, Rudeus ise bir büyücüydü. Dünya üzerindeki herkes yakın mesafede büyücülerin çaresiz kaldığını bilirdi. Birisi üstüne çullandığında büyücülerin elinde hiçbir şey gelmiyordu.

Ancak olaylar farklı ilerlemişti. Rudeus genç Hayvan ırkı adamı bir çırpıda yenmişti. Dövüş, Nina’nın sayımıyla, tam üç saniye sürmüştü. Gözünüzü kırpsaydınız olan biteni kaçırabilirdiniz. Bilinçsiz rakibini yerde bırakan Rudeus arkasına bakma zahmetini bile göstermeden hemen olay yerinden uzaklaştı.

Nina’nın bu korkutucu olayın tesirinden kurtulması birkaç dakikasını almıştı. Tekrar etrafta soruşturma yapması gerekiyordu, çok geçmeden Rudeus’un kütüphanede olduğunu öğrendi.

Tarif edilen yolu izleyip kütüphaneye vardığından binanın önünde büyük bir hayvan ırkı grubunun toplandığını gördü. Nina bunu ilginç bulmuştu ama onu ilgilendirmiyordu. Doğrudan girişe yöneldi.

 

Lakin kalabalığın arasından geçerken hayvan ırklarından biri ona seslendi. “Sen de mi Rudeus’u düelloya davet edeceksin?”

“Uh, evet… edeceğim.” dedi Nina aldırış etmeden.

“O zaman sıraya gir!” diye bağırdı adam. “Ayı gibi kaynak yapma!”

Görünen o ki bu sıra Rudeus’a meydan okumak isteyen insanlardan oluşuyordu. Nina, kafası karışık ve şaşırmış bir şekilde arkasına dönüp sıranın en arkasına doğur yol aldı. Önünde en az otuz kişi vardı.

Nina geri gidiyorken sıranın önündeki bir hayvan ırkı adam seslenmişti. “Kusura bakma evlat. Şansına küs.” Nina bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu.

Her neyse, elinde beklemek dışında bir seçenek yoktu o yüzden bekledi. Sabahı ikindi takip etmişti lakin hala Rudeus’tan herhangi bir iz yoktu.

Ve sonunda o geldi.

Obsidyen rengi derisi ve kıvrımlı kasları olan bir şeytan aniden yanlarında belirdi, sıradakilere kibirli bir gülümsemeyle yukardan bakıyordu. “Vay anam babam vay! Ne için bu sıra böyle dostlar? Yakınlarda bir yerde festival mi oluyor yoksa?!”

“Bu sıra Rudeus Greyrat’a meydan okumak isteyenlerin sırası!”

“Öyle mi?! Hah, ardı arkanız görülmüyor! Bwahaha! Anlaşılan küçük adamın arzulayanı çok! Ben sabırlı adamımdır, fakat, merak ediyorum, acaba onunla önden görüşme gibi bir şansım var mı?!”

Hayvan ırkı adamlar bu soruyu olumlu karşılamadı. Bir anda her yönden “Sıraya geç!” ve türlü hakaretler yükselmeye başladı. Nina da sinirlenmişti. O kadar uzun yoldan gelmesine rağmen sabırla bekliyordu. Şeytana diğer herkes gibi beklemesini söyledi.

Ama sonra, onca bağırış çağırışın arasında… bir aptal asla ama asla söylememesi gereken bir şey söyledi. “Onunla ilk sen mi görüşmek istiyorsun koca adam? O zaman sıradaki herkesi yenmen gerekecek!”

“Bwahahaha! Muhteşem! Bak işte bu dediğini beğendim! Hepiniz, hadi gelin bana. Dillere şayan cesaretinizi mükafatlandırmak adına sizi ezmeden önce bana bir kere vurmanıza izin vereceğim!”

Bu inanılması zor kibir sıradaki herkesin öfkeden kudurmasına neden oldu.

“Ne dedin sen?!”

“Buna pişman olacaksın sikkafalı!”

Herkes, burnu havaya kalkmış bu aptal adama haddini bildirmek isteyen bütün hayvan ırkı adamlar aynı anda saldırıya geçti. Daha neler olduğunu henüz anlayamamış Nina da kendini bu kalabalığın içinde bulmuştu.

Uzun lafın kısası: Nina kaybetti. Hem de feci bir şekilde.

Şeytana Işığın Kılıcıyla vurdu, onu kasıtlı olarak öldürmek istemişti. Ancak şeytana hiçbir şey olmamıştı. Kılıcı, derisini bile çizememişti. Yüzeysel bir kılıç darbesi savuşturmuştu ancak açtığı yara gözlerinin önünde hemen iyileşmişti.

“Ben ölümsüz Şeytan Kral Badigadi! Bwahaahh! Beni yenen kişiye kahramanlık ünvanını bağışlayacağım!”

Diğerlerine kıyasla Nina saygı duyulası bir çaba göstermişti. Ancak Şeytan Kral ile arasında dağlar kadar fark vardı.

Başka bir şey düşünmeye fırsat kalmadan Şeytan Kral, Nina’yı yakalayıp onu yerden yere vurmuştu ve çok sevdiği kılıcını parçalara ayırmıştı.

Nina yerde acı içinde kıvranıyorken zihni tam bir panik ve şaşkınlık içindeydi. Büyücüler için olan bir okulun ortasında neden ve nasıl Şeytan Kral’a karşı dövüşüyordu? Şeytan Kıtasındaki bir hükümdarın burada ne işi vardı?

Herkesin aklında bu soru vardı.

Nina düştükten hemen sonra Badigadi devasa hayvan ırkı grubunun işini bitirmişti. Tuhaftır ki hepsi yaralı görünüyordu ama hiçbiri ölmemişti. Şeytan Kral onlara acımıştı.

Bunun farkına vardığı zaman Nina titreyen yumruklarına acı gözyaşları döktü. Fakat acısı ne kadar büyük olursa olsun kılıcını kaybettiği için artık yapabileceği bir şey yoktu.

“…Noluyor be?”

Tam bu sırada Rudeus kütüphaneden çıkmıştı. Şeytan Kralla bir müddet konuştuktan sonra başka bir yere gitmişlerdi.

Yüzünü acı içinde buruşturan Nina ayağa kalkmaya çalışıp yıpranmış bedenini onların peşinden sürükledi. Rudeus ve Şeytan Kral boş bir meydanın ortasında duruyordu ve birbirlerini süzüyordu. Anlaşılan bir şeyle konu hakkında konuşuyorlardı. Arada sırada kulakları patlatan bir kahkaha işittiği olsa da tam olarak ne hakkında konuştuklarını anlayamıyordu.

Hızlı koşan bir çocuk Rudeus’a asasını getirdiğinde düello sonunda başlamıştı.

Nina, düelloya başından sonuna kadar şahit olmuştu. Çok kısa sürmemişti gerçi. Rudeus asasını elin almıştı, sarılı olduğu kumaşı çözmüştü ve bir iki kelime mırıldanıp asasını rakibine doğrultmuştu. Ve yarım saniye sonra Şeytan Kral’ın üst vücudu bir anda şiddetli bir patlamayla havaya uçuvermişti.

Rudeus, Nina’nın daha karşı bile koyamadığı bir rakibi yenmişti. Nefret ettiği hasmının sevdiği ve değersiz olarak nitelendirdiği adam, Şeytan Kralı tek bir saldırısıyla yok etmişti. Eris’in seviyesine ulaşmak için çabaladığı Rudeus buydu işte.

Bu gerçeklerle yüzleşen Nina’nın şuuru şaşkınlıktan kapandı. Bayıldıktan sonra neler yaşandığını hatırlamıyordu. Nina kendine geldiğinde atına binmiş, Kılıç Manastırına doğru gidiyordu.

Manastıra döndüğünde kılıcını pür dikkat savuran Eris’i gördüğünde Nina bir şey hissetti. Daha önce hiç hissetmediği bir şeydi bu.

 

———————

 

 

Sharia’daki o tarihi günden sonra Nina Falion yeni bir sayfa açmıştı.

Kendini daha önce hiç olmadığı kadar talim yapmaya adadı. Kılıcı kırılması ihtimaline karşın yanında devamlı ikinci bir kılıç taşımaya başlamıştı. Artık Eris’i yumruklarıyla dövüştüğü için aşağılamıyordu. Kendi yaşındaki diğer kızlardan giderek daha da uzaklaştı, ki zaten onlara hiçbir zaman gerçekten yakın olmamıştı.

Kararlılığı asla sarsılmayan Eris’e baktığında bir zamanlar Nina’ya haşin gelen bakışları artık haşin gelmiyordu.

Zaman içinde ikisi gerçek birer rakip olacaktı. Lakin bu başka bir günün hikayesiydi.

 

Hazır aklımıza gelmişken eklemeden geçmeyelim…

Bazı dedikodulara göre Şeytan Kral’ın ortaya çıkışını duyan ve bunca zamandır kılıcını hevesle keskinleştiren Kılıç Tanrısı, Nina’nın verdiği raporu dinlediğinde hayal kırıklığı içinde kılıcını kınına sokmuştu.

———————

 

 

Yazar notu: “Şimdi düşündüğümde, aslında okula pek önem vermemiştim.” dedi yazar hafif bir pişmanlıkla.

 

———————

*ÇEVİRMEN NOTU: Böylece 6-9.cilt arasını tamamlamış olduk. İlk 12 cildi el çevirisi olarak Novel Aozora’dan geri kalanını ise makine çevirisi yapan kardeş sitemiz Namevt’den okuyabilirsiniz.

Bu zamana kadar bizi destekleyen herkese en içten teşekkürlerimi sunuyorum, değerli yorumlarınız ve geri bildirimleriniz biz çevirmenler için çok değerliydi.

Okuma deneyiminiz sırasında birçok çeviri ve imla hatası görmüş olabilirsiniz, bunun farkındayım, çevirdiğim bölümleri redakte etmek halihazırda 6 ay gecikmiş bölümlerin daha çok gecikmesine neden olacağından bölümleri ham haliyle paylaşmayı uygun gördüm. Boş zamanlarımda hatalı bölümleri redakte edip tekrar atacağım. Fakat endişelenmeyin, hikaye örgüsü olarak herhangi bir şey değişmiş değil, sadece cümle akışını bozan ufak imla ve çeviri hataları var. Ziyadesiyle gönül rahatlığıyla bölümleri okuyabilirsiniz.

Neyse, benden bu kadar. Başka çevirilerde görüşmek üzere.

-RaccoonYobo-

 

Çizer: https://www.pixiv.net/en/users/4584073

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.