İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 06
Beyaz Maske (Part 1)
Çevirmen: RaccoonYobo
Son zamanlarda bazı insanların benden korktuğu izlemine kapıldım. “Bazı insanlar” dan kastım Büyü Akademisinde okuyan bütün öğrenciler.
İlk başlarda herkesin beni görmezden geldiğini düşünüyordum. Haksız da değildim gerçi: bazenleri koridorda yürürken sert görünümlü öğrencilerle karşılaştığınızda sizinle uğraşmasınlar diye kenara çekilirsiniz değil mi? Ancak her niyeyse yolun kenarına çekilenler ben değil onlar oluyor. Hatta bazen durduk yere camdan dışarı bakıp havanın bugün ne güzel olduğundan bahsediyorlar, dışarıda kar yağmasına rağmen.
Beni rahatsız etmedikleri için mutluydum tabi ki. Eminim onlar da benim için aynı şeyi düşünüyordur.
Durumun farkında orta seviye arındırma dersimden dönerken farkına vardım. Dersten çıktığımda Goliade’yi koridorda gördüm. Evet, o Goliade—beni don çalmakla suçlayan meymun garı. Birbirimizi aynı anda fark etmiştik. Gözlerimiz kesişmişti.
İkimiz gayri resmi olarak tanışığız ve o benden daha uzun süredir burada. O yüzden merhaba demeden yanından geçip gitmenin kaba olacağını düşündüm… ve önceki sefer yaşananlar için özür dilemek istedim.
Ona doğru yürürken Goliade bir anda panikleyip gözlerini benden kaçırmaya başladı. Geniş omuzlarını bükerek olabildiğince küçük görünmeye çalışıp korku dolu bir yüz ifadesi takındı.
“Şey, merhaba Goliade. İlk günümde yaşananlar hakkında seninle konuşmak istiyordum…”
Onunla konuşmaya başladığımda aniden yeni doğmuş bebekler gibi titremeye başladı. “Ben… Ben çok özür dilerim.” “Gerçekten… çok ama çok özür dilerim. Lütfen, ne yaptığımı bilmiyordum…”
İlk tanıştığımızdan farklı davranıyordu. Şaşırmıştım doğrusu. Bir an onu tehdit ediyormuşum hissine kapıldım. “Şey… senden aslında özür dileyecektim. Yurtlar ile ilgili kurallardan haberin yoktu o sırada. Ama bir daha aynı hatayı yapmayacağımdan emin olabilirsin, o yüzden…”
Sendeleyerek demek istediklerimi anlatıyorken bir izleyici grubu oluşmaya başladı.
“Hey baksana Rudeus bu.”
“İlk gün yaşadıklarından dolayı hala kin mi tutuyor?”
“Ah adamım. Zavallı Goliade…”
“Kuralları çiğneyen o değil miydi? Tam bir zorba…”
“Kes sesini aptal. Seni duyarsa ne bok yicen?”
Fısıltılar ardından beni eleştiriyorlardı ve Goliade’ye acıyorlardı. Goliade’nin göz yaşları dökmeye başladığını görebiliyordum. Benim de ağlayasım gelmişti açıkçası. Ne oluyordu burada? Beni nasıl gördükleri kalbimi kırıyordu.
“Noluyor burada miyav? Kim koridorda kavga ediyor?”
“Birilerinin götü kalkmış herhalde he?”
Tam bu sırada Lina ve Pursena ortaya çıkmıştı. Kalabalığı yarıp ben ve Goliade ile karşılaştılar. Göz yaşlarıyla yıkanmış yüzünü gördüklerinde birbirlerine bakıp gülümseyerek başlarını salladılar ve kendilerinden emin bir şekilde aramıza girdiler.
“Ağam neden burada bırakmıyorsun miyav? Goliade sana yamuk yapmak istememişti aslında. Bizim hatırımız için ona acır mısınız? Hayvan Irkı kızlarına sahip çıkmamız gerekli çünkü.”
“Hadi Goliade gene iyisin. Bir daha Ağamın tersine düşme yeter, anladın mı? Sağ kolları kavgaya rastladığı için şanslısın. Eğer biz olmasaydı muhtemelen kıymaya çevirirdi seni.”
“A-Anladım! Teşekkür ederim!” Goliade zarif bir şekilde ikisine önünde eğilip kaçtı.
“Dağılın ulen miyav!” Diye bağırdı Linia. “Tiyatro mu oynuyoruz burada!”
İzleyiciler çil yavrusu gibi dağıldı. Ben ise rahat bir iç çektim. Ancak Lina ve Pursena’ya, bir açıklama talebiyle yüzümü döndüğümde çoktan klasik hacıvat ve karagöz oyunlarına başladıklarını gördüm.
“Tamamdır Pursena. Hepsini anladım da o ne demekti?”
“Ne demek istiyorsun Linia?”
“Ağamın sağ kolu bendim hani!”
“Son zamanlarda derslerde çok faka basıyor. Arkasını toplayacak kadar zeki değilsin sen.”
“Miyav? Senin notların benimkilerden farkı var sanki!”
“Hadi ama siz ikiniz,” diye araya girdim. “İkiniz de benim sağ elim olabilirsiniz, anlaştık?”
“Miyav, sen bizi anlamıyorsun Ağam. Aramızda hiyerarşi olması şart!”
“Doğu diyorsun. Çok önemli.”
Hayvan ırkı ve hiyerarşilerini anlayabiliyorum ancak çete kurmak gibi bir işe giriştiğimi ve hangisi sağ hangisini sol elim yaptığımı hatırlamıyorum. Neyse, başımı beladan kurtardılar. En azından onlara minnettarlığımı gösterecek bir şey vermeliyim. Çiğ balık ile et işimi görür mü acaba?
“Neyse, şu Goliade’nin sana sataşması da çok aptalcaydı Ağam. Ne yaptıydı sana miyav?”
“Ee, ilk geldiğim gün beni don çalmakla suçlamıştı, ama…”
“Huh? O olayı hatırlıyorum! Bekle bir dakika, yoksa milletin donunu çalan hayalet don hırsızı sen miydin?!”
“Çok yazık dostum.”
Bir anda ikisi bana kötü gözle bakmaya başladı. Sözümü bitirmeme izin verseniz ölür müsünüz? Haksız yere suçlandım! Belki de onları çiğ balık ve et yerine bir doz daha aşağılama ve işkenceyle ödüllendirmeliyim?
“Şimdi hatırladım, Goliade o olay ile sağda solda övünüp duruyordu. Birinci yıl öğrencisini suç üstünde yakaladığını Fitz onu kurtarmasa elinde patatese çevireceğini söylüyordu. Anlaşılan asıl korkak oymuş ha? Komik.”
“Arkandan sürekli atıp tutuyordu ve sen onun öylece yürüyüp gitmesine izin mi verdin? Tamam anladım çok yüce gönüllüsün ama bizim bir mesaj vermemiz gerekli. Gerisini biz hallederiz ağam bırak sen bize, miyav.”
Kötü şeyler yaşanacağını hissediyorum. Bu ikisi hala serserilik dönemlerinden çıkamadı mı? “Ona bir şey yapmayın, lütfen. Durduk yere düşman edinmek istemiyorum.”
“Pfft. Çok hırslısınız ağam! Düşmanlar kimin umrunda? Eğer güçlerimizi birleştirip Arieli yenersek bütün yurtları ele geçirebiliriz!”
“Doğru diyor ağam. Fitz’i yenersen Ağam bütün okulu göz açıp kapayıncaya kadar fethedebiliriz.”
Hayvan ırklarının nasıl bir güç sevdası var anlamış değilim. Cidden, hepsi birer minik kk resmen. “Hadi diyelim hem okulu hem de yurtları ele geçirdim. Bu güçle ne yapacaksınız?”
Bir şeyi yönetmek ya da yönetmemek umurumda değil. Zaten ben olabildiğince beladan başımı uzak tutmak istiyorum o yüzden liderlik pozisyonuna geçmek belayı ayağıma çağırmak olurdu. Bu dünyada yanlış yola girmek çoğu zaman ölümle sonuçlanıyordu o yüzden herkese saygılı olup kendi işine bakmak en iyisidir.
“İstediğin her şeyi yapabilirsin miyav. Şey… gerçi kızlarla pek bir şey yapamazsın ama… ooh! Her yıl sana bütün kızların donunu haraç olarak ödeyebiliriz mesela!”
“İyi fikir. Ağam kadın donlarını odasında sergilemekten hoşlanıyor sonuçta değil mi? Çok mutlu olacaktır.
“H-hayır mutlu falan olmam…”
Onu donları sevdiğim için yanı başımda tutmuyorum. Yani tamam onu sevdiğimi kabul ediyorum… ama bu tanımadığım kızların donlarını saklayacağım anlamına gelmiyor tamam mı? Mesela Goliade’nin iç çamaşırına sahip olmak istemezdim.
Ama yine de bazen kampüste güzel kız gördüğüm de oluyor. Çoğu tipim olmasa da… Doğrusu… Linia ve Pursena donlarını bana sunsalar geri çevirmezdim. İkisinin kendine has leş bir kokusu olsa da yine de onlar birer kızdı, hem de seksiydiler. Kürklerinin kokusu yakından kötü gelmiyor zaten.
Yine de… ah doğru ya! Fitz. Fitz böyle şeyler yaptığımı görmek istemezdi. Kabul edilemez. İşte, sorun çözüldü! Bir daha kandırılmayacağım. İkile bre şeytan…
“Rastgele kızların donlarıyla ilgilenmiyorum. Eğer onların donlarını çalmak istiyorsanız gidin kendiniz yapın. Ancak Üstat Fitz’in başını ağrıtacak bir şey yaparsanız sizi korumam haberiniz olsun.”
Oh. Hadi bakalım. Az kalsın gol oluyordu Üniversitenin kızları, kaleciniz bugünde kurtardı sizi. Eğer üzerimdeki bu illet olmasaydı çok fena olacaktınız.
“Guh.. N-Neyse, eğer ses çıkmasın istiyorsan istediğini yaparız ağam.”
“…Evet, bize ne dersen onu yaparız.”
Her neyse, bu kaza durumumu açıklığa kavuşturmuş oldu. Birçok insan tarafından korkuluyorum. Nedenini öğrenmek zor değil, sonuçta okulun en güçlüsü olan Fitz’i yendim. Sonra da halka açık bir düelloda Şeytan Kralı da yendim. Öğrencilerin beni korkunç bulması normaldi.
Badigadi’nin bana dediğine göre savaş aurası kral seviyesi kılıç ya da büyü saldırıları dışında delinemiyormuş. Bu, ona zarar vermek için en az Ruijerd ya da Ghislaine kadar güçlü olman gerektiği anlamına geliyordu, ayrıca, kral seviyesinin üstündeki kişileri yenmekte zorluk çekebiliyormuş.
Her neyse… eğer bana dediği doğruysa tam yüklü taş gülle büyüm artık kral seviyesi bir büyü kadar güçlü olduğu anlamına geliyor.
Tabi benim tam bir cam topu olduğum gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekir. Bu dünyanın kılıç savaşçıları içgüdüsel olarak kendilerini koruyucu bir savaş aurası ile kaplayabiliyorlar ancak ben ne kadar denersem deneyeyim bir türlü Eris ve Ruijerd’in kolayca yapabildiği gibi insan üstü güce ve dayanıklılığa erişemedim. Kaslarım büyüyordu ama sadece büyüyorlardı, o kadar. Tek sahip olduğum şey saldırı gücüm. Şeytan Tanrısıyla yarışan bir mana kapasitem var, artık ne işe yarayacaksa, ve ileri görüş gözüm sağ olsun benden daha güçlü olan rakiplere ayak uydurabiliyorum. Ancak bedenim aynı olduğundan güçlü rakiplere karşı hiçbir şansım yok.
Öğrencilerin bu detayı öğrenebileceğini düşünmüyorum. Saldırı gücümden yola çıkarak çok güçlü bir rakip olduğumu sanacaklardır muhtemelen.
“Yine de kendine biraz güvenmelisin ağam! Eminim sorunun da çözülür.”
“Evet. O şeyi hayata geri döndürdüğünde benim yerime Linia’nın üzerine atlarsın.”
Özgüven he? Alt kattaki sorunlarımın sebebi o olabilir mi? Mantıklı geliyor aslında. Orsted e karşı dövüşümü kaybettim ve Eris tarafından terk edildim sonra da Sara ile işleri batırdım. Gücümü etkili kullanacak bir yol bulamadım ve derin bir bataklığın içine düştüm. Belki de tek ihtiyacım olan şey birazcık özgüvendir. Şimdi ise o özgüveni kazanma şansı ayağıma geldi. Herkes benden korkuyordu.
Sırf deneme yapmak için Linia ve Pursenayı arkama alıp koridorda yürümeye başladım. Kalabalık bir anda benim için yarılmaya başladı.
Bu benim için yeni bir deneyimdi. Kendimi şirketi denetleyen yöneticiler gibi hissediyordum ya da kızıl denizi yaran Musa gibi. Kendini kaptırmamak elden değildi. Çekilin önümden köylüler, burası benim ahırım…
Bu düşünce kafamdan geçer geçmez olduğum yerde durdum. Ya önceki hayatımda beni zorbalayanlarda aynı şeyi düşündüyse…?
Bu farkına varma ışık hızında oldu. Bu hayatımda ne başardıysam ya daönceki hayatımı nasıl en kötü şekilde yaşadıysam. Bunlar değişmeyecekti, üzerimdeki illetten kurtulsam bile değişmeyecekti. Ve eğer olurda yaşadıklarımı unutursam muhtemelen aynı hataları tekrar yapardım. Hayata artık daha olumlu bakıyorum, evet, ama hala derinlerde aynı kişiyim, hiç değişmedim. Bunu unutmamam gerekli.
Bu sefer kendimi dünyadan soyutlamayacağım.
Kütüphane, araştırmama devam ediyorum.
Araştırmamı her zamanki gibi Işınlanma ve çağırma odaklı yürütüyorum. Ne kadar araştırırsam ikisi arasındaki farklar o kadar azalıyor. Bir şeyi kendine çağırmak onu bir yere yollamaktan farklıdır ama farklı ele alındığında arada benzerlikler olmuyor değildi. Çağırma büyüsü üzerine kapsamlı bir araştırma yapmam gerekecekti anlaşılan. Bunu uzun zamandır düşünüyordum aslında lakin Akademide ışınlanma ve çağırma dalları üzerinde usta olan bir profesör yoktu. Büyücü Loncasında bazı büyüleri yapabilen üyeler varmış ancak onlar da en fazla ya başlangıç ya da orta seviye büyüleri biliyorlarmış. Tek çağırabildikleri zararsız ve akılsız yaratıklarmış. Ben gerçek bir uzmandan işin inceliklerini öğrenmek istiyordum.
Şehirde Efsun alanında gelişmiş seviyeye ulaşan sanatçılar vardı aka efsunlama geleneksel ışınlanmadan oldukça farklıydı. Muhtemelen ışınlanmayla ilgili bana hiçbir şey öğretemezler. Başkan yardımcısı öğretim üyelerinin kalitesiyle övünmüştü ancak anlaşılan hepsi lafta kaliteliymiş.
Belki de bu kadardır? Maceracı yıllarımda ışınlanma büyüsüne ustalaşmış büyücülerle karşılaşmamıştım. Işınlanmada usta olanların sayısının fazla olduğunu düşünmüyorum. Belki de Bariyer ve Kutsal büyü dalları gibi tek bir ülke sahiplenmiştir.
Yine de çağırma dalında tecrübeli en az bir kişiyle tanışmışım gibi bir his var içimde. Kim olduğunu hatırlamıyorum gerçi. Eğer o kişi tekrar görürsem hatırlarım diye düşünüyorum. Her kimseler uzun zamandır görmedim onları çünkü.
Her neyse, kütüphanenin çağırmayla ilgili sunabildiği çoğu kitabı okudum. Çıkmaza girmiş gibi hissediyorum açıkçası. Kendi başıma çalışarak şuan olduğumdan daha ileri bir seviyeye ulaşabileceğimi düşünmüyorum.
İlerleme yolu bulan Fitz olmuştu. “Sonunda birisini buldum Rudeus! Uzman seviyede çağırma büyüsü araştıran birisini buldum!”
“Ne? Gerçekten mi?!”
“Evet. O kişiyi başkandan ve başkan yardımcısından duydum aslında.” dedi Fitz yaramazca gülümseyerek. “Kim sence?”
Profesör olmadığı kesin. Çağırma büyüsü öğrenmeye çalışan öğrenci sayısı da bir elin parmağını geçmiyor ama hiçbirinin gelişmiş seviye büyü yapabildiğini sanmıyorum. Geriye kim kalıyor o zaman? “…Büyücüler Loncasından birisi olabilir mi?” Çağırma alanında bir iki uzmanları olduğunu duysam şaşırmam aslında. Belki araştırmacılarından biri okul laboratuvarlarından birini kullanıyordur?
“Hmm, çok yakın. Loncada A-Rütbesinde bir üyeymiş.”
“Vay canına…” Yapılanmalarından anladığım kadarıyla A Rütbe bir büyücü loncası üyesi şube müdürüyle aynı seviyede, S Rütbe üye ise grup ana başkanı seviyesinde. Müdür Georg S Rütbe bir üyeyken müdür yardımcısı B Rütbe bir üye.
“Bu onların hiyerarşide üst seviyelerde olduğu anlamına gelmiyor mu?”
“Evet. Kulağa büyük geliyor değil mi?”
B Rütbe üyeler bile çok güzel ayrıcalıklara sahipdirler. İstediğin herhangi bir yerde büyücü okulu açabiiyorsun hem de büyücü loncasının parasal ve lojistik desteğiyle.
“O zaman… kim bu kişi?”
“Adını çoktan duyduğunu düşünüyorum..”
Duydum mu? Önemli birisi olsaydı eminim hatırlardım. “Hadi meraktan çatlatma, söyle.”
“Heheh. Tamam söyleyecem. O kişi özel sınıftan Sessiz Yediyıldız.”
Ah. İşte şimdi taşlar yerine oturuyor. O ismi daha önce duymuştum evet. Bu isim bir isimden daha fazlası hatta. O kişinin bu okula bir sürü şey kazandırmış birisi.
Öncelikle okulun yemekhanesini ve menüsünü baştan aşağı değiştirmiş. Asura Krallığından düzenli erzak ikmali olmasını sağlayıp Kuzey Topraklarına bir sürü yeni malzeme kazandırmış. Ek olarak bu dünyaya kerry çorbası adına kendi icadı olan bir yemek tanıtmış. Patates, havuç, soğan ve birkaç malzemenin bir kazanda birleştirilip baharat karışımıyla tatlandırılan bir yemekmiş. Ekmeğin üstüne çorbayı döküp yiyormuşsun. Köri kısacası. Tadı benim bildiğim köriden biraz farklı olsa da iki yemeğin birbirine benzerliği tartışılamazdı.
Sessiz, ayrıca okul üniforması fikrini ortaya atan kişidir. Asura’daki üretim ve tasarım bağlantılarını kullanarak okul için yeni üniformalar yaptırtmış. Ortak üniformanın tanıtılması Akademinin eskiden sahip olduğu kaotik ortam yerine tek yumruk olmasını kolaylaştıran bir adımdı. Bu adım akademinin prestijini yükseltmişti.
Her sınıfta bulunan kara tahtalar bile onun icadıydı. Siyah bir yüzeye alçı taşıyla yazı yazmak her ne kadar basit bir icat olsa da profesörlerin çok hoşuna gitmişti.
Bunların yanında yaptığı birçok ufak yenilik vardı. Akademiye büyük olsun küçük olsun oldukça yararı dokunmuş birisi. Bu katkıların bir ödülü olarak Büyücü Loncası Sessiz’e kurumlarında yüksek bir rütbe hediye etmiş.
Tabi bilinen hikaye bu kadar… ayrıca “icatları” nın da oldukça tanıdık geldiğini söylemeliyim. Bu dünyanın sakinlerine yenilikçi şeyler gibi gelse de benim için aynı şey söz konusu değildi. Zeki olmayabilirim ama bu kuşkulanmadığım anlamına gelmez. Sessiz’in kökeniyle ilgili bir şeyler bildiğimi düşünüyorum.
Bu zaman kadar şüphelerimi dile getirmedim. Neden bilmiyorum. Belki özel olduğuma inanmak içindir. Ya da özel olmam gerektiğini sandığım içindir— bu dünyada başka anılarıyla birlikte doğan tek kişi olduğum. Ama tabi, bunun gerçek olması için mantıklı bir sebep yoktu.
Dürüst olmak gerekirse Sessiz beni ürkütüyor. Onunla tanışmaktan sürekli kaçınıyorum. Benimle aynı avantajlara sahip ama benden daha büyük şeyler başarmış birisiyle tanışmaktan korkuyorum. Bana neden zamanımı gereksiz ve önemsiz şeylerle harcadığımı sormalarından korkuyorum. Eleştirilmenin canımı ne kadar yakacağından korkuyorum.
Ama Fitz’in Sessiz’den bahsettiğini duyduğumda artık daha fazla kaçmamam gerektiğine karar verdim. “Anladım. Teşekkürler Üstat Fitz. Onu bulmaya çalışırım.”
Şimdi düşünüyorum da benim baya götüm kalkmış. Kutsanmış çocuğun sadakatini kazandım, okulun baş serserilerini yendim, dahi bir çocuğun sempatisini kazandım ve Şeytan Kıtasından gelen bir kralla arkadaş bile oldum. Öğrencilerin yarısı bana şaşkınlık içinde bakıyordu. Bütün bunların götümü kaldırmaması için ne kadar uğraşsam da sanırım günün sonunda götümü kaldırdı.
Sessiz’in nerede kaldığını Müdür yardımcısı Jenius’tan bir sorun çıkmadan öğrendim. Okul ona ana araştırma binasının üçüncü katının en arkasında üç odadan oluşan büyük bir laboratuvar vermiş. Zamanının çoğunu orada geçiriyormuş, sadece acil durumlarda laboratuvardan çıkıyormuş.
Onu ziyaret etmeye karar verdim, niye ziyaret etmeye karar verdiğimi bende bilmiyorum. Fitz’i yanımda götürmek mantıklı bir karar olabilir. Ama nedense yalnız gitmem gerektiğini düşünüyorum.
Laboratuvara giden merdivenleri tırmanıp kapının önünde durdum ve sinirlerimi gevşetmek için derin bir nefes aldım. Korktuğumu göstermeme izin vermeyeceğim, Sessiz benim gibi birisi olsa bile.
Kibarca kapısını çaldım.
“…İçeri girin.”
İçeriden gelen seste ufak bir kızgınlık vardı. Yavşça kapıyı açtım.
Odanın içi her tarafa dağılmış kitaplarla ve parşömenlerle kaplıydı. Hangi amaçla kullanıldığını bilmediğim tuhaf büyü araçlarını her yerde görebiliyordunuz; arabalar dolusu büyü taşı ve kristalleri. Burası tam bir laboratuvardı.
Sıkışık odanın köşesinde birisi oturuyordu. Yüzünü bana döndüğünde küçük dilimi yutuverdim.
“…Ah, yine karşılaştık.”
O bir kadındı. Siyah saçlı bir kadın.
O… oldukça iyi hatırladığım bir şey takıyordu. Asla unutamayacağım bir şeyi.
Pürüzsüz, neredeyse ifadesiz bembeyaz bir maske.
“Gyaaaaaaaah!”
Odadan korkuyla bağırarak kaçtım. O maskeli kızdı. Orsted’in yanında olan maskeli kız. Adını hatırlayamıyordum ama Orsted’i gayet net hatırlıyordum. Orsted!? Reenkarne olmuş birisiyle karşılaşmayı umuyordum Orsted ile değil!
Ölürken hissettiğim dehşeti tekrar hissetmeye başladım. Son nefesimi verirken hissettiğim o hissiz acıyı bir kez daha hissettim. Ciğerlerimin parçalanışını tekrar hissettim. Bütün saldırılarımın kolaylıkla savuşturulurken hissettiğim çaresizliği, kalbimin yerinden çıkarılmasını… ölümle göz göze gelmenin getirdiği dehşeti… tekrar hissettim.
Elimden tek gelen şey kaçmaktı. Kaçtım kaçtım kaçtım. Nereye kaçtığımı bilmiyordum ama kaçıyordum.
Ancak arkamı döndüğümde kızın beni takip ettiğini gördüm. Neden bilmiyordum. Neden ondan uzaklaşamamıştım? O çok mu hızlıydı?

Hayır o hızlı değildi. Ben yavaştım. Beynimin inandığının aksine ben bir yere kaçamamıştım. Yüzlerce metre koşup kaçan kalp atışlarımdan başkası değildi.
Daha çok koştum, çaresiz ve sakar adımlarla uzaklaşmaya çalıştım. Takılıp yere düştüm, aynı sarhoşlar gibi.
Böyle bir şeyin yaşanmaması için bacaklarımı o kadar çalıştırmıştım, ama onlara söz geçiremiyordum. Kabustaydım sanki; attığım her adımda ayaklarım daha da güçsüzleşiyordu.
Sessiz hala beni yakından takip ediyordu. Şeytan Kralın karşısına titremeden çıktım, ama…
Aşağı doğru sarkan merdivenlere baktım. Fitz merdivenlerin sonunda duruyordu. O bana yardım ederdi. O beni buradan kaçırırdı. Birazcık rahatlamış hissettim.
“Birisinin yüzüne karşı cırlamamalısın, çok kaba bir şey.”
Birisi omzuma dokundu. Arkamı döndüğümde aynı yüzle karşılaştım.
“Giiiiit!”
Tuhaf bir çığlık atarak korkuyla geriledim… ve merdivenlerden aşağı düştüm, utanç verici bir şekilde kafamı vurup bilincimi kaybettim.
Birisi kafamı nazikçe okşuyordu. Her nedense çok rahatlatıcıydı. Sanki eli bir tür iyileştirici ışın saçıyordu.
Merak edip yukarı baktım ve Üstat Fitz’in yüzüyle karşılaştım. Elleri tahmin ettiğimden daha sıcaktı. Tuhaf bir şekilde ince, yumuşak ve kadınsılardı.
Bir sebep olmaksızın eline uzandım.
“Ah. Uyandın mı Rudeus? Bir anda merdivenlerden aşağı yuvarlanınca beni çok korkuttun.”
“…Korkunç bir kabus gördüm. Beyaz maskeli bir kadın az kalsın beni öldürüyordu.”
“Err…” Fitz tuhaf bir tebessümle karşılık verdi. Niye ki?
Nerede olduğumu bilmiyordum. Burası yurttaki odam değildi… hatta burası yurt bile değildi. Daha önce buraya gelmiştim sanki. Fitz’in arkasında sıra sıra dizilmiş yataklar vardı…
Ah evet, burası revirdi.
Ayağa kalkıp yavaşça odayı gözlemledim. Odada fitz, ben ve revir görevlisi dışında kimse yoktu.
Kafamı başka yöne çevirdim…
“Gaaah!”
O da buradaydı.
Maskeli kadın yatağın diğer köşesinde oturuyordu.
Yataktan zar zor çıkıp yere pat diye düştüm. Kadın öfkeli bir iç geçirip. “Çok, ama çok kaba. Ne diye benden bu kadar korkuyorsun? Senin hayatını kurtaran ben değil miydim?! Ah… doğru ya. O sırada neredeyse ölmüştün değil mi? Beni hatırlamaman doğal.”
Şüphelerim doğrulandı. Kesin o. Orsted ile birlikte yolculuk eden kız o. “O-Orsted nerede?!”
“O burada değil.” diye cevapladı umursamaz bir tavırla. “Kendisi, bildiğin üzere, oldukça meşgul bir adam.”
O burada değil mi? Gerçekten mi? Gerçekten mi?? Bana yalan söylemiyor değil mi?
“Sen olsam endişelenmezdim. Senin peşine bir süre düşmeyecek çünkü.”
“’Bir süre’ mi? Yoksa bu beni eninde sonunda öldürmeye geleceği anlamına mı geliyor yoksa?”
“Seni öldürmeyi planlamıyor… ama bu planlamayacağı anlamına da gelmiyor. Vereceği karar senin ne yapacağına bağlı.”
En azından şimdilik katledilmeyeceğim. Bu gerçeğin farkına varır varmaz üzerime bir rahatlama düştü. İleriyi düşünmeyen birisiyim herhalde.
“Anlamıyorum. Burada ne oluyor? Birisi açıklama yapabilir mi?” dedi kulaağını kaşıyarak maskeli kıza dönen Fitz. “Öncelikle, sen Rudeus için neysin?”
“Tamamen bir yabancıyım.” dedi kız dobraca.
Fitz kızıp yanaklarını şişirdi. “Rudeus’un daha önce hiç bu kadar korktuğunu görmedim. Ona kesin bir şeyler yapmış olmalısın.”
Ses tonu alışagelmedik bir şekilde barışçıl değildi. Sesi aynı zorbalanan birinci yıl öğrencisini kurtarmaya gelen üst dönemlere benziyordu. Yardım ettiğin için müteşekkirim.
“En son karşılaştığımızda Ejder Tanrısı tarafından ağzına sıçılmıştı. O kısımları gayet net hatırladığını düşünüyorum.”
“Ejder Tanrısı mı? Yedi Büyük Güçteki Ejder Tanrısı mı?”
“Evet ta kendisi.”
“Sen Ejder Tanrısı mısın peki?”
“Tabiki de değilim. Sadece bir süreliğine birlikte yolculuk ettik o kadar.”
Fitz’in sorularına ilgisiz bir tavırla cevap verirken maskeli kız saçlarını bir eliyle geri atıyordu. Şimdi fark ettim, büyü akademisi üniforması giyiyordu. “Yine de itiraf etmeliyim, seninle burada karşılaşacağımı bilmiyordum…” Bana dönüp konuşmaya devam etti. Maske takarken bile beni pür dikkat izlediğini görebiliyordum. “Belki bu rotanın işleyişi böyledir. Kızıl Ejderin alt çenesinde karşılaşmamız bizi buraya sürükledi.”
Ben cevap veremeden maskeli kız pelerinin kaldırıp bir kağıt parçası çıkarttı.
“Sana üç tane soru soracağım. Senden bu sorulara dürüstçe cevap vermeni istiyorum lütfen.”
Ses tonu o kadar otoriterdi ki aklıma karşı çıkmak bile gelmedi.
“İlk öncelikle bunlar sana tanıdık geliyor mu?”
Bana uzattığı kağıdı elime aldım. Kağıdın üzerinde “Shihohara Akito” ve “Kuroki Satoshi” isimleri yazıyordu.
Ama Japoncaydı.
Bu karakterleri anında isim olarak tanımladım. Aynı zamanda şüphelerimin doğrulandığının farkına vardım.
“İkinci, ne dediğimi anlayabiliyor musun? Üçüncü, bu isimlerden hangisisin?”
Sonraki iki sorusu da Japoncaydı. Artık ortada şüphe kalmamıştı. O da aynı benim gibiydi. Kağıdın üzerindeki isimlere gelirsek, onları tanımıyordum. Bir an tereddüt ettim. Oysa kendimi hep bu ana hazırlamıştım.
Yavaşça, Japonca cevap verdim. “Hiç biriyim. Bu isimlerin sahibin tanımıyorum.”
“Anlıyorum. Ama en azından Japonca konuşuyorsun.”
“Huh?” dedi Fitz kağıda kafa karışıklığıyla bakarak. “Hangi… dili konuşuyorsunuz? Rudeus?”
“İkimiz aynı memleketten geliyorz,” dedi Sessiz sakince.
“Ne? Bu doğru olamaz!”
Fitz’in neden bu kadar şaşırdığını anlamadım ama şu anki konumuz bu değildi. Yavaşça ve endişeli bir şekilde önemli soruyu sordum. “Yani sende mi benim gibisin?”
Sessiz kafasıyla onayladı. “Evet. Bu dünyaya hiçbir uyarı olmadan atıldım.”
Konuşurken maskesini çıkarıyordu. Yüzü ortaya çıkınca aklımda bir şeyin tık ettiğini hissettim.
Bu o kızdı. Eski hayatımın son anlarında yolun ortasında arkadaşlarıyla tartışırken uyarmaya çalıştığım kızdı. Ya da en azından ona çok benzeyen birisiydi.
Bundan emindim ama içimde tuhaf bir his vardı. Ne olduğunun farkına varmam biraz zaman alsa da sonunda onun aynı kişi olduğunu anladım.
O günden beri on beş yıl geçmişti ancak o aynı görünüyordu. Çok tuhaf. Onca zaman boyunca birazcık olsun değişmedi mi?
Hayır… bir dakika. Neden önceki hayatında olduğu gibi görünüyor? O buraya reenakrne olmadı mı, beni gib yeni bir bedende doğması gerekmez miydi?
Ona daha sorularımı soramadan bana cevaplarını verdi. “Bu allahın belası dünyaya nasıl geldiğimi bilmiyorum, burada sıkıştım kaldım.”
O buraya taşınmış. İkimizin durumu aslında birbirinden oldukça farklı. Ben bu dünyaya anılarımla birlikte yeni bir bedende doğup gelirken, eğer onu yanlış anlamadıysam, o buraya olduğu gibi ışınlanmış– aynı bedende aynı yaşta.
“Benim adım Nanahoshi Shizuka, Japonum. Gerçi son zamanlarda Sessiz Yediyıldız ismini kullanıyorum.”
Şaşkınlık ve şüphe zihnimde dolaşmaya ve düşüncelerimi ele geçirmeye başladı. Ancak bir şey diyemedim. Sessizliğim onun şevkini kırmamıştı, sözüne devam etti. “Sen nereden geliyorsun peki? Amerika? Ya da Avrupa? Kafkas fenotipine sahipsin ama Japonca konuşuyorsun… ebeveynlerinden biri Japonmuydu? Ya da Japonya’da yaşayan bir yabancı mıydın?
İlk başta sözünü verdiği üç soru sınırını aştığını düşünüyorum artık. Ona karşı çıkamıyordum gerçi. Dilim düğümlenmişti adeta.
“Her neyse, bu çok önemli bir adım. Seni iyi ki sağ bırakmışım. Orsted seni tanımadığını söylediği anda böyle bir şey olabileceğinden şüphelenmiştim.”
Kız freni patlamış kamyon gibi konuşuyordu, heyecanlanmıştı. Dediklerinde rahatsız olduğumun farkına varmamıştı bile. “Neyse, birlikte çalışabilecek miyiz acaba… Uhm, adın neydi?”
“R…Rudeus. Adım Rudeus Greyrat.”
“Bu dünyada kullandığın sahte isim değil mi? Gerçke ismini soruyorum sana.”
Önceki hayatımda kullandığım ismi anmak istemiyorum. Hiç ama hiç istemiyorum.
Suskunluğumu koruyunca Nanahoshi anlayışla başını salladı. “Ah, sorun yok. Seni anlıyorum. Bana güvenmiyorsun. En son karşılaşmamızda olanlardan sonra seni suçlayamam. Endişelenme ama— biz aynı taraftayız.
“Bugüne dek benim gibilerin var olduğunu bilmiyordum. Bu dünyada evimizden gelen biriyle ilk defa karşılaşıyorum biliyor muydun? Biraz rahatlatıyor.”
Nanahoshi elime uzanmak için hamle yapınca Fitz kaşlarını çattı, lakin Nanahoshi bu değişimi fark etmemişti bile. “Hadi eve geri dönmenin yolunu bulalım.”
Bir şekilde, ağzından çıkanlar bütün kafa karışıklığımı ve şüphelerimi ortadan kaldırdı ve yerini tertemiz, kesin bir karara bıraktı: Siktir lan.
Elini kenara ittim. “O dünyaya bir daha dönmek istemiyorum.”
“Huh…?” Nanahoshi’nin ilk defa nutku tutulmuştu.
“…Rudeus, Silent… ikiniz lütfen anlayabildiğim bir dilde konuşabilir misiniz?” Fitz’in kafası tabi daha da karışmıştı.
Revirdeki ortam bir anda gerginleşmeye başladı.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.