Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı Son Bölüm
Son Bölüm
Derin ve dipsiz, karanlık bir havuzda sürükleniyordum. Sanki sıvı çimento dolu bir tabutun içine canlı canlı gömülmüş gibi, sert ve ağırdım. Bütün vücudum sert bir şekilde uzayda asılı kalmış, sadece bilincim etrafında tembelce dönüyordu. Yardım isteyerek bağırmak, başımı çevirmek ya da parmağımı bile kıpırdatmak mümkün değildi. Tek hissedebildiğim, bacaklarımdan yavaşça yukarı doğru sürünen ürpertici bir soğuktu. Korkuyordum. Kafam karışmıştı. Zihnim, onun pençesinden kurtulmak için çaresizce çabalıyordu. Çığlık atmak istedim ancak sesim çıkmadı
Sonra karanlığı delen minik bir ışık noktası gördüm. Aniden, vücudum üzerinde az da olsa kontrolümü geri kazandım. Ağır uzuvlarımla ışığa uzandım, karanlığı aşmak için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. İlk başta sanki suda ayak çırpmak gibiydi, açık denizin ortasında, kıyıya ulaşma şansı olmadan umutsuzca kürek çekmek gibiydi. Sonunda ışık gittikçe parlaklaşmaya başladı ve tam önünde duran bir kişinin siluetini seçebildim. Bir kadına benziyordu, ama arkasındaki ışık yüzünden yüzü seçilmeyecek kadar parlıyordu. Ancak yüzün bana doğru eğince hatları belirginleşmeye başladı.
“—”
Bir şeyler söylüyordu ama bu mesafeden tam olarak anlayamıyordum. Sesi bir vızıltı gibi geliyordu. Ancak nedense, yıllardır görmediğim ve dünyanın tahmin edebileceğinden çok daha fazla özlediğim eski bir dostun sesi gibi, kulaklarımı rahatlattı. Sıvı karanlıkta yüzmeye devam ettim, yavaş ama emin adımlarla kendimle bu gölgeli figür arasındaki mesafeyi kapattım. Sonunda ona uzanabileceğim mesafeye geldiğimde, uzandım.
“—ono—Tono-kun—”
Bir ses duydum.
“Tono-kun… Tono-kun…”
Adımı çağırıyordu. Tekrar ve tekrar, çaresiz, gözyaşlı bir yalvarış gibi.
“Tono-kun!”
Bir su damlası yanağıma düştü ve gözlerimi açtım. Bir kadın yüzünde gözyaşlarıyla bana bakıyordu. O kadar yakındı ki, şaşkınlıktan kendimi tutamadım. Başımı kucağına yaslamıştı. Elimi iki eliyle kavradı ve nazikçe yanağına sürttü.
Anzu’ya çok benziyordu, sadece saçları çok daha kısaydı ve hatırladığım kızdan oldukça büyük görünüyordu. Ancak bana onun Anzu’nun ablası falan olduğunu söyleseydiler, gözümü bile kırpmadan inanırdım. Neden ağlıyordu? O burada ne yapıyordu ki? Hatırlayabildiğim kadarıyla, hala Urashima Tüneli’nin derinliklerindeydim.
“Tono-kun… İyi misin? Beni tanıdın mı? Benim, Hanashiro, Anzu Hanashiro…”
Anzu Hanashiro… Hanashiro?!
“B-burada ne yapıyorsun?!” diye bağırdım telaşla ayağa fırlarken. Bu ani hareket başımda inanılmaz bir ağrı oluştururken ellerimle anlımı tuttum. Bunu yaptığımda, kurumuş kan parçacıkları ön saçlarımın uçlarından döküldü. Anzu’ysa şaşkınlıkla hemen elimi bıraktı ve omuzlarımı tutarak beni nazikçe ayağa kaldırdı.
“Hayır, hareket etme. Durumun oldukça kötü…”
“T-tamam…”
Anzu, beni yavaşça oturttuktan sonra tam karşıma oturdu. Beni onun yüz hatlarını dikkatle incelerken, o da benim sağlık durumumdan açıkça endişe duyarak beni baştan aşağı süzdü.
“İyi olduğundan emin misin? Başın ağrıyor mu? Hasta falan hissediyor musun?”
“Evet… Sanırım kafamı biraz fazla sert vurdum. Ancak kanamam durmuş ve mide bulantısı falan da hissetmiyorum… yani merak etme iyiyim…”
“Emin misin? Oh, şükürler olsun…” Anzu elini göğsüne koydu ve derin bir rahatlamayla nefes verdi.
Ben ise hala son derece kafam karışık durumdaydım. Bir parçam bunun bir rüya olduğuna emindi. “Demek sen… gerçekten Hanashiro’sun, ha? O zaman burada ne yapıyorsun?”
“Burada ne mi yapıyorum? Sence de belli değil mi?”
Anzu’nun gözleri fal taşı gibi açıldı ve yumruğunu omuz hizasına kadar kaldırdı. Nereye yumruk atacağına karar verememiş gibi, birkaç saniye boyunca titreyerek yumruğunu havada tuttu, sonra sonunda yumruğunu gevşek bir şekilde göğsüme indirdi. Acıtmadı ancak bunun bir rüyadan daha fazlası olduğunu kesin olarak doğrulayan bir ağırlığı vardı. Sonra, farkına bile varmadan, kollarını boynuma doladı ve beni sıkıca kucakladı. Nemli, ipeksi saçları yanağıma değiyor, ter kokusu burnumu gıdıklıyordu.
“Çok uzun süre gelmeyince seni geri getirmek için geldim, seni aptal!” diye bağırdı. Yüzü benimkine o kadar yakındı ki kulak zarım çınladı.
“Ne? Ama senin manga sanatçısı olmayı seçtiğini sanıyordum…”
“Seçtim ve zaten bir manga sanatçısı oldum.”
“Öyleyse neden sen…”
“Çünkü çizmeyi çoktan bitirdim! Bütün bir seriyi çizdim ve kitap olarak basıldı! Her şeyi hallettim! Ancak sen hala çıkmadın! Beklemekten bıktım usandım, şimdi de seni geri götürmek için buradayım! Ne olmuş yani? Yoksa, yanlış mı?!”
Şaşkına dönmüştüm. Diyebilecek tek bir kelime bile aklıma gelmiyordu. Anzu hikayesini sadece seri hale getirilmekle kalmamış, aynı zamanda tamamlanmış ve hatta ticari kitap olarak mı yayınlamıştı? Ben sadece bir iki gün tünelde koştururken o tüm bunları mı başarmıştı? Hay aksi. Dürüst olmak gerekirse, kulaklarıma inanamadım. Bunlar, ortalama bir insanın hayatı boyunca asla başaramayacağı şeylerdi. Ve bunları bir kenara atıp, tek başına tünele girerek beni mi aramaya çıkmıştı?
“Ve bir şey daha!” Anzu boynumu daha sıkı kavradı. “Neden seni beklememi yazdın ki? Beni nasıl tek başıma bırakıp gidebilirsin? Tünele girmekten çekinmem çok mu yanlıştı? İlk manga teklifim yüzünden miydi? Bu yüzden mi beni terk ettin? Bu yüzden mi seninle gelmeme izin vermedin?!”
“Hayır, öyle bir şey değil…”
“Aaaah! Üzgünüm, tamam mı?! Lütfen benden nefret etme! Artık yalnız kalmak istemiyorum! Aaaah!”
Başı sağ omzumun üzerindeyken, gözyaşları gömleğimin kumaşını ıslattı. Tırnaklarını sırtımda o kadar derine batırdı ki, kan akıtacağını sandım. Bunu telafi etmek için yapabileceğim tek şey, parmaklarımı nazikçe saçlarında gezdirmekti.
“Özür dilerim… Sana çok zorluk çıkardığımı biliyorum. Bunu hak etmedin…”
“Evet ve eğer seni kolayca affedeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun!” dedi, hala kontrolsüz bir şekilde hıçkırarak. “Yemin ederim, eğer bir daha benden kaçarsan…!”
“Biliyorum, biliyorum… Ama endişelenme. Seni bir daha asla geride bırakmayacağım. Bundan sonra, birlikte sonuna kadar gideceğiz.”
“…Söz veriyor musun?”
Anzu’yu omuzlarından tutup başını omzumdan çekerek gözlerine baktım. Yüzü gözyaşları, ter ve sümükle ıslanmıştı. Yine de, o zamana kadar gördüğüm en güzel yüzdü. Derin bir nefes aldım, sonra yüzümü ona yaklaştırdım ve dudaklarını dudaklarımla kapattım.
O kadar hızlı yaptım ki dişlerimiz garip bir şekilde birbirine çarptı, ancak Anzu bunu umursamadığından, ben de buna uyum sağlamaya karar verdim. Beş saniye sürdü ve bu bize dış dünyada birkaç saate daha mal oldu. Ancak her saniyesine değdi. Sonunda yüzümü çekip uzaklaştım. Daha önce hiç kimseyi öpmemiştim; dudaklarımda hafif tuz tadı oluştu. Ayağa kalktım ve o olaydan sonra hala biraz sersemlemiş olan Anzu’ya elimi uzattım.
“Hadi, ortak. Eve gidelim.”
Kırk yedi saat, elli altı dakika. Bu, Urashima Tüneli’nde geçirdiğim toplam süreydi. Gerçek zamana dönüştürüldüğündeyse…
On üç yıl, kırk beş gün yapıyordu…
Vücudum hala on yedi yaşındaydı, ama yasal açıdan otuz yaşında bir adamdım. Anzu ise tünele girmek için tam beş yıl beklemişti ve bu nedenle tam anlamıyla yetişkin, yirmi iki yaşında bir kadındı.
Sonunda Urashima Tüneli’nden çıktığımızda, hayal edebileceğiniz en güzel Eylül gün batımı bizi karşıladı.
Ana yola ulaştığımızda sanki on üç yıl geçmemiş gibiydi. Kozaki, her zaman olduğu gibi uykulu küçük bir sahil kasabasıydı ve Kozaki Lisesi bile -ki ben her zaman yakında yıkılıp yakındaki daha büyük liselerden birine dahil edileceğini düşünmüştüm- hala kasabanın üzerinde gururla yükseliyordu. Muhtemelen en şaşırtıcı şey, trenin içindeki insanların oynadığını gördüğüm yeni model telefonlardı. Hepsi çıplak elleriyle ekranlara dokunuyorlardı ve camın sürekli dokunulmasına rağmen nasıl kirlenmediğini merak edemeden duramadım.
Tünelde koşarken düştüğüm için hala oldukça kötü durumdaydım, bu yüzden yol üzerindeki rastgele bir giyim mağazasına girip bana yeni kıyafetler aldık, ardından şehirdeki ucuz bir otele yerleştik. Mütevazı odamızdaki duşu sırayla kullandıktan sonra yataklarımıza oturup, son görüşmemizden bu yana olan biten her şeyi konuştuk. Ona Urashima Tüneli’nde gördüğüm çılgın şeyleri ve küçük kız kardeşimle, kısa bir süreliğine de olsa, nasıl yeniden bir araya geldiğimi anlattım. Bana yeni hayatından ve seri manga yaratıcısı olmanın nasıl bir şey olduğundan bahsetti. Gece yarısına kadar saatlerce heyecanla konuştuk ve zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmedik. Sonunda, bundan sonra bize ne olacağı konusuna geldik.
“Manga yazmaya devam edeceğim,” dedi Anzu kararlı bir şekilde. “Bir daire falan kiralayacağım ve büyük geri dönüş için elimden gelen her şeyi yapacağım. İki yıl geçineceğim kadar para biriktirdim, zaten iyi olduğum tek iş bu.”
“Bana uyar. Gerçi sana bir şey söylemeye hakkım yok tabii.”
“Peki ya sen, Tono-kun? Şimdi ne yapacaksın?”
Durdum, çünkü kelimenin tam anlamıyla hiçbir planım yoktu. Urashima Tüneli’nden çıktıktan sonra ne olacağı konusunu pek düşünmemiştim. Karen’ı tekrar görme arzusuyla o kadar meşguldüm ki gerisini pek planlamamıştım. Bir işe girer, bir şekilde geçinir giderim diye düşüyordum. Anzu bu hareketimi mikroskop altına alarak beni yaşayan en acınası aptal gibi hissettirdi. Yine de ona yalan söylemeye niyetim yoktu.
“Üzgünüm, gerçekten pek düşünmedim,” diye dürüstçe cevap verdim. “Elbette bir tür iş bulmam gerekeceğini biliyorum.”
“Mmm… Ama hükümete göre sen otuz yaşında bir adamsın. Yani, aynı şey benim için de geçerli tabii ki, ama özgeçmişinde on üç yıllık bir boşluk varken, özellikle de lise diploman yoksa, istikrarlı bir iş bulmanın oldukça zor olacağını düşünüyorum.”
O son derece haklıydı. Ne olursa olsun bir yolunu bulacağımı söylemek için ağzımı açtığım anda, yüksek ve kesin bir sesle sözümü kesti. “Bu arada, Tokyo’ya taşınmayı düşünüyorum.”
“Bekle, cidden mi?”
“Evet. Benim sektörümde çalışanlar için, işleri bizzat yerinde halledebilmek daha kolaydır. Ayrıca bir asistan tutmayı da düşünüyorum.”
“Oh? Ne tür bir asistan?”
“İdeal olarak, yükümü hafifletmek için çizim yapmama yardımcı olabilecek biri. Yarım ton gölgeleme eklemek, tamamen siyah alanları doldurmak, mümkünse bazı basit arka planlar çizmek gibi şeyler işte.”
… Dürüst olmak gerekirse, o kadarını bile yapabileceğimden emin değildim. Sadece iki ya da üç dönem sanat dersi almıştım ve sanatla ilgili hiçbir yeteneğim yoktu. Onun hayal ettiği bu arka planların ne kadar “basit” olması gerektiğini merak ettim. Sadece kumlu plajlar ya da kavrulmuş siyah ovalar falan olsaydı, belki başarabilirdim, ama… Hayır, imkânsızdı. Ben gerçekte neler yapabileceğimi düşünürken, Anzu kıkırdadı ve kendini yatakta geriye doğru bıraktı.
“Öte yandan, ev işlerinde bana yardımcı olabilecek ve duygusal destek sağlayabilecek bir kişinin olması daha yararlı olabilir. Moralim bozuk olduğunda veya yaratıcılık konusunda tıkanıp kaldığımda bana moral verip geri bildirimde bulunabilecek ve 365 gün 24 saat boyunca benimle birlikte yaşayabilecek bir asistan. Bu işe uygun birini tanıyor musun acaba?”
Demek böyle oynuyorsun he? Sonunda satır aralarını okuyarak, kalktım ve diğer yatakta Anzu’nun hemen yanına oturdum, iki kolumla onu yataktan kaldırdım.
“Eğer benim uygun bir aday olduğumu düşünüyorsan, seve seve yardımcı olurum.”
“…Benim gibi yirmi iki yaşında, yaşlı bir kadınla birlikte olmaktan rahatsız olmadığından emin misin? Yani, neredeyse bir ayağım çukurda.” diye şaka yaptı.
“Dalga mı geçiyorsun? En sevdiğim şey milflerdir.”
“Bekle, ciddi misin?”
“Hayır. Sadece sana ilgi duyuyorum.”
“Ah ha ha… her zamanki gibi alay etme yeteneğini kaybetmemişsin.”
“Oh, cidden mi?”
“Evet.”
Konuşma sona erdi ve uzun bir süre boyunca sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık. Tam da ortam uygun hale geldi diye düşünürken, o bir yastık kapıp yüzüme sertçe vurdu. Geriye düştüm ve üzerime çıkıp şakayla beni boğmaya çalıştı.
“Ha ha ha! Üzgünüm, daha fazla devam edemem! Bu çok utanç verici!”
“Oh, işe yaptın yapacağını!”
Diğer yastığı alıp intikam almak için ona fırlattım ama havada yakaladı ve daha fazlası için geri geldi, yastıklarla bana acımasızca vurmaya başladı. O kadar çok gülüyordum ki, yüzümü saldırıdan koruyamıyordum. Anzu ve ben, dakikalarca şakalaşmaya devam ettik, sonra muhtemelen tarihin en uzun günü olan bu günün ardından tamamen bitkin bir halde yatakta yığıldık.
Urashima Tüneli’nden çıktıktan birkaç gün sonra, nihayet işlerin yoluna girdiğini hissetmeye başlamıştık. Kısa bir form doldurduktan sonra, Tokyo banliyölerinde oldukça güzel bir apartman dairesini kiralamak için resmi olarak onay aldık. Şimdilik hala Kozaki’de yaşıyorduk, ancak bize bir oda numarası verilmişti ve ertesi gün taşınmayı planlıyorduk.
Anzu her gün yeni mangalar okuyor ve büyük geri dönüşü için çalışmaya başlamak üzere beyin fırtınası yapıyordu. Son mangasının yayınlanmasından bu yana sekiz yıl geçmişti, bu yüzden sektördeki büyük isimlerle rekabet etmek istiyorsa, zamanı ve modern trendleri yakalaması gerekiyordu. Bu arada, tüneldeyken sabırsızlıkla beklediğim önceki eserlerini baştan sona okudum. Bana 1. cildin basılı kopyasını ilk kez uzattığında, onu gerçekten elimde tuttuğuma inanamadım; ancak okumaya başladığımda, asıl inanılmaz olanın hikayenin kendisi olduğunu fark ettim.
Anzu’nun sanatsal yetenekleri ve hikaye anlatma yetenekleri, eski yatak odasında bana okuttuğu o ilk amatör mangadan milyon kat öteye ilerlemişti. Ancak değişmeye bazı şeyler de vardı, çünkü ona övgü dolu yorumlarımı ilettiğimde, tıpkı lisede olduğu gibi yüzü eskisi gibi kızardı.
Liseden bahsetmişken, dün Shohei ve Koharu ile buluştuk. İkisi de artık yetişkinlerdi ve Anzu’dan oldukça yaşlıydılar.
İçeri girip beni gördüklerinde, Shohei hayalet görmüş gibi bakarken Koharu ağlamaya başladı, sonra koşarak gelip omzuma yumruk attı. Kızgınlıkla bunca zamandır nerede olduğumu sorduklarında her şeyi dürüst bir şekilde açıkladım. Bitirdiğimde, Shohei ilk konuşan oldu.
“Bir tür hayal gördüğünü veya delirdiğini söylemek isterdim ancak hala on yedi yaşında olduğuna göre doğru söylediğine inanıyorum. Ama bunlar önemsiz mevzular, bize geri döndün ya; önemli olan tek şey bu.”
“Tanrım, ne kadar endişelendiğimi biliyor musunuz?!” diye araya girdi Koharu. “Yani, önce sen bir kelime bile etmeden ortadan kayboldun, sonra da Anzu. Ugh… Ama evet, ikinizin de bizimle olmanıza çok sevindim…”
Bundan sonra, dördümüz lise günlerimizi nostaljik bir şekilde anmaya başladık ve birbirimizin hayatlarında neler olup bittiğini öğrenirken, yavaş yavaş bir porsiyon okonomiyaki’ye bir porsiyon daha ekledik. Shohei ve Koharu resmi olarak otuzlu yaşlarındaydılar ve saygın kariyerleriyle saygın bir hayat sürüyorlardı. Shohei kasabada bir emlak şirketinde çalışırken, Koharu ilkokul öğretmeniydi. Elbette, Anzu ile yaptığım konuşmalardan bunları zaten biliyordum, ama bunu doğrudan kaynağından duyduğumda -özellikle de Koharu ile ilgili olan kısmı- şaşkınlığımı gizleyemedim. İnsanın gelecekte kim veya ne olacağı hiç belli olmuyordu.
“Biliyor musun, biraz değişmişsin gibi görünüyor.” dedi Shohei, Anzu ve Koharu bir şeyler hakkında sohbet etmekle meşgulken beni kenara çekerek. “Yani, görünüş açısından değil tabii ki… Ama bence sende kesinlikle ‘Okulun popüler çocuğu’ havası var. Sanki kendin gibi davranıyorsun, başkalarının ne düşüneceği umurunda değilmiş gibisin.
“Evet, şey… Son birkaç gün içinde epey zorlu şeyler yaşadım, ha ha.”
“Tanrım, Kawasaki’nin öğle yemeği paranı şimdi gasp etmeye çalışmasını çok isterdim. Eminim ona siktir olup gitmesini söylerdin.”
“Hey! Burada olgunlaşan tek kişi o değil, biliyorsun!” diye araya girdi Koharu ve hepimiz gülmeye başladık.
“En azından sonunda hayatında bir amaç buldun.” diye devam etti Shohei. “Kahretsin, bizim yaşımızdaki pek çok insan hala bununla sorun yaşıyor. Bu yüzden bunu asla gözden kaçırma, tamam mı? Omurgayı dik tut, duydun mu?”
“Teşekkürler… Kesinlikle yapacağım. Ama lanet olsun, her hareketime çok dikkat ediyorsun, biliyor musun? Sen harika bir terapist olurdun.”
“Evet, şey. İnsanların psikolojilerini analiz etmek benim için bir tür hobidir. Bunu zaten söylemiştim, değil mi?
Bu konuşmaya gülümsemeden edemedim. Lise yıllarımız gerçekten çok eğlenceliydi.
“Doğru. Nasıl unutabilirim ki?”
Sonunda konuşacak konu kalmadığında, Shohei, bu sözde Urashima Tüneli’ni kendi gözleriyle görmek istediğini söyledi. Bu yüzden, yemeğimizi bitirir bitirmez hepimiz oraya gidip bir bakmaya karar verdik. Ancak tünel yok olmuştu. Onun yerinde sadece düz bir kaya duvarı vardı. Sanki hiç orada olmamış gibiydi.
“Hadi ama, ne oluyor?” diye sabırsızlıkla sordu Shoehi.
Sadece omuzlarımı silkelemekle yetindim. “…Kim bilir? Belki de gerçekten bir rüyaydı.”
Dördümüz de aldatılmış gibi hissetmekten kendimizi alamadık.
Shohei ve Koharu’ya veda ettikten sonra, Anzu ve ben bir sonraki hedefimize doğru yola çıktık. Trenden indikten sonra tren raylarının yanındaki yolu takip ederek ilerledik. Kapanmış pirinç satıcısının ve kapıları hala kapalı olan eski itfaiye binasının önünden geçtikten sonra, varış noktamıza ulaştık. Evime dağa doğrusu eskiden evim dediğim yere.
Büyük “Giriş Yasaktır” tabelasının önünden geçip ön kapıya doğru yürüdük. Neyse ki kilitler değiştirilmemişti, bu yüzden hala içeri girebiliyordum. Shohei’den, babamın uzun zaman önce Kozaki’den taşındığını, ancak eski evimiz için alıcı bulamadığını ve şimdi evin orada durup yavaş yavaş çürümeye başladığını duymuştum. Orayı satamamış olması beni şaşırtmadı; çok fazla tadilat gerektiren eski bir ahşap evdi. Bir dahaki sefere bakmaya geldiğimde yıkılmış olduğunu görsem şaşırmazdım.
“Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi Anzu kibarca, benim arkamdan ön kapıdan içeri girerken. Açıkçası, içeride yanıt verebilecek veya umursayacak kimse yoktu. Dışarısı hala gün ışığıyla doluydu, ancak pencerelerdeki ve ekran kapılarındaki panjurlar nedeniyle evin içi şaşırtıcı derecede karanlıktı. Tozlu sert ahşabın yoğun kokusu ciğerlerimizi doldururken, gıcırdayan döşeme tahtaları üzerinde koridordan geçtik. Tavandan sarkan örümcek ağlarına takılmamaya dikkat ederek merdivenleri çıktık ve yatak odamın kapısına vardık. Elimi uzattım ve açtım.
“…Hiçbir şey kalmamış, ha?” diye kendi kendine mırıldandı Anzu.
Oda gerçekten de boşaltılmıştı. Ancak Anzu, yenilgiyi kabul ederek omuzlarını hızla düşürdü. Buraya gelmek ilk başta onun fikriydi; kurtarabileceğimiz çocukluk hatıraları var mı diye bakmak istiyordu. En azından eski bir fotoğraf albümü falan bulmayı umduğunu düşündüm.
“Eh, önceden uyarmıştım. Babamı tanıyorum; her şeyi toplayıp çöpe atmıştır.”
“Evet, ama bir ihtimal de olsa geride bir şeyler bırakmıştır diye düşündüm.”
“Peki şimdi ne olacak? Her ihtimale karşı diğer odaları da kontrol etmek ister misin?”
Anzu başını salladı. “Hayır, yenilgiyi kabul ediyorum. Odanı bu kadar titizlikle temizledilerse, diğer odalarda ilginç bir şey bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Üstelik senin olmayan eşyaları karıştırmak bana tuhaf geliyor… Hadi eve gidelim.”
Başımı sallayarak merdivenlerden aşağı indim. Giriş holünde ayakkabılarımı giymeyi bitirir bitirmez, bir şey hatırladım. Çok Önemli bir şey.
“Ah evet, hatırladım. Gitmeden önce almamız gereken bir şey var.”
“Neymiş?”
“Gel, göstereyim.”
Ön kapıdan çıkıp arka bahçeye dolandık. Hızla, tavan arasında tanıdık boşluğu buldum ve elimi içeri uzattım. Parmaklarım soğuk ve metalik bir şeye dokundu. Tanrıya şükür, hala burada. Eski dikdörtgen kutuyu çıkardım ve kapağındaki tozu sildim.
Anzu, bu hazine sandığını hayretle seyretti, sanki onun benim için ne kadar değerli olduğunu zaten biliyormuş gibiydi. “O nedir?”
“Küçük kız kardeşimden kalan tüm hatıralarımı burada saklıyorum.”
Bunu duyunca, Anzu’nun yüzü bir anlığına soldu, ama çabucak kendini topladı. “Vay canına…” diye fısıldadı, sesinde hayranlık dolu bir ton vardı.
“Burada birkaç çocukluk fotoğrafımın da olduğuna eminim. Tabii ki, sadece Karen’la birlikte olduğumuz fotoğrafları ayırdım.”
Teneke kutunun kapağını kaldırdığımda Karen’in parlak kırmızı sandaletlerinin topuk kayışları gözüme çarptı. Ancak bunların üstünde, daha önce hiç görmediğim bir zarf duruyordu.
“Ha? Bu ne?”
Üzerinde hiçbir şey yazmayan sıradan bir manila zarftı. Kutuya böyle bir şey koyduğumu hatırlamıyordum. Merakla başımı eğerek açtım ve içine baktım. İçinde sadece tek bir katlanmış defter kağıdı vardı. Onu da çıkardım ve açtım. Üzerinde yazan tek şey, tanımadığım bir adres ve telefon numarasıydı… ve sayfanın en altında babamın adı vardı.
“Bekle…”
Bunun babamın yeni adresi ve telefon numarası olduğunu varsayabilirdim. Bunca zamandır benim hazine kutumu biliyor muydu? Ya da belki ben Urashima Tüneli’ne gittikten sonra bulmuştu. Her halükarda, o bu eski metal kutuyu bir şekilde biliyordu ve kasten atmamayı tercih etmişti. Bunun yerine yeni iletişim bilgilerini içine bırakarak, geri dönüp onu almam ihtimaline karşı hazırlıklı olmuştu. Bundan emindim Göğsümde bir sızı hissettim.
Lanet olsun. Bu saçmalığı aşmış olmam gerektiğini sanıyordum…
“Bu… babanın adresi mi?” Anzu endişe dolu bir sesle sordu.
“Evet… Öyle görünüyor.”
“Onunla ne yapacaksın?”
“…saklayacağım. Kim bilir, belki bir gün onunla tekrar yüzleşmeye hazır olduğum bir an gelir.”
Eğer böyle bir şey olursa, eski günlerdeki gibi onunla tekrar dostça konuşabilirsem ne güzel olur diye düşündüğümü fark ettim. Bunca zaman geçmesine rağmen, içten içe hala onunla iyi bir ilişki kurabilme umudunu koruduğumu fark edince, hayal kırıklığıyla dudağımı ısırdım. Sonra birdenbire Anzu kolumdan tuttu.
“Eğer tek başına üstesinden gelemeyeceksen, her zaman yanında olacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sordu, bana o mükemmel, korkusuz gülümsemesini göstererek.
“Evet. Biliyorum.” Dedim ve gülümseyerek karşılık verdim.
Hazine sandığını bir kolumun altına, Anzu’nun elini diğer kolumun altına alara, eski, harap evi arkamda bıraktım. Bir rüzgar esintisi başımın üzerindeki elektrik hatlarını salladı ve buz gibi bir soğukluk enseme kadar yükseldi. Soğuktan titrerken, uzun zamandır hiçbir ağustosböceğinin vızıldadığını duymadığımı ilk kez fark ettim. On üç yıllık yazın ardından, Anzu ve ben nihayet birlikte sonbaharı karşılamaya hazırdık. Yazın bitmesine üzüleceğimi hiç düşünmemiştim, ancak çok da üzülememiştim, çünkü başka bir unutulmaz yazın hemen köşede beni beklediğini biliyordum.
Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı -Bitti-
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.