Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı Bölüm 4
Bölüm 4: Kızın Hayali, Oğlanın Gerçekliği
Yaz tatilinden önceki günler göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Dönem sonu toplantısı bittikten sonra, sınıflarımıza dönüp karne aldık ve öğle yemeği vaktine kadar serbest bırakıldık. Sınıf arkadaşlarımın yaklaşık yarısı, eve gitmek veya kendi kulüp toplantılarına katılmak için hızla sınıftan çıktı. Diğer yarısı ise, karne notlarını karşılaştırarak planlar yapıp yaz tatilinde yapacakları eğlenceli şeyleri heyecanla anlattı; Plaj. Barbekü. Havai fişek.
Bense, bir süre hüzünlü bir şaşkınlıkla orada oturup, kenardan olan biteni izledim. Bunun 2-A sınıfında oturduğum son gün olabileceğini düşündüğümde, şaşırtıcı bir şekilde duygusallaştım ve masamdan kalkamadım.
Sınıfı tararken, gözlerim Koharu’nun eski arkadaş grubuna takıldı. Haneda grubun liderliğini devralmıştı ve hepsi her zamanki gibi neşeyle sohbet ediyorlardı.
Bu sırada, eskiden hepsinin ortasında duran Koharu, odanın başka bir köşesinde, eve gitmek için sessizce eşyalarını topluyordu. Ancak şaşırtıcı bir şekilde, doğrudan sınıfın kapısına yönelmek yerine, o da çıkmaya hazırlanan Anzu’nun yanına gidip onunla konuşmaya başladı. Ardından cep telefonlarını çıkardılar ve kısa bir sohbetten sonra birbirlerine hoş bir gülümsemeyle sınıfı terk ettiler. Sadece iletişim bilgilerini paylaşmış olabileceklerini varsayabilirdim.
Onların ayrılmasını kendim için de ayrılma işareti olarak görüp, sandalyemi geri çekerek ayağa kalktım, ancak hemen arkamdan Shohei bana seslendi.
“Hey, Kaoru. Öğleden sonra planın var mı?”
“Hayır, pek sayılmaz. Neden, ne oldu?”
“Ben ve kaligrafi kulübünden bazı arkadaşlar bir şeyler atıştırmaya gideceğiz. Gelecek misin?”
Tam kibarca reddetmek üzereydim ki, durdum. Bu, Shohei’yi son kez görmem olabilirdi. Bu yüzden, belki de bu teklifi kabul edip son bir kez onunla takılmak iyi bir fikir olabilirdi. Ancak bir kez daha düşününce, bunun yine de iyi bir fikir olmadığını fark ettim. Kaligrafi kulübünün üyesi değildim, bu yüzden orada olmam diğerlerinin rahatça eğlenmesini engelleyebilirdi.
“Üzgünüm kanka. Sanırım pas geçeceğim.”
“Vay canına, bu sefer cevap vermeden önce gerçekten beş saniye bekledin. Ciddi olarak düşünüyordun, değil mi?” Shohei alay etti. Kahretsin, çok zekiydi.
“Hadi ama kanka. Utanmana gerek yok. Bizimkiler seni ısırmaz, söz veriyorum. Şaka bir yana, onlar oldukça rahat adamlar, bu yüzden senin olman onlara koymaz.”
“Yok mevzu o değil, aslında beş kuruş param yok.”
“Ben öderim kanka, ne olmuş?”
“Olmaz. Böyle şeyler bana doğru gelmiyor. Her neyse beni boş verin, siz takılın. Görüşürüz.” dedim ve ayağa kalkarak konuşmayı bitirip uzaklaştım.
Hadi ama kanka, böyle yapma.” dedi Shohei, kolumdan tutarak. Neredeyse kafamın üzerinde bir soru işareti belirdiğini hissedebiliyordum. Bugün şaşırtıcı derecede ısrarcıydı. “Yaşlı bunaklar gibi huysuzca davranmak için çok gençsin. Bunlar hayatının en güzel yılları. Hala yapabiliyorken dışarı çıkıp bunların tadını çıkarmalısın.”
“Eğleneceğimin garantisi yok.”
“Bazen eğlenmeyeceğini bilsen bile yine de katılman gerekir.”
“Kanka ne anlatıyorsun sen? Ne bu bir tür ilk okul maraton koşusu mu? Ben siktiğimin ‘maraton yarışına katılım madalyası’ gibi bir şey kazanmak istemiyorum.” Dedim öfkeyle. Sonra gereksiz şekilde yükseldiğimi fark edince boğazımı temizleyip, sakinleşmeye çalıştım. “Ücretsiz danışmanlığını ne kadar takdir etsem de, tavsiyelerine ihtiyacım yok. Kendimi yeniden keşfetmeye falan çalışmıyorum kanka. Sadece mevcut durumu korumaya çalışıyorum.”
“Öyle mi? O zaman neden son zamanlarda derslere neredeyse hiç girmedin?”
Bu beni duraksattı. İnsanların benim için endişelenmesini hiç sevmezdim ve Shohei hiç bu kadar açıkça endişeli olmamıştı. Onun iyi niyetini reddedip omuz silkerek geçiştirmek zorunda kaldığım için gerçekten kötü hissettim, ama ona gerçeği söyleyemedim. Urashima Tüneli, Anzu ile benim aramda bir sırdı, kimseyle paylaşılmamalıydı. Shohei’ye söylemek, karşılıklı güvenimizi bozmak anlamına gelirdi, bu yüzden rahatsızlığımı içime atıp sessiz kalmayı tercih ettim.
“Söylemek istemiyorsan, sorun değil. Ama şunu söyleyeyim,” diye başladı Shohei, sanki yakamdan tutacakmış gibi bana yaklaşarak. “Hayatını boşa harcamak istemiyorsan, rahatlık alanından çıkmayı öğrenmelisin kanka. Kaybedeceklerine takıntılı olmayı bırak ve kazanacaklarını düşünmeye başla.”
“Takıntılı değilim.” dedim ve onu nazikçe iterek uzaklaştırdım. “Ayrıca, hiçbir şey sonsuza kadar kaybolmaz. Her zaman geri almanın bir yolu vardır.”
Shohei bu cevabımdan sonra tamamen şaşkınlaştı, sanki ağzımdan çıkan kelimeleri anlamaya çalışıyordu. O bana ne demek istediğimi soramadan ayrılmaya karar verdim.
“Peki, Eylül’de görüşürüz,” dedim çıkarken.
Shohei pes ederek içini çekti. “…Görüşürüz kanka. Ama gelecek dönem beni ekme.”
Yaz tatilinin ilk günüydü ve ben yine Urashima Tüneli’nin dışında Anzu’yu bekliyordum. Yine çok sıcak bir gündü — insanı deliye çevirecek kadar — ama neyse ki bu sefer anlaştığımız gibi tam saat 1’de geldi.
“Beklettiğim için özür dilerim,” dedi merdivenlerden inerken, ben de ona el sallayarak selam verdim. Sıcak havaya rağmen uzun kollu bir bluz ve pantolon giymişti ve ayrıca geniş kenarlı bir güneş şapkası da takmıştı.
Adil olmak gerekirse, bugünkü amacımız tüneli keşfetmek değil, etrafındaki dağlık ormanlık alanı keşfetmek olduğu için kesinlikle buna uygun giyinmişti. Fikir, her tünelin bir girişi ve bir çıkışı olduğu idi, bu yüzden “Urashima Tüneli” adı büyük bir şaka değilse, teorik olarak tünelin altından geçtiği heybetli tepenin diğer tarafında bir yerde son bulduğunu bulabilirdik. Bu, o günkü ana hedefimizdi.
“Gerçekten bulabileceğimizi düşünüyor musun?” Yüksek sesle merak ettim. “Yani, bu dağ yamacının tamamını aramamız oldukça zor olacak.”
“Bulamazsak, yan taraftan içine doğru yeni bir tünel kazarız. Hoop, al sana kısayol.”
“…Bekle, ne?”
“Şaka yapıyorum.”
Vay canına. Hanashiro, şaka mı yapıyor? Bu günü göreceğimi hiç düşünmemiştim.
“Elbette, bu kadar pervasız bir şey önermem.” diye açıkladı. “Yani, ya çökerse ve içeride mahsur kalırsak? Soruşturma ilerleyen aşamalarda çok zorlaşırsa, bunu son çare olarak değerlendirmeyeceğim değil, ama şimdilik, hem zaman hem de emek açısından en iyi seçenek diğer çıkışı bulmaya çalışmak.”
“Zaten bunu nasıl yapabiliriz ki? Bir ekskavatör falan mı kiralayacağız?”
“Öyle gibi. Sence bu bize ne kadara mal olur?”
“Bilmiyorum.”
Bir tane kiralamayı başarsak bile, onu tünele kadar nasıl taşıyacağız? Belki de bu fikri daha başlangıçtayken eleyip işimize dönmeliyiz.
“Peki, bunu nasıl yapacağız?” diye sordum.
“Bence başlangıç olarak, dağın çevresinde tam bir tur atmalıyız. Sanırım sen benden daha deneyimli bir yürüyüşçüsün, bu yüzden önden buyur koca oğlan.”
“Elbette, şehir kızı. Sana işin inceliklerini seve seve gösteririm. Takip et.”
Bununla birlikte, işaretlenmemiş patikanın başlangıcına doğru yola çıktık.
Sadece iki saat sonra soruşturmayı sonlandırdık. Nedeni: Dağı hafife almıştık. Ormanlık alanın çok yoğun olmadığını düşünerek, fazla zorlanmadan halledebileceğimizi düşünmüştük, ancak bu yaptığımız büyük bir yanlıştı.
Ancak, nihai başarısızlığımızın en büyük nedeni, aklımızda net bir hedef olmamasıydı. Sadece A noktasından B noktasına gidiyor olsaydık neyse de ama nerede olabileceğine dair hiçbir ipucumuz olmadan belirli bir şeyi arıyorduk, bu da onu yanlışlıkla gözden kaçırmamak için tepenin her bir köşesini titizlikle aramamız gerektiği anlamına geliyordu, ki bu gerçekten çok yorucuydu.
İlk başta, bu eğlenceli bir meydan okuma gibi geldi, sanki manzaralı bir piknik yerine yürüyüşe çıkmış gibiydik. Ancak, yüzümüze çok fazla örümcek ağı yapışması ve devasa köklerin üzerine basıp düşmekten kıl payı kurtulmamızın ardından, sohbetlerimiz kesildi ve sonunda mahsur kaldık; geldiğimiz yolu bile unuttuk. Sonunda Urashima Tüneli’nin girişine geri döndüğümüzde, ikimiz de bir korku filminden çıkmış gibi görünüyorduk.
“Eh, bu fikrimde boşa çıktı. Üzgünüm.” Dedi Anzu saçından bir örümcek ağını daha çıkarırken.
“Hayır, ben de daha iyi bilmeliydim… Açıkçası, saat daha öğleden sonra üç olsa bile, bugünlük bu kadar yeter diye düşünüyorum.”
“Evet, katılıyorum. Acilen duş almam lazım…”
Böylece merdivenlerden yukarı çıkıp demiryolu raylarına geri döndük, ikimiz de eve gitmeye hazırdık. Tam o anda, korkunç bir şeyin farkına vardım. Eğilip kot pantolonumun cebini yokladım ama hiçbir şey hissetmedim. Çılgınca elimi içeri soktum, ama ne yazık ki, tamamen boştu.
“Ne oldu?” diye sordu Anzu.
“Sanırım ev anahtarlarımı düşürmüşüm…”
“Uh-oh. Onsuz idare edebilecek misin?”
“Evet, evde yedeği var. Ama babam eve gelene kadar dışarıda kalacağım, o yüzden şimdi beni birkaç saat oyalayacak bir şey bulmam gerek…”
Neyse ki, izin günlerinde işe gittiğinde genellikle eve o kadar geç gelmezdi, bu yüzden umarım sadece saat 8’e kadar beklemem gerekirdi. Garantisi yoktu tabii.
“Ö-öyleyse, bu durumda…!” Anzu endişeli tiz sesiyle kekeledi. Yüzü kıpkırmızıydı ve içimden bir ses bunun bugün güneşten olmadığını söylüyordu. Dayanılmaz bir duraksamadan sonra, daha yumuşak, daha çekingen bir sesle önerisini sundu: “Evime gelmek ister misin?”
Anzu’nun yaşadığı apartman, şehir merkezine nispeten yakındı. Otomatik kilitli giriş kapısından geçtikten sonra, kusursuz bir şekilde dezenfekte edilmiş iç koridora doğru ilerledik. Bunu asla yüksek sesle söylemezdim, ama burasının Koharu’nun yaşadığı apartman kompleksinden birkaç kat daha lüks olduğu belliydi. Sonunda bir kapının önünde durduk. Orayı Anzu’nun evi sandım, ama sonra kapıdaki ismin Hanashiro olmadığını fark ettim. Sonra, o serseri son sınıf öğrencisini dövdüğü gün bana söylediklerini hatırladım: Anzu’nun anne babası yoktu. Bunu sormadan önce bu küçük ayrıntıyı hatırladığım için çok memnun oldum.
Kapıyı açtı ve ben de onu takip ederek giriş holüne girdim. Orada, muhtemelen ellili yaşlarında yaşlı bir kadınla karşılaştık. Biber grisi saçları topuz yapılmıştı ve kolunda birkaç tane yeniden kullanılabilir alışveriş poşeti asılıydı. O alışverişe çıkmak için hazırlanırken biz içeri dalmışız gibi görünüyordu. Anzu, birlikte yaşadığı birine göre oldukça resmi bir şekilde olsa da, ona selam vermek için durdu. Bu düşünceyi kendime sakladım ve sadece onunla birlikte başımı eğdim.
“Bu senin arkadaşın mı, Anzu?”
Yaşlı kadın, yüzünde gerçek bir şaşkınlık ifadesiyle bana bakarak sordu. Sonra, sanki önceden verdiği bir sözü hatırlamış gibi, nefesini tutarak bir eliyle ağzını kapattı.
“Aman Tanrım! Ne kadar da nezaketsizim? Gitmeden önce size çay ikram edeyim mi?”
“Bize aldırma,” dedi Anzu, başını sallayarak. “İşlerini hallet.”
“Emin misin…? Peki, tamam o zaman.” Kadın bizi sıkıştırarak geçip kapıdan çıktı.
“Bu taraftan.” dedi Anzu, beni içeri çağırarak. Koridorda yürümeye başladı, ben de onu takip ettim.
“Bu arada, o benim teyzemdi,” diye açıkladı, ben sorma fırsatı bulamadan. “Kocası iki yıl önce vefat etti ve kızı da artık tek başına yaşıyor. Bu yüzden şu anda sadece ikimiz varız. Eğer neden ona bu kadar resmi davrandığımı merak ediyorsan, bunun nedeni çok samimi olmamamız. Aile gibi değil de, daha çok ev arkadaşları gibiyiz.”
“Huh. İlginç bir yaşam durumu, sanırım…”
“Sen gir.” Anzu koridorun sonundaki kapıyı açtı ve içeri girmem için eliyle işaret etti. “Hemen dönerim.”
Başka bir odaya koştu, ayak sesleri sert ahşap zeminde hoş bir ritimle yankılandı. Birkaç dakika sonra, rulo haline getirilmiş bir havlu ve bir bardakla geri döndü.
“Tamam, işte buzlu çay ve ıslak havlu.”
“Teşekkürler.”
“Hızlı bir duş alacağım. Sende bu ıslak havluyla terini silebilirsin.”
Anzu, klimayı açtıktan sonra beni yine odada yalnız bıraktı. Ne yapacağımı bilemeden yere oturdum ve buzlu çayımdan bir yudum içtim. Sonra ıslak havluyu açtım ve odayı incelerken yüzümü ve boynumu sildim.
İlk bakışta dikkatimi çeken en önemli şey, neredeyse tüm duvarı kaplayan devasa kitaplıktı. Raflarında klasik edebiyattan popüler manga kitaplarına kadar her türden kitap vardı ve hepsi yayıncıya göre düzenli bir şekilde dizilmişti. Bu, Anzu’nun detaylara önem veren kişiliğinin mükemmel bir örneğiydi. Sonra dikkatimi çeken şey, tertemiz odanın tek dağınık yeri olan yazı masası oldu. Üzerine düzensiz yığınlar halinde kitaplar istiflenmişti ve yüzeyinin her tarafına silgi tozu dağılmıştı. Ancak bu iki ayrıntı dışında, Koharu’nun yatak odası kadar sade ve sıradandı. Bunların normun istisnası mı olduğunu, yoksa kişisel deneyimimin eksikliğinden dolayı bir genç kızın odasının nasıl olması gerektiğine dair tuhaf fikirler mi edindiğimi merak ettim.
Odayı inceledikten ve kendimi tamamen temizledikten sonra, resmen sıkıldım. Bu sinir bozucuydu çünkü hiç kız arkadaşı olmayan bir erkek olarak, bir kızın odasında tek başına hiçbir şey yapmadan oturmak oldukça tedirgin ediciydi. Orada dalgın dalgın oturmak bile zordu, çünkü zihnim, sanki sadece kızların yatak odalarında var olan belirsiz tatlı kadınsı kokuyla sürekli dağılmaya devam ediyordu. Kendimi oyalamak için bir manga falan okuyabilirim diye düşündüm ve ayağa kalkıp, kitaplığa doğru yürüdüm. Anzu, bir tanesini okumama karşı çıkmaz, değil mi? Neyse ki, onda da benim okumak istediğim bir mangadan vardı, bu yüzden raftan çıkarıp aldım.
“Hm?”
O anda, manga ciltlerinin üst kısmı ile bir üst rafın alt kısmı arasına sıkışmış, sanki saklanmış gibi duran bir zarf fark ettim. Merakla, onu çıkarmak için uzandım. Zarfın ön köşesine resmi şirket adı ve logosu basılmıştı: “Yutosha Yayıncılık.” Mühür kırılmıştı, ama tabii ki başkasının zarfını karıştırmaya niyetim yoktu. Tam yerine sıkıca yerleştirirken, durdum.
Bir dakika bekle. Yutosha, oldukça büyük bir kitap şirketi değil mi?
Sonra birdenbire, yerde çaresizce çizim sayfalarını toplayan Anzu’nun görüntüsü gözümün önüne geldi. Olabilir mi? Sağduyum, çılgın merakımı bastırmak için elinden geleni yaptı ama sonunda merakım galip geldi. Titrek ellerimle mektubu zarftan dikkatlice çıkardım ve okudum.
“…Vay canına.”
Anzu odaya geri girerken kapı kolunun döndüğünü duydum. “Uzun sürdüğü için özür dilerim… Bekle, okuduğun şey-?”
“Ah evet. Üzgünüm. Çok sıkılmıştım bu yüzden bir bakayım dedim.” Yerde sırtımı yatağa dayayarak oturmuş, onun çok sayıdaki manga kitaplarından birini karıştırıyordum. “Önce sormalı mıydım?”
“Hayır, sıkıntı değil.”
Dantelli kaşkorse ve ona uyan şortuyla Anzu, o kadar açıktı ki onunla aynı odada olmak bile kalbimin hızla atmasına neden oluyordu. Gelip yanıma oturduğunda, gerginliğim daha da arttı. Okuduğum mangayı alçak masanın üzerine koyup, ortamı garipleştirmemek için zayıf bir girişimle sohbet etmeye çalıştım. “Çok manga okuyorsun, değil mi?”
“Evet, tabii ki. Bu seni şaşırttı mı?”
“Belki biraz, evet. Yani, seni okulda sadece normal kitaplar okurken gördüm.”
“Vay canına, bana çok dikkat ediyorsun.”
“Evet, şey. Sen, iyi bir konformist gibi uyum sağlamayı reddeden birisin. Dikkatimi çekmen benim suçum değil.”
Bu onu güldürdü ve bu kahkahaları duymak nedensen beni rahatlattı. Bir süre daha gündelik sohbetler yaptık, en sevdiğimiz filmler, kitaplar, yemekler vb. hakkında coşkuyla konuştuk. Öğleden sonranın sıcak ve uykulu saatlerini geçirdik; geçen her dakika bir öncekinden daha güzel geçiyordu—zaman su gibi akıp giderken, yavaş ve tatlı bir tını bırakıyordu arkasında.
“Dürüst olmak gerekirse, aslında hala anne babam var,” diye itiraf etti aniden, en nostaljik çocukluk video oyunlarımız hakkında konuşmayı yeni bitirmiştik. “Yani, artık hayatımın bir parçası olmadıkları için yalan sayılmaz ama seni kandırdığım için hala kendimi kötü hissediyorum. Gerçek şu ki, annem ve babam hala Tokyo’da yaşıyor. Ancak her zaman çok katıydılar ve sanırım benim gibi asi bir kızı idare etmek onları çok zorladı. Böylece, bir süre bu ıssız adada teyzemle yaşamamın beni değiştireceğini umarak beni denize attılar.”
“Uh, hala anakaraya bağlı olduğumuzun farkındasın, değil mi?”
“Bu bir metafordu. Fazla kafana takma.”
Kozaki, her şeyi göz önünde bulundurduğumuzda, o kadar da uzak bir yer değildi. Ancak her neyse.
“Her zaman ailemden nefret ettim.” diye devam etti.
“Hayallerimin peşinden koşmak ve kendime bir isim yapmak istediğim için, sırf onların hayatlarını boşa harcamaya karar verdikleri sıkıcı, değersiz kariyer yolları gibi ‘istikrarlı’ bir kariyer yolu olmadığı için, bana akıl hastasıymışım gibi davrandılar. Bu yüzden onları asla affetmeyeceğim. Ama asıl üzücü olan ne biliyor musun? Beni Kozaki’ye göndermeye karar verdiklerini söylediklerinde, beklediğimden çok daha fazla zorlandım. Onlardan ne kadar nefret ettiğimi söylesem de belki, azıcık da olsa, bana karşı biraz sevgi gösterirler diye bekledim. Ne kadar da aptalmışım.”
Anzu kendini suçlayarak başını salladı.
“Her neyse, evet. Tahmin edebileceğin gibi, buraya geldiğimde hala tüm bu durumdan dolayı oldukça üzgündüm. Sanki sonum gelmiş gibi hissettim ve bu beni olması gerekenden çok daha pervasız davranmaya itti. Yani, daha önce de kavga etmiştim, ama hiç kimse bana tokat atıp sonra da karnıma tekme atmamıştı. Dürüst olmak gerekirse, sen ve arkadaşın gelmeden önce neredeyse ağlayacaktım… O zaman bana ne dediğini hatırlıyor musun? Sana anne babamın olmadığını söylediğimde?”
“Evet. Neydi? Ah evet ‘Şanslısın.’ Demiştim değil mi?”
“Doğru. Sözler ağzından öylece döküldü, hiç sempati ya da kin yoktu. Bunu duyduğumda, ‘Vay canına, bu adam çok şey yaşamış olmalı’ diye düşündüm. O, hayatında benden çok daha ileride. Bu arada, okuldan sonra seni tünele kadar takip etmemin gerçek nedeni buydu. Bir insanın, sanki hiç önemi yokmuş gibi böyle bir şey söylemesine neden olabilecek şeyin ne olabileceğini bilmek zorundaydım.”
“Ha? Ciddi misin?”
“Bunun gerçekten çok düşüncesizce bir şey olduğunu biliyorum, ama… bu konuda sana hayranlık duyuyorum. Yani, yaşadığın onca şey için. Bazı insanlar hayatları boyunca bu tür bir karakter derinliği geliştiremezler. Seni bu kadar ilginç yapan şey bu, Tono-kun. Bu yüzden sana karşı kendimi tutamıyorum.”
Anzu çıplak omzunu koluma yasladığında hafif bir ağırlık hissettim. Taze yıkanmış saçlarının şampuan kokusu burnuma ulaştı ve sinapslarımı çılgına çevirdi.
“Tonu-kun…”
Yavaşça başımı yana çevirdim ve Anzu’nun yukarı doğru bakan gözleriyle karşılaştım. Kızarmış yanakları. Parıldayan gözleri. Parlak dudakları. Son çekingenliğini yutarken ki hafifçe titreyen gırtlağı…
“Tono-kun, ben… Ben sanırım…”
“Hey, Hanashiro,” diye sözünü kestim. Kasap bıçağıyla kıvranan bir balığı keser gibi acımasızca onun yarım kalan düşüncesini böldüm.
“…Evet? Ne oldu?” diye sordu, o anı mahvettiğim için açıkça kızgındı.
Sonra, hiç tereddüt etmeden, “Kendi mangalarını mı yazıyorsun?” dedim.
Bir an için, Anzu söylediklerimi anlayamadı gibi göründü. O kadar şaşkın görünüyordu ki, belki de tamamen yanlış anlamışım diye endişelenmeye başladım. Bu endişelerimin kısa sürede yersiz olduğu ortaya çıktı.
“Bekle… Nasıl… Sen?!” Anzu, tüm vücudu titreyerek, ağzını bir altın balık gibi defalarca açıp kapattı. Kızarmış yüzü daha da kızardı ve gözleri o kadar geniş açıldı ki, yerlerinden fırlayacak sandım. Yüzü, güçlü duyguların karışımıyla bir karmaşaya dönüştü; bir kısmı şaşkınlık, bir kısmı utanç ve bir kısmı da inanamama duygusuydu.
“N-n-nasıl…?” diye sordu. Bir açıklama için çaresizce yalvarıyor gibiydi.
“Kitaplıktan bir manga almak için gittiğimde, bir zarfın dışarı çıktığını fark ettim. Ne olduğunu merak ettim, içine baktım ve bir tür manga değerlendirme kağıdı olduğunu gördüm. Bilirsin, bir yayın yarışmasına orijinal bir eser gönderdiğinde aldığın türden.”
Anzu korkunç bir homurtu çıkardı ve üzerime atlayarak yakamdan yakaladı. Zaten bana yaslanmış olduğu için onu itecek yerim yoktu ve onun ağırlığıyla geriye doğru yere düştüm.
“Nasıl benim mahremiyetimi ihlal edebilirsin?!”
Şimdi üstümde çömelmiş, omuzlarımdan sarsarak başımın arkasını sert ahşap zemine vuruyordu. Kolunu sallamasının etkisiyle, kaşkorse askılarından biri omzundan kayarak sütyeninin bir kısmı ortaya çıktı. Panik içinde gözlerimi kaçırdım.
“Merak ettim, hepsi bu…” diye utangaç bir şekilde cevap verdim.
“B-başkalarının zarflarını k-karıştıramazsın!”
“Evet, biliyorum. Üzgünüm. Ama cidden, utanılacak bir şey yok.”
“Utanmıyorum! Sadece kızgınım!”
Hay aksi. Kızacağını biliyordum, ama bu kadar kızacağını bilmiyordum. Ne kadar kızdığını test etmem lazım. “Hayır, gerçekten! Bence bu çok havalı! Özellikle de senin de oldukça yüksek notlar aldığın anlaşılıyor. Ve kısa özetine bakılırsa, tam benim tarzım gibi görünüyor. Bir gün okumak isterim.”
“Ne…”
Aniden sarsıntı durdu ve Anzu omuzlarımı bıraktı. Onun altından kayarak çıktım, sonra kendimi yukarı iterek onun tam karşısına oturdum.
“Masanın silgi talaşı ile kaplı olduğunu fark ettim; hala çalışıyor musun? Bana gösterebileceğin bitmiş bir işin var mı?”
“Ne? Hayır… Hiçbiri başkalarına gösterilecek kadar iyi değil…” Anzu mırıldandı, önceki öfkesi bir anda utangaçlığa dönüşmüştü. Aslında, biraz sevimliydi.
“Eğer çalışmalarınla yarışmalara katılıyorsan, manga sanatçısı olmak istiyorsundur herhalde, değil mi? Bu durumda, kesinlikle diğer insanlardan geri bildirim almak isteyeceksin. Hadi, lütfen? Sana dürüst izlenimlerimi aktaracağıma söz veriyorum.”
“Ama çok utanç verici…”
Onu köşeye sıkıştırmıştım. Biraz daha zorladım mı, tamamdır.
“Lütfen, yalvarıyorum! Anzu Hanashiro ünlü olmadan önce onun büyük başarı yakalayan kitabını okudum diyebilmek istiyorum! Hatta, onu okuyabilmek için sana para bile veririm!”
“Hnnnnngh…”
Bu sesten Anzu’nun gururlandığını, çelişkili hissettiğini veya sinirlendiğini anlamadım, ama hangisi olursa olsun fark etmez, dört ayak üzerinde yazı masasına sürünerek çekmecelerden birinden bir yığın kağıt çıkardı. Sonra ördek yürüyüşüyle oturduğum yere geri döndü ve sanki bir tür sertifika ya da diploma gibi iki eliyle bana uzattı.
“İşte,” dedi. “Bu en yenisi… Çizimini az önce bitirdim. Gerçekten istiyorsan okuyabilirsin, sanırım.”
“Emin misin, sorun olmaz mı?”
“Sadece çok fazla beklentiyle okuma. Söyleyebileceğim tek şey muhtemelen okuduğun tüm büyük isimlerin profesyonel çalışmalarına kıyasla gerçekten çok amatörce görünecek…”
“Her neyse, yine de bakmak için sabırsızlanıyorum. Teşekkürler.”
Uzanıp iki elimle nazikçe kabul ettim. Çizdiği esere olabildiğince saygı göstermek istiyordum. İlk bakışta, kapak tasarımı son derece dikkat çekici ve etkileyiciydi; bana mağazalarda satıldığını söyleseydi, kesinlikle inanırdım. Bir kitabı asla kapağına bakarak yargılamamalıydım, biliyordum, ama içeriğinin de buna yakışır derecede iyi olacağına dair büyük umutlar beslemeden edemiyordum. Heyecanla ilk sayfayı açtım.
Oda sessizliğe büründü. Başka hiçbir sesin olmaması, klima ünitesinin çıkardığı uğultulu beyaz gürültünün gerçekte olduğundan çok daha yüksek gelmesine neden oluyordu. Ben okurken Anzu son derece gergin görünüyordu. Sürekli saçlarıyla oynuyor, oturma pozisyonunu düzeltiyor ve genel olarak çok huzursuz görünüyordu. Tanımadığımı sandığım bu yeni ve sevimli yönüyle eğlenen ben, sayfayı her çevirdiğimde ona gizlice bakıyordum, ta ki o bana kızıp hikayeye odaklanmamı söyleyene kadar. İçtenlikle özür diledim ve o andan itibaren söylenenleri yaptım.
Beş dakika geçmeden mangayı bitirdim. Eğer bir tür vermem gerekseydi, bilim kurgu olarak sınıflandırırdım. Bu, kıyamet sonrası bir dünyada tek başına kalan bir kızın, diğer hayatta kalanları aramak için ülkeyi dolaştığı bir hikayeydi.
“…E-e, nasıl?” Anzu, sesinde duyulan endişeyle dikkatlice sordu. Resmi oturma pozisyonunda dizlerinin üzerinde dik oturuyordu. Söz verdiğim gibi, ona dürüstçe yorumumu söyledim.
“Cidden söylüyorum ki; çok güzel. Tek kelimeyle bayıldım!” Hayranlıkla el yazmasını havaya kaldırarak haykırdım. “Ana karakteri süper sevimli ve etkileyici buldum. Özellikle son sahnede, onun aslında kendini insan sanan bir android olduğunu öğreniyoruz. İlk başta çok sert vurulmasına rağmen yine de ayağa kalkıp hayatta kalanları aramaya devam etmesi… Bu kısım beni gerçekten çok etkiledi. Oh evet, ayrıca onun başından beri bir android olduğunu ima etmek için hikayeye serpiştirdiğin önseziler de çok hoşuma gitti. İlk okuduğumda hiç fark etmemiştim, ama şimdi başka neler kaçırdığımı görmek için tekrar okumak istiyorum. Kesinlikle çok sürükleyici bir kitaptı. Her dakikasından çok keyif aldım.”
“Cidden mi?” Anzu, cırtlak ve coşkulu bir sesle cevap verdi.
Evet. Bana bunun büyük bir haftalık dergide yayınlanan tek seferlik bir hikaye olduğunu söyleseydin bile inanırdım. Gerçekten inanılmaz, dürüstçe söylüyorum. Senin bu kadar yetenekli bir sanatçı olduğunu bilmiyordum, hikaye anlatıcılığını saymıyorum bile. Ve zaten kendini ortaya koyup, yarışmalara katılıp, çeşitli şeylere giriyor olman bile oldukça güzel…”
“Uh, özür dilerim, bir saniye dur lütfen.” Diye kesti beni Anzu. Dik durdu, sonra yatağına atladı ve yüzünü yastığa gömdü. İlk başta ne olduğunu anlamadım, ama sonra bacaklarını hızla yukarı aşağı sallamaya ve sevinçle çığlık atmaya başladı.
“H-Hanashiro?”
Tek duyabildiğim, onun boğuk sevinç çığlıklarıydı. Bu sevinci benden saklamaya mı çalışıyordu bilmiyordum ancak yorumumdan bu kadar sevinç duyması beni de mutlu etmişti. Birkaç saniye boyunca bu şekilde tüm hızıyla bacaklarını tekmelemeye devam etti, ta ki sonunda, sanki pili bitmiş gibi birdenbire durana kadar. Yavaşça vücudunu döndürdü, sonra dik oturdu ve kendini toplamaya çalıştı. Saçları alnına yapışmış ve statik elektrikten kıvrılmıştı.
“…Eh, sanırım bu mutluluk bana önümüzdeki beş yıl yeter.” dedi.
“Ha ha. Gördün mü, bakmama izin vermen iyi olmuş! Eğer benim için ‘eleştirmemi’ istediğin başka eserin varsa, söylemen yeter. Bir gün bunu meslek olarak yapmak istiyorsan, geri bildirim alman kesinlikle iyi bir fikir bence.”
“Yani, aslında profesyonel olmaya çalışmıyorum – büyük bir başarı elde etmek için yeterince çalışmıyorum. Sadece eğlence için ve geri bildirimleri sevdiğim için bazen yarışmalara eserlerimi gönderiyorum…”
“Huh, gerçekten mi? Çok yazık. Oysaki eserin mükemmel.”
“Hayır, değil…” Anzu utangaç bir şekilde mırıldandı ve benden başka bir yere bakmak için başını çevirdi. Yine kulaklarına kadar kızarmıştı. Onun sakinleşmesini bekledikten sonra bir sonraki soruma geçtim.
“Hey, sana bir şey sormak istiyorum.”
“Öyle mi? Neymiş?”
“Daha önce Urashima Tüneli’nde bulduğumuz tüm o belgeler… Daha önce yazdığın mangalardan mı?”
Anzu’nun gözleri bir anlığına büyüdü, ancak bir saniye sonra duruşunu düzeltti ve onaylayarak başını salladı. “Evet. Onları ilkokuldayken çizmiştim.”
“Aha. Demek haklıymışım…”
O anda gördüğüm kısa bakıştan, bunların manga sayfaları olduğundan oldukça emindim; sadece Anzu için ne anlama geldiklerini bilmiyordum.
“Bu arada, özür dilerim,” dedi. “Orada bencil davrandım…”
“Boş ver. Olan oldu. Eğer sakıncası yoksa, o sayfaların senin için ne anlama geldiğini bilmek isterim.”
Anzu pes etmiş bir şekilde içini çekti, sonra yumuşak ve uysal bir sesle cevap verdi. “Hepsi ailemin attığı eski hikayelerim.”
“Bekle. Sanat eserlerini çöpe mi attılar?”
“Evet. On yaşındayken, dersin ortasında resim çizdiğim için başım belaya girdi ve velilerle toplantısında ailem bunu öğrendi. “Bana ‘gerçek dünyada bir şey başarmama yardımcı olmayacak’ şeylerle zamanımı boşa harcamamamı söylediler, sonra da o ana kadar çizdiğim her şeyi çöpe atarken bana izlettiler.”
“…Ah. Bu oldukça zalimceymiş.”
“O sayfalara çok zaman ve emek harcadım. Gözlerimden yaşlar boşaldı ve ailemle büyük bir kavga ettim. O andan itibaren, sırf onlara inat, beni görebilecekleri bir yerde, elimden geldiğince çizmeye devam ettim. Bunu kimseye söylemedim ama ne olursa olsun manga çizmekten vazgeçmedim. Dürüst olmak gerekirse, onlarla olan tüm sorunlarımın kaynağı buydu ve sonunda beni kovup buraya göndermelerine neden olan da buydu.”
“Kahretsin…”
Bu oldukça ağır bir konuydu.
Şimdi Anzu’nun tünelde o sayfaları toplamaya çalışırken neden bu kadar vahşileştiğini anlıyordum. Ancak, ailesi şiddetle karşı çıkmasına rağmen, sevdiği şeyi yapmaya devam ettiği için onun kararlılığına saygı duymak zorundaydım. Bu tür bir tutku oldukça asildi bence.
“Ama demek istediğim, madem manga yapmayı bu kadar çok seviyorsan, neden bunu benden saklama ihtiyacı hissettin ki? Özellikle de bu konuda çok iyi olduğunu düşünürsek.”
“Çünkü bu benim için çok önemliydi.”
“Huh. Sanatçı olmak böyle bir şey mi?”
“En azından benim için öyle.” dedi Anzu, dudağını ısırarak. Uzun bir an durakladı ve sonra konuyu değiştirdi: “…Ama neden eski mangam Urashima Tüneli’nin içinde ortaya çıktı?”
“Ne demek istiyorsun? Muhtemelen geri istediğin için, sanırım.”
“Huh… geri istemiştim, değil mi?”
“Bana sorma. Ben nereden bileyim?”
“Dürüst olmak gerekirse, ben de yüzde yüz emin değilim. Bunca yıl boyunca onu geri almak için içimde derin bir istek besleyip beslemediğim konusunda… Evet, o kadar emin değilim.”
“Gerçekten mi? Huh…” diye cevap verdim, tavana bakıp, yatağa yaslanarak. Sonra birdenbire, bir aydınlanma hissettim ve küçük bir çığlık attım. Anzu bana hafifçe şaşkın bir şekilde baktı. Açıkçası, ben de bu yaptığıma şaşırdım.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Oh, uh. Hiçbir şey.” diye yalan söyledim. “Endişelenme…”
Bu sırada beynim ışık hızında çalışıyordu. Orada bir şey vardı, sanki dipsiz bir boşluğun dibinde soluk, parıldayan bir ışık gibi. Düşün, Kaoru. Önemli bir şey olduğunu biliyordum. Sonunda ihtiyacım olan tüm parçaları bir araya getirmiş gibi hissettim; sadece onları birleştirmek için doğru yolu bulmam gerekiyordu, bir şey yerine oturana kadar farklı kombinasyonları denemeliydim. Uzun süre kafamı yorduktan sonra, sonunda aradığım çıkarıma vardım: Urashima Tüneli’nde şimdiye kadar bulduğumuz her şeyin ortak bir özelliği vardı. Asla aktif olarak istediğimiz şeyler değildi, sadece geçmişimizden kalan şeylerdi…
Bu düşünceyi tamamlayamadan, ön kapının açılma sesini duydum. Anzu’nun teyzesi alışverişten dönmüş olmalıydı. Duvar saatine baktım ve saatin 7 olduğunu gördüm. Anzu’ya yeni hipotezimi şimdilik söylemememin en iyisi olduğuna karar verdim. Birincisi, bu hala doğrulanmamıştı ve gereksiz spekülasyonlarla kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramazdı.
“Peki, ben eve gitmeliyim.” dedim, ayağa kalkarak.
“Oh… Peki, tamam…” dedi Anzu, omuzlarını düşürerek.
Ugh, o yüzü yapma. Beni kötü hissettiriyorsun.
“Tünelde ne zaman buluşacağımıza karar vermeliyiz.” dedim. “Sırada neyi araştırmamız gerektiği konusunda bir fikrin var mı?”
“Hayır, aslında soruşturmayı sonlandırmanın zamanı geldiğini düşünüyordum. Yani, gerçekten incelememiz gereken başka bir şey aklıma gelmiyor,” dedi, sonra omuzlarını düzeltti ve gözlerimin içine baktı. “Artık test falan yok. Sanırım sonunda gerçek için hazırız.”
“Gerçek derken…?”
“Kız kardeşini geri almanın ve beni olağanüstü biri yapmanın zamanı geldi. Oraya gireceğiz ve ikimizin de dilekleri gerçekleşene kadar dışarı çıkmayacağız.”
Ağzımda biriken tükürüğü yuttum. Sonunda zamanı gelmişti.
“Aklında bir tarih var mı?”
“Evet. 2 Ağustos’u düşünüyorum.”
“Tamam. Bana da uyar ama… Neden özellikle 2 ağustos?”
“Özel bir neden yok… Sadece birkaç günlük ara vermenin akıllıca olacağını düşündüm, hepsi bu.”
Haklıydı; yapmamız gereken çok hazırlık vardı — sadece tünele götürmemiz gerekenler açısından değil, geri döndüğümüzde olabilecekler için de hazırlıklı olmamız gerekiyordu. Ayrıntıları daha sonra mesajlaşarak kararlaştırmaya karar verdik ve Anzu beni giriş kapısına kadar geçirdi. Orada ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım.
“Tamam. O zaman sonra görüşürüz.”
“Hey, şey… Tono-kun?”
“Evet?”
Anzu bana bir şey söylemek için cesaretini toplasa da sonradan tereddütle vazgeçti. “…Üzgünüm. Önemli bir şey değil. Eve dikkatli git, tamam mı?”
“Tamam. Görüşürüz.”
Arkamdaki kapıyı kapatmak için döndüğümde, Anzu’nun yüzünü son bir kez gördüm. Birazcık üzgün görünüyordu bu da kalbimde bir suçluluk duygusu uyandırdı.
……………….
Tünele girmeyi planladığımız günden bir hafta önce, sabahı yatak odamda keyifle tembellik yaparken Anzu’dan bir mesaj aldım.
Kawasaki beni festivale davet etti. Sende gelecek misin?
Şu anda sadece yıllık havai fişek festivali vardı. Bu, bölgedeki en büyük yerel etkinlikti ve her yerden binlerce insan, devasa bir gösteriyle ateşlenen altı binden fazla havai fişeği görmek için akın ediyordu. Karen hayattayken ben de birkaç kez oraya gitmiştim, ama o günün bugün olduğunu fark bilmiyordum. Açıkça söylemek gerekirse, gitmeye ilgim sıfırın altındaydı. Kalabalıktan nefret ederdim.
Anzu’nun mesajına cevap yazmaya başladım: Hayır, ben böyle, iyiyim. Düşündüğün için teşekkürler.
Geriye sadece gönder düğmesine basmak kalmıştı, ama parmaklarım yerinde durdu. İki şüphe beni duraksattı. İlki, Anzu’nun ifadesine dayanıyordu: “İlgilenir misin?” yerine “Gelecek misin?” gibi bir ifade kullanmıştı. Belki de fazla anlam yüklüyordum, ama sanki sadece o ve Koharu gidecekse pek gitmek istemiyormuş gibi geldi ve ben de gitmeyi kabul edersem daveti kabul edecekti. Koharu’nun son zamanlarda yaşadıklarını bildiğim için, onu reddetmeye gönlüm el vermedi, özellikle de sosyal hayatını sıfırdan yeniden kurmak için bu kadar çaba sarf ederken. Ancak tereddüt etmemin ikinci nedeni, Shohei’nin kaligrafi kulübü üyeleriyle birlikte öğle yemeğine davet ettiği zamanın aklıma gelmeseydi. Bunun benim için son olabileceğini, bu yüzden kaçırmamam gerektiğini söylemişti.
“Bilmiyorum…” diye mırıldandım, yatakta huzursuzca dönüp durarak. Sonra aşağıda banyo kapısının açılma sesini duydum. Babamdı. Neden hafta içi evde olduğunu bilmiyordum, ama evdeydi. Belki hafta sonuna denk gelen bir tatili telafi etmek içindi, ya da belki ücretli izin gününü kullanmıştı. Her halükarda, onunla hiçbir şekilde etkileşime girmek istemiyordum.
“… Hay geleceğin vakte.”
Yazdığım mesajı sildim ve yeni bir mesaj yazdım: “Gelirim. Nerede ve saat kaçta buluşacağız?”
İkinci kez düşünmeden gönder düğmesine bastım. Babamla uğraşmaktan daha çok nefret ettiğim bir şey yoktu, bu yüzden en azından gidip eğlenmeye çalışayım dedim. Ancak o durumda, aniden dışarı çıkabilmek için temizlenmem gerekiyordu. Aşağıya oturma odasına indim ve babamı yerde bir minder üzerinde oturmuş, anlamsız bir televizyon programı izlerken buldum. Ona seslenmeden önce derin bir nefes aldım.
“Baba.”
“Hm? Ne oldu, Kaoru?”
“Bu gece biraz dışarı çıkacağım.”
“Ah, anlıyorum. Ne kadar geç kalacaksın?
“Gece yarısından önce evde olurum, merak etme.”
“Akşam yemeği ister misin?”
“Dışarıdayken yerim.”
“Haklısın. İyi eğlenceler.”
Başımı salladım ve doğruca yatak odama döndüm. Vay be. Babamla, kavga etmeden gerçek, medeni bir konuşma yaptığımıza inanamıyordum. Düşününce, son zamanlarda çoğu zaman çok iyi bir ruh hali içindeydi. Genelde varlığımı bile fark etmezdi, ama az önce bana akşam yemeğini sordu ve hatta eğlenmemi söyledi. Karen ölmeden önce bile bana böyle bir şey söylememişti. Urashima Tüneli’ndeki son görevimizden sonra; bir hafta boyunca arkadaşımın evinde kalacağımı ve bir gün geç döneceğimi söylediğimde, tek kelime bile şikayet etmemişti. Bu ani fikir değişikliğine neyin sebep olabileceğini düşünmeye çalıştım; belki iş yerinde başına iyi bir şey gelmişti? Bir an düşündükten sonra omuz silktim. Fazla düşünmeye değmezdi.
Hava açık turuncudan koyu kırmızıya dönüşmeye başladığında, Anzu’nun buluşmamızı önerdiği otobüs durağına vardım. Genellikle orada otobüs bekleyen tek bir insan bile bulamazdık ancak festival gecesi olduğu için, durakta oldukça uzun bir kuyruk vardı ve bazıları geleneksel yazlık yukata ve jinbei giyiyordu. Gösterinin başlamasına beş dakika kalmasına rağmen Anzu ve Koharu ortada yoktu. Endişelenerek etrafa bakınırken birden biri omuzuma vurdu. Arkamı döndüğümde bana vuranın Anzu olduğunu gördüm; esintili deniz salyangozu renginde bir yazlık elbise giymişti.
“Selam. Çok beklettim mi?” diye sordu.
“Hayır, ben de yeni geldim.”
“Harika. Kawasaki’den henüz haber yok mu?”
“Hayır. Sanırım geç kalıyor… Oh, bekle.”
Tam o sırada, geleneksel festival kıyafetleri içinde karşı kaldırımdan aşağıya doğru gelen onu gördüm. Bizi fark eder etmez, caddenin karşısına geçmek için yaya geçidinden koşarak geldi, tahta sandaletleri kaldırımda tıkır tıkır sesler çıkarıyordu. Altın balık desenli yumuşak pembe yukata’sı içinde çok sevimli görünüyordu, ama beni gördüğü anda yüzü tiksinti ile buruştu.
“Ugh. Senin ne işin var burada Tono?”
Cidden mi Hanashiro? Geleceğimi ona söylemedin mi?
“Onu ben davet ettim,” diye açıkladı Anzu. “Ne kadar çok olursa o kadar iyi olur diye düşündüm.”
“Oh, öyle mi? Anuz davet etmişse, sorun yok sanırım… “
“Anzu derken?” diye şaşırarak sordum.
“Artık arkadaş olduğumuz için bana böyle seslenmekte ısrar etti.” Anzu, bu gelişmeden hiç de memnun olmadığını belli ederek açıkladı.
Aha. Demek ki birbirlerini ilk isimleriyle çağırıyorlardı. Ya da en azından biri öyle yapıyordu. Gülümsedim. “İkinizin bu kadar iyi anlaştığını görmek ne güzel.”
Söylediklerimde ciddi olmama rağmen Anzu bunu bir iğneleme olarak algılayıp omzuma sertçe vurdu. Kısa bir süre sonra otobüs geldi ve üçümüzde otobüse bindik. Otobüs zaten oldukça doluydu, ama şans eseri Anzu ve Koharu için koltuk bulabildik (ben ise ayakta kalmak zorunda kaldım). Otomatik kapılar kapandı ve otobüs bir sonraki durağına doğru hareket ederken motor çalışmaya başladı.
“Hey, yukatamı beğendin mi?”
Koharu, Anzu’ya sordu.
“Ne düşünüyorsun, Tono-kun?” Anzu ise topu bana attı.
Hay… ne diyeyim ki?
“Ben, şey… yani… oldukça iyi görünüyor, gerçekten.” Diye kekeledim.
“O zaman ben de aynı fikirdeyim,” dedi Anzu.
“…Siz kesinlikle çıkıyorsunuz, değil mi?” Koharu bana şüpheyle baktı.
Ne Anzu ne de ben inkar edecek tek bir kelime bile söylemedik.
Işık değişti ve otobüs şoförü frenlere sertçe bastı, ani hız değişikliği nedeniyle dengemi kaybettim. Son saniye üstündeki tutamağı yakalayıp, dengemi yeniden kazandım. Az kalsın yere düşüyordum. Uff, az kalsın ölüyordumm.
Koharu bana bir bakış attı ve onaylamayan bir iç çekişle başını salladı. “Tanrım, bu ezikte ne buluyorsun ki, Anzu?”
“Neden ona ezik diyorsun?”
“Yani, alınma ama o biraz beceriksiz. Kişiliği de iyi değil, gerçek bir becerisi ya da mizah anlayışı yok ve o kadar da çekici sayılmaz—”
“Onun hakkında böyle konuşma.” diye araya girdi Anzu, sesi buz gibi keskin ve soğuktu.
“Ugh… T-tamam, peki,” Koharu yüzünü buruşturarak dikkatini tekrar bana çevirdi. “O zaman Anzu’da ilgini çeken ilk şey neydi, Tono?”
“Bekle, ne?!” Şaşkınlık içinde tükürdüm.
“Ooh, evet. Ben de çok merak ediyorum,” dedi Anzu.
Şimdi ikisi de bana umutla bakıyorlardı. Resmen köşeye sıkışmıştım.
“Yani, böyle bir şeyi kelimelerle ifade etmek oldukça zor, anlarsın ya…? Ayrıca, beni biraz zor durumda bırakıyorsun…”
“Ne, hiçbir şey aklına gelmiyor mu?” dedi Anzu, kaşlarını üzüntüyle çatarak.
Kahretsin.
Şimdi gerçekten bir şeyler uydurmam gerekiyordu, yoksa daha sonra başıma bela olacaktı. Kafa yordum ve bu kadar kısa sürede bulabileceğim en güvenli, en az klişe cevabı vermeye çalıştım. “… Şey, eğer bir şey seçmek zorunda kalsam, o zaman sanırım bu, şey…”
“Hadi ama,” Koharu ısrar etti. “Bütün gün seni bekleyemeyiz.”
“Onun… kokusu desem?”
Koharu’nun yüzü seğirdi ve savunma pozisyonuna geçerek sıkıca tutundu. Yabancı birine karşı duyduğu tehlike hissiyle, kafasında alarm zilleri çalıyormuşçasına, iki eliyle üst kollarını sıktı.
Hay içine… Diyebilecek onca şey içinden en saçmasını seçtim.
“Iyy, iğrenç?! Gözlerine güzel gelen şeyi sordum, gidip kokla demedim, iğrenç sapık. Bir kızın çekiciliğini değerlendirirken kullandığın kriterler bunlar mı? Kokusu mu? Ciddi misin ya?! Harika, şimdi duş almam lazım. Ugh.”
“Hayır, hayır!” Çılgınca ellerimi ileri geri salladım. “Her şeyi yanlış anladın, yemin ederim! Rastgele kızları koklamaya falan çalışmıyorum, yemin ederim! Hanashiro’nun ki bile sadece denk geldi.”
“Oh, gerçektennnn mi? Birisi ‘tesadüfen’ birinin kokusunu nasıl alır, akıllı adam? Son zamanlarda ikiniz ne tür eğlenceli aktiviteler yapıyorsunuz?”
“Lütfen kafandaki pis düşünceleri sil. Öyle bir şey yok… Hadi ama, Hanashiro. Bana bir ipucu ver.” diye yalvardım.
Anzu ise bana dikkatini vermiyordu; yüzünde düşünceli ve endişeli bir ifadeyle kendi kollarını koklamakla meşguldü.
“Kokum mu var?” diye kendi kendine mırıldandı.
Otobüsten indikten sonra festival alanına doğru yürüdük. Bu sırada hava kararmıştı, ama şansımıza gece gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu; havai fişek gösterisi için mükemmel bir havaydı. Havai fişekler büyük nehrin diğer tarafından atılacaktı, ancak tüm seyirciler nehir kenarındaki yiyecek stantlarının ve diğer şeylerin bulunduğu tarafta kalıp izlemek zorundaydı.
Otobüs durağından festival alanına olan mesafe kısaydı bu yüzden yol kenarında duran arabaların gürültülü egzoz sesleri arasında bile festivali keyifle izleyen kalabalığın uğultusunu duyabiliyorduk. Caddeyi geçip biraz yürüdükten sonra, kastella keki gibi tatlı bir koku aldım.
“Peki, festivalde yapmak istediğiniz özel bir şey var mı?” dedim kaldırımda yavaşça yürürken.
Anzu başını salladı.
“Evet, benimde.” dedi Koharu. “Yine de gitmeden önce bir ara zıplayan topları yakalamak için balık tutmak istiyordum.”
“Öyle mi? Sevimliymiş. Beş yaşındayken bunu yapmayı çok severdim.”
Koharu bir an şaşkın göründü, sonra yüzü kıpkırmızı oldu. “Ne… Hayır! B-ben kendim için istemiyorum! Küçük kardeşlerim için! Benden, üzerinde sivri uçlar olan büyük sıkılabilir oyuncaklardan bir tane eve getirmemi istediler!”
Evet, onları hatırlıyorum. Bir hafta kadar kullandım, sonra büyük bir delik açıldı ve içi boş bir plastik kabuk haline geldi.
“Ah, çok naziksin.” dedim gülümseyerek. “Biliyor musun, hala onlarla kart oynaman falan, şaşırtıcı derecede iyi bir abla gibi görünüyorsun.”
“Hey! “Şaşırtıcı” da ne demek? …Ah doğru ya, Anzu senin kardeşin var mı?”
“Hayır. Ben tek çocuğum.”
“Vay canına, bu harika. Her zaman tek çocuk olmak istemişimdir.”
“Gerçekten mi? Şahsen, hep bir erkek ya da kız kardeşim olmasını istemişimdir.”
“Ha ha, hayır… İnan bana, onlar sadece baş belası. Her zaman onlarla oynaman için seni rahatsız ediyorlar ya da bir yere gitmek istediklerinde onlara eşlik etmeni istiyorlar… Ve en kötüsü, birlikte banyo yapmak zorunda kalabiliyoruz…”
“B-bekle, öyle bir şey mi var?”
Anzu’nun benim dışımda biriyle normal bir sohbeti olduğunu görmek bana bir tür tatmin duygusu verdi.Son zamanlarda bizim kavgacı asi çocuğumuzun bu kadar sosyalleştiğine inanmak zordu. Onların canlı tartışmalarını bölmek istemeden, güvenli bir mesafeden ikiliyi takip ederken, en büyük çocuğunu üniversiteye gönderen gururlu bir ebeveyn gibi hissettim.
Olayın merkezine yaklaştıkça kalabalık iyice yoğunlaştı. Bu bölgede çok daha fazla yemek standı vardı, bunu havada dolaşan kızarmış yiyeceklerin ve yakisoba sosunun lezzetli kokuları da kanıtlıyordu. Kısa bir süre sonra, birinin karnının yüksek sesle guruldadığını duydum; sanki çizgi filmden çıkmış bir ses efekti gibiydi.
“Ohaaa, Kawasaki!” dedi Anzu, alaycı bir biçimde.
“Oh, hayır, hayır, hayır! Yalan söyleme! O sendin, ben değil!” dedi Koharu, ellerini huysuzca beline koyarak ve büyük bir homurtuyla.
Vay canına. Hanashiro cidden Kawasaki’yi manipüle etmeye mi çalıştın? Nesin sen ilkokul çocuğu mu? Uzaktan bile, karnı guruldayan kişinin Anzu olduğunu anlayabiliyordum.
“Acıktıysan, bir yerde durup bir şeyler yiyebiliriz,” diye teklif etti Koharu. “Havai fişek gösterisinin başlamasına daha çok var.”
Telefonumu kontrol ettim, saat 7 olmuştu, yani gösteri bir saat sonra başlayacaktı. Nehir kıyısı boyunca ilerlerken, farklı yemek seçeneklerini inceleyerek zaman geçirmeyi kararlaştırdık. Birkaç tezgahı geçtikten sonra, Anzu birinin önünde aniden durdu ve merak ve hayranlıkla ızgara kalamarların sergilendiği vitrine bakakaldı.
“Vay canına, bu şey… bütün bir kalamar mı, ızgara yapıp şiş mi takmışlar…?”
“Evet, Hanashiro… Bu yüzden buna şiş üzerinde ızgara kalamar diyorlar ya. Ya da bir saniye, harbiden bunlardan hiç görmedin mi?” diye sordum.
Kafasını salladı. “Yani, muhtemelen televizyonda birkaç kez görmüşümdür, ama daha önce hiç festivale falan gitmedim…”
“Vay canına, gerçekten mi?”
Muhtemelen Tokyo’da geleneksel tarzda festivaller pek fazla yoktu, ya da büyürken onu oraya götürecek kimsesi olmamıştı.
“Daha önce hiç denedin mi?” diye sordu. “Tadı güzel mi?”
“Evet, harikalar. Neden bir tane alıp kendin görmüyorsun?”
“Ugh. Cazip geliyor, ama takoyaki de çok canım çekiyor…” dedi açıkça sızlanarak.
“Peki, o zaman ikisini de alalım mı?” dedi Koharu. “Hemen şurada da takoyaki standı var. Ben de oldukça acıktım, o yüzden sıraya girip beklemek isterim.”
“Gerçekten mi? O zaman ikimiz için alabilir misin?”
“Tabii ki!”
Anzu ona biraz para verdikten sonra Koharu tahta sandaletleriyle takoyaki standına doğru tıklatarak uzaklaştı. Bu sırada Anzu, tezgâhı işleten yaşlı adamdan ızgara kalamar siparişini vermişti. Burnuma yakın bir yerden Worcestershire sosunun iştah açıcı kokusu geldiğinde, ben de acıkmaya başladım ve yolda geçtiğimiz yakisoba standını hatırladım.
“Hey, ben gidip bi koşu yakisoba alacağım.”
“Tamam. Kawasaki senden önce gelirse, yemek salonunda bekleriz.”
“Tamam.”
Dönüp geldiğimiz yoldan geri yürüdüm.
Neyse ki, sıra çok uzun değildi de yakisoba’mı alıp hızlıca dışarı çıkabildim. Toplam dört yüz yen tutmuştu. Geri döndüğümde Anzu’yu kalamar standının önünde bulamayınca yemek çadırının içine bir göz attım ve ikisini oturmuş yemek yerken buldum. Anzu’nun kalamarın ilk ısırığını alırken ki görüntüsünü görmek için tam zamanında gelmiştim; çok beğenmiş gibi görünüyordu. Oturacak bir yer aradım ancak tüm bankların dolu olduğunu görünce vazgeçtim. Ayakta yemek yemeye razı olarak, ilk lokmayı ağzıma atmak üzereydim ki Anzu beni durdurdu.
“Hey, bir dakika bekle. Kawasaki, biraz şöyle kayabilir misin?”
“Tabii, oldu mu?”
“Harika, teşekkürler. Gel, otur Tono-kun.”
Anzu, yanında açılan, ancak otuz santimetre kadar olan boşluğa eliyle vurdu. Onun düşünceli davranışına teşekkür ettim ve oturdum. Tam olarak rahat sayılmazdı, ama ayakta durmaktan iyiydi ve bunun için minnettardım. Omuzlarımızın sürekli birbirine sürtünmesi beni biraz geriyordu.
Yakisoba’nın bulunduğu plastik paketleri açtım ve çubuklarla birer birer kalın erişteleri yemeye başladım. Tamamen sosla kaplı olduklarından bazıları için biraz fazla yağlı olabilirdi, ama ben çok sevdim.
“Hey, Tono-kun!” Anzu omzuma dokundu. Dönüp baktığımda onun bana bir kürdan üzerinde takoyaki tutarak kocaman bir gülümsemeyle baktığını gördüm.
“Ağzını aç!”
“Şey, hayır, teşekkürler. Ben iyiyim…”
Koharu, Anzu’nun omzunun üzerinden bana anında ölümcül bir bakış attı, sanki “Şu lanet takoyaki’yi hemen ye, yoksa…”der gibiydi. Hayatımdan endişe duyarak, arkadaşlarımın baskısına boyun eğdim ve ağzımı genişçe açarak onun tümünü ağzıma sokmasına izin verdim.
“Aman Tanrım!” Ağzım doluyken çığlık attım. “Çok sıcak. Sıcak. sıcak. sıcak. Yandım, haaaah”
Kızlar kahkahalara boğuldu. En azından birileri benim yanan damağıma karşın eğlenebiliyordu. Her bir ısırıkta acı çekerek, sıcak patates gibi ağzımın içinde yuvarlamaya çalıştım ve sonunda erimiş lav topunu boğazımdan aşağı yuvarladım. Sonunda dilim kanıyor gibi hissettim.
“Üzgünüm, kendimi tutamadım.” dedi Anzu, şiddetli bir kahkaha krizinden çıkarak. “Ama bil diye söylüyorum, bu Kawasaki’nin fikriydi!”
“Çoğu erkek Anzu gibi güzel bir kızın kendilerine yemek vermesi için her şeyi yapar! Şimdi her lokmanın tadını çıkar!” diye kıkırdadı Koharu.
Sıcak olduğu için hiçbir şeyin tadını çıkaramamıştım ama yine de itaatkar bir şekilde başımı salladım. Yakisoba’mın yaklaşık yarısını sessizce yemeye devam ettim, ta ki Anzu ayağa kalkıp bize içecek almaya gideceğini söyleyene kadar.
“Seninle gelmemi ister misin?” diye teklif etti Koharu.
“Hayır, beraber gidersek yerimizi kaybederiz. Tek hallederim.”
“Emin misin? Peki, tamam. Bana Cheerio Kola al. Eğer yoksa da herhangi birini alabilirsin.”
Ya da koladan herhangi biri, eğer yoksa.
“Varsa bir şişe Lifeguard alayım.” diye ekledim. “Yoksa da bana da aynısından al.”
Anzu “Anladım. Birazdan dönerim.” Dedi ve ayrıldı.
“O çok değişti…” dedi Koharu Anzu gittikten sonra.
“Harbiden öyle…” Başımı salladım, ilk kez onunla aynı fikirdeydim; belki de hayatımda ilk kez. “Sen de en az onun kadar, hatta belki daha fazla değiştin diyebilirim. Yani artık tamamen farklı bir insansın.”
“Evet… Biliyorum. İnan bana, bunu fark eden ilk kişi sen değilsin. Anzu buraya geldiğinden beri bir çoğumuz değişti.” dedi Koharu sevgiyle.
Haklıydı, ama ben hala Anzu’nun okulunun değişmesinin onun kişilik değişikliğinden çok daha büyük bir sarsıntı olduğunu düşünüyordum. Koharu’nun uzun vadede yeni kimliğiyle gerçekten daha mutlu olup olmayacağı henüz belli değildi, ama en azından çok kısa bir sürede oldukça olgunlaşmıştı. Ben olsaydım, insanların beni korkutucu birinden ziyade iyi kalpli bir insan olarak görmesini kesinlikle tercih ederdim.
“…Ona gerçekten minnettarım, biliyorsun. Bir gün bu iyiliğin karşılığını ödeyebilirim umarım.”
Koharu gözlerinde hayranlık ve saygıyla göğe bakarken, göğsüm melankoli ile doldu. Bu duyguyu çabucak silkelemek için kalan yakisobama daldım.
Bir süre sonra Anzu geri döndü ve üçümüz içeceklerimizi yudumlarken rahat rahat sohbet ettik. Biraz acıkınca da bir parça castella pandispanya aldık ve üçe böldük. Dışarıda ilk atışın ıslığı duyulana kadar yaklaşan havai fişek gösterisini tamamen unutmuştuk.
“Ah, lanet olsun,” dedi Koharu. “Şu anda nehir kenarı muhtemelen tıklım tıklımdır. Acele etsek iyi olur, yoksa oturmak için yer bulamayacağız.”
Kalan kekleri ağzımıza tıkıştırıp içeceklerimizi içtikten sonra yola çıktık. Koharu’nun önceden söylediği gibi, set insanlarla dolup taşıyordu. Ayakta duramayacağımız kadar kalabalık değildi, ama tüm yamaç mavi brandalarla kaplıydı ve üzerinde aileler ve arkadaş grupları uzanmıştı. Kalabalığın arasından geçerek oturmak için bir yer aradık ve sonunda üç kişinin sığabileceği küçük bir boşluk bulduk. Koharu, çantasından kendi kareli piknik örtüsünü çıkardı ve çıplak toprağın üzerine serdi. Açıkça sadece iki kişi oturmak için tasarlanmıştı, ama üçümüz de rahatlıkla sığabildik.
Yerleştikten sonra, nihayet havai fişekleri görebileceğim için heyecanla gece gökyüzüne baktım.
Kısa süre sonra gök gürültüsüne benzer bir ses duydum ve yankısını kemiklerime kadar hissettim. O kadar şiddetliydi ki bir anlık kalbim duracak sandım. Gürültünün ardından düşen barutun parıldayan izleri gece göğünü renkli bir rüya manzarasına dönüştürürken, çatırtılara eşlik eden parlamalar gördüm. Canlı yıldız patlaması, zafer dolu şekliyle retinama bir görsel şölen sunduktan sonra tembelce aşağı doğru sarktı ve karanlıkta kayboldu. Ardından bir sonraki geldi, ve bir sonraki, her biri jet siyahı tuval üzerine yeni renk spektrumları yayıyordu.
Anzu’nun yanımda “Çok güzel.” Diye fısıldadığını duydum.
Bir başka roket gökyüzüne doğru ıslık çaldı, ancak bu seferki uzun bir duraklamanın ardından nihayet patlayarak merkezden yukarı doğru çılgınca yüzen minik balıklar gibi kıvrılan, parıldayan buhar izleri bıraktı. Kalabalık, hava fişekler söğüt ağacının altın dalları gibi zikzak şeklinde sıralanırken ooh ve yehuu sesleri çıkardı. Ardından devasa bir çiçek ortaya çıktı ve düzinelerce küçük çiçek havai fişeklerin eşliğinde parlak bir şekilde açtı. Bunu, klasik iki tonlu şakayık çiçeklerinden oluşan bir duvar izledi. Renk değiştiren dişicikleri, bal arılarının kovandan uçup gittiği gibi hızla hareket ettikten sonra gevşeyerek şelale gibi döküldü. Ve son olarak onları sayısız rengarenk yeni havai fişekler takip etti.
Sağ serçe parmağıma yumuşak bir şey sürtündü; Anzu elini bana doğru kaydırmıştı. Normalde, bu bile tek başına kalbimin hızla atmasına neden olurdu, ama o anda, nedense, tüm doğru hamleler kendiliğinden geldi. Avuç içimi brandanın üzerinde kaydırarak elini tuttum ve parmaklarımız kolayca birbirine dolandı.
Sonra büyük final geldi; en büyük ve en cesur havai fişekler gece gökyüzünü çarpıcı renklerle aydınlatarak yüzlerimizi sıcak ve sürekli değişen tonlarla aydınlattı. Bu, bir hikaye kitabının sonundan alınmış rüya gibi bir sahneydi.
“Vay canına! Çok güzeldi!” dedi Koharu ve nehir kenarındaki patikada dolaşırken sırtını gerdi. Ana etkinlik sona erdiğine göre, eve dönmeye hazırdık. Kalabalık oldukça azalmıştı, ancak yemek stantları ve diğer atraksiyonlar hala yoğunluğunu koruyordu. İnsanlar festival alanından çıkarken, çeşitli satıcılar son birkaç müşteriyi çekmek için ürünlerini yüksek sesle satmaya çalışıyordu.
Koharu zıplayan top balık tutma standındaki görevliye seslendi. “Affedersiniz! Bir tur satın almak istiyorum, lütfen!” Ve iki yüz yen verdi. Büyük su tankının önüne diz çöktü, kollarını sıvadı ve kimseye aldırmadan zıplayan topları çıkarmak için kendini motive etti. “Tamam, bakalım bu yıl tek seferde yüz tane yapabilecek miyim!”
“Bu mümkün mü?” Anzu, gerçekten şaşırmıştı.
“Ah evet. Bu konuda profesyonelim. Kimse benden daha fazla topu yakalayamaz. İlkokuldan beri yenilmedim!”
Bunu sadece kardeşlerine hediye getirmek için yapacağına yemin etmiştin. demek istedim, ama dilimi tuttum.
“Huh… Şahsen ben hiç yapmadım.” dedi Anzu.
“Bekle, cidden mi? O zaman neden birlikte yapmıyoruz?! Affedersiniz, bayım! Buraya bir kepçe daha alabilir miyiz? …Tamam, şimdi dikkatli izle, bir püf noktası var. Başka bir şey yapmadan önce, kağıdı suya batırmalısın, çünkü bu…”
Koharu, Anzu’yu zıplayan topları yakalamaya gitmesi için heyecanlandırırken, ben de başparmağım ve işaret parmağımla göz kapaklarıma masaj yaptım. Uzun süre o parlak havai fişeklere bakmak başımı ağrıtmış gibiydi, çünkü hem gözlerim hem de beynim zonkluyordu. Küçük kızların oyunları biter bitmez eve gidip hemen yatmak gerekiyordu sanırım. Gözlerimin köşelerini sıkarak derin bir nefes aldım ve başımı gökyüzüne çevirdim. Tam o anda, gözümün ucuyla yanımdan geçen bir kadın gördüm.
Açıkçası, yaptığı tek şey yanımdan yürüyüp geçmekken beynim yüksek alarm durumuna geçti. Yukata giymişti ve saçlarını başının arkasında toplamıştı. Arkasından görebildiğim tek detaylar bunlardı. Ancak, açıklayamadığım bir nedenden dolayı, kafamdaki bu çılgın dürtü bana daha yakından bakmam gerektiğini söyledi. Farkına varmadan, onu kaybetmemek için kalabalığın içinde koşarak takip etmeye başladım. Aramızdaki mesafeyi ne kadar kapatırsam, içimdeki garip duygular o kadar net ve belirgin bir şekil almaya başladı.
Bağlılık… Bağımlılık… Déjà vu… Nostalji?
Kadın sonunda durup kırk yaşlarındaki bir adamla konuşmaya başladığında yüzünü görebildim.
“Ne…”
Gördüğüm şeyi doğru mu görüyorum diye kontrol etmek için iki kez gözlerimi ovuşturdum.
Annemdi. Beş yıl önce ortadan kaybolan kadın. Ama nasıl? O nasıl burada olabilir? Hayır, belki de bu yanlış bir soruydu. Sonuçta, o ölmemişti ki. Bir gün uyandı ve hiç arkasını dönmeden hayatımdan çıkıp gitmeye karar verdi. Boşanma evraklarını bile kendisi halletmedi; bunu anne babasına yaptırdı. Yine de, içten içe bir yerde ona rastlayabileceğimi bilmeliydim.
Daha da önemlisi, yanındaki adam kimdi? O, onun yeni eşi miydi? Birlikte iyi vakit geçiriyor gibi görünüyorlardı. Annem gülüyordu. Keyif alıyordu.
Peki ya ben? Benim ne yapmam gerekiyordu? …Hayır, yapacağım şey en başından belliydi. Onu hiç görmemiş gibi davranıp, sessiz sedasız eve gidecektim. Bu doğru olan şeydi. Annem kararını vermişti ve artık onun mutluluğunu bozmak bana düşmezdi.
Peki benim bununla ilgili gerçekten sorunum yok muydu? Bana bıraktığı tüm cevaplanmamış soruların cevabını almaya çalışmadan öylece çekip gitmişken hem de… Neden bizi terk etti, benim hatam mıydı, ya da beni hiç sevmiş miydi?
Aniden bana doğru döndü.
Sonra gözlerimiz buluştu ve bir an için zaman durdu.
Festivalin hareketli sesleri uzaklaşmaya başladı.
Çevremizdeki her şey yavaş çekimde akmaya başladı.
İkimiz de kıpırdamadık.
Birbirimizin varlığını keskin bir şekilde hissederek orada öylece durduk.
O benim kim olduğumu biliyordu.
Ve ben onun kim olduğunu biliyordum.
O birkaç saniye sanki sonsuza kadar sürdü.
Sonra her şey bitti ve yüzü dehşetle buruştu.
Ağzının bir köşesi tiksinti ile seğirdi ve dudakları sanki yardım istemek için çığlık atmak üzereymiş gibi titredi; zindana atılmış, vahşi, kana susamış bir canavarın kafesine kilitlenmiş bir mahkum gibiydi. Bu tepkisi, kelimelerin ifade edebileceğinden çok daha fazlasını bana anlattı. Onun gözünde, muhtemelen korkunç bir iğrençlik gibi görünüyordum, son beş yıldır unutmaya çalıştığı travmasının tam bir tezahürüydüm.
Beynim her bir sinir ucuma tehlike sinyali göndererek oradan hemen çıkmamı istedi. Ben de topuklarımı döndürdüm ve olabildiğince sakin bir şekilde uzaklaşmaya çalıştım.
Ne beklediğimi bilmiyordum. Beni terk ettiği için özür dilemesini mi? Bana bunun benim hatam olmadığını ve bana karşı hiçbir şey hissetmediğini söylemesini mi? Hayır, umutlanmamam gerektiğini biliyordum. Böyle olacağını bilmeme rağmen büyük bir ihanete uğramış gibi hissediyordum. Bacaklarım titremeye başladı. Başım o kadar dönüyordu ki bayılacağımı sandım. Tökezleyerek uzaklaşırken, ters yönde yürüyen birkaç kişiye çarptım, içlerinden ikisi bana bağırdı. Nereye gittiğimi dahi göremiyordum; beynim hiçbir duyusal bilgiyi işleyemiyordu.
“Tono-kun?”
Kafamı kaldırdığımda Anzu tam önümde duruyordu.
“Ne oldu? Neden bir anda koşmaya başladın? …Bekle. Neden bu kadar solgun görünüyorsun? İyi misin?”
“Hanashiro…” diye mırıldandım ve ağır, yavaş adımlarla ona doğru yürüdüm. Sonra ona sarıldım.
“T-Tono-kun?!”
Onu sıkıca kollarımın arasına aldım, narin vücudunu elimden geldiğince sıkıca sarıp sarmaladım, tenimiz birbirine değiyordu, çenem omzuna yaslanmıştı. Ona neden sarıldığımı şu anda açıklayamazdım; sadece yapmalıydım. Tutunacak bir şey, beni sabit tutacak bir şey bulamazsam, şu anda beni yutmak üzere olan duyguların girdabına sürükleneceğimi biliyordum. İçimdeki duygular sel yükseliyordu ve ona her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı. Bu yüzden, sürüklenmemek için onu sıkıca sarıldım.
İlk başta, Anzu’nun tüm vücudu şoktan kaskatı kesildi. Sonra, yavaş yavaş, kaslarının gevşediğini hissettim, ta ki sonunda gardını tamamen indirip beni kendi dünyasına kabul edene kadar. Bir süre öylece durduk, o beni tutarken bende fırtınadan korunmak için onun varlığının rahatlığına sığındım. Onun varlığı uzayın tüm boşluğunda benim tek sıcaklık kaynağımdı.
Ne kadar sürdü bilmiyorum, beş saniye de olabilirdi, bir dakika da olabilirdi. Ancak, sonunda sakinleşip tekrar kendi ayaklarımın üzerinde durabilecek hale geldiğimde, geri çekildim… ama onun yanaklarının pembeye döndüğünü gördüm, bu da benim de yüzümün kızarmasına neden oldu. Ne halt yiyordum da bunu halka açık bir yerde yaptım? Çevremdekiler muhtemelen benim yoğun tutkunun esiri olmuş, utanç verici bir aşık olduğumu düşünüyordular.
“Ö-özür dilerim, ben sadece… Ne oldu bana bilmiyorum…” diye kekeledim.
“İyi misin?” diye sordu Anzu, sesindeki endişe yüzüne yansıyordu.
O anın heyecanı geçtikten sonra, utanç duygum kayboldu. Bu duygunun yerini güven ve aidiyet duygusu aldı. Belki de bu dünyada benim için bir yer vardı. Belki de Anzu beni ayakta tuttuğu sürece her şey yolunda giderdi.
“…Evet. Şu anda iyiyim. Hadi gidelim, Kawasaki beklemekten sıkılmış olmalı.”
“İyi olduğuna emin misin?”
“Evet. Senin sayende her şey yolunda. Sana borçluyum.”
Koharu’nun beklediği yere geri dönerken, anneme sessizce veda ettim. Onunla bir daha asla karşılaşmayacağımı biliyordum.
Eve dönüşümüzde otobüs neredeyse boştu.
Üçümüz arka koltukta yan yana oturmuştuk -ben pencere kenarında- gece göğüne bakarak Anzu ve Koharu’nun dediklerine evet ya da hayır şeklinde kaçamak cevaplar veriyordum. Uykusuzluktan düşüp bayılacaktım resmen. Ve bunun sebebi fizikselden çok zihinseldi.
O talihsiz karşılaşmayı düşündüğümde, annemden daha fazlasını beklediğimi fark ettim. Belki de içten içe, Karen’ı kaybetmenin travmasından kurtulduğunda bize geri döneceğini düşünmüştüm hep. Bunun oldukça hayali bir yanılsama olduğunu biliyordum ancak bu kadar yıkılmış olmamın sebebi de bu yanılsamaydı sanırım.
Annem bizi terk ettiği andan itibaren bir daha geri dönmeyeceğini biliyordum ve bununla barışmıştım. Yine de sadece yüzünü görmek bile bana sahte bir umut vermişti. Kan bağı gerçekten de koparılması en zor bağlardan biriydi. Belki de bizi tekrar bir araya getiren, görünmez bir kader bağı olan kan bağımızdı. Öyle olduğunu hayal etmek hoşuma gidiyordu, çünkü bu, Karen ile çok daha güçlü bir bağımız olduğunu ve bir gün yeniden bir araya gelebileceğime dair umudumu tazeliyordu.
Hayır. Bu bir “olabilir” meselesi değildi; ben Karen’ı tekrar görecektim. Hatta çok yakında. Yaz tatili bitmeden, Urashima Tüneli’nin derinliklerine girecektim ve onu bulup geri getirene kadar geri dönmeyecektim. Bu benim görevimdi: onun kardeşi olarak benim yükümlülüğümdü.
Anzu ve Koharu’yu istasyonda uğurladıktan sonra, taksiyle on dakikada eve döndüm. Kapının önünde tanımadığım bir çift beyaz topuklu ayakkabı gördüm. Görünüşe göre babamın bir misafiri vardı -bu başlı başına yeterince sıra dışı bir durumdu- ve bu kişi bir kadındı. Bu bir ilkti. Onları rahatsız etmemek için koridordan sessizce geçecektim ki oturma odasının kapısı açıldı ve babam başını dışarı çıkardı.
“Ah, hoş geldin Kaoru! Ne zaman eve geleceksin diye merak ediyordum!” diye sırıttı, yüzü o kadar kırmızı ve ağzı o kadar açık ki, onun sarhoş olduğunu anında anladım. Son zamanlarda sık sık bu şekilde eve geliyordu, ama bugün özellikle kötü görünüyordu. “Orada öyle durma! Gel de misafirimize merhaba de!”
“Uh… Tamam.”
Söyleneni yaptım ve oturma odasına girdim. Orada, tatami matının üzerinde nazikçe oturan kadınla hemen göz göze geldim. Otuzlu yaşlarının ortalarında görünen, temiz kesimli bir genç bayandı ve beyazımsı teni yapay bir parlaklığa sahipti. Bana hoş bir selam verdi, ben de aynı şekilde karşılık verdim. Masaya baktım ve büyük bir tabakta sunulan suşi ve bir sıra büyük bira şişesi gördüm. Suşi tabağının yarısı ve biraların ikisi bitmişti.
“Hadi geç, otur şöyle!” dedi babam.
“Anlamadım?”
“Otur dedim evlat. Bir süre dinlen.”
Babam beni omuzlarımdan tuttu ve zorla dizlerimin üzerine çöktürdü. Yanıma oturdu ve başı dönmüş bir sırıtışla kolunu boynuma doladı. Nefesi alkol kokuyordu.
“Bu benim oğlum Kaoru,” dedi. “Kozaki Lisesi’nde ikinci sınıf öğrencisi.”
“Ah, çok iyi huylu bir çocuk gibi görünüyor.” dedi kadın gülümseyerek.
“Oh, öyle. Yemek yapabilir, çamaşır yıkayabilir, her konuda yetenekli. Ah, ama yapamadığı bir şey var: evden kaçtığında bunu babasına mesaj atarak da dahi olsa haber vermemek. Ha ha ha!” diye içtenlikle güldü. “Oh, biliyorsun, sadece şaka yapıyorum, Kaoru. Bu arada acıktın mı? İstediğin kadar suşi yiyebilirsiniz! Hepsi senin, evlat.”
“Hayır, aç değilim, teşekkürler…”
“Benim oğlan hiçbir zaman çok fazla yiyen biri olmadı. Gerçi bu sayede para tasarrufu sağlıyorum o yüzden şikayet edemem ha ha ha!”
Sessizce oturdum. Babamın sözleri, ses tonu, tavırları, ifadeleri… hepsi çok açıktı. Sadece iyi bir baba rolünü oynuyordu. Sanki sadece kendisinin giyindiği bir kostüm partisindeydi. Neden bizim iyi bir ilişkimiz olduğu izlenimini vermek için bu kadar çaba sarf ediyordu? Neden benim de onlara katılmamda ısrar etmişti? Bu kadın kimdi ki? Babamdan açıkça çok daha gençti, öyleyse neden birbirleriyle bu kadar samimi konuşuyorlardı? Uzak bir akrabası mıydı? Yoksa iş yerinden biri miydi? Belki de arkadaşıydı. Aklım türlü türlü soruyla doluydu ama hiçbirine cevap bulamıyordum.
“Hay… Sizi tanıştırmayı unuttum!” Babam kolunu boynumdan çekti. “Evlat bu hanımefendi senin yeni annen.”
…Ha? ‘yeni annem’ derken?
“Bir süredir sana söylemek istiyordum, ama işlerim çok yoğundu. Doğru hissedene kadar beklemek istedim, anlarsın ya? Evet, öyle. Biraz ani olduysa özür dilerim, ama şu anda durumumuz bu!
‘Şu anki durumumuz’ da ne demek?
“O ve ben işten tanışıyoruz, ama aslında bir ay kadar önce birbirimizle çok iyi anlaşmaya başladık, çünkü…” “ve birkaç kez öğle yemeğinde buluştuk ve…” “o da daha önce evlenmiş, bu yüzden…” “ve sonra sen evden kaçtığında, o…” “duygusal destek ve…”
Söylediği sözler beynimde neredeyse hiç yer etmiyordu. Başım deli gibi dönüyor, Midem bulanıyordu. Bu saçmalık da neyin nesiydi? Daha birkaç saat öncede gerçek annemle karşılaşmışken şimdide babam eve yeni bir kadın getiriyordu. Neler oluyordu böyle?
Ben zihnen çökmüşken ikisi beni umursamadan mutlu mutlu sohbet etmeye devam etti.
“Neyse, hadi! Kadeh kaldıralım!”
“Doktorun sana bu kadar çok içmemeni söylemedi mi?”
“Ah, önemli değil! Bugün özel bir gün!”
“Bu bahane onun için geçerli olmaz bence…”
“Endişelenmeyi bırak da benimle içki iç!”
“Ah, haydi ama…”
“Tanrım, yakında tekrar gerçek deniz ürünleri yemeye gitmeliyiz.”
“Evet, işler biraz sakinleşince, belki.”
“Oh, eminim çok geçmeden sakinleşecek.”
“Ben de güzel bir yurtdışı tatili yapmak isterim.”
“Yeni bir araba almak için para biriktirdiğimi söylemiş miydim?”
“Emekli olduğumuzda dünya kadar zamanımız olacak.”
“Yeni hobiler edinmek güzel olurdu.”
“Bir yerlerde güzel bir ev satın almalıyız.”
Yaşlı, huysuz babam ve zorla benim yeni annem olarak atamak istediği kadın, birlikte geçirecekleri huzurlu gelecek hayallerini anlatmaya devam ettiler. O çerçevede benim için yer olmadığını zaten anlayabiliyordum. Sonuçta bir ailenin parçası olmanın tek yolu ya kan bağıydı ya da birini o kadar çok sevmekti ki onunla yeni bir aile kurmak istemekti. Bu ikisiyle ne sevgi ne de kan bağı vardı, öyleyse bu denklemde ben nerede kalıyordum?
“Ah, doğru, bil diye söylüyorum Kaoru, yakında taşınıyoruz.”
“…Bir dakika, ne?”
“Yeni bir iş buldum ve her şey hazır,” dedi babam heyecanla, yüzümdeki açık hoşnutsuzluğu tamamen görmezden gelerek. “Kozaki’den gidiyoruz, güzel bir apartman dairesine taşınacağız. Buraya kıyasla biraz dar olacak, elbette, ama orada her şey çok daha rahat olacak, söz veriyorum.”
‘Yeni annem’de ona katılırcasına coşkuyla başını salladı.
“Oh ve eğitimin hakkında endişelenme. Burayı güzel bir meblağ karşısında sattıktan sonra seni istediğin üniversiteye yollayabiliriz. Hatta şehir dışına çıkarsan kendi evine çıkmanı bile sağlayabiliriz. Üçümüz yeni bir şehirde, yepyeni bir evde, yeni bir başlangıç yapacağız.”
Yeni bir başlangıç demek.
“Heyecan verici değil mi, evlat? Önümüzde bizi bekleyen yeni ve güzel bir hayat var.”
Kanın beynime sıçradığını hissettim. Gözlerimdeki damarlar şişti, görüşüm karardı.
Siktir git. Karen ne olacak, ha? Ölenle ölünmez deyip onu geçmişte mi bırakıyorsun, ha? Tek çocuğunu? Midemi bulandırıyorsun. Ne cüretle ona olanlar için günün her saatini pişmanlık ve sefalet içinde geçirmezsin? Onu unutmaya nasıl cüret edersin? Eğer onu unutursan varlığının silineceğini bile anlamıyor musun, seni zavallı çöp parçası?
Boş bira şişlerinden birini alıp kafasında kırmak istiyordum. Masaları devirip, kapıları kırmak istiyordum. İçimdeki öfkeye teslim olmak, bu adamı parçalamak istiyordum. Ancak yapabildiğim tek şey yumruklarımı ve dişlerimi sıkmaktı. İçimdeki öfkeyi nasıl kontrol edebileceğimi bilemediğim için biriktikçe birikiyor, kırılma noktasına ulaşıyordu. Ancak beklentimin aksine patlama yaşanmadı. Bu öfke kendime duyduğum hayal kırıklığına dönüştü ve ben daha tutamadan gözyaşlarım olarak akmaya başladı.
“Ha… ne oluyor? Sen… ağlıyor musun?” dedi babam. Yüzünü eğmiş yüzüme bakmaya çalışıyordu.”
Çek şu yüzünü orospu çocuğu.
“Sorun ne? Hasta mısın?” diye sordu kadın.
Sen kes sesini siktiğimin yuva yıkıcısı.
“Ah, anladım neden ağladığını…” dedi babam elini omzuma koyarak.
Dokunma lan bana!
“Anlıyorum Kaoru, çok büyük bir değişiklik olduğunu için hüzünlendin. Eh normal sonuçta. Ama üçümüz el ele verirsek üstesinde geliriz. Hadi baban için güçlü ol, evlat.”
Onun yeni bulduğu umuda ve özlemlerle dolu gülümseyen yüzüne bakarken, sonunda anladım. Babam hiçbir şey olmamış gibi davranmaya kararlıydı. Karen’in ölümü, annemin ayrılması, bana kötü davranması… O, tüm bu duygusal yükü geçmişte bırakmaya çalışıyordu, böylece yeni karısıyla sonsuza kadar mutlu bir hayat sürmek için yola çıkabilecekti. Aynı şeyi annemde yapmıştı. Bu yüzden beni gördüğü anda dehşete kapılmıştı. Bu anlamda ikisi birbirleri için gerçekten mükemmeldi. Ne yazık ki çoktan boşanmışlardı.
Aniden tüm öfkem yok olurken, omurgamdan aşağı bir ürperti geçti. Bunu takiben midem bulandı ve…
Kustum.
Midemde ne var ne yok masanın üzerine boşalttım.
Kadın, açık kahverengi kusmuğumun ve yarı sindirilmiş yiyeceklerin tatami zemine dökülmesiyle çığlık attı. Festivalde yediğim yakisoba ve pandispanya’nın her bir parçasını kustum.
“H-hey! Ne halt ettiğini sanıyorsun sen?!” diye bağırdı babam beni yere iterek. Sevgi dolu ebeveyn rolünü sürdürmeyi o anlık unuttu. Midem boşaldıktan ve sonunda kusmayı bitirdikten sonra, kalkıp kendi pisliğimi temizlemeden oturma odasından koşarak çıktım, merdivenleri tırmanıp odamın kapısını kilitledim. Sonunda yatak odamda güvendeydim, bol miktarda mendille ağzımı sildikten sonra yatağa tırmandım ve başımı yorganın altına soktum. Bu, kendimi sakinleştirebilmemin tek yoluydu, kendi kokuşmuş nefesime yorganın altında sürekli maruz kalacak olsam bile böyle kalmalıydım.
Kendimi tutamamıştım; orada olmak çok mide bulandırıcıydı.
Babamın geleceğimiz hakkında özlemle konuşurken yüzünde oluşan aptalca, kendini beğenmiş ifadesi ve kadının, sanki babam büyüleyici bir hatipmiş ve gerçekten derin bir bilgelik aktarıyormuş gibi, onun her aptalca sözüne büyük bir dikkatle kulak vermesi… İğrenç, ahlaksız ve her yönüyle tiksindirici bir durumdu. Orada bir saniye daha kalsaydım, pişman olacağım bir şey yapabilirdim. Kahretsin, bunu düşünmek bile beni yine sinirlendiriyordu.
Boğazımdaki mide asidinin yanığını hafifletmek için tükürüğümü kullanmaya çalışarak defalarca yutkunurken, cep telefonum cebimde titredi. Babamın aşağı inmemi söylediğini düşünerek, gözlerimi devirdim ve onun gönderdiği saçmalıkları görmek için telefonumu çıkardım. Ancak mesaj babamdan değil, Anzu’dandı.
“Bu gece bana eşlik ettiğin için teşekkür ederim. Gerçekten çok eğlendim.”
Yazdığı tek şey buydu ancak garip bir şekilde, içimdeki şeytanları bastırdı ve ruhumu rahatlattı. O gerçekten bu dünyada benim tek güvenli limanımdı. Festivalde olanlardan sonra, beni desteklemeseydi kesinlikle kendimi tutamazdım. Hayatımda hiçbir insana yaslanmamıştım; en azından, yıkılıp ona sarılacak kadar. Sadece Anzu beni en savunmasız halimle görmüştü ve beni, kusurlu ve başarısız biri olmama rağmen kabul ettiği için ona ne kadar minnettar olduğumu kelimelerle ifade edemezdim. Bu geceden sonra ona olan saygım yeniden canlanmış, buna ek olarak, karşı koyamadığım garip ve yeni bir duygu, neredeyse manyetik bir sevgi de ortaya çıkmıştı. Anzu, benim dünyamın vazgeçilmez bir parçası olduğunu resmen kanıtlamıştı.
Onun mesajına basit bir “Ben de öyle” cevabı verdikten sonra, cep telefonumu hala sıkıca elimde tutarak derin ve bulanık bir uykuya daldım.
……………..
1 Ağustos, Urashima Tüneli’ne gireceğimiz günün bir gün öncesi. Saat 10’du ve ağustos böceklerinin vızıltıları kulaklarımı tırmalıyordu. Çalışma masamda oturmuş, babama bir mektup yazıyordum. Mektubun özü şuydu: “Evden kaçıyorum ve muhtemelen geri dönmeyeceğim.” Böyle dememin asıl amacı, öldürüldüğümü veya kaçırıldığımı düşünerek babamın polise ulaşıp beni aramasını engellemekti. Ayrılma niyetimi önceden açıkça belirtirsem, benim için kapsamlı bir arama ekibi kurmalarına gerek kalmazdı. En azından Anzu böyle demişti.
En büyük endişem, onların bir şekilde bizi Urashima Tüneli’ne kadar takip edip, farkında olmadan içeri girip bizi aramaya çalışmasıydı. Bunun ne tür sorunlara yol açabileceğini kimse bilemezdi. En kötü ihtimalle, dileklerimiz yerine getirilmeden önce yakalanırdık ya da tüneli kapatıp bizi içeride mahsur bırakırlardı. Bu, kesinlikle kaçınmak istediğim bir olasılıktı.
Elbette bu babamın polisleri aramasıyla oluşabilecek bir olasılıktı ve emin olduğum bir şey vardı ki o da babamın benim için böyle bir zahmete girmeyeceğiydi. Anuz’nun ailesine gelirsek… anladığım kadarıyla onlarda böyle bir zahmete girmeyecekti.
Babam, festival gecesi masaya kustuğumdan beri bana karşı son derece acımasız davranmaya başlamıştı. Bana iyi olup olmadığımı sormamış, odaya girdiğimde ya da eve geldiğimde beni fark etmemişti bile. Beni adeta bir cüzzamlı gibi, kendisiyle ideal yeni hayatı arasında duran bir engelmişim gibi davranıyordu. Çok yakında onun hayatından sonsuza dek çıkacaktım, bu yüzden biraz daha sabırlı olmasını umuyordum.
“…Tamam.”
Mektubu bitirdikten sonra, Urashima Tüneli’ne yanımda götürmeyi planladığım eşyaları son bir kez daha gözden geçirdim. Her şeyi yere sermiştim: el fenerim, kol saatim, cüzdanım, dört paket enerji barı ve iki buçuk litrelik içme suyu termosum. Hepsini büyük sırt çantama koydum ve ağır mı, değil mi diye kontrol etmek için giydim. Şaşırtıcı bir şekilde, ders kitaplarıyla doldurduğum halinin sadece yarısı kadar ağırdı. Planımız, torii’yi geçtikten sonra tüm yolu koşmadan hızlıca yürümekti, bu yüzden yükümüzü olabildiğince hafif tutmamız gerekiyordu. Bu da Anzu’nun fikirlerinden biriydi.
Onun partneri olarak üzerime düşen görevi yerine getirmediğimi hissediyordum, çünkü iyi fikirler her zaman ondan çıkıyordu. Eh tabi onun bilgeliği keşif gezisinin başarı şansını artıracaksa, bundan yararlanmamam aptallık olurdu.
Sonunda zaman yaklaşıyordu. Yakında Karen ve ben yeniden bir araya gelecektik. Planım bütün gün güzelce dinlenmekti ancak, güzel bir manga kitabıyla yatakta kıvrılmaya daha yeni başlamıştım ki telefonumun çaldığını duydum; Anzu beni arıyordu.
“Alo?” diye açtım telefonu.
“Ah, merhaba Tono-kun. Böyle ansızın aradığım için özür dilerim.”
“Hayır, sıkıntı değil. Ne oldu?”
“Müsait misin? Buluşup biraz konuşabilir miyiz?”
“Müsaidim. Nerede buluşalım? Tünel de mi?”
“Tercihen hayır… Mümkünse kapalı bir yerde oturmak istiyorum.”
Saate bir göz attım. “O zaman kafede buluşmaya ne dersin? Zaten neredeyse öğlen olmuş, bu sayede yemekte yeriz.”
“Olur, hangi kafede?”
“Okulun hemen yanındakinde. Kapının önünde buluşalım.”
“Anladım. Öğlen görüşürüz o zaman.”
“Görüşürüz.” Diyerek kapattım telefonu.
Ne hakkında konuşmak istediğini merak ediyordum. Belki de tünele girmeden önce son kez her şeyin üstünden geçmek istiyordu. Geçen hafta boyunca sadece mesajlaşarak iletişim kurduğumuzdan bu yüz yüze görüşmek için son şansımız olabilirdi.
Sıcak güneş asfaltta acımasızca parlıyor, ayaklarımın tabanlarını kavuruyordu. Aniden esen okyanus rüzgarı, daha da bunaltıcı bir nemle yanaklarımı okşayarak geçti. Okulun önünde, buluşmak için kararlaştırdığımız saatten yarım saat önce Anzu’yu beklerken, sanki saunada oturuyormuşum gibi hissediyordum. Maalesef başka seçeneğim yoktu; bir sonraki trene binseydim, çok geç kalmış olacaktım. Taşrada yaşamaktan nefret etmeme sebep olan birçok şeyden biri de buydu.
Yaklaşık on dakika sonra, yerel otobüs kampüsün önündeki durağa geldi ve Anzu’yu kaldırıma indirdi. Ona el salladım ve o da benim durduğum yere doğru koştu.
“Seni çok bekletmedim umarım.” dedi, biraz özür diler gibi.
“Hayır, ben de yeni geldim.”
“Oh, güzel. Peki, gidelim mi?”
Başımı salladım ve ana caddeden aşağı doğru, kaldırımda omuz omuza yürüyerek kafeye doğru ilerledik. Kuşbakışı bakıldığında, bölge hayalet bir kasaba ya da terk edilmiş bir film seti gibi görünürdü; sokaklarda insanlardan çok sokak kedisi ve karga vardı. Ara sıra geçen arabalar dışındaki tek ses ağustosböceklerinin kendine özgü çığlığıydı.
“Alınma ama burası gerçekten de küçük, bomboş bir kasaba.”
“Ha ha… Senin için yeterli değilse özür dilerim. Peki eski mahallen nasıldı?”
“Metropol şehir olduğu için aklına uçuk şeyler gelmesin, aslında baya küçük bir mahalleydi.”
“Gerçekten mi? Yani okuldan sonra her gün Harajuku’ya gidip lüks krepler yemedin mi demek istiyorsun?”
Anzu kıkırdadı. “Tokyo yaşamı hakkında son derece spesifik bir imaj var. Yani, tabii ki, böyle şeyler yapan çocuklar var, ama ben en fazla iki ya da üç tanesi tanıyorum. Şehir merkezi bizden çok uzak”
“Huh, ilginçmiş.”
“Gerçekten öyle.” Anzu omuz silkti ve konuşmayı tekrar bana çevirdi. “Peki, okuldan sonraları genellikle ne yaparsın?”
“Ah, klasik şeyler; Manga okumak, akşam yemeğini pişirmek, uzanmak.”
“Vay canına, yemek yapmayı biliyor musun?”
“Evet ama sadece basit ev yemeklerini.”
“Belki bir gün beni akşam yemeğine davet edersin.”
Sohbetimize devam ederken, Anzu’da bir tuhaflık olduğunu sessizce fark ettim. Çok neşeliydi ve her zamankinden çok daha konuşkandı.
Normalde bunu olumlu bir gelişme olarak değerlendirirdim, ancak tavırlarındaki bir şey, konuşmanın bitmesini engellemek için çaresizce çabaladığını ve bulabildiği her kelimeyle boşluğu doldurmaya çalıştığını gösteriyordu.
Sanki duymak istemeyeceğimi bildiği bir şeyi söylemeden önce beni yatıştırmaya çalışıyormuş gibiydi… Ancak bunun benim hayal gücüm olabileceğini düşündüğümden görmezden geldim.
Çıplak çelik kirişlerin oluşturduğu bir kanopinin altındaki, çökmüş alışveriş bölgesinin üstü kapalı kaldırımında yürüdük. Kapalı dükkanların sayısı, hala faaliyette olan dükkanların sayısını çok aşıyordu. Hiçbir müşterinin girdiğini görmediğim bir şapka dükkanının arkasından, bir sokak kedisi tembel tembel önümüzden geçti.
“Buralarda gerçekten bir kafe var mı?” diye sordu Anzu, açıkça endişelenmişti.
“Evet, hemen yukarıda küçük bir delik var… Aha, işte orada.” Yol kenarına astıkları bir tabelayı gösterdim. KEY COFFEE’yi gururla sunuyoruz yazıyordu. Girişin yanında, bazı yemeklerin sahte versiyonlarının sergilendiği bir cam vitrin vardı: pirinç omleti, Napoliten spagetti vb. Kapıyı açtığımızda bir zil çaldı ve bizi karşılayan -tezgahın üzerinde ellerini başının arkasına koymuş- mekanı işleten yaşlı kadın oldu. “Bütün mekan boş, istediğiniz yere oturun.” dedi ve kalkıp mutfağa geri döndü. Dinlenme zamanının bölünmesinden açıkça rahatsız olmuştu. Dar ve loş iç mekana girip, iki kişilik bir masaya oturduk ve menüyü incelemeye başladık. Ben pirinçli omlet seçerken, Anzu ise şarküteri sandviç sipariş etti. Yemekten sonra bir fincan da kahve istedik. Kadın siparişlerimizi not aldıktan sonra iki bardak buzlu su getirdi. Benimkini tek yudumda içtim ve boş bardağı masanın üzerine bıraktım.
“Peki ne için buluşmak istedin-”
“Sana şey dicekt-”
İkimiz de aynı anda konuşmaya başlamıştık. Utangaç bir şekilde kafamı kaşıyarak Anzu’nun önce söylemesini işaret ettim.
“Oh, hayır, ben sadece, şey… Buraya sık sık gelir misin diye merak ediyordum.” dedi.
“Şey, ara sıra. Belki ayda bir kez falan.”
“Tek başına mı?”
“Evet, en azından ortaokuldan beri. Öncesinde Karen’le beraber gelirdik.” Genellikle annem ve babam da yanımızda olurdu ama onları özellikle belirtmeye gerek duymadım.
“İlginç… Karen ne tür bir çocuktu?”
“O harikaydı… Çok sevimli ve üstelik oldukça zeki bir kızdı. Ortamı okumakta ve sosyal ipuçlarını yakalamakta inanılmaz derecede iyiydi. Eğer ortaokula kadar yaşasaydı, okulun en popüler kızı olacağına eminim.”
“Vay canına. Onun hakkında daha fazla şey duymak isterim. Onun hakkında eğlenceli anıların var mı?”
“Oh, tabii ki! Hala hatırlıyorum, o zamanlar sadece üç yaşındaydı, biz…”
Çocukluğumdan bir dizi komik anekdot anlatmaya başladım, ama içimden bir ses bir şeylerin yolunda olmadığını söylüyordu. Elbette küçük kız kardeşim hakkında konuşma fırsatı bulduğum için mutluydum ama Anzu neden birdenbire onun hakkında daha fazla bilgi edinmek istemişti? Elbette beni görüşmeye çağırmasının sebebi bu olamazdı. Karen’ın klasik anlarını anlatırken nihayet bir duraklama noktasına geldikten sonra, sormaya karar verdim.
“Ee, ne hakkında konuşmak istemişt-?”
“Tamam çocuklar. Bir pirinç omleti ve bir sandviç.”
Ne yazık ki, ben cümlemi bitiremeden yemeklerimiz geldi.
“Önce yemek yiyelim.” dedi Anzu.
“E-evet, tamam.”
Yemekten sonraya kadar beklemem gerekecek gibi görünüyordu.
Kaşığımın altını kullanarak ketçabı omletin üzerine yaydım. Sıradan, basit bir pirinçli omletti, tavuklu kızarmış pirinci ince bir yumurta tabakası ile saran bir yemekti, ancak kalori başına fiyat açısından menüdeki en uygun fiyatlı yemekti, bu yüzden her seferinde sipariş etmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Çatalımın kenarıyla omletimi keserken Anzu’ya bir göz attım. Onun sandviçi oldukça doyurucu görünüyordu, Fransız ekmeği üzerine kat kat jambon, marul, domates ve peynir vardı. Hamburger gibi iki eliyle sıkıca tuttu ve dişlerini derinlemesine batırdı. Kabul etmeliyim ki, oldukça iyi görünüyordu. Bir dahaki sefere geldiğimde bunu sipariş etmeyi aklıma koydum ancak Urashima Tüneli’nden döndüğümüzde bu yerin büyük olasılıkla ortadan kalkmış olacağını hatırlayınca vazgeçtim. Muhtemelen hiç tatma şansım olmayacak sandviçi melankolik bir şekilde seyrederken, bir şey fark ettim: Anzu’nun elleri titriyordu.
“Hey, Hanashiro?”
“Mmf…? Ne oldu?”
“Klima seni rahatsız mı ediyor?”
Yiyeceğini yuttu. “Hayır, sorun yok.”
“Peki, tamam… Bu arada, şuranda sos kalmış.” Parmağımı ağzımın köşesine sürterek nerede olduğunu gösterdim. Anzu’nun yüzü kızardı ve hemen peçeteyle sildi.
Ellerinin titrediğinin tamamen farkında değilmiş gibi görünüyordu. Bu durumu garip bulmama rağmen yemeğime devam ettim. Kadın tabaklarımızı götürdükten sonra kahvemizi getirdi.
“Telefonda bir şey hakkında konuşmak istediğini söylemiştin, değil mi?”
“Kız kardeşin hakkındaydı.” Anzu kahvesine süt ve şeker koyup karıştırdı. “Onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmam gerektiğini düşündüm, yoksa tünelde onu nasıl bulacağım?” Kaşığı seramik kahve fincanının kenarlarına ritmik bir şekilde çarpıyordu.
“Oh, öyle mi? Bu durumda, onun kişiliğinden çok görünüşü hakkında soru sormalıydın.”
“Sanırım anlattığın tüm o harika hikayeler yüzünden biraz dikkatim dağıldı. Ama merak etme onu da soracaktım yani.”
“Bunları telefonda da sorabilirdin. Söyle, gerçek sebebin neydi?”
“Gerçek sebebim buydu. Yüz yüze konuşmayı daha mantıklı buldum çünkü daha verimli oluyor.”
“…Kahveni döküyorsun.”
Anzu donakaldı ve aniden karıştırmayı bıraktı. Sonra, endişeyle dudağını ısırarak, kaşığı fincandan çıkardı ve nazikçe fincan tabağına koydu.
“Bak, Hanashiro. Seni sorguya çekmeye çalışmıyorum… ama bana söylemediğin bir şey olmadığına emin misin? Bugün beni buraya çağırmanın başka bir nedeni mi var?”
Cevap vermedi.
“Dinle. Yarın ikimizin de o tünele hiçbir pişmanlığı olmadan girmesini istiyorum. O yüzden açıkça söyle, ne olursa olsun seni küçümsemeyeceğime söz veriyorum.”
Anzu bana baktı, gözleri gergin bir şekilde titriyordu. Bunun konuşmaktan çekindiği bir konu olduğu belliydi. Dik oturdum ve kendimi hazırladım, duymak istemediğim bir şey olsa bile sakin kalmaya ve dinlemeye kararlıydım.
Anzu kahvesinden uzun uzun bir yudum aldıktan sonra ağzını açtı. “… Giorno Monthly’yi duydun mu?”
“Ha?”
Kafamda, sorabileceğini düşündüğüm milyonlarca soru arasında kesinlikle bu yoktu. Giorno Monthly, büyük ölçüde daha yaşlı bir kitleye yönelik bir manga dergisiydi. Berberimde birkaç kez göz gezdirmiştim; karanlık fanteziden yetişkinlere yönelik çağdaş yaşam kesitlerine kadar çok çeşitli olgun türler içeriyordu. Genel olarak, yazarların yayınladıkları her hikayede gerçekten benzersiz bir yaratıcı vizyona sahip olduklarını anlayabiliyordum.
“Evet, biliyorum. Ne oldu?”
“…Yılda dört kez, Rising Star Competition adlı bir yarışma düzenliyorlar. Bu yarışmada, gelecek vaat eden sanatçılardan orijinal manga eserleri kabul ediyorlar ve yayınlanacak bir eser seçiyorlar.”
“Uh-huh.”
“Ve, şey… Aslında birkaç ay önce bu yarışmaya kendi hikayemi gönderdim. Sonunda sonuçları bu ayın sayısında yayınladılar ve dergi bugün satışa çıktı.”
Aha.
Bu, Anzu’nun neden Urashima Tüneli’ne keşif gezimizi 2 Ağustos’a kadar beklettiğini açıklıyordu. Onun 1. günü değil de 2. günü seçmesini çok garip bulmuştum, ancak şimdi anlıyordum; Anzu ayrılmadan önce sonuçları görmek istemişti. Bu elbette mantıklıydı. Açıkçası, eğer kazanmışsa, bunu hiç bilmeden birkaç yıl boyunca ortadan kaybolması oldukça talihsiz bir durum olurdu.
Bekle… Bir dakika bekle.
“Yoksa kazandın mı?
“Hayır, hayır. Kesinlikle kaybettim.”
“Ah… Anladım.”
“Ama,” Anzu, ben üzgün olduğumu söyleyemeden devam etti, “meğer yayın ekibinde, kazanan olmasa da benim gönderdiğim eseri çok beğenen bir editör varmış… Ve benimle iletişime geçip birlikte bir manga üzerinde çalışmak isteyip istemediğimi sordu.”
“…Bekle. C-ciddi misin? Demek hikayen sonunda yayınlanacak!”
“Bu sadece, gelecekteki olası projelerde birlikte çalışabileceğim kendi editörüm olacağı anlamına geliyor. Ancak, bundan başka bir şey duymadım…”
“Vay canına. Kendi editörün, ha…”
Bu fikir bana o kadar yabancı geliyordu ki, artık Anzu’nun çevresinde var olmaya layık olmadığımı hissetmeye başlamıştım.
Onunla göz teması kurduğumda -korku filmlerindeki uzayan koridor sahnelerindeki gibi- benden hızla uzaklaşıyormuş gibi göründü. Ne deniyordu buna? Ah evet: Vertigo etkisi.
“Peki, şey… Bu tam olarak ne anlama geliyor? Artık bir editörün olduğuna göre, bundan sonra ne yapacaksın? Biliyor musun, bu aslında çok komik çünkü bu kadar manga okumama rağmen hala nasıl yapıldığını bilmiyorum.”
“Eh, insanların büyük çoğunluğu kazanana kadar yarışmalara katılmaya devam ediyor. Teorik olarak, çizersin, editörüne incelemeye gönderirsin, onların geri bildirimlerine göre düzeltmeler yaparsın ve son halini yayınlarsın… En azından, ben böyle olacağını düşünüyorum. Ben de pek uzman sayılmam.”
“Peki planın ne? bu işten mi ilerlemek istiyorsun?” diye sordum. Belki de çok fazla zorluyordum, çünkü kaşları hafifçe çatıldı.
“Hayır, maalesef ki işler öyle yürümüyor. Bu sadece, benim çalışmalarımı beğenen bir editör olduğu anlamına geliyor, ki bu oldukça hoş bir şey. Ve sadece bu. Başka bir şey yok. Yani planım değişmedi.”
“Şey, ‘plan’ yarın Urashima Tüneli’ne girmekti… Hala buna hazır mısın?”
Şu anki dünyamızdan onlarca hatta belki yüzlerce yıl sonrasına gidebilirdik. İçimden bir ses Anzu’nun yeni editörüyle mangasını hemen yayınlayabileceğini söylüyordu.
“Bu çok saçma bir soru,” dedi Anzu. “Sırf bana rastgele bir editör atadılar diye son dakika planımdan vazgeçeceğimi mi düşünüyorsun? Elbette, bu fırsatı kaçırmam çok üzücü ancak, sence umurumda mı? Tünel bana, önemsiz bir editörden çok daha değerli bir şey verecek. Ayrıca, sırf tünele giriyorum diye manga çizmeyi bırakacak değilim. Artık işimin bir değeri olduğunu bildiğim için, geri döndüğümüzde bu işe daha fazla ağırlık verebilirim. Bu yüzden artık şu manga meselesini bir kenara bırakalım lütfen.”
Eğer gerçekten böyle hissediyorsan, neden bu kadar üzgünsün? Mangaka olmanın senin tek arzun olduğunu sanıyordum. Sonunda profesyonellerden takdir görmek seni mutlu etmiyor mu? Hayatında bir kez karşına çıkan bu büyük fırsatı, öylece çöpe mi atacaksın? Hayatta olmaz.
“Bence bunu daha iyi düşünmelisin, Hanashiro. En azından şimdilik keşif gezisini erteleyelim.”
Anzu, sanki ondan ahlaki kurallarını çiğnemesini istemişim gibi şiddetle başını salladı. “Kesinlikle hayır. Uzun vadede vazgeçmem daha da zorlaşır.”
“Neyden vazgeçmen?”
“Her şeyden. Manga kariyerimden, Koharu ile olan dostluğumdan… bunların her biri benim için birer yük. Bunu ne kadar ertelersek, o bağları koparmak ve her şeyi geride bırakmak o kadar zorlaşacak. Eğer dünyaya veda edip hemen şimdi keşif gezisine çıkmazsak, korkarım ki bunu asla yapamayacağız.”
“Hadi ama. Arkadaşından bir yük olarak bahsetme. Ve mangakalık kariyerinden de. Bunun senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum.”
“Yani, bu sadece aptalca bir hobi…”
“Beni dinle. Kararsız kaldığını anlayabiliyorum. Öyle olmasaydı beni buraya konuşmak için çağırmazdın. Eğer tereddüt ediyorsan, o zaman ciddi bir şekilde durup planımızı yeniden gözden geçirmeliyiz.”
“Ah…” Anzu inleyerek dirseklerini masaya koydu ve başını ellerinin arasına aldı. Kâkülleri masaya perde gibi sarkarken, acı içinde inledi. “Uzun vadede benim için en iyisi ne, bilmiyorum… Ne yapmalıyım…?”
Tavandaki vantilatörü izledim, motoru tek bir sabit nokta etrafında daireler çizerek yumuşak bir şekilde dönüyordu, dönüyor, dönüyor ve yine dönüyordu. Kararımı verdim.
“Şimdilik erteleyeceğiz. Bu şekilde ikimizde ne istediğimizi enine boyuna düşünürüz.”
“… Evet, haklısın.”
Anzu’nun kalbi kırılmış haline aldırış etmeden, kahve fincanımı kaldırdım ve içindeki ılık sıvıyı boğazımdan aşağı döktüm.
…………….
Hesabı ödeyip, kafeden çıktıktan sonra bile Anzu oldukça umutsuz görünüyordu: omuzları çökmüş, gözleri yere dikilmişti. Eve kadar olan yol boyunca ikimiz de tek kelime etmedik. Birkaç kez konuşmaya çalışsam da sadece kaçamak cevaplar aldım. Sonunda, onu zorla neşelendirmeye çalışmanın yarardan çok zarar getireceğini düşünerek tamamen vazgeçtim.
Böylece okulun önündeki otobüs durağına kadar kalan yolu sessizce yürüdük.
Aslında, Anzu’ya veda edip hemen tren istasyonuna gitmeyi planlamıştım ama onu bu halde bırakmak doğru gelmediğinden otobüsü gelene kadar beklemeyi tercih ettim.
“…Gerçekten çok üzgünüm,” dedi aniden, sessizliği bozarak.
“Hayır, sorun değil. Hatta ortada özür dilenecek bir sorun bile yok.”
“Ama… kız kardeşini tekrar görmek için çok uzun zamandır bekliyordun ve şimdi benim yüzümden…” dedi Anzu burnunu çekerken.
Bu konuda benim sandığımdan çok daha kötü hissediyor gibiydi. Kafamı huzursuzca kaşıyarak, elimden geldiğince güven verici bir tonda konuşmaya çalıştım.
“Hadi ama. Neşelen, tatlım. Güzel bir kızın ağlamasını görmekten nefret ederim.”
“Dur, ben ciddiyim…”
“Ben de öyleyim.”
Ellerimi Anzu’nun omuzlarına koydum. İrkilerek geri çekilmeye çalıştı. O kadar narin bir vücudu vardı ki, derisinin altından köprücük kemiklerinin şeklini net bir şekilde hissedebiliyordum. Omuzlarını nazikçe sıktığımda bütün vücudu titredi. Tam bu noktada onu bırakmam gerekiyordu ancak ben aksini yaparak yüzümü ona yaklaştırdım. Uzun kirpiklerinin altında, yaşlar akan gözünde kendimi görebileceğim kadar yaklaştım.
“Ne-ne?” diye sordu.
“…Aaah, ne kadar da güzelsin.”
“Ha…?”
“Yani, büyük, güzel gözlerin, mükemmel bir cildin, sevimli bir burnun var… tam bir güzellik abidesisin. İstersen model bile olabilirsin. Model dergilerinde gördüğüm neredeyse her kızdan çok daha güzelsin.”
Anzu’nun yüzü o kadar kızarmıştı ki, kulaklarından buhar çıkacak sandım. Onun bu kadar yakınında dururken, yüzündeki her küçük değişikliği çok net bir şekilde görebiliyordum.
“Kes şunu, Tono-kun… Birdenbire ne oldu sana…?”
Anzu yüzünü kapatmaya çalıştı, ama ben bileklerini tutup çekerek, zorla “teslim oluyorum” pozunda başının üstünde tutmaya başladım. Sonra, okuldaki tüm öğretmen ve öğrencilerin duyabileceği kadar yüksek bir sesle devam ettim: “Kabul et, Hanashiro! Bir bebeğe benziyorsun! Bir bebek gibi mükemmel ve karşı konulmaz derecede sevimlisin! Sen tüm dünyadaki en sevimli kız olmalısın!”
Bu sefer, gerçekten kulaklarından buhar çıktığını gördüğümü sandım.
“Bırak beni!” Diye tısladı Anzu ve ellerini benden kurtararak ağzımı kapatmaya çalıştı. “Ne-neyin var senin?! Kafayı mı yedin?”
“Ha ha ha… Üzgünüm, üzgünüm. Sadece seni neşelendirmek için aklıma gelen en hızlı ve en kolay yolu denedim.”
“Sen gerçekten inanılmazsın…” dedi Anzu ve küçümseyici, keskin ve öfkeli bir iç çekti. Bir an sonra, umduğum gibi, küçük bir “pfft” sesi duydum ve kahkahalara boğuldu. “Pfft ha ha! Ah ha ha ha! Aman Tanrım! Nasıl bu kadar aptal olabilirsin?! Ay ölücem! Aha ha ha ha ha!”
Onun kontrolsüz kahkahalarını görünce ben de kendimi oldukça aptal hissetmeye başladım ve çok geçmeden, ara sıra geçenlerin yargılayıcı bakışlarına aldırmadan, onunla birlikte gülmeye başladım. Kahkahalar içimden şiddetli bir ateş gibi yükseldi; her bittiğini düşündüğümde, yeniden alevlendi ve tekrar gülmeye başladım. Kısa süre sonra, şakanın ne olduğunu unutmuşuz gibi hissettik ve bu kadar uzun süre güldüğümüz için gülmeye başladık. Sonunda, yanaklarım yumuşayıp ağrımaya başladığında anca durabildik. İkimiz de terden sırılsıklam ve tamamen nefes nefeseydik.
“Hay aksi, çok yoruldum,” dedim, hala nefes nefese.” Hanashiro, neden beni bu kadar uzun süre güldürdün ki?”
“Ben mi? Başlatan sendin…”
Anzu, gözlerinin köşelerindeki yaşları silerken kıkırdadı. Bu sadece basit bir hareketti, ama nedense, onda bu hareketi garip bir şekilde çekici, hatta baştan çıkarıcı buldum.
“Ama senin gülüşün gerçekten çok çekici.” dedim. “Bunu daha önce söyleyen oldu mu?”
“Oh, hayır, artık kanmam. Beni bir daha kandırmana izin vermeyeceğim… Defol buradan!” Anzu sevimli bir öfkeyle arkasını döndü. Bense kendimi romantizm mangasından bir sahnedeymiş gibi hissettim ve ergenlik çağında yapılan flörtözlerin verdiği o eşsiz duygunun tadını çıkardım.
Sonra -sanki tam zamanında- Anzu’nun otobüsü durağa yanaştı ve otomatik kapılar açıldı. Bana şakacı bir gülümseme attı ve arabaya atladı.
“Tamam. Bir şey olursa ararsın beni.”
“Evet. Görüşürüz.”
Sıkıştırılmış havanın yüksek sesli uğultusu ile otomatik kapılar kapandı ve Otobüs duraktan ayrıldı. Orada durup, tamamen gözden kaybolana kadar onu izledim. Cırcır böceklerinin rahatsız edici kakofonisinin ardında, boğuk nefesli rüzgarın akortsuz çalmaya başladığını duydum. Daha dikkatli dinlediğimde, spor takımlarından birinin günün sonunda farklı esneme hareketlerinin isimlerini bağırarak yaptığı antrenmanın seslerini duyabiliyordum. Elbette, kulüp faaliyetlerinin normalde sona erdiği zamandı ancak biraz daha bekleseydim okuldan çıkan birçok öğrenciye rastlayabilirdim.
“… Sanırım gitsem iyi olacak.”
Kaldırımdan tren istasyonuna doğru yola çıktım. Yukarı baktığımda, gökyüzü o kadar maviydi ki, neredeyse gerçek gibi görünmüyordu.
Ve o gökyüzüne bakmak beni çok canlı hissettirdi.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.