Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı Bölüm 3

Bölüm 03: Yağmur Dindiğinde

 

Ertesi gün okuldan çıkınca, okuldan direkt Urashima Tüneli’nin girişine gidip Anzu’yu bekledim. Buluşmak için kararlaştırdığımız saatten yaklaşık yirmi dakika geçmişti, ama o hala gelmemişti. Yazın kavurucu güneşi altında, iletişim kurma imkânı olmadan birini beklemek, en kötü düşmanlarıma bile dileyemeyeceğim bir işkenceydi. Bunun olacağını bilseydim, okuldan birlikte yürüyerek gitmeyi önerirdim. Sonunda, yaklaşık otuz dakika bekledikten sonra, Anzu hiç acele etmeden, havalı bir şekilde tahta merdivenlerden aşağı indi. İtiraf etmeliyim ki, yüzüne hala büyük bir gazlı bez sarılmış olmasına rağmen, oldukça zarif görünüyordu.

“Selam, çok beklettim mi?” diye sordu.

“Evet, yaklaşık yarım saat kadar.” Diye karşılık verdim.

“Cidden mi? Çok üzüldüm.” dedi pişmanlık belirtisi göstermeden. “Her neyse, şuna bir bak.” Çantasına uzandı ve hala ambalajında duran bir naylon ip makarası çıkardı. Bunu satan bir mağaza bulmam çok uzun sürdü. Taşrada yaşamanın bu kadar zor olacağını hiç fark etmemiştim.”

“Buna neden ihtiyacımız var, tam olarak?”

“Heh heh…” Anzu şeytani bir şekilde kıkırdadı. “Küçük bir deney yapacağız.”

 

Anzu bana “deney” fikrini açıkladıktan sonra, her şeyi doğru anladığımdan emin olmak için adımları kafamda tekrar gözden geçirdim. Birimiz naylon ipin gevşek ucunu tutarak (nispeten) sabit bir hızla tünelin içine girecek, diğeri ise dışarıda durarak makarayı tutacak ve ipin gergin kalmasını sağlarken yavaşça döndürerek ipi gevşetecekti. Zamanın akışı normal kaldığı sürece, naylon ip yaklaşık olarak aynı hızda çözülmeye devam edecekti, ancak tünel yürüyen kişi zamanın bozulmaya başladığı sınırı geçtiği anda, dışarıdaki kişi ipin çok daha hızlı çekildiğini fark edecekti. Sonra, tam o anda, makarayı tutan kişi ipi tutup sertçe çekerek tünelde yürüyen kişinin ipi daha fazla gevşetmesini engelleyecek ve böylece kesme noktasını geçtiğini ve geri çıkabileceğini bildirmiş olacaktı.

Bu yöntemle, tünele onlarca kez girip çıkmak zorunda kalmadan, zaman akışının bozulmaya başladığı sınırı teorik olarak bulmak mümkündü. Anzu’nun bu fikrinin ne kadar zekice olduğunu düşünmekle kalmadım, aynı zamanda Urashima Tüneli’nin gizemlerini ortaya çıkarmaya ne kadar kararlı olduğunu da anladım, bu da beni gerçekten şaşırttı. Sonuçta, burası açıklanamayan, zamanı bükülen bir uzaydı — Shohei’nin örneğini kullanırsak, neredeyse “anti-hiperbolik zaman odası” gibiydi. Dikkatli olmazsak, içeride araştırma yaparken birkaç yıl geçip gidebilirdi. Ayrıca bunun gerçekten dilekleri yerine getirme gücüne sahip olduğunun garantisi de yoktu. Bu hafife alınacak bir zorluk değildi ve Anzu’nun bunun olası sonuçlarını tam olarak kavrayıp kavrayamadığını merak ettim.

“Demek bu işe gerçekten tüm gücünle atılmaya hazırsın, ha?” diye sordum.

“Evet, neden olmasın?” diye cevapladı Anzu.

“Yani, haftaların dakikalar içinde geçtiği bir yerden bahsediyoruz. İçeri girip çıkıp dileğini gerçekleştirebilseydin neyse de ama bu tünelin ne kadar derin olduğunu bile bilmiyoruz. Kişisel deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, bu tünel kafanı karıştırmak için oldukça tuhaf şeyler yapabiliyor.”

“Tabii, tehlikeli olduğunu anlıyorum. Ancak risk almaya istekli değilsen, hayatın boyunca yerinde sayıp durursun.”

“Evet, bazı konularda haklı olabilirsin belki ancak. Korkusuzluk ile pervasızlık arasında fark olduğunu unutma.”

“Ne demek istiyorsun? Yoksa Tüneli tek başına keşfetmek mi istiyorsun? Ben gideyim mi?”

“Hayır, öyle demek istemedim. Bu konuda ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalışıyorum… Çoğu insan bu ihtimal karşısında titrerdi, biliyorsun.”

Anzu gözlerini o kadar sert çevirdi ki, gözleri kafasının arkasına kaybolacak sandım. “O zaman iyi ki ben çoğu insan gibi değilim.”

“…Bu gerçekten gurur duyulacak bir şey mi?”

“Elbette öyle. Normal insanlardan nefret ediyorum. Onların hepsi işe yaramaz.”

Buna gülmeden edemedim. “Kahretsin. Bu baya sertti.”

“Doğru, sıradan olmanın hiçbir değeri yok. Nadir, hayat değiştiren deneyimler, sıradan günlük yaşamdan kat kat daha değerlidir bence. Uzun ve sıkıcı bir hayat yaşamaktansa, kısa ama dolu dolu bir hayat yaşamayı tercih ederim.”

“Mmm… Yani, sana katılıyorum, ama tüm sıradan şeylerin değersiz olduğunu söylemek biraz haksızlık gibi geliyor. Mesela, bazen tanıdık şeylerde huzur verici şeyler vardır. Ayrıca sıradan şeylerin, sıradışı şeylerden daha popüler olmasının da bir nedeni vardır.”

“Örneğin?”

“Şey, şey… somon balığı. Yani, çoğu insan somonu deniz ürünleri arasında “sıradan balık” gibi bir seçenek olarak görür, ama bana göre, daha pahalı ve daha sofistike balıkların hepsinden çok daha lezzetli. Mesela, beni şu anda markete götürüp istediğim her şeyi almayı teklif etsen, kesinlikle yılan balığı falan seçmem. Özel günlerde bile somonu tercih ederim.”

“Şahsen, yılan balığı somondan çok daha lezzetli bence.”

“Ah. Peki, tamam, sanırım.” dedim. Hay aksi, konuşmayı bitirdim. Başlangıçta tamamen aptalca bir tartışma değildi ama…

“Ama biliyor musun? Normal bir insan için oldukça ilginçsin, Tono-kun. Bu özelliğini seviyorum,” dedi Anzu, genişçe sırıtarak.

Aniden karnımda kelebekler uçuştu. Hala bu kızın iç dünyasının nasıl olduğunu bilmiyordum.. Okulda, hayal edilebilecek en antisosyal kişiydi, diğer insanlardan kasıtlı olarak uzak duruyordu. Ama aynı zamanda biraz çocukça, yaramaz bir tarafı da vardı. Bunu, önceki gün okuldan sonra beni gizlice tünele kadar takip etmesinden de anlayabilirdim. Sonra çok nadiren, kadınsı tarafını biraz daha göstererek, kolayca flört olarak anlaşılabilecek bu tür sevimli sözler söylüyordu. Üçünden hangisinin gerçek Anzu olduğunu merak ettim. Belki de hiçbiri değildi.

“Neyse, hadi gel. Gün ışığını boşa harcıyoruz.” dedi. “Başlasak iyi olur.”

“H-haklısın, üzgünüm.”

Sorumdan kaçındığını hissetsem de görmezden geldim çünkü şimdilik, yapmamız gereken bir deney vardı.

Naylon ipin ucunu tutarak tünele girecek kişinin ben olacağına hemen karar verildi. Anzu, makara ile dışarıda bekleyecekti ve ipin sertçe çekildiğini hissettiğim anda, geri dönme zamanının geldiğini anlayacaktım.

“Biliyor musun… Bu bana telefon oyununu hatırlatıyor.” diye mırıldandım karanlıkta yürürken.

Uzun zaman önce, Karen ve ben iki teneke kutu ve biraz ip ile derme çatma bir telefon yapmıştık ve bütün gün onunla oynamıştık. Üst kata çıkıp, bir ucunu ikinci katın penceresinden bahçedeki diğer kişiye uzatarak, birbirimizle tamamen anlamsız şeyler söylemiştik. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu oyun çok çabuk sıkıcı hale geldi ve o günden sonra bir daha hiç oynamadık, ama yine de o kadar eğlenceliydi ki, bugün bile sevgiyle hatırlayabiliyorum.

“Umarım seni burada bulurum, Karen…”

Gözlerimi kısarak ileriye baktım. Duvarlardaki meşalelerin loş ışığını görebiliyordum. Zaman bükülmesinin sınırı olan -en azından benim için- torii’ye yaklaşıyordum. Kendimi hazırlayarak, aynı hızda ilerlemeye devam ettim ve ilk kapının altından geçtim.

Naylon ip arkamda gergin bir şekilde çekilince dönüp çıkışa doğru yöneldim. Dışarı çıktığımda, ellerini beline koymuş, kendinden gurur duyuyormuş gibi durduğunu gördüm.

“Merhaba, Tono-kun. Neredeyse yirmi dakika boyunca tünelde kaldığını bilmek umarım seni mutlu eder.”

“Bekle, cidden mi? Ama sinyali aldığım anda hemen geri döndüm…”

“Evet, bu da o noktada sınırı çoktan geçmiş olman gerektiği anlamına geliyor. Söylesene, ne kadar ilerledin?! Tahmin ettiğimiz gibi ilk torii miydi?”

Kafamı evet anlamında salladım.

Evet!” gerçekten “Çalışıyor” Anzu sevinçle küçük bir çığlık attı. Onun ani, saf ve çocuksu neşesine kapılmamam elde değildi.

Sınırın nerede olduğunu artık bildiğimize göre, orada zamanın ne kadar bozulduğunu kolayca ölçebilirdik. Aslında hemen gidip bunu yapalım diyecektim, ama sonra saatin beş buçuk olduğunu ve işimiz bittiğinde dışarısının karanlık olacağını fark ettim.

“Yarın mı devam etsek? Saat geç oluyor.” dedim, ama Anzu başını salladı.

“Hayır, mümkünse bunu bugün halletmek istiyorum,” dedi. “Tabi eve erken gitmeni gerektirecek bir nedenin yoksa?”

Genelde babam işten dönmeden önce akşam yemeğini hazırlamak için evde olmam gerekiyordu, ama son zamanlarda işten oldukça geç çıkıyordu, bu yüzden biraz daha dışarıda kalabileceğimi düşündüm.

“Hayır, sorun değil. Hadi şu işi bitirelim.”

“İşte duymak istediğim şey bu.” dedi Anzu, başını şiddetle sallayarak. Gerçekten de nasıl çalıştığını öğrenmek için can atıyor gibi görünüyordu.

“Tamam,” dedim. “Bu sefer içeri girip üçe kadar sayıp çıkacağım.”

“Bana uyar. Burada bekleyeceğim.”

“Şey, aslında, istersen bu kısmı tek başıma halledebilirim. Yani, tek yapmam gereken içeri girmeden önce ve çıktıktan sonra saati kontrol etmek. Yarın okulda sana söyleyebilirim.”

“Biliyorum. Ama biz bir takımız, unuttun mu? Ve sonunda sınırın nerede olduğunu anladığımıza göre, büyük açıklamayı kesinlikle kaçırmak istemem. O yüzden burada kalacağım.”

“…Emin misin? Peki, madem ısrar ediyorsun. Keyfin bilir. Tek diyeceğim, eğer çok uzun sürerse, bensiz eve gitmende hiçbir sakınca yok.”

Bu sefer, ilk kapıdan tam adımımı attığım anda, telefonumda bir zamanlayıcı başlattım ve bir, iki, üç diye saydım—sonra diğer tarafa atladım. Tünelin içinde, içeri girerken olduğundan biraz daha karanlık olduğunu fark ettim. Güneş batmışsa, bu sefer en az bir saat içeride kalmış olmalıydım. Anzu da muhtemelen çoktan eve gitmişti.

“Kahretsin… Gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar geçti…” diye içimden hayretle mırıldandım. Teknik olarak tünelin zaman bozulması etkisini üçüncü kez yaşıyor olmama rağmen, hala buna alışamamıştım. Dürüst olmak gerekirse, böyle tuhaf, doğaüstü bir olaya nasıl alışılabilirdi ki? Aniden büyük bir tedirginlik hissine kapıldım, adımlarımı hızlandırdım ve omzumun üzerindeki ürkütücü torii’den uzaklaşmak için daha hızlı yürümeye başladım. Dışarı çıktığımda, tahminim doğru çıktı: gece perdesi ufukta kendini göstermeye başlamıştı. Şaşırtıcı bir şekilde, diğer tahminimse tamamen yanlış çıkmıştı.

“Vay canına! Hala burada mısın?” Anzu’ya bakarak nefesimi tuttum. Anzu karanlıkta yerde oturmuş, başını dizlerinin arasına gömmüştü.

“…Seni bekleyeceğimi söylemedim mi?” diye ters bir şekilde başını kaldırarak karşılık verdi. Sesinde rahatsızlık ve rahatlamanın karışımı vardı.

Elbette, “hala” kelimesini vurgulama şeklim biraz kaba gelmiş olabilirdi, özellikle de karanlıkta kim bilir ne kadar uzun süre beni beklemek zorunda kaldığını düşünürsek. Hemen sözlerimi daha dikkatli seçmiş olmayı diledim ve utanarak özür diledim. Anzu bunu kabul etmedi; bunun yerine, sanki ani bir aydınlanma yaşamış gibi gözlerini kocaman açtı.

“Her neyse, saat kaç?”

“Oh, hay aksi! İyi hatırlattın.”

Çıkarken saati kontrol etmeyi tamamen unutmuşum. Anzu ayağa fırladı ve saatine baktı, eteğinin arkasındaki kiri silmeye bile uğraşmadı. Bende merakla baktım. Tünele girdiğimden bu yana neredeyse iki saat geçmişti. İki saat, üç saniyede uçup gitmişti. Bu da demek oluyordu ki…

“Sanırım tüneldeki bir saniye, dışarıda yaklaşık kırk dakikaya eşit oluyor.” Anzu, aynı sonuca vararak fısıltıyla konuştu. Sonra hızla kitap çantasından bir kalem ve defter çıkardı, boş bir sayfayı açtı ve bazı hesaplamalar yapmaya başladı. Kafasında tüm hesaplamaları ne kadar hızlı yaptığını görünce çok şaşırdım. Zeki olduğunu biliyordum, ama bu kadar olduğunu bilmiyordum. Kalemi sonunda durduğunda, sayfaya baktım ve çalışmasını inceledim. Bu, farklı varsayımsal tünel sürelerinin bir listesiydi ve bunların ardından gerçek zamanlı karşılıkları geliyordu.

 

1 saniye = 40 dakika

1 dakika = 40 saat

1 saat = 100 gün

1 gün = 6,5 yıl

 

Anzu bana dönüp baktı, gözleri heyecandan parıldıyordu. “1 günde altı buçuk yıl! Görüyor musun? Bu bir delilik! Burayı tam anlamıyla soğuk bir uyku kabini gibi kullanabilir ve uzak geleceğe atlayabiliriz!”

Son iki saatteki sıkıcı bekleyişini bir anda tamamen unutmuş gibiydi.

“E-evet, bu harbiden çılgınca. Aynı zamanda…”

Anzu, sanki yüzyılın keşfini yapmışız gibi coşkuyla konuşurken, göğsümde karanlık bir şüphe bulutu giderek büyüyordu. Bir günde altı buçuk yıl — üç günde neredeyse yirmi yıl. Şüphesiz bunu gerçek zaman yolculuğu için kullanabilirdik. Ancak bu, her şeyi “geçmişte” bırakmak anlamına da gelirdi. Tüm sınıf arkadaşlarımız mezun olup iş bulacak, tanıdığımız herkes yaşlanmaya devam edecek, ama biz aynı kalacaktık. Geri döndüğümüzde evimi geçtim, Kozaki Lisesi bile artık olmayabilirdi.

Anzu’nun Urashima Tüneli’nin dileğini yerine getirmesi için başa çıkması gereken değişiklikler bunlardı ve ben onun gerçekten hazır olup olmadığını merak etmeden edemiyordum. Ya da, tünel gerçekten isteklerimizi yerine getiriyor mu? çünkü tünelin gerçekten bu yeteneğe sahip olduğuna dair hala hiçbir kanıtımız yoktu. Bunun yanı sıra, tüneli kullanmakla ilgili, bizim gibi saf aptalları bekleyen her türlü başka tehlike de olabilirdi. Belki de belirli bir mesafeyi aştıktan sonra geri dönüş yoktu. Elbette bunlar, küçük kız kardeşimi tekrar görebilme ihtimalinin en ufak bir şansı bile varsa almaya hazır olduğum risklerdi, ama Anzu’nun durumunda, onun neyin peşinde olduğunu bilmiyordum. Onun motivasyonlarının ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Ona hızlıca bir bakış attım. Yüzü, yeni keşfimizin heyecan verici sonuçlarından dolayı hala kızarmış ve coşku doluydu. Böylesine korkunç sonuçlarla karşı karşıya olmasına rağmen en ufak bir çekinme bile göstermedi. Önce gerekli özeni göstermeden dalmanın kötü bir fikir olduğunu açıkça bildiği halde, Urashima Tüneli’ni fethetmeye hala yüzde yüz kararlıydı.

 

Hey, Hanashiro. Neden bu kadar kararlısın? Bu tünelde ne elde etmeyi umuyorsun?

 

Bu kelimeleri tam söyleyecektim ki son anda vazgeçtim. Onun bu kadar eğlendiği bir anın keyfini kaçırmak, yapmak istediğim son şeydi. Ayrıca, onun niyetini ve nihai hedeflerini öğrenmek için başka birçok fırsatım olacaktı. Ancak kesin olarak söyleyebileceğim bir şey vardı, o da soruşturmayı başlatmak için başka bir günü beklememiz gerektiğiydi. Hem gerekli hazırlıkları yapmak hem de Anzu’nun bu duygusal yoğunluktan çıkıp tekrar mantıklı düşünmeye başlayabilmesi için zamana ihtiyacımız vardı. Ama bu gece, başarılı geçen bir deneyi kutlamak için küçük bir kutlama yapmanın kimseye zararı yoktu.

 

…………..

 

Urashima Tüneli’nin kesin zaman oranını belirlediğimizden beri iki gün geçmişti.

Shohei’nin karşısında oturmuş, öğle yemeğimizi yerken ve anlamsız sohbetler yaparken, birdenbire gözümün ucuyla Anzu’yu gördüm. Sandviçini tek başına yerken soğuk ve ulaşılmaz bir hava yayıyordu. Bu, birkaç gün önce gördüğüm daha samimi tarafının sadece hayal gücümün ürünü olduğunu düşünmeme neredeyse yetiyordu. Yüzündeki dev şişlik ve gazlı bez parçası da artık yoktu.

“Yine yeni kıza bakıyorsun, kanka.” diye homurdandı Shohei.

“Mm?” Dedim ve elimdeki kahve sütlü konserveyi bitirip, pipeti dudaklarımdan çektim. “Ee, ne olmuş? Yoksa ona karşı bir şey mi hissediyorsun?”

“Biraz daha saçmalarsan yumruğu yicen.”

“Şaka yaptım, kanka. Sakin ol.”

“Cidden kanka, onu bu kadar merak ediyorsan, gidip konuşmalısın. Uzaktan sapık gibi izleyerek asla onun arkadaşı olamazsın.”

“Evet, biliyorum.”

Anzu ile yeni iş ilişkimden kimseye bahsetmemiştim, çünkü bunun ikimize de istenmeyen ilgi çekeceğini düşünmüştüm. Aynı nedenden dolayı okulda benimle konuşmaktan kaçındığını varsayabilirdim.

“Onunla gerçekten arkadaş olmak istediğimden değil,” diye devam ettim. “Davranışlarını biraz ilginç buluyorum, hepsi bu. Onun bir sonraki hamlesini asla tahmin edemiyorum.”

“Hmm… Şey, o biraz gizemli haklısın. Kahretsin, geçen gün birisi onu çitin üzerinden tren raylarına tırmanırken görmüş. Kim böyle bir saçmalığı yapar?”

“…Evet, iyi soru.”

Demek yakalanmış, ha? Daha dikkatli olmasını beklerdim.

“Ah evet, şimdi hatırladım!” Shohei patladı. “Ayrıca Kawasaki’nin şerefsiz erkek arkadaşı hakkında küçük bir dedikodu duydum. Okulu tamamen bıraktığını söylüyorlar.”

“Ne? Ciddi misin?”

“Evet. Görünüşe göre, ailesinin balıkçılık işini devralacakmış diyorlar. Ama bana sorarsan, bir kız tarafından fena halde dayak yedikten sonra okula geri dönmeye utanmış olmalı.”

“Heh. Onun için iyi olmuş. Umarım bu sayede birazda olsun karakterli olur.”

“Gerçekten,” dedi Shohei, yanaklarını kocaman bir pirinç topuyla doldurarak.

Düşününce, Koharu da o günden beri okula gelmemişti. Acaba o da sonunda okulu bırakacak mı diye merak ettim.

Sonunda, günün dersleri bitti. Ders kitabımı kapatıp çantama koyarken, hoparlörden bir anons duyuldu.

“2-A sınıfından Kaoru Tono, öğretmenler odasına gel. Tekrar ediyorum: Kaoru Tono…”

Bu, Bayan H’nin sesiydi.

“Uh-oh, kanka. Bu sefer ne yaptın?” Shohei alay etti.

“Bilmem ki.” Omuzlarımı silktim. Ciddiydim — gerçekten hiçbir fikrim yoktu.

Eşyalarımı topladıktan sonra sınıftan çıktım ve koridorda Anzu’nun yanından geçerken onunla göz göze geldim. Bana sessizce başını salladı, sonra arkasını dönüp merdivenlerden aşağı indi… ama bunun “Dışarıda seni bekleyeceğim” mi, yoksa “Bugünlük iptal mi?” anlamına geldiğinden emin olamadım.

Kendi sözleriyle söyleseydi daha iyi olurdu, ama ne yazık ki onu takip edip sormaya zahmet edemedim, bu yüzden hemen öğretmenler odasına doğru ilerledim ve bir sonraki köşeden sola döndüm. Koridorun sonundaki kapıya vardığımda, sessizce kapıyı açtım ve geldiğimi söyledikten sonra, sandalyelerin arasından geçerek Bayan H’nin masasına doğru ilerledim.

“Şey, Bayan Hamamoto… Beni mi çağırdınız?” Not verdiği sınav kağıtlarını bir kenara bırakıp, koltuğunda dönerek bana büyük, dostça bir gülümseme attı.

“Ah, gelmişsin Tono-kun. Aniden çağırdığım için özür dilerim.”

“Sorun değil. Beni ne için çağırdınız?”

“Evet, tabii. Aslında konu Kawasaki-chan.”

“Oh? Kawasaki’ye ne olmuş?”

“Şey, eminim fark etmişsindir ama son birkaç gündür okula gelmedi. Kendini iyi hissetmediğini söylemek için aradı, ama onun için biraz endişelenmeye başladım. Eğer yakında dönmezse, küçük bir ev ziyareti yapmam gerekebilir diye düşünüyordum.”

“Anladımmm…” dedim. Bunun benimle ne alakası var, tam olarak?

“İşte burada devreye sen giriyorsun, Tono-kun. Kawasaki-chan’ın yaz İngilizce ödevini teslim edebilir misin?”

“Ha? Ben mi?”

“Evet, sen. Bunu halletmek isteyip istemediklerini bazı arkadaşlarına sordum ama görünüşe göre hepsi çok meşgul.”

Onun Koharu’nun her zamanki arkadaş grubundaki kızları kastettiğini anlamıştım. Tahminimce, tembelliklerinden ya da Bayan H’ye olan kinlerinden dolayı onu görmezden gelmiştiler. Bu yüzden son seçenek olarak bana sormak zorunda kalmıştı.

“İkiniz aynı ortaokula gittiniz, değil mi?” diye sordu Bayan H. “O zaman muhtemelen onun nerede oturduğunu biliyorsundur.”

“Yani, evet, yaparım…”

“O zaman bunu halledeceğine güvenebilir miyim?”

Beni zor durumda bırakmıştı. Anzu’yla buluşup Urashima Tüneli’ni daha ayrıntılı olarak keşfetmeyi planlıyorduk. Buluşmasak bile, bana zorbalık yapan bir kıza yardım etmek istemiyordum.

“Üzgünüm, bu öğleden sonra planlarım var…”

“Öyle mi? Neymiş bu planların?”

“Bir arkadaşımla buluşacağım.”

“Oh, peki buluşup ne yapacaksınız?” Bayan H bunu sorarken ben orada şaşkın bir şekilde durup, öğretmenimin bunu neden bilmek istediğini merak ettim. Sonra gülümsedi ve bombayı patlattı: “Yine Stand By Me filminin canlandırması değil, umarım?”

“Pardon? Anlamadım?”

“Bir tanık okula gelip, geçen gün ‘Tono denen çocuk’un tren rayları üzerinde yasadışı bir şekilde yürüdüğünü söylemiş Bununla ilgili bir şey bilmiyorsun, değil mi?”

Hay, kahretsin. Beni gören mi olmuş? Ve tam da aynı şey için Hanashiro’yu yargılarken hem de…

“Şey, evet, o konuda… Mesele şu ki, treni kaçırdım ve bir sonraki treni bekleyemezdim, bu yüzden eve gitmek için küçük bir kestirme yol kullanmaya karar verdim ve…”

“Demek gerçekten sendin.” diye hayal kırıklığıyla iç geçirdi. “Ah, Tono-kun. Biliyorsun, genellikle bu tür bildirimler aldığımızda ebeveyn veya veliyi aramamız gerekir…”

Aman Tanrım. Babam bunu öğrenirse, başım gerçekten belaya girer. Başka çare görmeyince paniğe kapıldım ve yalvarmaya başladım. “Gerçekten çok üzgünüm! Bir daha olmayacağına söz veriyorum! Lütfen evimi aramayın…”

“Bitirmeme izin vermedin.”

Durdum ve Bayan H’nin söyleyeceklerini dinledim.

Görünüşe göre, arayan kişi, ailemin son yıllarda “zor günler geçirdiğini” bildiği için okulun beni basit bir uyarı ile bırakmasını istemiş ve Bayan H de onların isteğini saygı ile karşılamayı düşünmüştü. Bu yabancının iyi niyetine minnettar olup olmamam gerektiğini bilemedim. Kapalı kırsal topluluğumuzda haberlerin ne kadar çabuk yayıldığına sık sık sinirlenirdim, çünkü bu, herkesin ailemin tüm kirli sırlarını bildiği anlamına geliyordu.

“Sebebi ne olursa olsun, lütfen tren raylarında yürüme, tamam mı? Ezilip ölebilirdin, ölmesen bile, treni durdurmaya zorladığın için ağır bir para cezası alırsın.”

“Evet, hocam… Bir daha olmayacak.”

“Güzel. Peki o zaman, sanırım bu seferlik görmezden gelebilirim…” Bayan H, sözünü bitirmeden önce, uğursuz bir şekilde acı verici bir sessizliğe büründü. “…Ama son zamanlarda çok fazla devamsızlık ve geç kalman var, belki de evini aramam gerçekten gerekli olabilir. Tabi eğer, bundan sonra daha iyisini yapmaya kararlı olduğunu bana kanıtlamaya hazır değilsen.”

“Peki bunu nasıl yapabilirim?”

“Oh, bilmiyorum… Belki son zamanlarda okula gelmeyen başka bir öğrenciyi kontrol etmeye gönüllü olmayı teklif ederek? Ve hazır gitmişken ödevlerini de götürerek, he?”

Yani bu, üstü kapalı bir tehditti. Dediğimi yap, yoksa babanı ararım.

“…Tamam, peki. Kawasaki’nin ödevini götüreceğim.”

“Öyle mi? Ah, ne kadar tatlısın! Al bakalım!” diyerek bana zımbayla ciltlenmiş bir İngilizce çalışma kitabı uzattı. Plastik koruyucu kılıfın içine koyup kitap çantama attım. Öğretmenler odasından çıkarken, ileride büyük bir dolambaçlı yoldan gitmemiz gerekse bile, tünele giden başka bir yol bulmamız gerektiğini zihnimde not aldım. Tren rayları boyunca tekrar yürümek çok riskli olurdu.

Şimdi, Anzu’ya ödev teslim görevine atandığımı ve raylar boyunca yürürken görüldüğümüzü haber vermem gerekiyordu. Muhtemelen çağrıldığımı biliyordu, ama onu nerede bulabileceğimi bilmiyordum. Öncelikle sınıfa bir bakmaya karar verdim, ama o orada değildi. Sonra ana girişte bekliyor olabileceğini düşündüm, ama orada da yoktu.  Muhtemelen eve gitmiş ya da Urashima Tüneli’ne tek başına gitmişti, ama…

Ugh. Böyle zamanlarda birbirimizin iletişim bilgilerine sahip olmayı gerçekten çok isterdim. Okulun her köşesini arayamazdım bu yüzden iç mekan ayakkabılarımı çıkardım ve binadan çıktım, bahçeye çıkarken avluyu gözlerimle taradım. Ana kapıdan geçerken, arkamdan bir ses duydum.

“Tono-kun.”

“Hay aksi, beni korkuttun…”

Tabii ki, Anzu’ydu. Bahçenin ana girişinin yanında, kollarını kavuşturmuş ve sırtını duvara dayamış bir şekilde bekliyordu.

“Çok uzun sürdü,” dedi huysuzca duvardan kalkarak.

“Üzgünüm, seni arıyordum. Telefon edecektim, ama…”

“Ah, doğru. Sana numaramı vermedim, değil mi?”

“Hayır. Ama evet, ben de bunu yapmalıyız diye düşünüyordum. En azından işleri çok daha kolaylaştırıyor.”

“Evet, tamam!” Anzu, cebine uzanıp cep telefonunu çıkarırken şaşırtıcı bir coşkuyla haykırdı. Hızlıca birbirimizin iletişim bilgilerini adres defterlerimize yazdık.

“Bu çok heyecan verici!” dedi. “Daha önce hiç kimseyle numara alışverişi yapmadım!”

“Vay canına, gerçekten mi?”

“Ya sen, Tono-kun?!”

“Evet, benim için de oldukça yeni. Numarasını aldığım ikinci kişisin.”

(Kayıtlara geçsin diye söylüyorum, ilki Shohei’ydi)

“…İkincisi, ha. Vay canına, ne kadar özelsin,” diye mırıldandı. İfadesi sıfır saniye içinde parıldamaktan donukluğa geçti; oldukça dramatik bir ruh hali değişimi oldu. Rehberi kapattı ve telefonunu cebine geri koydu. “Öğretmenler odasına çağrıldığını duydum. Olay ne?”

“Ah, evet. Sanırım geçen gün tren raylarında yürürken biri beni görmüş, o yüzden biraz azarlandım. Önemli bir şey değil yani.”

“Huh. Peki, anladım.”

“Bu arada, birisi senin de benimle aynı şeyi yaptığını görmüş, o yüzden bundan sonra tren raylarını kullanmamamız gerekiyor. Yani, o kadar da önemli bir şey değil. Nispeten kolay kurtuldum diyebilirim.”

“Nispeten mi?”

“Ah, evet… Şey, şey…” diye başladım, bir parmağımla yanağımı kaşıyarak. “Aslında Bayan H. için bir iş yapmam gerekiyor. Kawasaki’nin evine uğrayıp ona ödevini bırakmam lazım.”

“Kawasaki…” diye tekrarladı Anzu, yüzü “Benim huzurumda bu ismi nasıl söyleyebilirsin?” der gibi karardı. Ve, şey… Koharu’nun ona yaptıklarından sonra, böyle hissetmesinden dolayı onu suçlayamazdım.

“Evet, sanırım bugünkü soruşturmayı iptal etmek zorundayız. Üzgünüm.”

“…Tamam.”

“Neyse, ben gitsem iyi olacak. Yarın görüşürüz.” dedim ve yakındaki otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Ancak bir şey çantamı çekti ve ben de döndüm. Anzu gözlerimin içine bakıyordu.

“Ne oldu?” diye sordum.

“Ben de geliyorum.”

“Ha?”

Bu fikir değişikliği de nereden çıkmıştı? Onun tamamen Koharu’dan nefret ettiğine emindim… Ya da belki de tam da onunla bir hesabı olduğu için mi gelmek istiyordu? Bu bir intikam mıydı?

“Eee, emin misin? Kawasaki’nin evi diyorum.”

“Evet, ilk seferinde duydum.”

“Ya sana düşmanca yaklaşırsa?”

“Oh, şaşırmam.”

O zaman neden gelmek istiyorsun ki? Diye sormak istedim.

Sormaya cesaret edemeden, Anzu sabırsızca bir nefes verdi. “Soruşturmamız iptal olduğu için, yapacak hiçbir işim yok. Bu yüzden biraz zaman öldürmek için gelmeye karar verdim, hepsi bu. Tabi gelmemi istemiyorsan orası ayrı.”

“Yani, sorun değil, sanırım… Ama sadece ödevleri bırakıp geri döneceğiz. O yüzden onu boğazlama, tamam mı?”

“Neee? Pardon? Ben kimseyi boğazlamam.”

“Ya da bacaklarını falan kırma.”

“Dedim ya ben asla öyle şeyler yapmam.”

 

Bunun üzerine okuldan çıkıp, otobüse bindik. Planımız, altı durak sonra Koharu’nun evinden bir taş atımı uzaklıkta inmekti. Okuldan biraz geç çıkmıştık, bu yüzden otobüste Kozaki Lisesi’nden çok az öğrenci vardı. Aracın en arkasına oturduk ve ben tembelce pencereden dışarı bakarak, manzarayı seyrettim.

Yakındaki bir tepenin gölgesinden geçerken, Anzu’nun yüzünün pencere camına yansıdığını görebiliyordum. O, tam yanımda oturuyordu ve yerimize oturur oturmaz burnunu kitabına gömmüştü. Ne tür bir kitap olduğunu merak eden ben, yansımadan kitabın kapağını incelemeye çalıştım, ama tek görebildiğim, arka kapakta resmedilmiş, arka ayakları üzerinde oturan bir kedi idi. Bunun, “bu hayvanın bakış açısından hayat nasıl olurdu” türünden bir hikaye olduğunu düşündüm. Tek bildiğim, bu kitabı bir süredir okuduğu ve Koharu’nun yüzüne yumruk atmadan önce burnunu gömmüş olduğu kitabın aynısı olduğuydu.

“Kawasaki’den tamamen nefret mi ediyorsun?” Pencereden başımı çevirip rastgele sordum.

“Evet. Ondan nefret ediyorum.” dedi Anzu tereddüt etmeden, kitabından başını kaldırmadan.

“O zaman neden onun evine geliyorsun?”

“Çünkü sen nereye gidersen ben de oraya gitmek istiyorum.”

O bunu sanki dünyanın en bariz şeyiymiş gibi söylerken benim yüzüm kızarmaya başladı. Sakin ol, Kaoru. Yanlış anlama. Sadece birlikte çalışıyorsunuz o kadar. Aranızda başka bir şey yok. Boğazımı temizledim ve sakin kalmak için elimden geleni yaptım.

“Biliyorsun, böyle şeyleri bu kadar hafife almamalısın.” diye uyardım onu.

“Neden?”

“Şey, çünkü benden başka biri muhtemelen bunu yanlış anlar ve zavallı kalpleri kırılır.”

“Şey, senin dışında kimseye böyle bir şey söylemem zaten.”

“Beni gözünde fazla mı büyütüyorsun? Bil diye söylüyorum, ben sadece aşırı sıradan bir liseliyim.”

Bu, Anzu’nun sonunda kitabından gözlerini ayırıp doğrudan benimkilere bakmasına neden oldu. “Yanılıyorsun. Sen sıkıcı veya sıradan biri değilsin, Tono-kun. Hatta bana sorarsan, sen tanıdığım en anormal insansın.”

“…Bu bir iltifat mıydı?”

“Kesinlikle.”

“Peki, madem öyle diyorsun.” dedim omuz silkerek, sonra dirseğimi tekrar pencere pervazına dayadım. Kısa bir süre sonra, otobüs şoförü hoparlörden Koharu’nun evine en yakın durağa yaklaştığımızı duyurdu, ben de düğmeye basarak inmek istediğimi bildirdim. Otobüs durağa yaklaşırken şoföre üç yüz yen verdim, sonra merdivenlerden inip kaldırıma çıktım. Hemen ardından, ıslak toprağın keskin kokusunu aldım. Batı göğünde yavaşça ilerleyen devasa, beyaz fırtına bulutuna baktım.

“Yağmur yağacak gibi görünüyor.”

“Öyle mi dersin?” dedi Anzu. “Ama şu anda hava çok güzel.”

“Hayır, eminim. Hadi, acele edelim ve şunu bitirelim.”

Hızla Koharu’nun evinin doğru yola çıktık. Yolun biraz ilerisinde, birinci katında okonomiyaki dükkanı olan küçük bir apartman binası gördük. Koharu’nun ailesi bu binanın üst katında yaşıyordu. Merdivenleri çıktık ve kısa süre sonra, kapalı dış koridorun altında KAWASAKI yazan kapıya vardık. Zili çaldığımda, binanın içinden yüksek bir ding-dong sesi yankılandı, ardından tahta döşeme üzerinde aceleyle koşan ayak sesleri duyuldu.

“Kim oooooo?” diye bağırdı ev sahibi, ön kapıyı açarak.

Koharu’ydu. Tişörtü, bol eşofman altı ve burnuna takılı kalın çerçeveli gözlüklerinden anlaşıldığı üzere, açıkça “evde kalma” modundaydı. Onu ortaokuldan beri tanıyordum, ama onu gözlükle ilk kez görüyordum. Hızlıca, okulda kontakt lens taktığı sonucuna vardım. Bizi görünce biraz şaşırdı, ama hemen her zamanki öfkeli bakışlarına geri döndü.

“…Ne istiyorsunuz?”

“Bayan H, yaz ödevlerini bırakacak birine ihtiyaç duyuyordu.”

“Ve siz mi gönüllü oldunuz?”

“Tam olarak değil. Ama, mecburduk.”

“…Harika.”

Koharu’nun gözlerinde ufak bir hüzün belirdi. Belki de bunun, her zamanki arkadaşlarının bu görevi reddettiği anlamına geldiğini fark etmiş ve sözde arkadaşlarının onu bu kadar çabuk terk etmesinden dolayı oldukça üzülmüştü. Ya da kendimi mi kandırıyordum?

Çalışma kitabını uzattım ve o da hiçbir şey demeden aldı. Ancak, vedalaşmak ve bu gergin etkileşimi sonlandırmak için hazırlanırken, arkamdan tuhaf bir ses geldi, televizyonun parazit sesine benziyordu. Arkamı döndüm ve tabii ki yağmur yağmaya başladı.

Harika. Hayatımda hiç görmediğim kadar ani bir sağanak yağmur başladı. Orada durmuş, şimdi ne yapmamız gerektiğini düşünürken, daire içinden bir kadın sesi duyuldu.

“Koharu, dışarıda yağmur yağıyor! Arkadaşlarını içeri davet etsene?

“Ne?! Olmaz!” Koharu, ışık hızıyla dönerek bağırdı. “Onlar benim arkadaşlarım değil, anne!”

Kadın giriş kapısına koşarken yüksek sesli ayak sesleri duyuldu. Basit bir önlük giymişti ve uzun saçlarını arkada toplamıştı. Koharu’nun annesi gibi görünüyordu.

“Koharu! Onlar senin için bu kadar yolu gelmişken, nasıl bu kadar kaba olabilirsin?! Ben seni böyle mi yetiştirdim?”

“Ama anne!”

“İkinizden de özür dilerim.” Koharu’nun annesi gülümsedi ve onu kenara itti. “Bazen biraz huysuz olabiliyor. Kişisel algılamayın lütfen. İçeri girin, buyurun!”

Anzu ve ben birbirimize baktık, omuzlarımızı silktik ve içeri girdik. Koharu, bu durumdan açıkça rahatsız olmasına rağmen, daha fazla itiraz etmeden bizi odasına götürdü. Oraya vardığımızda, çenesiyle oturmamızı işaret etti, biz de itaat ederek halının üzerine çömeldik.

Küçük kız kardeşiminki dışında, daha önce hiçbir kızın yatak odasına girmemiştim. Erkek arkadaşlarımın odalarında hiç koklamadığım, belirsiz bir tatlı koku vardı. Ancak oda, Koharu gibi vahşi bir kızdan beklediğimden çok daha sadeydi: sadece basit bir çalışma masası, krem rengi bir şifonyer ve bir dolap vardı. Eğer moda dergileriyle dolu kitaplığı olmasaydı, buranın bir genç kızın odası olduğunu anlamazdım.

“Selam. Meraklı gibi etrafa bakınmayı kes.” diye tersledi Koharu.

“Ö-özür dilerim.” dedim ve hemen gözlerimi yere indirdim.

“Yağmur durur durmaz, buradan gidiyorsunuz. Tamam mı?”

Başımı şiddetle salladım ve konuşmamız hemen sona erdi. Anzu, porselen bir heykel gibi hareketsizce otururken, Koharu sandalyesinde telefonuyla huzursuzca oynuyordu. Sessizliği bozan tek ses, pencere camına düşen yağmur damlalarının tıkırtılarıydı. Endişe boğucu bir hal almıştı. Sonunda, artık dayanamadım ve Koharu ile tekrar konuşmaya çalıştım.

“Demek evde gözlük takıyorsun, ha?”

“Evet, ve? Aptal gibi göründüğümü mü söylüyorsun?”

“Hayır, hiç de değil.”

“Güzel. Şimdi sus.”

“Evet, hanımefendi.”

Etkileşim denemesi: başarısız. Bir kez daha, sosyal becerilerimin eksikliğini lanetledim. Sessizce oturup yağmurun dinmesini beklemekten başka çarem yokmuş gibi görünüyordu, bu yüzden yenilgiyi kabul ederek başımı eğdim. Ama o anda Koharu sessizliği bozdu ve Anzu’ya seslendi.

Sen burada ne halt ediyorsun? Yani, Tono’yu biraz anlayabiliyorum, ama sen?”

“O burada olduğu için ben de buradayım,” diye yanıtladı Anzu, sanki bu çok doğal bir şeymiş gibi.

“Pardon? Yoksa sevgili misiniz?”

Tono-kun ve ben ruh ikiziyiz. İlişkimizi sizinki gibi sığ ve yüzeysel bir ilişkiye benzetmeye çalışma.”

“Bunun ne anlama geldiğini gerçekten bilmiyorum ve bilmek istediğimden de emin değilim… Bekle. “Sizinki gibi” derken?”

“Beni dövdürdüğün o serseri çocukla çıkmıyor musun?”

Bunun üzerine Koharu suskunluğa büründü.

“…Biz çıkmıyoruz,” diye küçük ve çekingen bir sesle cevap verdi.

“Bekle, cidden mi?” Ben de gerçekten biraz şok olmuş bir şekilde söze karıştım. Elbette, Shohei daha önce bu söylentilerin asılsız olduğunu belirtmişti, ancak bana alternatifinden daha inandırıcı gelmişti.

“O, kendi başına çıkıyormuşuz gibi davrandı. Sonra sanırım biri bunu gördü ve bunun karşılıklı olduğunu varsaydı, ama ben o adamdan hiç hoşlanmıyorum.”

“Huh… Bekle, ama o zaman neden tüm söylentileri inkar etmedin?

“Yani… neden uğraşayım ki? İnsanlar her halükarda inanmak istediği şeye inanıyor.” dedi Koharu, dişinde bir şey varmış gibi rahatsız bir şekilde kıpır kıpırdı. Onun kaçamak cevaplar verdiğini anlayabiliyordum, ama bunu ona açıkça söyleyen Anzu’ydu.

“Ah, şimdi anladım. Onu sevmiyordun, ama aynı zamanda ikinizin çıkıyor olma ihtimalini de tamamen reddetmek istemedin. Başka bir deyişle, onun itibarını bir sindirme unsuru olarak kullanmaya devam etmek istedin, değil mi? Mafya patronunun kızı gibi, babasının adını kullanarak kendisine bulaşmaya çalışan küçük serserileri korkuturlar.”

Hay aksi. Yani, sanırım uygun bir benzetmeydi, ama gerçekten bu kadar ileri gitmek zorunda mıydık?

“Ne… Hayır, hiç de öyle değil!” Koharu inkar ederek bağırdı, yüzü kıpkırmızı oldu.

Anzu devam etti. Ne demek ‘öyle değil’? Onun ününü kendi çıkarın için kullanmaya çalışmasaydın, eve giderken arkadaşlarına benim seni ne kadar sinirlendirdiğimi söyleyeceğinle tehdit etmezdin. Elbette, o anda özellikle ondan bahsetmiyor olabilirsin, ancak yine de kendi ellerini kirletmemek için sindirme taktikleri kullanıyorsun, bu yüzden öyle.”

Koharu alt dudağını ısırdı ve titremeye başladı.

Aman Tanrım. Ağlayacak.

Sonra Anzu son darbeyi vurdu: “Yani, gerçekten. Egon bu kadar kırılgan mı? Sert kız imajını korumak için çok uğraşıyorsun, ama bunun sebebi gerçek arkadaşların olmaması mı?”

İşe yaradı. Baraj patladı ve büyük, çirkin gözyaşları Koharu’nun yanaklarından aşağı akmaya başladı.

“B-bu kadar acımasız olmana gerek yok…” diye hıçkırarak birkaç kez burnunu çektikten sonra tamamen ağlamaya başladı.

Telaş içinde, bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim. “Hadi ama Hanashiro! Abarttın. Özür dile.”

“Özüüür.”

“Benden değil, Koharu’dan dile.”

Anzu gözlerini devirdi ama yine de Koharu’ya döndü. “Üzgünüm. Seni ağlatmak istememiştim… bunun seni acıtması için bilerek söylemiş olsam bile.”

İçten bir özür…” diye azarladım.

Ancak Anzu pişmanlık belirtisi göstermedi ve Koharu’nun gözyaşları dinmek bilmedi. İkisinin arasında titreyerek otururken, dolap kapısı aniden açıldı ve içinden ilkokul çağında iki küçük çocuk atladı. Muhtemelen Koharu’nun küçük kardeşleriydi.

“Hey! Onu bırakın!” diye bağırdı içlerinden biri ve ikisi de Anzu’nun yanına koşarak ona çılgınca vurmaya başladılar. Nadir bir anlık sarsıntıyla, Anzu yüzünü kapattı ve çocukların yumruklarını engellemek için çılgınca çabalarken onlara durmaları için yalvardı. Bu sırada Koharu hala gözleri yaşlar içinde ağlamaya devam ediyordu. Tam bir kargaşa vardı ve ne yapacağımı bilmiyordum.

Tam o sırada kapı açıldı ve Koharu’nun annesi buzlu çay tepsisiyle içeri girdi.

“Aha! İşte buradasınız, sizi küçük haylazlar!” dedi ve iki çocuğu çekip her birinin başına hafifçe vurdu. Artık Kawasaki kardeşlerin üçü de yüksek sesle ağlıyordu, bu yüzden eve gitmek istiyordum.

“Bu küçük fiyasko için özür dilerim,” dedi Koharu’nun annesi, beni ve Anzu’yu koridora çağırıp kısa bir konuşma yaptıktan sonra. Ellerini kalçalarına sıkıca koymuş, garip bir şekilde gülüyordu. “Her neyse, içimden bir ses kızımın başlattığını söylüyor, ama bundan sonra olayların daha da büyümesine izin vermemeye çalışırsanız çok sevinirim. O aslında çok tatlı bir kız.”

Utançtan sadece başımı sallayabildim. Anzu bile, pişmanlık duymamasına rağmen, azarlanmış bir evcil hayvan gibi boyun eğmiş bir şekilde duruyordu.

“Kapı zili çaldığında odasından ne kadar hızlı çıktığına inanamazsınız. Okuldaki arkadaşlarıyla ne oldu bilmiyorum, ama şu anda oldukça yalnız olmalı. Elbette, sizi onunla barışıp arkadaş olmaya zorlayamam, ama en azından anlaşmaya çalışın, olur mu?”

“Evet, efendim,” diye cevap verdim, sonra Anzu’ya baktım, o da sadece başını salladı.

“Harika. Dışarıda hala yağmur yağıyor, isterseniz biraz daha kalıp dinlenebilirsiniz.” Bunun üzerine Koharu’nun annesi koridordan diğer odaya çekildi.

“İstersek.” demişti… Az önce olanlardan sonra, şimdi çekip eve gitmek oldukça utanç verici olurdu. Böylece Koharu’nun yatak odasının kapısını bir kez daha açtık ve üç kardeşi yatakta bir tür kart oyunu oynarken bulduk. Ancak Koharu bizi içeri girerken görür görmez, tüm kartları topladı ve küçük kardeşlerine verdi.

“Tamam, şimdi odanıza dönün,” dedi ve onlar itaatkar bir şekilde kalktılar.

“Eğer yine sana sataşırlarsa, abla, bize haber ver!” dedi çocuklardan biri.

“Evet! Bir dahaki sefere ödetiriz onlara!” dedi diğeri.

İki çocuk yatak odasından çıkarken bize dil çıkardılar ve sevimli kardeşlik dinamiklerini de yanlarında götürdüler. Koharu ile tekrar odada yalnız kaldığımızda, bir süre rahatsız bir şekilde öylece durduk, ta ki o oturmamızı önerene kadar. Biz de onun isteğine uyduk.

“Peki mama… Şey, annem size ne dedi?”

“Önemli bir şey demedi,” dedim, annesine çoğu zaman “Mama” diye hitap ettiğini fark ederek içimden gülümsedim. “Sadece sakin olmamızı söyledi.”

“Benimle arkadaş olmanızı istedi, değil mi?”

Tek yapabildiğim utangaç bir gülümsemeydi. Koharu yanındaki fasulye torbası yastığını kapıp hemen yüzünü içine gömdü.

“Of, çok utanç verici… Bu berbat… Öldürün beni.”

Elbette, onun kelimenin tam anlamıyla ölmek istemediğini biliyordum, ama yine de onu bu kadar utanmış görmek çok kötüydü. Ancak kadınlarla başa çıkma konusunda yeterince tecrübem yoktu, bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.

“İradesizsin.” diye acımasızca sözünü kesti Anzu.

Hay aksi. Ne söyleyeceğime dair daha iyi bir fikrim yoktu, ama bunun durumu düzeltmeyeceği kesin olarak belliydi. Bir kez daha arabulucu olmaya çalıştım. “Hadi ama, Hanashiro. Sürekli işleri çıkmaza sürüklüyorsun… En azından ona telafi etmek istiyormuş gibi davran.”

“Neden rol yapıyoruz ki? Söylediklerimi geri almayacağım.”

“Biliyorum, ama yine de…”

“Sen çok yumuşaksın, Tono-kun.”

“Hayır, sen mantıksız bir şekilde sert davranıyorsun.”

Birbirimizle tartışmaya devam ederken, Koharu aniden yastığından başını kaldırdı.

“Hey… Sen nasıl her zaman bu kadar yenilmez gibi davranabiliyorsun?” diye sordu Anzu’ya, ustasından rehberlik isteyen bir öğrenci gibi uysaldı sesi. Şimdi düşününce, tam da bu olmuştu belki de. Dönüp Anzu’ya en sert bakışımı attım ve bu soruyu samimi bir şekilde cevaplamasını istedim, yoksa…

Anzu mesajı almış gibi görünüyordu, çünkü omuzlarını biraz düşürdü ve isteksizce açıklamaya başladı. “Yani, bunun gizli bir yöntemi yok ki. Ancak…”

“Ancak?”

“Özetlemek gerekirse, insanlara yumruk atmaktan korkmamakla ilgili olduğunu söyleyebilirim.”

Hoppala. Bu, bir genç kızın ağzından çıkmasını bekleyebileceğiniz türden bir söz değildi.

“İçinde neye tahammül edeceğine dair kesin sınırlar belirlemelisin. Mesela, biri bana şunu ya da bunu yaparsa, suratına yumruk atarım. Bunu yaptıktan sonra, durumları ve kendini izometrik bakış açısıyla analiz etmen daha kolay hale gelir. Sakin kalmana ve duygularının kontrolü ele geçirmesini önlemene yardımcı olur.”

“İzometrik bakış açısı da ne demek?” diye sordu Koharu, başını eğerek.

“Ah, özür dilerim. Sanırım yaptığım metafor çok açıklayıcı değildi. Her neyse eski video oyunlarından oynadın mı hiç? O oyunlarda, karakterine yukarıdan bakarken, onun HP ve MP değerlerini görebiliyorsun, değil mi? Bu, duygularını nicel değerler olarak görmeye çalışıp, ani tepkiler vermek yerine durumun genel ciddiyetine göre hareket etmeye benzer. Tıpkı sağlığın yarıya düştüğünde iksir kullanman gibi, belirli bir sınırı aştıktan sonra birine saldırmaya karar vermelisin. Oh, ve mümkünse her zaman ilk hamleyi sen yap. Çoğu zaman, insanları şaşkına çevirip tepki veremeyecek hale getirmek için tek gereken şey, iyi ve sert bir yumruk atmaktır. Ayrıca, rakibinin senden çok daha güçlü olduğunu biliyorsan, kendini buna göre silahlandırmaktan veya haksız taktiklere başvurmaktan çekinme. İşi bitirmek için ne gerekiyorsa yap.”

Bu, son derece rahatsız edici olsa da, şaşırtıcı derecede ayrıntılı bir açıklamaydı. Anzu hayatı boyunca kaç tane kavgaya karışmıştı?

“…Bu delilik. Ben bunu asla yapamam.” dedi Koharu somurtarak.

Dürüst olmak gerekirse, ben de yapamam.

“Yani, sırf kendine güven kazanmak için kavga çıkarmaya git demiyorum. Ancak sorunlarınla yüzleşmeyi öğrenmen gerekir, aksi takdirde hayatın boyunca blöfçü olarak kalırsın. Ayağa kalkmazsan hiçbir şeyi değiştiremezsin.”

Koharu gözle görülür şekilde titredi.

Yüzü solmaya başlamıştı. “Nereden başlayayım ki?”

“Bana sorma. Bu senin sorunun.”

Koharu yine ağlamaya başlayacak gibi görünüyordu, ben de dirseğimle Anzu’ya hafifçe dokundum. Terapist rolünü oynamaktan bıkmış ve usanmış gibi kafasını kaşıdı, ama yine de küçük moral konuşmasına devam etti.

“Her neyse, burada demek istediğim sorunları şiddete başvurarak çözmeye çalışma, kendi sınırlarını belirle ve bunlara bağlı kalarak çöz. İnançlarına sadık kal ve kimsenin seni başka türlü davranmaya zorlamasına izin verme. Bunu yeterince uzun süre yaparsan, sadece özgüvenin geliştirmekle kalmayacak, aynı zamanda genel olarak çok daha havalı bir insan olacaksın. Güvensizlikten daha kötü bir şey yoktur. Aynı güvensizlik, seni o huysuz serserinin arkasına saklanmaya ve okulda herkesin ikinizin çıktığını düşünmesine neden oldu. Öyle değil mi?”

“Yani… evet…”

“Peki, o zaman. Sana tavsiyem, bir kez olsun kendi istediğin gibi yaşamaya başlaman. Bu terimlerin ne anlama geldiğini düşünme, boş ver. Kendine hedefler belirle ve bunları yerine getir. Başlangıçta muhtemelen çok zor olacak, ama bu, gerçekten olmak istediğin kişiye çok daha yakın olmana yardımcı olacak, bu yüzden sonunda çok daha mutlu olacağına eminim.”

“Benim… olmak istediğim kişi mi…?”

“Doğru. Çünkü sonuçta, hayatımızı yaşamak için tek bir doğru yol yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, bize en uygun yolu seçmek ve o yolda elimizden geldiğince hızlı koşarak, kısıtlı zamanımızda ne kadar uzağa gidebileceğimizi görmek.” dedi Anzu ve pencereye dönerek derin bir nefes aldı. “Oh yağmur sonunda dinmiş.”

 

Hava düzelene kadar kalacağımıza karar verdiğimiz için, Anzu ve ben ayrılma vaktinin geldiğini düşündük. Veda ettik, ön kapıdan çıktık ve hemen batmakta olan güneşin sert ışığına gözlerimizi kısmak zorunda kaldık. Ancak, açık koridorun sonundaki merdivenlerden iner inmez, arkamızdan bir ses duyduk. Arkamı döndüğümde, Koharu’nun terlikleriyle peşimizden geldiğini gördüm. Merdivenlerden aşağı koşarak indi ve Anzu’nun önünde durdu, sonra gergin bir şekilde parmaklarını göbek deliği hizasında çevirmeye başladı.

“…Ne oldu?” Anzu şüpheyle sordu.

“Ah, evet, şey… Yani, az önce söylediğin tüm o şeylere ilgili… Dürüst olacağım: Tam isabetti. Çok tuhaf bir şekilde her şeyi doğru bildin, ya sen medyumsun ya da ben sandığımdan daha acınası bir şekilde şeffafım… Her neyse, şey… Özür dilemek istedim, sanırım. Şimdiye kadar sana karşı bu kadar kötü davrandığım için. Özür dilerim.”

Koharu başını eğdi ve benim de ağzım açık kaldı. Bu kızın başı belaya girdiğinde öğretmeninden bile özür dilediğini görmemiştim, bu yüzden onun bu alçakgönüllü davranışını görmek neredeyse inanılmazdı. Anzu’nun az önce söylediği şeyler Koharu’nun içinde bir tür değişimi tetiklemiş olmalıydı. Anzu da bu duruma oldukça şaşırmıştı

Anzu cevap vermeden önce uzun bir sessizlik oldu. “…Sorun yok. Böyle şeylere takan biri değilim.”

“Peki, madem öyle… Ah, bu arada Tono?”

“Evet?”

“Sana borcum vardı.” Koharu cebine uzandı ve üç bin yenlik banknotları çıkardı, sonra neredeyse zorla elime tutuşturdu.

“Bekle, bu ne? Sana hiç bu kadar para vermedim…”

“Senden zorla aldığım her şeyin karşılığını ödemek istedim. Tam miktarı hatırlamıyorum, bu yüzden yetmezse özür dilerim.”

“Hayır, sorun değil. Endişelenme.”

“Hayır, ‘sorun değil’ deme lütfen. Burada temiz bir başlangıç yapmaya çalışıyorum, o yüzden al şunu, tamam mı?”

Temiz bir başlangıç, ha? Bu durumda hayır diyemem sanırım diye düşündüm. “Peki, ısrar ediyorsan eğer.”

Banknotları cebime attıktan sonra Koharu’ya bir kez daha veda edip apartman binasından ayrıldık. Yağmurla ıslanan kaldırımda sessizce yürüdük, asfaltın üzerinden yükselen taze yağmurun kokusunu içimize çektik. Sayısız su birikintisi yolun kenarlarını kaplamıştı; en büyük ve en berrak olanları batmakta olan güneşin göz kamaştırıcı ışığını yansıtıyordu. Kısa süre sonra otobüs durağına vardık. Programı kontrol ettim ve bir sonraki otobüsün yirmi dakika sonra geleceğini gördüm. Ne yazık ki, yakındaki bank yağmurdan sırılsıklam olmuştu, bu yüzden yol kenarında yan yana beklemekten başka çaremiz yoktu.

Etraf sessizdi. Uzaklarda, yalnız bir akşam ağustosböceği şarkısını söylüyordu.

“Onu ayağa kaldırmayı başardığımıza sevindim.” Dedim. Amacım sessizliği bozmaktı. Anzu’dan en azından bir “uh-huh” bekliyordum, ama cevap bile vermedi. Merakla ona baktım. Dümdüz karşısındaki yola bakıyordu. Profilinin, batmakta olan güneş ışınlarının çizgileri arasında neredeyse parıldadığı görünüyordu. Sonra, sıkıca kapanmış dudaklarını bir şekilde yavaşça açarak birkaç keskin bir kelime söylediğini izledim: “Kawasaki’ye aşık mısın?”

Bu beni o kadar şaşırttı ki, bir an cevap veremedim.

“Kim, ben mi? şaka mı yapıyorsun? Aynı besin zincirinde bile değiliz. Eğer o bir katil balina ise, ben cılız bir denizanasıyım.”

“Uh-huh,” diye şüpheyle mırıldandı.

“Neden böyle düşündün?”

“Şey, onun için endişelenmiş görünüyordun.”

“Cidden mi?”

Gerçekten öyle olmadığını açıklamak üzereydim, ama Shohei’nin neredeyse aynı şeyi söylediğini -Stockholm sendromu hakkında- hatırlayınca sözler boğazımda düğümlendi. Belki de dışarıdan bakıldığında Koharu’ya karşı bir şey hissediyormuşum gibi görünüyordu. Açıkçası, durum hiç de öyle değildi. Tabii, yüzü güzeldi, ama kişiliği berbattı. Otoriter, tehditkar, inatçı ve bencil biriydi, ayrıca içten içe ağlak bir çocuktu…

“Ah. Evet, şey… Sanırım bunun nedenini biliyorum.”

“Neymiş.”

“Çünkü bir bakıma bana küçük kız kardeşimi hatırlatıyor.”

“Siması mı andırıyor?”

“Hayır, kişiliği. Karen de çoğu zaman oldukça inatçıydı. Bencilce görünen sahte öfke nöbetleri geçirip ağlamaya başlardı, ama bu sadece ailemin kavga etmesini engellemek için kullandığı bir taktikti. O oldukça hesapçı biriydi.”

Karen çok zeki bir çocuktu. O, birçok aile için evliliği bir arada tutan şeyin çocuklar olduğunu çok erken fark etti. Annemiz ve babamız en ufak bir tartışma bile başlattığında, Karen hemen bunu fark eder ve gerginliği yatıştırmak ve onları barıştırmak için bizi lunaparka, akvaryuma ya da başka bir yere götürmeleri için yalvarmaya başlardı. Bunun sadece benim hayal gücümün ürünü olmadığını da biliyordum; o kesinlikle kasten inatçılık yapıyordu.”

“Anladığımı sanmıyorum.” dedi Anzu.

“Evet, üzgünüm. Bu tür şeyleri açıklamakta pek iyi değilim. Ama inan bana, Kawasaki’ye karşı kesinlikle hislerim yok.” dedim kesin bir şekilde ve konuşma daha da ileri gitmeden sonlandırdım. Sonra ben de bir soru sorarak karşılık verdim: “Ayrıca, sen de onun için oldukça endişeli görünüyordun. Ona çok içten bir şekilde hayat tavsiyeleri verdin.”

“Bunu sadece… annesi onunla iyi geçinmemizi söylediği için yaptım.”

“Eminim ki ‘Onunla iyi geçinin’ demek istedi, ‘kızımın hatalarını görmesini ve yeni bir sayfa açmasını sağlayın’ değil.”

“Evet, şey. Bazılarımız aşırı hırslı, Tono-kun.”

Buna gerçekten söyleyecek bir şeyim yoktu, özellikle de sonuç ortadayken. Anzu, Koharu üzerinde gerçekten olumlu bir etki yaratmış gibi görünüyordu… En azından şimdilik. Bunun gerçekten uzun süreli olup olmayacağı ise tamamen başka bir soruydu.

Bu sözlerle konuşmamız sona erdi ve otobüsün gelmesi için kalan süre boyunca sessizce durduk. Bu, hiçbir şekilde hoş olmayan bir sessizlik değildi. Bazen, söyleyecek bir şeyiniz olmasa bile, biriyle baş başa kalmak hoş olabilirdi.

 

…………….

 

Bir sonraki hatırladığım şey, kendimi akvaryumda, etrafım eterik maviliklerle çevrili bir dünyada bulduğumdu. Sualtı tünelindeki dairesel zemin ışıkları loştu ve etrafta çok az insan vardı. Kalın tavan camından, devasa bir balina köpekbalığının başımın üzerinde yavaşça süzülmesini izledim. Yanımda bir sardalya sürüsü yüzüyordu, sayıları o kadar fazlaydı ki, bir bütün olarak köpek balığından daha büyük görünüyorlardı.

Burada olmamam gerektiğini biliyordum ancak durmaya devam etmemin tek nedeni, ölen kız kardeşim yanımda camın önünde çömelmiş olmasıydı. Sonra beynimde çarklar dönmeye başladı ve bu tuhaf olgunun tek bir gerçek açıklaması olduğunu anladım. Bir rüya görüyordum, Karen’ın vefatından birkaç hafta önce, dördümüzün bir aile gezisi olarak akvaryuma gittiğimiz bir günün rüyasını.

“Çok güzel.” diye fısıldadı Karen, iki elini cama bastırarak. Ancak yüzündeki ifade başka bir şey söylüyordu; biraz halsiz görünüyordu. Ayak bileklerinden ağırlığını birinden diğerine aktararak durmasından, bacaklarının yorgun olduğunu düşündüm. Bu berrak rüyayı onunla olabildiğince uzun süre paylaşmak isteyen ben, anılarımı geçmişe doğru takip ettim ve o zamanlar söylediğim kelimelerin aynısını söylemeye çalıştım.

“Eve gidelim mi?”

“Mmm, hayır,” dedi Karen başını sallayarak. At kuyruğu yaptığı saçları bir sağa bir sola sallandı. “Annemin ve babamın barışmak için hala zamana ihtiyaçları var. Biraz daha kalalım.”

Annemiz ve babamız biraz uzakta durmuş, bizi izlerken kim bilir ne hakkında konuşuyorlardı. Zaman zaman kahkahalarını duyuyordum, bu da durumun düzelmekte olduğuna inanmamı sağlıyordu.

“Peki, ayakların ağrıyorsa, seni sırtımda taşıyabilirim,” diye teklif ettim.

“Daha iyi bir fikirim var! Omuzlarına çıkayım!” dedi Karen, teklifime karşılık.

Burada mı? Ciddi misin?”

“Evet, lütfeeeennnn!”

Karen gömleğimin köşesini çekmeye başladı, kumaşı gererek onu bir yandan diğer yana salladı. İsteksizce diz çöktüm ve onun omuzlarıma tırmanmasına izin verdim, sonra ayağa kalkarken ayak bileklerini sıkıca tuttum ve o da sevinçle kıkırdamaya başladı. Ellerini başımın üzerine koydu, sonra saçlarımı elleriyle sarıp, saç tokasıyla küçük bir topuz yaptı. Bu onun “kontrol kolu”ydu artık, Karen beni istediği yöne hareket ettirmek için onu çekecekti. Temelde sadece daha gelişmiş bir atçılık oyunuydu, ama çok eğlendik.

“İleri, Brobot!” derdi ve ben de her adımda ağzımla hidrolik sesler çıkararak ilerlemeye başlardım (bunu yapmamı çok severdi). Sonra kaçınılmaz olarak yorulduğumda, “Yeniden yakıt isteme” derdim ve o da atlayıp bana mola verirdi. Bana lazerlerimi ateşlememi söylediğinde, yolumuzun üzerinde duran küçük nesneleri tekmelerdim (pek inandırıcı bir lazer ışını değildi, ama idare ediyorduk).

“Eğleniyor musun, Kaoru?”

“Elbette,” diye cevap verdim. Karen nereye ben orayaydım. Onun gülümsemesi benim için yeterliydi.

“Öyle mi? Güzel.” dedi Karen, kontrol kolundan ellerini çekip parmaklarını nazikçe saçlarımın arasında gezdirdi. “O zaman geldiğimize sevindim.”

Alarm saatimin sesiyle uyandım ve gözlerimi açtığımda yatak odamın tavanını gördüm. Perdelerden sızan birkaç sabah ışığında toz zerrecikleri dans ediyordu. Yatakta doğrulup alarmı kapattım, o rüyanın netliğinden dolayı hâlâ sersemlemiş bir haldeydim.

Eğer doğru hatırlıyorsam, hemen ardından yunus gösterisini izlemeye gitmiştik. Karen ve ben en ön sırada oturmuştuk (diğer adıyla “sıçrama bölgesi”) ve gösterinin sonunda sırılsıklam olmuştuk, ama yine de gülmekten karnımıza ağrılar girmişti. Yunuslar o kadar tuhaf ve oynak yaratıklardı ki, kendimizi tutamadık. O zamanlardan kalan tek güzel anı bu değildi elbette. Karen bizimleyken, neredeyse her günümüz mucizelerle doluydu. Keşke o hala hayatta olsaydı, belki de her şey bugüne kadar aynı kalırdı.

Yataktan kalkıp koridora çıktım. Babamın mutfakta gizlenmediğinden emin olduktan sonra, annem bizi terk ettikten sonra tamamen bakımsız hale gelen arka bahçeye açılan yan kapıdan dışarı çıktım. Banyo penceresinin altına çömelip, evin altındaki boşluğa elimi uzattım; aradığım şeyi çabucak bulup çıkardım.

Orijinalinde pirinç krakerleri ya da benzeri bir şeylerin saklandığı büyük, dikdörtgen şeklinde bir teneke kutuydu, ama Karen ve ben onu en değerli hazinelerimizi saklamak için gizli bir saklama yeri olarak yeniden kullanmaya başlamıştık. Dört yapraklı yonca, gazoz şişelerinden çıkardığımız misketler gibi şeyler koymuştuk. Artık Karen’ın hayatında en çok değer verdiği bazı eşyalar da bu kutuda duruyordu, örneğin en sevdiği tarak ve peluş hayvanı, ayrıca benim en sevdiğim fotoğrafları da. Onun anısına adanmış bir tür zaman kapsülü ve hatıra kutusu gibiydi.

Ancak kapağı açtığımda ilk gözüme çarpan şey, onun eski kırmızı sandaletleri oldu. Urashima Tüneli’nde son bulduğum parça ile birlikte, artık tekrar tam bir çift oldular. Onları böyle görmek bile kalbimi rahatlattı; Karen’ın gerçekten bu dünyanın bir yerinde olabileceğine dair umut verdi. Merak etme, Karen. Seni bulacağım. Sadece azıcık daha bekle.

Bu sessiz, dua gibi sözle, kapağı kapattım ve hazine sandığını, çocukluğumuzdan beri hep durduğu yere, evin altına geri koydum; Karen ve benim birlikte karar verdiğimiz gizli saklanma yerine.  Kutuyu dışardan alıp odama taşımak isterdim fakat babam bulursa muhtemelen çöpe atardı, bu yüzden güvenli olması için burada bırakmıştım. Annemin evi terk ettikten sonra, onun çılgına dönüp Karen’ın odasındaki her şeyi atması hala hafızamda tazeydi. Onunla ilgili çok az hatıram olmasının ana nedeni buydu. Bunun için babama kızgındım, elbette, ama öfkemi ona yöneltmenin ikimize de bir faydası olmayacağını biliyordum. Hatta, ilişkimizi daha da bozardı.

Ayağa kalktım ve telefonumdan saati kontrol ettim. Saat 7’yi biraz geçmişti. Okula hazırlanmak için odama geri döndüm.

Temmuz ortasına girmiştik ve yaz sıcağı giderek daha da şiddetini artırıyordu. Ben ana kapıdan bahçeye girerken, birkaç kız güneşten korunmak için kitap çantalarını şemsiye gibi başlarına tutarak yanımdan koşup gitti. İç ayakkabılarımı giydim, koridordan geçip 2-A sınıfına girdim. Masama ulaşamadan, sınıfta yeni bir kız daha olduğunu fark ettim. Kısa siyah saçları ve kalın çerçeveli gözlükleri vardı. Sınıftaki diğer kızlar gibi, sıradan birine benziyordu ama nedense onu daha önce bir yerde gördüğüm hissi içimi kapladı.

Sonradan anladım: Koharu’ydu. Saçlarını doğal rengine boyamıştı ve eteği artık dizlerine kadar uzanıyordu. Bu, önceki kötü kız imajından tamamen farklı bir imajdı.

“Uh, Koharu? Ne oldu sana? Lütfen bunun yeni görünüşün olmadığını söyle.” Dedi eski arkadaşlarından biri alaycı bir şekilde. Amacı Koharu ile dalga geçmekti. Koharu ne onaylayıp ne de reddederek basit ve bağlayıcı olmayan bir cevap verdi ve konuyu geçiştirmeye çalıştı. Onun utangaç gülümsemesini ve kelimeleri ağzından çıkarken tökezlemesini görmek, her zamanki kibirli tavırlarından o kadar farklıydı ki, önceki gün yaşanan olayları bilmesem, buna gerçekten inanmazdım.

“Kanka, sence biriyle bahse girip kaybetti falan mı?” Shohei kulağıma fısıldadı. Onun masama yaklaştığını fark etmemiştim bile.

“Sanırım daha çok yeni bir sayfa açmaya karar verdi.”

“Onun gibi bir narsist yeni bir sayfa mı açıyor? Böyle bir günün geleceğini hiç düşünmemiştim.”

“Evet, şey. Son zamanlarda çok zor günler geçirdi.”

“Özellikle yeni kız onu aşağıladıktan sonra gerçekten geçirmiş. Bu arada, dün okuldan sonra onunla nereye gittin?”

“Bunu nereden biliyorsun?” Tamamen hazırlıksız yakalandım ve kekeledim.

“Demek harbiden beraberdiniz. Kaligrafi kulübünden bir arkadaşım görmüş sizi ve bana da o söyledi. Anuz şu an okulun en popüleri anlarsın ya, bu yüzden gördüğü anda tanımış. Her neyse, ona birlikte olduğu adamı tarif etmesini istedim ve tarif ettiği kişi sana çok benziyordu, ben de seni tuzağa düşürmek için biraz yönlendirici bir soru ile başlasam iyi olur diye düşündüm.”

Ah. Sikeyim. Onun tuzağına düşürdü.

“Ee? Aranızda ne var?” Shohei, sesi merakla dolu bir şekilde sordu.

“Umduğun kadar skandal bir şey yok,” dedim, gözlerimi devirerek. “Biz çıkmıyoruz. Kahretsin, teknik olarak henüz arkadaş bile değiliz.”

“O zaman onunla otobüste nereye gidiyordun, ha? Benim bildiğim sen eve trenle gidiyorsun kanka.”

“Kawasaki’nin evine yaz ödevlerini bırakmak için gitmemiz gerekiyordu.”

“Peki neden beraber?”

“Boş ver kanka, çok uzun hikaye. Anlatması bile yıllar alır o yüzden hiç sorma lütfen.”

“Pislik gibi davranmana gerek yok, Kanka.” diye alay etti Shohei. Açıkça, benim sadece açıklamak için çok tembel olduğumu anlamıştı. “Ama şaşırdığımı söyleyemem. Sonuçta, ikinizin pek çok ortak yönü var.”

“Ne? Tam olarak nasıl bir ortak yönümüz var?”

“Şey, öncelikle, sen diğer insanlara karşı hiç açılmıyorsun. Ve anladığım kadarıyla, o da aynı şekilde. Sanki ikiniz de diğer insanlarla mümkün olduğunca az ilişki kurmak konusunda aynı frekansta gibisiniz.”

“Şimdi de başımıza insan sarrafı mı oldun?”

“Hayır, sadece insanları izlemeyi ve davranışlarının ardındaki psikolojiyi analiz etmeyi seviyorum. Bu benim için bir tür hobi gibi.”

“İlk kez duyuyorum.”

Sohbetimizi bitiremeden, birinci dersin zil sesi çaldı, bu yüzden Shohei bana barış işareti yaptı ve kendi sırasına geri döndü.

 

Kısa süre sonra öğle yemeği vakti geldi. Normalde Koharu, masasının etrafında oturan arkadaşlarıyla birlikte yemek yerdi, ama bugün ders biter bitmez elinde öğle yemeği kutusu ile ayağa fırladı. Merakla onun nereye gittiğini izledim. Şaşırtıcı bir şekilde, Anzu’nun masasına doğru yürüdü ve öğle yemeğini alçakgönüllülükle onun önüne uzattı.

“…Hey, şey. Bugün burada yemek yiyebilir miyim?”

Sınıfta fısıltılar yükseldi. Sandviç poşetini açmakla meşgul olan Anzu bile bu istek karşısında biraz şaşkın görünüyordu.

“Sen bilirsin.” dedi Anzu.

Koharu kendi masasından sandalyeyi Anzu’nun masasına çekti, öğle yemeği kutusunun kapağını açıp masanın üzerine koydu. Bu tuhaf bir manzaraydı: Birkaç gün önce birbirlerinin boğazına sarılmış olan bu iki eski düşman, şimdi eşitler gibi sessizce ekmeklerini paylaşıyorlardı. Ancak, huzur ve sükunet uzun sürmedi, çünkü bir zamanlar Koharu’nun grubunun sadık bir üyesi olan Haneda, yüzünde kocaman bir sırıtışla ikilinin oturduğu yere doğru yürüyerek geldi.

“Um, Koharu, tatlım? Neden öğle yemeğini onunla yiyorsun?”

Haneda’nın ses tonundan, Koharu’nun onlarla değil de başka biriyle yemek yemeyi tercih etmesinden dolayı üzülmediğini anlayabiliyordum; açıkça, rezil kraliçeleriyle alay etmek için daha fazla malzeme arıyordu.

Koharu rahatsız olduğunu belli ederek yere baktı. “Çünkü…” diye başladı, ama o kadar kısık sesle konuştu ki, geri kalanını duyamadım.

“Pardon, ne dedin? Biraz daha yüksek sesle konuşabilir misin?” diye sordu kız.

“Çünkü bir gün onun gibi olmak istiyorum!”

Bütün sınıf sessizliğe büründü. O kadar sessizdi ki, iğne düşse sesi duyulabilirdi. Haneda ağzı açık bir şekilde orada duruyordu ve Anzu da aynı derecede şaşkın görünüyordu. Kahretsin, ben bile böyle radikal bir fikir değişikliği olacağını tahmin edemezdim. Eski arkadaş grubuna uyum sağlamaya çalışmanın çok riskli olacağını düşündüğü ve çaresiz olduğu için Anzu ile birlikte yemek yediğini düşünmüştüm. Belki de gerçek neden buydu ve Koharu, o anda daha iyi bir bahane bulamadığı için bu cevabı uydurmuştu.

Ancak, Koharu’nun eski arkadaşı onun şaka yapmadığını anlar anlamaz, kahkahalarla gülmeye başladı. “Ha ha ha ha! Pardon, ne dedin?! Ciddi olamazsın, değil mi?!”

Sınıftakiler aralarında fısıldaşmaya başlayınca alaycı gülüşler ve kıkırdamalar duyuldu.

“Heh. Görünüşe göre birisi, o kadar da önemli olmadığını fark etmiş sonunda.”

“Kötü kız dominatrix rolünü sadece gösteriş için mi yapıyordu acaba?”

“Anzu’nun yüzüne attığı yumruk beynini mahvetti mi yoksa?”

Taş yerine kelimeler kullanılmış olsa da, bu halka açık bir taşlama gibiydi. Koharu, yüzü kıpkırmızı ve tüm vücudu titriyor olsa da, dayanmak için elinden geleni yaptı.

“Bu çok komik,” diye devam etti Haneda. “Bunu nasıl yapmayı planlıyorsun? Bundan sonra sadece acınası, antisosyal bir ezik mi olacaksın?”

“Seni ilgilendirmez… Beni rahat bırak.”

“Ah, böyle yapma! Tabii ki ilgilendirir.  Biz arkadaşız, değil mi?” Haneda, Koharu’nun omuzlarından tutup onu ileri geri sallayarak onu kışkırttı.

Sözde “arkadaş” için, oldukça acımasız davranıyordu. Koharu karşılık vermedi; sadece orada oturup göz teması kurmayı reddetti.

“Hey, hadi ama! Bir şey söyle!” diye ısrar etti kız, bu sefer Koharu’yu sandalyesinden neredeyse iterek.

Kollarını geri çekerken, ellerinden biri Koharu’nun öğle yemeği kutusunun altına serdiği servis altlığına takıldı ve tüm kutuyu masanın yüzeyinde şiddetle çekip düşürdü. Koharu tepki veremeden, öğle yemeği ivmeyle havaya uçtu. Onu zorbalığa maruz bırakan kız bile, dehşete kapılmış ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla, o kadar ileri gitmek niyetinde değildi. Ancak Haneda özür dilemek yerine, bu durumu kabullenmeye karar verdi ve sadece burnunu kaldırdı.

“Bu kasıtlı değildi. Soruma cevap vermediğin için hatalı olan sendin, öyle değil mi?” Haneda, Koharu’nun eski arkadaşlarının oturduğu yere dönerek onların onayını istedi. Hepsi başlarını salladı ve destekleyici sözler söyledi. Hiçbiri Koharu’nun tarafını tutmadı.

Koharu bir şey söylemek için ağzını açtı, ama sonra durdu ve yere çökerek yerdeki öğle yemeğini temizlemeye başladı. Onu kambur dururken görmek — yenilmiş, gözlerinde pes etme gözyaşları ile — gerçekten içimi acıttı ve hemen yemeğimi bırakıp kalkarak ona yardım etmeyi teklif etmek istedim. Ancak ben bunu yapamadan, başka birinin masasının altından sandalyesini sertçe çekerek çıkardığı gürültülü bir ses duyuldu.

“Kawasaki.”

Anzu’ydu. Hiçbir ifade göstermeden koltuğundan kalktı ve Koharu’nun yanına gitti. Onun müdahale edeceğini hiç beklemiyordum, ama ayağa kalktığı anda Haneda titremeye başladı.

“Bir dakika önce benim gibi olmak istediğini söylemiştin, değil mi?” dedi Anzu.

Koharu, şaşkınlık içinde birkaç kez başını salladı.

“O zaman izle ve öğren. Birisi sınırlarını aştığında tam olarak ne yapman gerektiğini göstereceğim.”

Anzu yavaşça Haneda’ya döndü, sonra yumruklarını sıktı ve bir boksör gibi göz hizasına kaldırdı. Sınıftaki herkes, yüzü aniden ölümcül bir renge bürünen bu kıza yumruk atmaya hazır olduğunu anlayabilirdi.

“H-hey, b-bir dakika bekle! Seninle kavga etmek istemiyorum! Benden uzak dur, ucube!” Haneda, sorun istemediğini belirtmek için ellerini çılgınca ileri geri salladı. Topuklarını dönerek aceleyle kendi masasına geri çekildi.

“Hıh. Havlayan köpek ısırmaz işte.” diye alay etti Anzu, sonra cebinden bir mendil çıkardı ve sessizce yerdeki yemeği silmeye başladı.

Koharu, Anzu’nun neden birdenbire ona bu kadar nazik davrandığını hiç anlamamış gibi görünüyordu, ama en azından minik bir “Teşekkürler…” diyerek minnettarlığını ifade etmeyi unutmadı.

Derin bir nefes aldım. Bir an için, bunun nasıl sonuçlanacağından emin olamamıştım. Ancak şükür ki başka bir tartışma olmadı. Bununla birlikte, Koharu’nun bir gecede bu kadar büyüdüğüne inanamıyordum; bir gün Anzu gibi olmak istediği çok belliydi, bu yüzden Haneda onu kızdırmaya çalışsa da soğukkanlılığını korumak için bu kadar çaba sarf ediyordu. Kendini sıfırdan yeniden inşa etmeye karar vermenin gerektirdiği kararlılığa saygı duymak zorundaydım. Koharu benim gözümde büyük bir saygı kazanmıştı.

 

……………..

 

Öğle yemeğindeki o kargaşadan birkaç saat geçmişti ve ben, gecenin karanlığında, nadiren kullanılan bir toprak yolda, yolumu aydınlatmak için sadece cep fenerimle, sık çalıların arasından ilerliyordum. Bu dağ yolu geceleri şaşırtıcı derecede gürültülüydü, belki de öğleden sonra vızıldayan cırcır böceklerinin çığlıklarından bile daha gürültülüydü. Çok sayıda farklı böcek birbirini bastırmak için yarışıyordu ve gece kuşlarının sürekli ötüşleri ormanın her yerinde yankılanıyordu.

“Of, bu berbat…”

Evden çıkmadan önce baştan ayağa böcek ilacı sıkmıştım, ama yine de en az üç sivrisinek ısırığı almıştım. Uzun kollu giymemek yaptığım en kötü hataydı. Rahatsız edici çalıların olmadığı demiryolu rayları boyunca tekrar yürümek isterdim, ama ne yazık ki geçen gün Bayan H’den aldığım uyarıdan sonra daha fazla risk alamazdım. Böylece, işaretlenmemiş patikalar ve böcek ısırıklarıyla yürümek zorundaydım.

Sonunda, doğa ana ile uzun ve zorlu bir mücadelenin ardından, Urashima Tüneli’ne giden ahşap merdivenlere ulaştım. Aşağı inerken, tünelin hemen önünden beyaz bir lamba ışığının geldiğini fark ettim. Anzu olmalı diye düşünerek hızımı artırdım ve tabii ki oydu. Çömelmiş, el fenerini iki eliyle sıkıca tutarak önündeki yeri aydınlatıyordu. Henüz beni fark etmemiş gibi görünüyordu.

“Hey, bu sefer benden önce geldin galiba.” merdivenlerin altına ulaştığımda ona seslendim. Hayalet görmüş gibi ayağa fırladı ve el fenerini bana tuttu. Neyse ki, kör olmadan gözlerimi korumayı başardım.

“Geç kaldın!” diye bağırdı.

Cep telefonumu kontrol ettim. Saat 8’di. “Tam zamanında geldim.”

“Beş dakika erken gelmen gerekir! Herkes bunu bilir!”

“Ah, doğru. Bunu geçen sefer otuz dakikadan fazla geç kalan kız diyor.”

“Aynı şeyin yanına bile yaklaşmıyor! O gündüz vaktiydi! Masum bir genç kızı gece yarısı burada tek başına bırakamazsın! Ya vahşi bir hayvan tarafından yutulsaydım ve ertesi sabah kemiklerim temizlenmiş halde bulunup kimliğim bile tespit edilemeseydi?”

“Bunun asla olmayacağından eminim. En son baktığımda burası Afrika savanası değildi. Ayrıca, gece buraya gelmek istemiyorsan, neden bunu yarın sabah yapmadık?”

“Sana zaten söyledim! Çünkü bu hafta sonu mümkün olduğunca çok araştırma yapmak istiyorum!”

Doğru. Bugün 12 Temmuz Cuma günüydü. Cumartesi-Pazar tatili ve Pazartesi günü okulun kuruluş günü olduğundan tatildi. Diğer bir deyişle, üç günlük bir hafta sonu bizi bekliyordu. Urashima Tüneli’nin derinliklerine inmek için en büyük engelimizin zamanın kendisi olduğu düşünülürse, bu bizim için çok değerliydi. İç kısımlarını en kısa ve en temel şekilde incelemek bile çok fazla zaman alacaktı, bu yüzden üç gün boyunca kaybetmeyi göze alabileceğimiz zamanımız olması çok nadir ve değerli bir fırsattı. Yarın sabah yerine bu gece başlamak bize on iki saat daha kazandırıyordu, bu yüzden Anzu kesinlikle haklıydı. Ancak bu ekstra süreyle bile, tünel içinde toplamda sadece iki dakika kalabilirdik. Hatta babamdan tüm hafta sonu bir arkadaşımda kalmak için izin bile almıştım ve hepsi o iki dakika içindi.

“Burada durup konuşacak vaktimiz de yok. Hazırlık toplantısında konuştuğumuz her şeyi hala hatırlıyorsun, değil mi? O zaman hadi başlayalım.” Anzu beni elinden tutup sürükleyerek, Urashima Tüneli’nin ağzı açık boşluğuna ilk adımlarımızı attık.

Tünelin içindeki ılık hava boynumun arkasını gıdıkladı. Gece geç saatlerde içerisi serin ve hoş olur diye düşünmüştüm, ama karanlık kapalı geçit ve boğucu nem, nefes almamı zorlaştırıyordu. Bunu bir an önce halletmek istiyordum ki dışarıdaki temiz havaya çıkabilelim. Bugünkü ana hedefimiz, Urashima Tüneli’nin uzunluğunu tahmin etmeye çalışmaktı. Planımız, sınırdan geçer geçmez olabildiğince hızlı ve olabildiğince uzağa koşmak, sonra da hemen geri dönmekti.

“Yani kısacası,” diye başladı Anzu, “tünelde toplamda sadece iki dakika kalabiliyorsak, hesaplamalarıma göre tam hızda koşsak bile en fazla üç yüz metre ilerleyebiliriz. Mevcut rakımımız ve tünelin doğrudan içine girdiği tepenin çevresi göz önüne alındığında, geçmemiz gereken yerin üç yüz metreden fazla bir yeraltı tüneli olmaması gerekiyor. Her şey yolunda giderse, diğer tarafa geçmeyi başarabiliriz.”

“Ooh, iyi analiz. Çok etkilendim!”

“Neyden?”

“Bilmiyorum. Sadece ne hakkında konuştuğunu biliyormuş gibi konuşuyorsun.”

“Oh, pfft.” diye kıkırdadı. “Demek sadece sesimin tonunu seviyorsun. Anladım.”

Ah ah… Muhtemelen benim gerçekten aptal olduğumu düşünüyor, değil mi?

“Her neyse, geçen gün kütüphanede bağımsız bir araştırma yapıyordum,” diye devam etti. “Urashima Tüneli hakkında bulabileceğim tüm ipuçlarını araştırdım, ancak internette veya şehir efsaneleriyle ilgili kitaplarda bile değerli hiçbir şey bulamadım. Bu yüzden tek yapabileceğimiz şey, bunu kendimiz hissetmek ve kendi kişisel deneyimlerimize dayanarak araştırmak.”

“Vay be, Hanashiro. Harbiden deli gibi çabalıyorsun… Ama artık elimi bırakabilir misin? Oldukça sıkı sıkıyorsun.”

Anzu aniden durdu ve beni tünele sürüklediğinden beri sıkıca tuttuğu elimi anında bıraktı. Eğer sadece hoş, nazik bir şekilde tutsaydı bir şey demezdim (kalbim deli gibi atsa da), ama o tırnaklarını derime derinlemesine batırıyordu, bu yüzden bunu belirtmekten başka çarem kalmadı.

“H-haklısın, özür dilerim. Sanırım sürekli el ele tutuşmak biraz saçma olurdu.”

“Yani, el ele tutuşmak istiyorsan, benim için sorun yok. Sadece o şekilde değilse…”

“Sorun değil. Boş ver.” Anzu beni ilerlemeye teşvik etti. Tekrar yürümek için hareketlendim ama kısa süre sonra bir şey beni tekrar geri çekti. Anzu, iki eliyle gömleğimin arkasını sıkıca tutmuş, birkaç santim arkamda duruyordu. Öyle ki, attığım her küçük adımda, ayakkabılarının burunları ayak bileklerime çarpıyordu. Bu, insanlık tarihindeki en verimsiz yürüme şekli olabilirdi.

Biz beceriksizce ilerlerken “Hanashiro, karanlıktan mı korkuyorsun?” diye sordum. Hemen cevap vermedi. Görünüşe göre haklıymışım. Bu akşam buluştuğumuz andan itibaren tuhaf bir şekilde tedirgin davranışlarından dolayı içimde böyle bir his vardı.

“Evet, ne olmuş yani? Bununla bir sorunun mu var?” diye sonunda itiraf etti, ancak oldukça savunmacı bir tavrı vardı ve sesinde epeyce bir kin vardı.

“Hayır, seni bunun için yargılamam. Merak ettim, hepsi bu. Son geldiğimizde gayet iyi görünüyordun,” diye hatırladım, ilk kez beni buraya kadar takip ettiği ve ondan sonraki zamanları düşünerek. Her iki durumda da onun korkmuş olduğunu hiç fark etmemiştim.

“Çünkü o zaman gündüzdü. Dışarısı hala aydınlıktı, bu yüzden içeriyi görmem tamamen imkansız değildi. Bu, kendimi tutabilmemin tek nedeniydi. Ancak gece oldu, artık her şey mümkün. Dışarısı zifiri karanlık, burası da zifiri karanlık. Ya ikimizin de el fenerleri bozulursa? Sanırım panik atak geçiririm.”

“Vay canına, karanlıktan o kadar mı korkuyorsun?”

“Evet, aptal. Aslında, hiç etkilenmemiş olan sen garipsin. Karanlık seni sararken nasıl boğulmuş hissetmezsin? Etrafındaki her şeyi yutarak, yavaşça artan basınç, dünyanı adım adım yok ederken…?”

O korku içinde mırıldanmaya devam ederken, birdenbire bir şeyler yapma konusunda ahlaki bir sorumluluk hissettim. Sonuçta, ona elimi bırakmasını söyleyen aptal bendim -çünkü acıtıyordu- ama onun bakış açısından, en büyük korkularından biriyle yüzleşiyordu ve kendini daha güvende hissetmek için tutunacak bir şey arıyordu. Bunu daha önce nasıl fark edemedim? Bir erkek olarak bile utanç vericiydim, arkadaş olarak ise… Ahh… söz etmeye bile değmezdim.

Derin ve sessiz bir nefes aldım, sonra geriye uzandım ve elimi Anzu’nun elinin üzerine koyarak sıkıca tuttum. Bir an korkuyla gerildi ve titredi, ama hemen sonra benimkini sıkıca kavradı. Bu olay üç saniyeden az sürmüştü ve biz bu süre boyunca tek kelime bile etmedik, ama o anda aramızda aktarılan sözsüz duygular, daha önce paylaştıklarımızdan çok daha derin ve samimiydi. Ancak, yaptığım şeyden dolayı kendimi çok garip ve utanmış hissetmeye başlamam çok uzun sürmedi. Önceki konuşmamızı canlandırmak için çaresiz bir girişimde bulundum, böylece ikimiz de bu konunun üzerinde durmayı bırakabilirdik.

“Dürüst olmak gerekirse, biraz şaşırdım; açıkçası, hiçbir şeyden korkmadığını düşünüyordum Karanlıktan korkmana neden olan travmatik bir olay mı oldu?”

“Evet. İlkokuldayken, sınıf arkadaşlarımdan biriyle kavga ettim ve beni dolaba kilitlediler. O zamandan beri karanlık, klostrofobik alanlardan korkuyorum.”

“O-oh. Anlıyorum.”

Bir şekilde, yine ortamı garipleştirmiştim. Geçmişteki travmaların neden hafif bir sohbet konusu olabileceğini düşündüğümü bilmiyordum, ama bu kesinlikle beklediğimden daha ağır bir konu olmuştu.

“Bil diye söylüyorum, zorbalığa uğramadım ya da öyle bir şey olmadı. Aslında, benim kavga çıkardığım ve kaybettiğim nadir bir durumdu. Sonunda dolabı içeriden nasıl açacağımı buldum, sonra gidip beni oraya kilitleyen çocuğa süpürgeyle haddini bildirdim, böylece son gülen ben oldum.”

“Ha ha. İşte benim tanıdığım Hanashiro-san.”

“Senin korktuğun bir şey var mı, Tono-kun?”

“Elbette var. Muhtemelen hepsini birden sayamam ama beni korkutan pek çok şey var.”

“Tamam, peki en büyük korkun nedir?”

“En büyüğü mü? Hmm, bir düşüneyim…”

Bu zor bir soruydu. Elbette, beni korkutan birçok şeyi sayabilirdim, ama bunları sıralamak gerçekten zordu. Köpekbalığı tarafından yenmek, ayı tarafından parçalanmak, depremler, ölümcül bir hastalığa yakalanmak… Ortalama bir insanın korkacağı hemen hemen her şeyden ben de korkuyordum. Sanırım bu şeyleri birbirine bağlayan en önemli şey, hepsinin genel olarak ölüm korkusu ya da ölüm kavramıyla ilgili olmasıydı. Ancak bu, tüm canlılarda var olan ilkel, içgüdüsel bir korkuydu, bu yüzden bana özel bir şey gibi gelmedi. Kaoru Tono olarak, en çok neyden korkuyordum? Ölümle bir ilgisi var mıydı?

Muhtemelen sevdiğim birinin ölümü.

“Evet, bilmiyorum. Üzgünüm, aklıma gelen bir şey yok.”

“Gerçekten mi?”

Anzu bu sıkıcı cevaba biraz kızmış gibi görünüyordu, ama ben daha ağır konulara girerek ortamı bozmak istemiyordum. Yine de, vardığım sonucun doğru olduğundan oldukça emindim.

“Hey, şuna bak.” Tünelin derinliklerinden, muhtemelen duvardaki meşalelerden gelen ışığı gördüğümde ileriyi işaret ettim. Torii’ye hızla yaklaşıyorduk. Anzu ve ben kalan yolu hızlı bir şekilde gittik. İlk torii’ye vardığımızda, el fenerini kapattım ve cebime geri koydum — bu noktadan sonra ona ihtiyacımız olmayacaktı. Artık güvenilir bir ışık kaynağımız olduğu için, Anzu da yavaşça gömleğimi bıraktı.

“Tamam,” dedim, ağzımdaki tükürüğü yutarak. “Şimdi zor kısım geliyor.”

Sadece iki dakikalık bir süre sınırımız vardı. İlk torii’nin altından geçtikten sonra, bir dakika boyunca koşabildiğimiz kadar koşacak, kalan bir dakikada geri dönecektik. Zamanın nasıl geçtiğini takip etmek için cep telefonumun kronometre işlevini ayarladım.

“Tamam, her şey hazır. Sende hazırsan başlayalım.”

“Hazırım.” dedi Anzu. Yüzü sert bir ifadeyle bakıyordu, ama sesinde tereddüt vardı. Yine de korkmuş gibi görünmüyordu — tünelin derinliklerine bakarken gözlerinde gördüğüm meydan okuyan ışıltı, cesur bir merak ve kararlı bir arzunun ifadesiydi. Onun için endişelenmeme gerek yoktu.

“Harika. Başla dediğimde koşacağız.” dedim ve bir bacağımı öne doğru uzatarak ayakta başlangıç pozisyonuna geçtim. Sıkıca sıktığımdan avuç içlerim terden kayganlaşmıştı.

“Yerine geç, hazır, başla!”

Zamanlayıcının Başlat düğmesine bastım ve ikimiz de koşmaya başladık, ben öndeydim. Koridorda tam hızımın yüzde sekseninde koşarken torii kapılarını birbiri ardına hızla geçip gittim. Anzu, atletizm takımındaki tüm kızları kolayca geride bıraktığı için, ne kadar hızlı koşarsam koşayım bana yetişmekte zorlanmayacağından emindim. Nefesim hızlanmaya başlayınca telefonuma baktım ve sadece on saniye geçtiğini gördüm. Hala çıkış görünmüyordu. Anzu’nun nasıl olduğunu görmek için omzumun üzerinden hızlıca bir bakış attım. Gayet iyi idare ettiğini görünce hızımı arttırdım.

Zamanlayıcı yirmi saniyeyi, ardından otuz saniyeyi gösterdi. Dışarıda, yarın öğleden sonra olmuştu bile. Tüneldeyse şimdiye kadar bir değişiklik bile olmamıştı — göz alabildiğince meşaleler ve torii vardı.

Aniden, tanıdık bir soru aklıma geldi. Anzu, Urashima Tüneli’nden ne elde etmeye çalışıyordu ki? Son birkaç gün boyunca onunla epey konuşmuştuk, ama yine de tünelin hangi dileğini yerine getirmesini istediğini bilmiyordum. Bu konu sürekli kafamı kurcalamıyordu, ya da bunun benimle bir ilgisi olduğunu düşünmüyordum, ama bu konuda aynı fikirde olmamızın iyi olacağını düşünüyordum — özellikle de soruşturmanın ilerlemesini engelleme riski varsa. Tünelden çıkar çıkmaz ona sormaya karar verdim.

İlk dakikanın sonuna gelmiştik ve bacaklarım resmen ağrıdan sızlıyordu. Ancak, saati kontrol etmek için aşağıya baktığımda, önümden gelen yüksek bir hışırtı sesi duydum.

Bakışlarımı tekrar yukarı çevirdiğimde, düzinelerce, hatta belki yüzlerce beyaz kağıdı, sanki olmayan bir yerden çıkmış devasa konfeti fırtınası gibi yere düşerken gördüm.

“Hay an-”

Sayısız kağıtlardan biri, kasırgada uçan bir broşür gibi üzerime doğru uçarak alnıma çarptı ve gözlerimi tamamen kapattı, hiçbir şey göremedim. Bir an için çaresizce panikledim, sonra uzanıp yüzümdeki kağıdı çekmeye çalıştım, ama dengemi kaybedip yere düştüm.

“Aaah!” diye bağırdım.

“Tono-kun?!” diye bağırdı Anzu.

Kağıdın yüzümden düştüğü anda elimdeki telefonda kayıp, kayalık tünelin zeminine çarptı. Çarpmanın etkisiyle tutamadım ve neredeyse üç metre uzağa kıvrılmış bir saç maşası gibi kaydı.

Hayır! O kronometreye ihtiyacımız var! Dizlerimin üzerine çöküp sürünerek onu almaya çalıştım. Neyse ki, ekranında küçük bir çatlak dışında, telefonun büyük bir hasarı yoktu. Tanrıya şükür… Dur, unut gitsin! Gitmeliyiz!

“Benim hatam! Hadi, daha fazla zaman kaybedemeyiz… Hanashiro?”

Onu ya çok önümde ya da yanımda bana yardım etmek için beklerken bulacağıma emindim, ama o iki yerde de yoktu. Tam düştüğüm yerde hareketsizce durmuş, şimdi elinde tuttuğu düşmüş kağıtlardan birine inanamayan gözlerle bakıyordu. Geri kalanlar Anzu’nun ayaklarının dibinde dağınık bir yığın halinde yatıyordu. En az yüz sayfa olmalıydı.

“Hanashiro?” diye seslendim ama cevap vermedi.

Omuzlarının inip kalkışından anladığım kadarıyla, hiperventilasyonun eşiğindeydi — tabii ki bu sadece bir dakikalık koşudan kaynaklanan yorgunluktan değildi (sonuçta o benden çok daha formdaydı). Burada kesinlikle bir terslik vardı. Ayağa kalktım ve ona doğru koştum.

“Neyin var Hanashiro? İyi misin?”

“Ama… Ama bu…” diye kendi kendine şaşkın bir şekilde mırıldandı, sesi titriyordu.

Beni duyduğundan emin değildim.

Merakla, omzunun üzerinden kağıt parçasına baktım. Üzerinde çizgi roman gibi ayrı panellere ayrılmış, kaba küçük karakterler çizilmişti… Neredeyse rastgele bir çocuğun eliyle çizilmiş bir manga gibi görünüyordu. Bu şey tünelde ne arıyordu…? Bu kesinlikle bir gizemdi, ama bunu düşünmek için zamanımız yoktu. Cep telefonuma tekrar baktım: bir dakikalık süreyi geçmiştik. Soğuk ter alnımdan süzülerek akıyordu.

“Hanashiro, geri dönmeliyiz.”

Hala cevap vermiyordu. Bana bakmak için başını çevirmedi aksine, dizlerinin üzerine çöküp yere eğildi ve diğer kağıtları telaşla toplamaya başladı.

“Hanashiro, dur!” Diye bağırdım, ama yine işe yaramadı. “Ne halt ediyorsun sen?! Bunun için vaktimiz yok!”

“Bensiz git!”

“Ne?! Delirdin mi sen?! Seni burada bırakmam!”

“Ben de bunları burada bırakmayacağım!” diye bana hırladı. Sesi vahşi ve çaresizdi, bacağı tuzağa yakalanmış kana susamış bir hayvan gibiydi. Onları bir araya getirmek için çabalarken gösterdiği çaresizlik, onun benim tanıdığım Anzu olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Onu hiçbir şekilde ikna edemeyeceğimi çok çabuk anladım ve bir an için onu fiziksel olarak dışarı sürükleyerek çıkarmayı düşündüm. Ama bu çok uzun sürerdi.

“Ugh, tamam!” diye homurdandım.

Dizlerimin üzerine çöküp yardım etmeye başladım; bu, geriye kalan en iyi seçenek gibi görünüyordu. Sayfalar toplanır toplanmaz, ikimiz de ayağa kalkıp geldiğimiz yöne doğru koşabildiğimiz kadar hızlı koştuk. Zamanı kontrol etmek için bir saniye bile boşa harcayamazdım — torii’nin diğer tarafına güvenli bir şekilde ulaşana ve zamanın doğal akışına geri dönene kadar koştuk ve koştuk.

“Huuuh… Öldüm resmen… bittim, bittim”

O anda yere yığılma isteğine karşı inanılmaz bir mücadele verdim ve bir şekilde kendimi tutmayı başararak tamamen dışarı çıkana kadar bekledim. Çıkışa yaklaşırken tünelin içi giderek aydınlanmaya başladı ve ağustosböcekleri korosunun giderek yükselen sesleri bizi karşıladı. Tünelin gölgesinden çıkıp kurumuş çimlerin üzerine çıktığımızda, acımasız öğle güneşi bize saldırdı.

Telefonuma baktım: 16 Temmuz saat 13:00’tü. 12’inci gece tünele girmiştik, yani üç buçuk günden fazla süredir oradaydık. Ancak bu kadar zamanı feda ettikten sonra bile, tünelin ne kadar uzandığını hala bilmiyorduk. O deneyimden tek öğrendiğimiz şey, üç yüz metreden daha uzun olduğuydu.

Ya da, şey, sanırım bir şey daha bulduk. Elimdeki kağıt yığınına baktım. Sonra gözlerimi kırptım ve bir saniye sonra ortadan kayboldular.

“Ne…”

Anzu onları ışık hızıyla kapmıştı. Bu kağıtlar her neyse, açıkça benim görmemi istemiyordu ve sonuç olarak, içeriğine sadece çok kısa bir bakış atabilmiştim.

“Hey, şey… Hanashiro?” O bana sırtını dönerken sordum. “Bunlar tam olarak ne?”

“…Hiçbir şey…”

“Pardon? Seni duyamıyorum. Bana dön ve az sesli konuş, lütfen.”

Anzu kıpırdamadı.

“Alooo…?”  Dedim. Hala cevap vermiyordu. Sabırsızlanarak omuzlarından tutup kendi etrafımda döndürdüm. Ancak, yüzünü gördüğümde donakaldım.

Anzu’nun gözleri yaşarmıştı. O ağlıyordu. Ben orada ne diyeceğimi bilemeden dururken, gözlerini bileğiyle kuruladı ve çabucak kendini topladı.

“Önemli bir şey değil. Endişelenme.”

“Hadi ama… Bunu bana inandıramazsın.”

Eğer belgeler o kadar önemli olmasaydı, yerde sürünerek, kuduz bir hayvan gibi onları toplamaya çalışmazdı. Gördüğüm kadarıyla, kağıtlar yırtık ya da bozuk değildi, yani yıllar önce birinin tünelin içine attığına imkan yoktu, özellikle de tavandan açıklanamayan bir şekilde uçarak gelmişlerken. Benim tahminim, bunların tüneldeki “imkansız” buluntulardan biri olduğu yönündeydi, tıpkı Karen’ın sandaleti ve bizim eski evcil muhabbet kuşumuz gibi. Ama neden bir sürü kağıt? Ve Anzu neden onların için ağlıyordu?

“Yoksa dileğin bu muydu?”

“Hayır.”

“O zaman anlat, bunlar ne?” Yemin ederim seni yargılamam.”

“Bu açıklamamı gerektirecek kadar önemli bir şey değil.”

“Bunu bilemezsin. Belki bu sayede tünel hakkında bir ipucu elde edebiliriz.”

“Sana yemin ederim ki bu kağıtlar hiçbir ipucu vermiyor.”

Anzu’nun sesi çok hafif titredi. Bana söylemek istememesinin bir nedeni olduğu açıktı. Açık sözlü olmamasının soruşturmamızda büyük bir engel oluşturabileceğini söylemek istiyordum ancak kırılabileceğini düşünerek vazgeçtim. Elbette bunu bilmek bize yeni bir ipucu verebilirdi, ancak bunun karşılığında ilişkimiz sekteye uğrayacaksa, sessiz kalmayı tercih ederdim. Sonuçta aramızda bir tür güvensizlik oluşması soruşturmayı engelleyebilirdi.  Ancak, hala sormak istediğim bir soru vardı.

“O zaman neyin peşindesin? Dileğin ne?”

“Ben…” diye başladı Anzu ancak sonra durdu, sanki kelimeler boğazında takılmış gibiydi. On saniye kadar geçti sonra nihayet geri kalanını kekeleyerek söylemeyi başardı. “…Aslında henüz emin değilim. Sanırım yolun bir yerinde öğrenirim diye düşündüm.”

“Bekle, cidden mi…? Hayatının yıllarını, somut bir hedef bile olmadan riske mi atıyorsun?”

“Oh, benim bir hedefim var,” diye karşılık verdi. “Olağanüstü biri olmak istiyorum.”

“Uh… Tamam. Peki nasıl?”

“Düşünsene, zamanın akışının bile kırılgan hale geldiği gizemli bir yer var ve her dileğini yerine getiriyor. Daha ne olabilir ki? Evrenin kanunlarını altüst eden bir yere girmeye cesaret etmekten daha olağanüstü bir deneyim olabilir mi?”

“Ancak olağanüstü deneyimler yaşamak seni olağanüstü bir insan yapar mı, emin değilim.”

“İşte burada yanılıyorsun. Seni olağanüstü kılan şey tam olarak bu.”

“Ama neden ‘olağanüstü’ olmaya bu kadar takıntılısın?” Sabrım taşmak üzereyken ayağa kalkarak sordum.

Anzu birdenbire kaybolmuş ve şaşkın bir çocuk gibi -annesini kaybetmiş gibi- göründü. Aslında, onu daha önce hiç bu kadar savunmasız görmemiştim. Birkaç saniye tereddüt ettikten sonra, sakin bir şekilde cevap verdi: “On üç yaşındayken dedem vefat etti.”

Ilık bir esinti esti. Yapraklar başımın üstünde hışırdadı. Adrenalin patlaması gibi bir pişmanlık duygusu içimi kapladı ve yanağımın içini hafifçe ısırdım. “…Üzgünüm.”

“Özür dilemene gerek yok.”

“Anladığım kadarıyla ikiniz oldukça yakındınız…?”

“Pek sayılmaz… Dedemi pek tanımıyordum. Şimdi nasıl göründüğünü bile hatırlayamıyorum.”

“Ah, anlıyorum…”

“Hala beni çok korkutuyor.” diye açıkladı. “Ölümünün ardından hiçbir şey değişmedi. Elbette, cenazesinde birkaç kişi onun için gözyaşı döktü, ama bir hafta sonra hepsi günlük hayatına geri döndü. Sonunda ölüm hepimizi bulur ve biz de bunu kabul etmek zorundayız ki, hayatla başa çıkabilelim ve kendimiz de bu dünyadan göçebilelim. Sonuçta bunu reddetmemiz azraili bizden uzak tutmaz. Sen öldükten sonra, varlığının tüm izleri yavaş yavaş kaybolur ve zamanın kumları tarafından yutulur. Çok, çok az istisna dışında, bugün hayatta olan her insan, sadece iki yüz yıl sonra bile unutulmuş olacak. Büyükbabamın ölümü bana bunu fark ettirdi.”

Sesi giderek daha sorgulayıcı bir hal almaya başladı.

“Oldukça üzücü, değil mi? Ölmek ve geride hiçbir şeyin kalmaması. Senin ölümünden sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi dönmeye devam etmesi. İnsan, yaşamın anlamını sorgulamaya başlıyor, değil mi? Neden buradayız ki? Sadece acı çekmek, ölmek ve unutulmak için neden bu kadar çaba sarf etmek zorundayız ki? Bu yüzden sıradan olmak benim için çok korkutucu. Bu yüzden hatırlanacak birisi olmak için bu kadar uğraşıyorum. Bu dünyada gerçekten unutulmaz bir iz bırakacak olan kim olur sence? Evet, olağanüstü biri.”

Şaşkına dönmüştüm. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Anzu, sıfırdan tam bir varoluş krizine çok kısa sürede girmişti. Bu, “Evet, anlıyorum” veya “Ben daha iyi ifade edemezdim” gibi belirsiz bir cevapla karşılık verebileceğim türden bir şey değildi. Onun sözlerini seçerken gösterdiği samimiyete saygı duymak ve aynı şekilde cevap vermek zorundaydım.

Ne söyleyebileceğimi düşündüm. Uzun uzun düşündüm ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Aklım boşalmıştı. Anzu’nun söylediklerinin yanında anlamlı gelebilecek hiçbir şey aklıma gelmedi. Ancak gelmemesi de mantıklıydı, sonuçta Anzu bu kişisel felsefesini geliştirmek için muhtemelen aylarca, hatta yıllarca uğraşmıştı.

Sadece birkaç saniye içinde aynı derecede etkileyici bir cevap bulmayı bekleyemezdim… Ancak onun bu görüşünü kabul ediyor da değildim (Bu yüzden dolaylı olarak onaylamıyordum). Böylece bocaladım ve akla gelebilecek en aptalca şeyi söyledim.

“Vay be, demek ki bir şeye tutkuyla bağlandığında gerçekten çok konuşabiliyorsun?”

“…Sen ciddi misin? Bunu söylemek benim için ne kadar zordu biliyor musun?” Anzu gözlerini kısarak bana baktı. “Bunu daha önce kimseye söylememiştim.”

“Ö-özür dilerim,” dedik panikleyerek. “Çok fazla şey vardı ve ne söyleyeceğimi bilemedim, bu yüzden ben biraz…”

“Sorun değil. Yine de içimden atmak iyi geldi. En azından şimdi ne demek istediğimi anlıyor musun? Ya da neden Urashima Tüneli’ni keşfetmek istediğimi?”

Dürüstçe cevap verecek olursam, evet, onun bakış açısını anlıyordum. Ancak, onun gibi özel ya da ünlü biri olmak gibi bir arzum yoktu. Yani, onun küçük felsefesinin açıkça ifade edilmeyen anlamı, daha büyük hırsları olmayan herkesin tembel ya da başarısız olduğu ve ortalama olmanın neyin yanlış olduğu idi. Zaten göremeyeceksen, neden tüm hayatını dünyada kalıcı bir iz bırakmak için mücadele ederek harcarsın ki? Seçim özgürlükleri olduğunu varsayarsak, insanlar basit bir hayat sürmekten memnunlarsa, neden daha fazlasını istesinler ki? Yaratıcı bir çıkmaza girdiğinizde, sanatçı olarak yüzde birlik kısımdan tatmin olmuş hissederken, geri kalan yüzde doksan dokuzunda depresif olmak gibi dramatik iniş çıkışlara kim ihtiyaç duyar ki? Hayat çok kısaydı ve koyun sürüsünün bir parçası olmak, hayatın boyunca istikrarlı bir mutluluk seviyesini koruyabilmek anlamına geliyorsa, bunda sorun neydi ki?

Bununla birlikte, Anzu’nun Urashima Tüneli’ni keşfetmek istemesinin nedenlerinin “kabul edilebilir” olup olmadığına karar verme hakkım elbette yoktu. Onun nedenlerini kabul edip etmemem önemli değildi, o, ben olmadan da olsa, soruşturmayı bırakmaya niyeti yoktu. Onun iradesi ve girişkenliği açıkça görülüyordu. Açıkçası, değerlerimizin farklı olmasına rağmen ben de ondan ayrılmak istemiyordum. Bu yüzden ne söylemem gerektiğini tam olarak biliyordum.

“…Evet. Artık bu konuda çok ciddi olduğuna hiç şüphem yok.”

“Ciddi misin?” Anzu üsteledi. Kararlı bir şekilde başımı salladım ve yüzü gülümsemeye başladı. “Peki, tamam o zaman.”

Dediklerimi affetmiş gibi görünüyordu. Yine de belirsiz bir suçluluk duygusu içimi kemiriyordu. Onunla göz teması kurmamak için gerçekten çok mücadele ettim.

 

……………

O gün sadece altıncı derse katılabildik. Söylememe gerek yok ancak okula vardığımızda Bayan H’den epey bir azar işittik. Dürüst olmak gerekirse, neden okula geldiğimizi bile bilmiyordum. Ders ortasında yüksek sesle esnedim ve matematik öğretmeni hemen bana kötü bir bakış attı, ben de başımı eğdim. Salı öğleden sonra saat 2’ydi, ama benim vücut saatime göre hala Cuma gecesinin erken saatleriydi; uyanık kalmaya ve derse dikkat etmeye çalışmak, en hafif tabirle, çok zor bir mücadeleydi. Bir kez daha esnemekten kendimi alıkoymaya çalışırken sağ elimdeki kalemi çevirdim. Derslerin hiçbirini anlamıyordum. Tek düşünebildiğim Urashima Tüneli’ydi.

Tünelin efsanesini iki önemli özellik tanımlıyordu: Birincisi, zamanın akışını etkiliyordu ve ikincisi, içine girenlerin her türlü dileği yerine getiriyordu. İlkinin doğru olduğunu doğrulamıştık, ancak ikincisi hala belirsizdi ve bu beni endişelendirmeye başlamıştı. Benim isteğim kesinlikle ölen evcil hayvanımla ya da kız kardeşimin sandaletiyle yeniden bir araya gelmek değildi ve Anzu’ya inanacak olursam, o kağıtlar da onun gerçekten istediği şey değildi. Bu da şu soruyu aklıma getiriyordu: Tünel’in bu tür şeyleri karşımıza çıkarmasının koşulu neydi? Bir kişinin anılarından anlamlı nesneleri alıp rastgele yansıtabiliyor muydu? Hayır, bu çılgınlığın bir yöntemi olmalıydı. Benim durumumda, sanki gerçek dileğimi alıp, onunla yakından ilgili her türlü şeyi bana vererek benimle alay ediyordu, ama asıl istediğim şeyi asla vermiyordu.

Aniden Maymun Pençesi masalı aklıma geldi. Bu, ortaokul İngilizce dersinde çevirmem için verilen kısa bir korku hikayesiydi.  Temel öncül, unvanlı pençeyi elinde tutan kişiye üç dilek hakkı verileceği, ancak bu dileklerin, dileği dileyen kişinin sözlerinin boşluklarından yararlanarak dolaylı bir şekilde yerine getirileceğiydi. Esasen bir cin lambasıydı, ama çok daha kurnazdı. Örneğin, büyük bir miktar para dilemek için bunu kullanan bir erkek ve kadın, bu parayı alacaktı, ancak bu para, ertesi gün oğullarının iş yerinde korkunç bir kazada hayatını kaybetmesinin ardından bir tazminat olarak verilecekti. Sonra oğullarını hayata döndürmek istediklerinde kapılarını oğullarının parçalanmış, çürümüş cesedi çalıyordu.

Bir bakıma, Urashima Tüneli’nin dilekleri gerçekleştirme mekanizması, kötü bir sonla bitmemesi dışında, maymun pençesi ile benzer şekilde işliyordu. Düşündüm de, belki de bunda bir tür kötü niyet vardı. Yani, ben geri dönmek üzereyken Karen’in sandaletinin önümde belirmesi zamanlama olarak fazlasıyla mükemmeldi. Aynı şey Kee, muhabbet kuşumda da oldu. Sanki tünel, avını (bu durumda beni) daha derine çekmek için yem atıyor gibiydi.

Şimdi geriye dönüp objektif bir bakış açısıyla baktığımda, gerçekten de bir tuzağa benziyordu. Peki ya Urashima Tüneli’nin arkasında kötü niyetli güçler varsa ve benim dileğimi maymun pençesi gibi çarpıtıp Karen’i bana zombi veya ceset gibi verseydi? Bu olasılığı düşünmek bile istemedim.

Kafamdan bu rahatsız edici düşünceyi silmeye çalışarak, kara tahtaya tebeşirle yazılmış takvime göz attım. Yaz tatili hızla yaklaşıyordu.

 

 

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.