Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı Bölüm 1






Bölüm 01: Tek Renkli Gökyüzü
Çevirmen: Kawaragi
Adamım, yazdan nefret ediyorum.
Beton platformda kavrulurken ve trenimin bir an önce gelip sabahın ortasındaki bunaltıcı sıcaktan beni kurtarması için dua ederken, aklımdan bu düşünce geçti. Temmuzun başlarındaydık ve evden dışarı adım attığım anda sanki saunaya girmiş gibi hissediyordum. Sıcaklık ve nem bile tek başına yeterince dayanılmazken, buna bir de ağustos böceklerinin bitmek bilmeyen vızıltıları eklenince, sabah okula giderken kendimi işkence çekiyormuş gibi hissettim. İşlerin daha kötüye gidemeyeceğini düşünürken, istasyonun tek hoparlöründen boğuk bir anons duydum.
“Öhöm, tüm yolcuların dikkatine. Hat üzerinde ilerleyen trenin bir geyiğe çarpması nedeniyle önemli bir gecikme yaşandığını üzülerek bildiririz. Zamanınızın değerli olduğunu biliyoruz ve verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz. Durumu en kısa süre içinde çözmeye çalışacağız, lütfen sabırla bekleyiniz…”
Paslı eski hoparlör, duyuru kesildiğinde yakındaki bir elektrik direğinin tepesinden statik bir cızırtı çıkardı. Off. Yine mi? diye inledim. Aynı şey geçen ay da olmuştu ve o zaman geyik yerine bir yaban domuzuna çarpmıştılar.
Yıkık dökük istasyondan, açık denize doğru bakan tek bir ray hattı geçiyordu ve bu hattın ilerlediği iç kesimlerde yoğun ormanlar ve dik bir yokuş vardı. İlçede henüz yenilenmemiş birkaç uzak istasyondan biri olduğu için, alışılmışın dışında yerleri keşfetmek isteyenler için oldukça popüler bir yer haline gelmişti. Ne yazık ki, demiryolu hattının harap durumu, bu tür gecikmelerin nispeten sık yaşanmasına da neden oluyordu.
Genelde okula geç kalmayı umursamazdım — başka gün olsa geç kağıdını seve seve alırdım — ama o anda, kim bilir ne kadar süre daha sıcak güneşin altında kavrulacağımı bilmediğim bir durumdansa, klimalı bir sınıfta oturmayı tercih ederdim.
Yaban hayatı nedeniyle gecikmeler birkaç dakikadan bir saate kadar sürebilirdi, ancak anonsu yapan kişinin “önemli” kelimesini kullanması, önceki deneyimlerime dayanarak en az otuz dakika daha beklemem gerekeceğini düşündürdü.
“Mükemmel. Sanırım diri diri pişeceğim burada…” Güneş ensemi acımasızca yakarken teslimiyetle başımı eğip homurdandım. Kolumu kaldırıp, gömleğimin ucuyla şakağımdaki teri gözüme kaçmadan sildim. Klimalı kapalı bir alan kurmalarının çok zor olmayacağını düşünebilirsiniz ancak bu istasyonda bir turnike bile yoktu. Yani bu düşüncenizin fazlasıyla lüks olduğunu söyleyebilirim. Tek yapabildiğim, yıkık dökük ahşap platformun altında bulunan iki küçük banktan birine zor bela oturup sıcaktan biraz olsun kurtulmaya çalışmaktı. Diğer bankta lisemden birkaç kız oturuyor ve kavurucu hava onları hiç rahatsız etmiyormuş gibi neşeyle sohbet ediyorlardı.
“İşte bu ya! Bu sayede ilk ders olan beden dersini asmış olacağız.”
“Ay, ama o zavallı geyiğe üzüldüm…”
“Güçlü olan hayatta kalır! Tüm olay bu değil mi?”
Her sabah böyleydiler. Bu ikisi hiç uyumlu görünmüyordu—ama sürekli kıkırdamalarından anladığım kadarıyla, bu durum onları pek rahatsız etmiyor gibiydi. Onların karşısındaki boş koltuğa oturdum ve onların sohbetine karıştığımı hissetmemeleri için koltuğun en ucuna kaydım. Gölge beni pek serinletmediği için gömleğimin üst düğmesini açtım ve sırt dayama yerine yaslanarak biraz hava vursun diye yakamı birkaç kez salladım. Sonra, sanki dualarıma cevap verircesine, hoş bir deniz rüzgarı esti ve burnumu keskin deniz tuzu kokusuyla doldurdu.
Rayların hemen karşısında, arazi yavaşça alçalıp denize doğru uzanıyordu. Uçurumun kenarından, açık mavi gökyüzü puslu ufka yaklaştıkça giderek soluklaşırken, deniz ise daha derin ve daha yoğun bir gök mavisi tonuna büründü. Okyanus dalgaları güneş ışığında yumuşak bir şekilde parıldıyordu. Sabahın erken saatlerinde okyanusa bakmak, neredeyse doğuştan gelen bir terapötik etkiye sahipti — mum ışığının kırılgan titremesini veya şırıldayan bir derenin akışını izlemeye benziyordu. Saatlerce bakıp da hiç sıkılmayacağınız, hipnoz edici derecede rahatlatıcı şeylerden biriydi.
Bir süre dalgaların gelip gitmesini izledikten sonra, arkamdaki uzun saat kulesine bakmak için döndüm. Saat zaten sekiz buçuk olmuştu. Tren tam o anda gelse bile, varacağımız istasyona ulaşmak yaklaşık yirmi dakika falan sürerdi, dersler de zaten on buçukta başlıyordu. Bu durumda, okula zamanında yetişmenin artık imkansız olduğunu kabullenerek gözlerimi kapatıp kısa bir şekerleme yapmaya çalıştım.
Kısa bir süre sonra, karşımda oturan kızlardan biri kulak kabartmama sebep olan bir şey söyledi.
“Hey… Urashima Tüneli’ni hiç duydun mu?” diye sordu arkadaşına.
“Oh-şey,” diye inledi diğer kız. “Bu da başka bir hayalet hikayesi değil mi?”
“Hayır, tam olarak değil. Yani, doğaüstü gibi bir şey, evet, ama daha çok şehir hikayesi gibi.”
“Korkutucu türden bir şehir efsanesi mi?”
“Beeelki desem?”
“Söyle. Ya da dur dur. Duymak istemiyorummm.”
“Ya korkma, hayalet falan yok, vallaha bak. Her neyse olay; bu tünelin içine giren herkesin dileklerini yerine getiren bir tünel olması.”
“Herhangi bir dileğimi? Hem de sadece içine girerek?”
“Evet, herhangi bir dileğini.”
“Hıı… Ve? Sadece bu kadar mı?”
“Hayır işte, işin ürkütücü kısmı buradan sonra başlıyor. Urashima Tüneli seni öyle kolayca bırakmıyor, dileğinin karşılığında sende mutlaka bir şey alıyor.”
“Peki aldığı bu şey ne?”
“Ömrünü. Yıllarını alıyor. Güzel ve genç bir kız olarak mı girdin içeri? Buruşmuş, yaşlı bir kadın olarak çıkıyorsun.”
“Vaay… Yani şey gibi; Sana bir milyar dolar vereceğiz ama hayatının en güzel yıllarını alacağız.”
“Heh, aynen öyle.”
“Tanrım, düşünmesi bile ürkütücü.”
“Bence de.”
İkisi gevezelik etmeye devam etti –Ayy ürkütücüden bahsetmişken, dün ne oldu biliyor musun? Odamda kocaman bir örümcek gördüm! Iyy, cidden mi? Evet, hemen dedemi çağırdım; gazeteyi rulo yapıp örümceği öldürdü. Haha deden kafayı yemiş. Evet, kendisi tam- Bir konudan diğerine ışık hızıyla geçerken, önceki konuyu dünden kalma bir gazeteymiş gibi buruşturup çöpe attılar. Bense elimi o çöpe sokup, gazeteyi geri çıkardım ve tekrardan bakmak için zihnimde düzelttim.
Urashima Tüneli: içine giren herkesi dramatik bir şekilde yaşlandıran ancak karşılığında her dileğini yerine getiren gizemli bir geçit. Bu şehir efsanesini ilk defa duymama karşın isminden ve zaman hilesinden dolayı Urashima Taro’nun öyküsüne dayandığını anlayabiliyordum. “Her dileğinin gerçekleşmesi” kısmı bu tür efsaneler için oldukça eski bir klişe olsa da en azından “Ömrünü alır” kısmının özgün olduğunu söylemeliyim. Tünele giren biri gençleşmeyi dileseydi ne olurdu acaba? Sistemi kandırmış mı olurdu yoksa tünelden dışarı adım attığı anda tekrardan yaşlı birine mi dönüşürdü? Ya yanlarında taşıyabilecekleri sonsuz gençlik serumu gibi bir şey dileselerdi? Ya da ölümsüzlük?
Yaptığım tek şey olayda bir hile aramak, diye düşündüm kendi kendime, gözlerimi açıp trenin nihayet geldiğini gördüğümde. Saate baktım, otuz beş dakika geç kalmıştım. Ancak, ilginç düşüncelere dalarak biraz uyukladığım için, o kadar uzun sürmemiş gibi geldi. Trenin ön tarafında, bir geyiği ezdiğini gösteren kan veya başka bir iz yoktu; her zamanki gibi görünüyordu. Trenin arka kapısından bindim ve merhametli klima güneşin kavurduğu vücudumu santimetre santimetre yavaşça serinletirken derin bir rahatlamayla nefes verdim. En yakın boş koltuğa geriye doğru düşer düşmez, pnömatik kapılar hışırdayarak kapandı ve tren tekrar varış noktasına doğru yola çıktı.
“Bugün bizimle seyahat etmeyi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Tüm yolcularımıza en içten özürlerimizi sunarız, lütfen şimdi yapacağımız duyuruyu dikkatle dinleyiniz…”
Bir dakika, anonsu yapan kişi hazırladığı özür metnini okurken aklıma bir şey geldi. Bugün yeni bir transfer öğrencinin gelmesi gerekmiyor muydu?
Kozaki Lisesi en yakın istasyondan sadece bir taş atımı uzaklıktaydı ve aşırı başarılı ya da başarısız öğrenciler dışında, çevrede yaşayan hemen hemen herkesin gittiği okuldu. Taşrada olmasına rağmen, oldukça sıradan bir liseydi. Elbette, bina bir yenileme işine ihtiyaç duyuyordu ve ara sıra atletizm sahasında tilki veya tanuki dolaşıyordu, ama bunun dışında tamamen sıradan bir yerdi.
Girişte sokak ayakkabılarımı değiştirdikten sonra 2-A sınıfına doğru ilerledim. Teneffüs saatinin tam ortasına denk geldiğim için koridorda sohbet eden öğrenciler görmem normaldi, ancak merdivenlerin tepesine çıkıp köşeyi döndüğümde, sınıfımın hemen önünde oldukça kalabalık bir grup olduğunu görünce biraz şaşırdım.
İlk başta birinin pencereyi kırdığını ya da kavga falan çıktığını sandım. Sonra birden aklıma geldi ve onların muhtemelen yeni transfer öğrenciyi görmek için buraya geldiklerini anladım. Öğretmenimiz sınıfa “yeni bir kız öğrenci” geleceğini söylemişti, bu yüzden meraklı bakışların olacağını bekliyordum ama bu kadarı… Sanırım çok güzel bir kız. Meraklı kalabalığı yararak sınıfa girdim ve içeri girer girmez onu gördüm.
Şık, vintage önlüklü elbisesiyle, okul tarafından zorunlu kılınan denizci tarzı üniformaları giyen sınıftaki diğer kızlara kıyasla neredeyse ışık saçıyordu. Bugün ilk günü olduğu için henüz üniforma alamamıştı sanırım, ama şu anki kıyafeti onu diğerlerinden o kadar farklı kılıyordu ki, sanki biri onu ait olduğu sahneden tembelce kesip alıp bu sahneye aceleyle photoshopla eklemiş gibi görünüyordu. Tabii ki, güzel yüzü de fena değildi. Uzun, düz, simsiyah saçları ilk bakışta ona kararlı bir olgunluk havası verirken, büyük, badem şeklindeki gözleri genel havasını yumuşatıyordu. Okuduğu kitaba kendini tamamen kaptırmış gibi görünmesine rağmen hala dik oturma pozisyonunu koruması da oldukça çekiciydi.
Herkesin görüşüne göre, sınıfımızın en güzel kızı olarak kabul edilen Koharu Kawasaki kadar, hatta ondan daha da güzeldi. Ancak nedense, duruşu insanların ona yaklaşmasından çekince duymasını sebep oluyordu. Tam da bu yüzden okulun gündeminde olmasına rağmen, şu ana kadar kimse ona yaklaşmaya cesaret edememişti. Herkes onu sadece uzaktan hayranlıkla izliyordu. Ben de ilk adım atacak kişi olmak istemiyordum, bu yüzden koridor tarafındaki masama doğru ağır adımlarla yürüdüm ve oturdum.
“Kaoru! Kanka, naber?” dedi arkamdan neşeli bir ses.
“İyi, kanka.” diye cevap verdim ve sandalyemde dönerek ona baktım.
Uzun boyu, kısa diken diken saçları ve son derece samimi konuşma tarzı nedeniyle, onu stereotipik bir kas kafalı sporcu olarak görseniz sizi suçlayamam, ancak gerçekte o, oldukça entelektüel hobileri olan, evcimen bir çocuktu. Okulun kaligrafi kulübünün bir üyesiydi ve boş zamanlarında şişelerin içine model gemiler yapmak bile hoşuna giderdi.
“Trenin bir geyiği ezdiğini duydum.”
“Aynen.”
“Hay aksi, son zamanlarda bu çok sık oluyor gibi. Kıskanmadım desem yalan olur kanka. Yani, okula mopedimle geldiğim için, bu tür küçük kazalardan asla faydalanamıyorum.”
“Yazın ya da kışın ortasında yarım saat boyunca dışarıda oturmayı dene, bakalım o zamanda kıskanacak mısın?”
“Yani… mopedim beni sıcak ya da soğuk havadan korumuyor, anlarsın ya.”
“Haklısın.” diye kabul ettim.
Shohei yeni kıza hızlıca bir bakış attı. “…Tokyo’da böyle kazalar hakkında endişelenmelerine gerek yoktur herhalde.”
“Tabii ki de endişeleniyorlar. Hem de her gün.”
“Siktir git. Tokyo’da geyik bile yok.”
“Onun yerine intihara meyilli maaşlı çalışanları çok.”
“…Kanka, bazen çok saçma şeyler söylüyorsun.” Shohei, hayatında benden hiç bu kadar tiksinmemiş gibi yüzünü buruşturdu.
Dürüst olmak gerekirse, yaptığım şakanın iğrenç olduğunu kabul ediyorum, ancak onun bunu benim için sıradan bir olaymış gibi gösterme şeklini beğenmedim. Yine de konuyu değiştirmesi iyi olmuştu. “Her neyse, neden yine kendimizi Tokyo ile karşılaştırıyoruz?”
“Ah, çünkü Bayan H yeni çocuğun oradan geldiğini söyledi.”
Ah. Hamamoto hanım, bu yıl okula yeni atanan sınıf öğretmenimizdi. Gerçi, kayıtlara geçsin diye söylüyorum, o ortalama bir ergen erkeğin hayalini süsleyen türden seksi genç bir öğretmen değildi.
“Vay be. Büyük şehir kızı, demek.”
“Aynen, şu anda çok mutsuzdur herhalde. Sonuçta düşünsene aga, hayatın boyunca Tokyo’da yaşadıktan sonra dağın başına taşınıyon.”
“Harbiden.” Shohei’yi gülerek geçiştirirken kıza bir kez daha baktım. “Sence kültür şoku gibi bir şey yaşıyor mudur?”
“Hm… Ne demek istiyorsun?”
“Bilmiyorum, sanki kendini bizden uzaklaştırıyor gibi geliyor. Acaba nesi var?”
“Öyle mi?” Shohei canlandı. “Yalnız kız gözüne çarptı, ha? Seni suçlamıyorum, sonuçta sevimli kız.”
“Hayır, öyle değil. Sadece ne olduğunu merak ettim.”
“Bu arada adı Anzu Hanashiro, bilgin olsun. Ve sana şunu söyleyeyim, o gerçek bir karakter gibi görünüyor, dostum.” dedi Shohei ve ardından oldukça eğlenceli bir anekdot anlatmaya başladı.
Görünüşe göre, Bayan H sınıfa, bu yeni kızın — Anzu Hanashiro — ailevi nedenlerle Kozaki’ye taşındığını, ancak ilk kez okul değiştirdiğini açıklamıştı. Ancak öğretmen, sınıfta kendini tanıtması için birkaç kelime söylemesini istediğinde, kız şöyle cevap verdi, aynen aktarıyorum: “Hayır, gerek yok, teşekkürler. Şimdi oturabilir miyim?” Shohei’ye göre, Bayan H bu beklenmedik itaatsizlik karşısında o kadar sarsılmıştı ki, bir cevap bile veremedi.
Shohei bana bu küçük hikayeyi anlatırken, diğer sınıf arkadaşlarımızdan birinin yeni kızın yanına gidip onunla konuşmaya çalıştığını gördüm, ancak “Gider misin? burada kitap okumaya çalışıyorum.” diyerek reddedildi.
“Şey… Neden bu kadar yalnız bir insan olduğunu anlayabiliyorum.” Gülerek başımı salladım.
“Yazık… Biraz daha arkadaş canlısı olsaydı çok sevimli olabilirdi.” diye hayıflandı Shohei. “Her neyse. Umarım kimse ona bulaşmaya çalışmaz.”
“Eh, eminim iyi olacaktır. Sonuçta kimsenin onu etkileyemeyeceği kadar inatçı birine benziyor,” diye cevap verdim. Bugün yeni transfer olan bir öğrenciye odaklanmaktan daha önemli işlerim vardı; bir sonraki ders sınav vardı. Matematik kitabımı ve notlarımı çantamdan çıkardım. Ancak, son dakika çalışmamı başlatamadan zil çaldı ve ikinci ders başladı.
Hanashiro pek de önemsiz sayılmayacak kişilik özelliklerine rağmen, yaptığı hemen her şeyde şaşırtıcı bir yetenek sergiledi. Öğretmenin sorduğu her soruyu anında cevapladı ve beden eğitimi dersinde atletizm takımındaki en hızlı çocukları bile geride bıraktı. Ancak sınıfındaki diğer kızlar onun başarılarını övdüğünde bir kez bile böbürlenmedi veya övünmedi; sadece onlara soğuk, anlamsız bir bakış attı, sanki bu kadar önemsiz bir şeyi etkileyici buldukları için onları yargılıyormuş gibi. Cesur sınıf arkadaşlarımdan birkaçı onu kendi kulüplerine veya spor takımlarına davet etmeye çalıştı, ancak o hepsini aynı kısa ve ilgisiz tavırla reddetti.
Tavırlarından anladığım kadarıyla, Anzu Hanashiro okulda kimseyle arkadaşlık kurmaya niyetli değildi ve dersler arasındaki boş zamanlarının neredeyse tamamını kitabını okuyarak geçiriyordu. Normalde, insanlar onun gibi soğuk ve uyumsuz bir yabancıyı hemen küçümser ve reddederlerdi ama onun sergilediği akademik ve atletik yetenekler, çoğu sınıf arkadaşımın gözünde onu “garip tuhaf” birinden ‘yanlış anlaşılmış bir dahi’ye dönüştürmeye yetmiş gibiydi. Öğle yemeği vakti geldiğinde, artık “yalnız kurt” arketipinin tipik bir örneği olarak kendi yerini sağlama almış ve çoğu kişi onu rahat bırakıp uzaktan hayranlıkla izlemekten memnuniyet duyuyordu. Ancak yeni kazandığı popülerliği, sınıfımızdaki bazıları hoş karşılamadı.
“Hey, yeni çocuk. Uslu bir kız ol ve aşağıdaki otomat makinesinden bana bir Cheerio Cola al.” dedi yeni rakibi, Anzu’nun masasına yaklaşarak ve masanın üzerine yüz yenlik bir bozuk para atarak.
Bu yeni rakip, herkesin kabul ettiği “sınıfın en seksi kızı” olan Koharu Kawasaki’ydi. Perma yapılmış, dalgalı, omuz uzunluğundaki sarı saçları, parmak uçlarından bile kısa eteği ve topuklarının altında ezilmiş terlikleriyle, okulun kıyafet kurallarının ihlal edilebilecek her maddesini ihlal eden bir örnek gibiydi. Çok çekici bir kızdı, ama kibirli tavırları ve züppelikten gelen üstünlük kompleksi onu benim gözümde birkaç basamak aşağıya düşürüyordu. Üstelik, kampüste dolaşan, onun son sınıfın en kötü şöhretli serserilerinden biriyle çıktığına dair söylentiler sayesinde, kimse ona karşı çıkmaya cesaret edemiyor, bu da onun egosunu daha da şişiriyordu. Arkasında bu kadar tehlikeli bir üst sınıf öğrencisi varken, onun neden bu kadar uzun süre sınıfımızın tartışmasız kraliçesi olarak kalabildiğini anlamak zor değildi.
“‘Cheerio’ dediğin şey ne?” Anzu, madeni parayı şüpheyle inceleyerek sordu.
“Bekle, cidden mi?” Koharu tereddüt etti. “Cheerio’yu daha önce hiç duymadın mı?”
“Duyduğumu söyleyemem.”
“Ciddeeenn mi… Neyse, boş ver. Sen akıllı bir kızsın. Eminim bulabilirsin.”
“Yüz yen yeter mi?”
“Tabii ki yeter.”
“Bari tadı güzel mi?”
“Uh, bunun konuyla ne alakası var?”
“Tadı düz kola gibi mi yoksa başka aromalar da içeriyor mu?”
“Sadece sus ve git artık!” Koharu Anzu’nun yanındaki masayı tüm gücüyle tekmeleyerek bağırdı.
Ancak Anzu ürkmedi bile. Tepkisiz bir ifadeyle yerinden kalkıp, sınıftan çıktı.
Koharu onun gitmesini izledikten sonra kendi masasına geri dönerek, masanın üstüne oturdu ve takipçilerine övünmeye başladı. “Gördünüz mü? Size numara yaptığını söylemiştim.”
Sadece birkaç dakika sonra, Anzu elinde Cheerio Cola ile geri döndü. Koharu, yeni hizmetçisi sipariş ettiği sodayı getirmek için yanına yaklaşırken yüzünde kendini beğenmiş bir gülümsemeyle oturuyordu. Anzu Koharu’nun dibine geldikten sonra doğrudan gözlerinin içine bakarak, kutuyu açtı ve hepsini bir dikişte içti. Tüm sınıf, yeni kızın tenekeyi havaya kaldırıp yavaşça ters çevirerek son damlasına kadar içmesini, ardından memnuniyetle içini boşalttıktan sonra parlak pembe dudaklarından metal kenarı bırakmasını sessizce hayranlık ve inanamama ile izledi.
“Teşekkürler. Tadı tam da damak zevkime uygun.” Anzu, boş soda kutusunu Koharu’nun masasına sertçe vurduktan sonra kendi masasına geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi kitabını yeniden açtı.
Beş saniyelik bir duraksamadan sonra, Koharu sonunda patladı ve masadan fırlayarak Anzu’ya haddini bildirmek için yanına gitti. Koharu için ne yazık ki (ama bizim için neyse ki), tam o anda öğretmen sınıfa girdi. Dilini şaklatıp buz gibi bir bakış attıktan sonra, masasına geri dönmek zorunda kaldı. Sonra fıstık galerisinden* fısıltılar geldi.
(Çn: Fıstık galerisi, tiyatronun en ucuz koltuklarının bulunduğu alandır. Tiyatronun bu bölümündeki insanlara ikram olarak fıstık ikram edilir, adı da buradan gelir. Bu, bu koltuklarda oturanların tiyatronun geri kalanındakilerden daha düşük gelirli olduğu anlamına gelir.)
“Ananı avradını… Olum bu yeni kız tam deli!”
“Abi Kawasaki’nin yerinde olsaydım utançtan intihar ederdim.”
“Kolayı tekte nasıl içti gördün mü? Bu kızla on numara içki partisi yapılır.”
Koharu’nun yüzü kıpkırmızı kesildi; Cheerio Cola kutusundan daha kırmızıydı.
Anzu’nun ilk gününde sınıfın kraliçesine alçakgönüllülük dersi vermesinin oldukça etkileyici olduğunu ben bile kabul etmek zorunda kaldım. Aynı zamanda, bu kızı asla tanıma şansım olmayacağı gerçeği kafamda daha da sağlamlaştı. Muhtemelen mezuniyete kadar tek kelime bile konuşmadan geçireceğiz ve birkaç ay içinde birbirimizi tamamen unutacağız. O, benim gibi sıkıcı bir konformiste ilgi duyacak kadar özgür ruhlu bir kız değildi ve ben de ona ulaşmak için içimden gelen bir dürtü hissetmiyordum. Yaşadığımız dünyalar birbirine karışamayacak kadar farklıydı.
Yeni transfer öğrencinin etrafında yaşanan tüm heyecana rağmen, günün geri kalanı her zamanki gibi yavaş ve olaysız geçti. Altıncı ders bittiğinde ve nihayet okuldan çıkabildiğimizde, kitap çantamı alıp sandalyemden kalktım, ama hala çok kızgın olan Koharu bana saldırdı.
“Tono.” diye homurdandı.
Dönüp ona bakarak “Ne var?” dedim.
“Git bana bir dondurma al.”
Referans olarak, öğrenci mağazasında satılan Sentan markalı eski moda vanilyalı külahları kastetmişti; şeffaf plastik bir kabın içinde, üstünde mükemmel şekilli işlenmiş dondurma küresi ile birlikte paketlenmiş olanlardan. Ancak konumuz bu değildi.
“Hangi parayla?” diye karşılık verdim.
“Ne? benim ödememi falan beklemiyorsun dimi?”
Önceki deneyimlerime dayanarak onunla tartışmamanın daha iyi olacağını biliyordum. İtiraf etmek bana acı verse de, tüm yıldır beni ayakçısı gibi kullanıyordu. O kader gününü hala çok net hatırlıyorum. Koridorda yürüyordum, birdenbire ona 100 yen borç verebilir miyim diye sordu, ben de neden olmasın dedim, ancak ertesi gün yine istedi. Şikayet etmeme rağmen çok az bir miktar olduğu için isteksizce kabul ettim. O zamandan beri beni enayi olarak görmeye başlamıştı ve ara sıra gelip benden para ya da bir şeyler almamı istiyordu. Şunu baştan belirteyim ki kolayca manipüle edilebilmekten gurur duymuyorum, ama her karşı çıkmaya çalıştığımda, etrafındaki üçüncü sınıf haydutlar bana dayak yemek istiyormuşum gibi bakıyorlardı. Kesinlikle dayak yemek istemediğim içinde sonunda pes ediyordum.
“Tamam, neyse.” diye pes ettim.
“Güzel. Çabuk ol. Hadi, koş koş!” diye bağırdı arkamdan, ben onun aptal dondurmasını almak için sınıftan çıkarken. Ancak merdivenlerden inerken biri omzuma dokundu. Şaşkınlıkla arkamı döndüm, ama sadece Shohei’ydi.
“Kanka sana böyle davranmasına izin verme.” Dedi ve başını sallayarak birkaç basamak atlayıp benim seviyeme geldi.
“Bak, sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydim, tamam mı? Ve daha önce olanlardan sonra, canavarı kızdırmanın iyi bir fikir olmadığını düşünüyorum.” dedim, şaka yapıp durumu geçiştirmeye çalışarak.
Shohei bunu kabullenmedi. Kitap çantasıyla sırtıma hafifçe vurdu ve onaylamayan bir ifadeyle başını salladı. “Yapma, kanka. Sen yüz verdikçe bu kız tepene çıkar bak.”
“Orası öyle de sevgilisini unutuyorsun. Ya karşı çıktığımda toplanıp beni döverlerse?”
“Öyle bir şey olmayacak.”
“Bilemeyiz.”
“Kankam, bir son sınıf öğrencisi, lise hayatının en stresli döneminde bu kadar önemsiz bir şey için okuldan atılma riskini gerçekten göze alır mı sence? Zaten giriş sınavları, iş bulma ve diğer şeyler yüzünden yeterince endişeliler, birde senle mi uğraşacaklar? Ayrıca, o ikisinin gerçekten çıkıp çıkmadığını bile bilmiyoruz. Duyduğuma göre, kimse onları bir çift gibi birlikte dolaşırken görmemiş.”
“Yani Kawasaki’nin, insanları kendisinden daha çok korkutmak için bu söylentilerin yayılmasına izin verdiğini mi düşünüyorsun?”
“Bilemiyorum. Söylentileri direkt kendisi bile yaymış olabilir. Bence tam öyle bir kız.”
Doğru bir noktaya ayak bastı. Sonuçta kendisi tam bir güç sarhoşu. Ancak… “…Hayır, biraz gerçeklik payı olmasa, onun bu söylentilere alet olacağına inanmıyorum. Yani, sonunda o öğrenip gerçeği ortaya çıkardığında, bu Kawaski için işleri daha da kötüleştirmez mi? Neyse, benim için endişelenme. Bu kadar az bir para için yaygara koparmaya değmez.”
Ben de ciddiydim. Koharu’nun gözüne girmek için birkaç yüz yen ödemem gerekiyorsa, bu çok küçük bir bedeldi.
Shohei yine abartılı bir şekilde iç çekti. “Kanka, senin hiç omurgan yok, değil mi?”
“İhtiyacım mı var?”
“Hayatta başarılı olup, sürekli başkaları tarafından emir almak istemiyorsan, evet. Sikeyim, yeni kıza bir bak. Az onun kadar taşaklı ol be oğlum.”
“Bu kadar sert tavırların uzun vadede daha fazla soruna yol açacağından eminim. Ayrıca, kanka ben o kadarda korkak biri değilim.”
“Cidden mi?”
“Daha çok, korkaklığı birincil savunma mekanizmam haline getirmişim gibi.”
“Peki bu, durumu nasıl daha az acınası hale getiriyor?”
“Şöyle düşün, çoğu elektrik direğinin içi aslında boş çünkü bu, onları daha sağlam hale getirir ve çarpışma durumunda kendi ağırlıkları altında devrilme olasılığını azaltır. Ben de temelde aynı şeyi yapıyorum. Başından beri korkak gibi davrandığım için, kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı. Biri bana ne kadar sert vurursa vursun, sadece eğilirim, asla kırılmam. Senin gibi birine mantıksız gelebilir, ama aslında oldukça üst düzey bir strateji.
Shohei bana şüpheyle baktı. “Benimle dalga geçiyorsun, değil mi?”
“Yaaani.”
Hemen uyluğuma diz attı.
“Ah! Tamam, tamam! Kes şunu!” Attığı ikinci dizden kaçınırken sızlandım. Huuh, ucuz atlattım. Basit bir diz darbesinin o kadar acıtmayacağını düşünebilirsiniz, ancak deli gibi acıtıyor.
“Bu saçmalığı daha ciddiye almaya başlamalısın kanka.” dedi Shohei.
Kantine vardığımda, acının daha çabuk geçmesi için uyluklarımı ovuşturmaya devam ediyordum. Dondurma ürünlerinin bu saatlerde her zaman çabuk tükendiğini geç hatırlayarak, aceleyle dondurucuya koştum. Neyse ki, vanilyalı külahlardan biri kalmıştı, külahın ucu diğer çeşitli dondurulmuş tatlıların arasından dışarı çıkmıştı.
“Şükür ki bir tane kalmış.” Dondurucudan çıkarmak için uzandım.
“Bekle. Şuna bir saniye bakayım.”
“Tamam…” dedim ve isteksizce ona uzattım.
“Şimdi izle.” dedi Shohei ve ters çevrilmiş koninin ucunu parmağıyla hafifçe vurdu. Koni kırıldı ve plastik kasanın içinde parçalandı.
“Hey! Ne oldu öyle?!”
“Gördün mü, içi boş olmak her zaman en iyi strateji değilmiş.”
“Evet, o ucuz dondurma külahıyla gerçekten haklı olduğunu kanıtladın. Aferin.” Dondurmanın ne kadar parçalandığını görmek için elinden aldım. “Hay anasını ya… böyle yemeye çalışırsa hepsi üzerine dökülür.”
“Daha iyi ya işte.” Dedi Shohei alaycı bir şekilde.
“Evet, senin için söylemesi kolay. Sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalacak olan sen değilsin.”
“Merak etme kanka muhtemelen açana kadar farkına bile varmayacaktır. Ve eğer farkına varırsa, satın aldığınızda da öyle olduğunu söyleriz. Ayrıca, parasını veren sensin—en azından biraz geri ödemeyi hak ediyorsun.”
“İntikam almak istediğimden emin değilim…”
“Bence almalısın.” Shohei dönüp gözlerimin içine baktı. “Sen içi boş bir elektrik direği ya da dayanıksız bir dondurma külahı değilsin, kanka. Bazen kendin için ayağa kalkmalısın. Biraz cesaret göster! Ona karşı koy!”
“…Eğer beni yeterince kızdırırsa, yaparım.”
“Heh. Ölme eşeğim ölme…” Shohei içinden alaycı bir şekilde mırıldandı.
Koharu’nun dondurma külahını teslim ettikten sonra, cehennemden kaçan yarasa gibi kampüsten fırladım. Sonra, her gün olduğu gibi, sabah beni okula getiren aynı trenle eve döndüm. Her zamanki gibi oldukça kısa bir yolculuktu; genellikle pencereden dışarı baktım ya da telefonumla oynadım ve farkına bile varmadan yolculuk bitmiş oldu. Tren benim istasyonuma geldiğinde, ayağa kalktım ve sürücüye tren kartımı gösterdim. Bu noktada, beni yeterince tanıyordu ve bunun sadece bir formalite olduğunu biliyordu; bakmak için kafasını bile çevirmedi. Çift kapının yanındaki AÇMA düğmesine bastım ve trenden atladım. O anda, sabahki gibi aynı kavurucu sıcaklık ve ağustos böceklerinin korosu beni karşıladı. Kısa sürede, terin gömleğime sızmaya başladığını hissedince kendimce, birinin tren hattını evimin kapısına kadar uzatmasını dilemeye başladım.
Sert güneş ışınlarından gözlerim kamaşmasın diye başımı eğik tutarken, yolun kenarındaki beyaz çizgiyi takip ettim. Bu caddenin hemen ilerisinde, bağımsız bir pirinç satıcısının ve kapılarını hiç kapalı görmediğim eski bir itfaiye binasının yanında mütevazi evim vardı. Yazın henüz başlarıydı, ama siyah asfalt ayna gibi parlıyordu, sanki üzerine ince bir su tabakası serpilmiş gibi ışıldıyordu. Bir keresinde televizyonda bu özel yol serapları hakkında bir belgesel izlediğimi hatırladım. Belgeselde, bu serapların sadece sıcaklık 35 santigrat derecenin üzerine çıktığında ortaya çıktığı söyleniyordu. Otuz beş derece. Yanıyormuşum gibi hissetmem hiç şaşırtıcı değil demek ki. Alnımdaki teri silerek güneşe baktım ve hoşnutsuzluğumu ifade etmek için gözlerimi kıstım. Çok parlak olduğu için bakmaya devam edemedim. Gözlerimi tekrar yola çevirdim. İşte o zaman oldu.
Gözümün ucuyla, yolun ilerisinde duran genç bir kız gördüm ve olduğum yerde donakaldım, gözlerimi birkaç kez kırpıp hayal görmediğimden emin oldum. Biraz bol bir tişört ve doğal bronz tenini ortaya çıkaran kot şort giymişti. Beyzbol şapkasının arkasından küçük bir at kuyruğu sarkıyordu. Uzaktan bile, bir zamanlar parlak kırmızı olan sandaletlerinin çok yıpranmış ve solmuş olduğu açıkça görülüyordu. Bu, onun doğa sever ve maceracı kişiliğini daha da vurguluyordu.
“Gördün mü? Yağmurun durduğu yer orası!” dedi bana sırtını dönerek. Yolun güneş ışığında parıldamaya başladığı yeri işaret ediyordu. Sesi yumuşak ve narindi, ama kulaklarımda net bir şekilde çınladı. Ya da ben öyle sanmıştım. Çünkü öğleden sonra duyulan diğer tüm sesler, hatta aralıksız cırcır böceklerinin sesleri bile aniden kesilmiş olduğu için, bu pek de şaşırtıcı değildi. Mahalleye ürkütücü bir sessizlik çöktü, sanki zaman durmuş gibiydi. Kız arkasını döndü ve bana şimdiye kadar gördüğüm en neşeli, en coşkulu gülümsemeyle sırıttı.
Kız kardeşim Karen’di.
“Bak, Kaoru! Her yaklaştığımızda nasıl kuruduğunu görüyor musun?! Ama eminim yeterince hızlı koşarsak, yerde birkaç su birikintisi kalmışken yakalayabiliriz!”
Yoğun bir déjà vu dalgası tüm vücudumu sardı.
Evet, şimdi hatırladım. O zamanlar bunun sadece bir serap olduğunu bilmiyorduk, bu yüzden açık mavi gökyüzünün altında -yağmur ve güneşin arasında bir tür ayrım çizgisi gibi duran- yağmurla ıslanmış bu sokakların neden var olduğuna dair bir açıklama bulmaya çalışıyorduk.
Ona söylemek istedim. Hem de bunu çaresizce denedim. Artık liseye gittiğim için, ısı seraplarının nasıl oluştuğunu açıklamak hiç de zor olmamalıydı. Ama yapamadım. Vücudum uyku felci geçiriyormuş gibi kaskatı kesildi ve tek bir kelime bile çıkaramadım. Hareket eden tek yerim, göğsümden çıkacakmış gibi atan kalbimdi.
“Hey, ne oldu? Neden öylece kalakaldın?” diye sordu. “Gelmeyeceksen, sensiz giderim.”
Karen bir kez daha bana sırtını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Onun arkasından seslenmeye çalıştım, ama yine kelimeler ağzımdan çıkmadı. Kurumuş boğazımdan çıkarabildiğim tek ses, birkaç hırıltılıydı. Söylemeye çalıştığım ama söyleyemediğim tüm kelimeler —geri gel, bekle, gitme— ciğerlerimde hapsolmuş, söylemediklerimle birlikte zehirli bir sis içinde dönüp duruyordu. Hepsini dışarı çıkarmak için içim içim yanıyordum ama zihnim o kadar hızlı çalışıyordu ki nefes almayı bile unutmuştum. Ve ben Farkına varmadan, Karen asfaltın üzerinde asılı duran parıltılı sıcaklık sisinin içinde kaybolmuştu. Bir kez daha, bunu durdurmak için hiçbir şey yapamadım.
Sonra, birdenbire, sanki öğle molasından geri dönmüş gibi, ağustos böceklerinin gürültüsü kulaklarımı doldurdu. Kirpiklerimin ucunda nazikçe bekleyen tuzlu ter damlacıkları sonunda korneama damladı ve ben refleks olarak gözlerimi sıkıca kapatarak gözlerimin acısını gidermeye çalıştım. Buradan sonra eve kadar kalan yolu olabildiğince hızlı koştum.
Eve geri döndüğümde, çantamdan anahtarlarımı çıkardım ve ön kapıdan içeri girdim. Gözlerimin içerideki karanlığa alışması biraz zaman aldı, ama bunun sebebi muhtemelen dışarıdaki göz kamaştırıcı parlaklıktı. Hemen odama çıkıp tişört ve şort giydim, sonrada mutfağa geri döndüm. Nefesimi toplayıp, bir bardak buzlu arpa çayı ile susuzluğumu giderdikten sonra, geleneksel tarzda döşenmiş oturma odasına geçtim. Mütevazı bir odaydı; toplamda sadece sekiz tatami matı vardı ve nişin içinde asılı, hoş bir dağ manzarası resmedilmiş duvar halısı dışında pek bir süs eşyası yoktu. Gözlerim karanlık iç mekanın aydınlatmasına alıştıktan sonra sürgülü kapılardan verandaya bakmak, tamamen farklı bir dünyaya bakmak gibiydi; bizimkinden çok daha canlı bir dünya.
Odanın köşesine, kız kardeşim Karen’in anısına kurduğumuz sunakların hemen önüne yerleştirilmiş bir minder üzerine çapraz bacaklı bir şekilde oturdum. O benim tek kardeşimdi, benden sadece iki yaş küçüktü ve beş yıl önce trajik bir kaza sonucu hayatını kaybetmişti.
Bugün gibi, çok sıcak bir yaz günüydü. Karen ve ben böcek kafesimizi ve kelebek ağımızı alıp yakındaki ormana böcek aramaya gitmiştik. Özellikle rinocerus böcekleri arıyorduk ve akşam olana kadar tek bir tane bile bulamamıştık. Böcekleri yakalamak için büyük bir arzumuz yoktu ama annemize onu hayran bırakacak kadar büyük bir tane yakalayacağımıza söz vermiştik. İkimiz de henüz pes etmeyecek kadar inatçıydık, bu yüzden çok yüksek bir ağacın tepesinde bir değil iki böcek gördüğümüzde ne kadar sevindiğimizi tahmin bile edemezsiniz: bir gergedan ve bir geyik böceği. İkisini de yakalamak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıydık.
“Teğmen Karen! Bir sorunumuz var!” Sırf eğlencesine askeri bir ses tonuyla bağırdım. Karen de seve seve oyuna katıldı ve beni kararlı bir şekilde selamladı.
“Sorun nedir, Çavuş Kaoru?!”
“Ağımız o kadar yükseğe ulaşamaz!”
“Aman Tanrım! O piçler bizi bu sefer gerçekten köşeye sıkıştırdı.”
Buna gülmeden edemedim. “Pfft! Böyle konuşmayı nereden öğrendin sen?”
“Televizyonda duydum!” dedi, yaramaz bir gülümsemeyle.
“Tahmin etmeliydim.” Ben de ona gülümsedim.
Elbette, iki böcek ağaca tırmanmadan ulaşılamayacağımız kadar yüksekteydiler. Ayrıca kol mesafemizde tutunacak dal da olmadığı için bu seçeneği de elemiştik.
“Evet, o kadar yükseğe zıplayamam.” diye sonuca vardım.
“Şimdi ne yapacağız?”
“Belli değil mi? Oraya tırmanmak zorundayız.”
“Ne? Olmaz. Tutunabileceğimiz tek bir dal bile yok.”
“Ah ah, ne kadar da aptalca. Bir kez olsun alışılmışın dışında düşünmeyi dener misin?”
“Ne, daha iyi bir fikrin mi var?”
“Evet. Omuzlarına çıkacağım. Bu sayede şu en alttaki dala çıkabilirim.”
Onun bahsettiği dala baktım. Yerden iki metre kadar yükseklikteydi. “…Bu biraz tehlikeli değil mi?”
“Ah, sorun olmaz! Ben ağaç tırmanma ustasıyım!”
“Bundan emin değilim, Karen…”
“Acele etmezsek, uçup gidecekler!”
Haklıydı. Bu, son şansımız olabilirdi. Bunu göz önünde bulundurarak, isteksizce Karen’ın teklifini kabul etmeye karar verdim.
“Tamam, hadi yapalım.” dedim. “Ama yukarıda dikkatli ol, tamam mı?”
“Evet, evet. Hadi eğil de omzuna çıkayım.”
Dizlerimin üzerine çöktüm. Karen çok sevdiği eski, yıpranmış kırmızı sandaletlerini çıkardı ve sırtıma tırmandı. Onu ayak bileklerinden tutarak ayakta durdum. Daha sonra dik bir şekilde kaldırıp dala doğru uzattım ve o da hiç zorlanmadan dala tırmandı. Daldan dala o kadar kolay tırmanıyordu ki, neredeyse bir maymun gibi görünüyordu — tabii ki bunu yüksek sesle söylemedim, çünkü biraz kaba kaçabilirdi. Yine de, o noktadan sonra kendi başının çaresine bakabileceğinden emindim, bu yüzden ağrıyan boynumu dinlendirmek için bakışlarımı aşağıya indirdim.
Geriye dönüp bakınca, yaptığım bu hareket onun tabutuna son çiviyi çakmaktı. Onu bir an bile gözümden ayırmamalıydım.
Gerisi biraz bulanık, sanki hızlı ileri sarılmış gibiydi. Aniden, başımın üstünde bir dalın kırılma sesi duydum ve hemen yukarı baktım. Artık çok geçti. Karen baş aşağı düşüyordu. Kafatasının sert toprağa çarptığında çıkardığı çatırtı sesini hala hatırlıyorum.
Her şey o kadar ani olmuştu ki, beş, on saniye boyunca öylece kalakaldım. Kendime gelip ona seslendiğimdeyse artık iş işten geçmişti. Yerde tek bir damla kan bile yoktu, ama artık nefes almıyordu.
Ondan sonra ne olduğunu pek hatırlamıyorum — sadece çok, çok korktuğumu ve yardım edebilecek bir yetişkini bulana kadar tüm gücümle koştuğumu hatırlıyorum. Ertesi gün ailem bana söyleyene kadar onun öldüğünden bile emin değildim. Tek tesellim, otopsi sonuçlarına göre çarpışmanın etkisiyle anında ölmüş ve hiç acı çekmemiş olmasıydı.
Bununla birlikte, o günden beridir neyi farklı yapabileceğimi düşünmediğim tek bir gün bile geçmedi. Onu yukarı kaldırmayı reddetseydim, ya da ona geç olduğunu ve eve gitmemiz gerektiğini söyleseydim, ya da o gün böcek avına hiç çıkmasaydım… Karen neredeyse kesin olarak hayatta olurdu.
Bir süre onun sunağın önünde sessizce oturdum, sonra bir tütsü çubuğu yaktım ve küçük çanı çalarken kafamda ona özür sözleri dökmeye devam ettim. Bu sözlerin asla ulaşmayacağını biliyordum.
Bacaklarımın uyuşmaya başladığını hissettiğimde, kalkıp mutfağa giderek akşam yemeğini hazırlamaya başladım. Çıkarılabilir seramik tencereye biraz pirinç koydum ve musluk suyuyla çalkalayarak nişastadan arındırdım, toplamda beş kez suyu değiştirdim. Kaç kez yaptığımı sürekli unuttuğum için bir yöntem geliştirdim. Bu yöntem suyu boşaltıp yeniden doldurduğum sayı kadar parmağımla karıştırmak. İlk döngüde sadece işaret parmağımı kullandım; ikinci döngüde işaret ve orta parmağımı; üçüncü döngüde ise bu ikisine yüzük parmağımı da ekledim. Sonunda bitirdiğimde, kaseyi pirinç pişiriciye koydum ve Hızlı Pişir düğmesine bastım.
Bugün Alman patates salatası yapacağım. Buzdolabından gerekli tüm malzemeleri çıkardıktan sonra, onları ısırık büyüklüğünde parçalar halinde doğradım, ardından soğan, sarımsak ve pastırmayı ocakta soteleyerek kavurdum.
Karen’ın ölümünden hemen sonra annem ortadan kaybolmuştu. O günden beri, babam yemek yapmayı beceremediği için akşam yemeklerini hazırlama sorumluluğu bana kalmıştı. Her akşam da dışarıdan yemek sipariş edemeyeceğimize göre, erkek gibi davranıp yemek yapmayı öğrendim.
Patates salatası hazır olunca, yarısını plastik sargılı bir tabağa koyup babam için buzdolabına koydum. Sonra oturma odasına geçip, birkaç farklı prime time talk show arasında geçiş yaparken tek başıma yemeğimi yedim. Çubuklarım sadece özellikle komik bir şakaya güldüğümde veya kendime bir şey mırıldanma isteği duyduğumda durdu. Saat yedi bloğundaki tüm programlar oldukça komikti, ama garip bir şekilde, televizyonu kapattıktan sonra tek bir şakayı bile hatırlayamadım.
Bulaşıkları yıkadıktan sonra odama geri döndüm ve yatağıma uzandım, yastığı göğsüme dayayıp bir süre müzik dinleyerek vakit öldürdüm, sonra biraz manga okudum. Kısa sürede göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. Yatmadan önce banyo yapmam gerektiğini biliyordum, ama ani yorgunluk dalgasına karşı koyamadığım için derin ve huzurlu bir uykuya daldım.
En azından bir süre huzurluydu, ta ki aşağıdan gelen bir dizi gürültülü çarpma ve kırılma sesleriyle uyanana kadar. Bu seslerin kaynağını biliyordum — yarı uykulu halimde bile, aşağıda neler olup bittiğine dair oldukça iyi bir fikrim vardı. Bu yüzden, bunu önemsememeye karar verdim, başımı yastığa yasladım ve gözlerimi bir kez daha kapattım.
“Kaoru! Buraya gel!”
“Off. Sikeyim!”
Yataktan kalkıp derin bir nefes aldıktan sonra oturma odasına gittim. Belediye binasındaki işinden dönen babam odada duruyordu. Henüz pantolonunu ve düğmeli gömleğini değiştirmemiş, alçak masanın üzerinde bir yer minderine oturmuştu. Yüzü kıpkırmızıydı ve kesinlikle sarhoş gibi görünüyordu.
Babamın uzun bir bardak suyu yudumlarken, adem elmasının yukarı aşağı hareket ettiğini izledim. Yanakları çökmüştü ve dağınık saçlarında yer yer gri lekeler vardı. Gerçekten yaşlanmaya başlamıştı — ama ellili yaşlarında bir adamdan bunu beklemek normaldi sanırım. İçmeyi bitirince, bardağı masaya o kadar sert vurdu ki, kırılacağını sandım.
“Bana banyoyu hazırla,” diye emretti, bir saniye bile televizyondan gözlerini ayırmadan, benimle göz teması kurmadan. Bilginiz olsun, televizyon açık değildi, bu yüzden ne izlediğini bilmiyordum.
“Üzgünüm, hemen halledeceğim.” Banyoya doğru yöneldim. Tam o sırada, çıplak ayağımla çamurlu bir şeyin ortasına bastım ve omurgamdan bir ürperti geçti. Ayağımı yavaşça geri çekerken çamurlu şeyin, tatami minderlerinin üzerine sıçramış, yaptığım Alman patates salatası olduğunu gördüm. Bazıları duvara yapışmıştı, bu da bana tüm tabağı duvara fırlattığını düşündürdü. Tabii ki, süpürgeliklerin yanında kırık seramik parçaları gördüm.
“Ha? Ne var lan? Ne diye babana öyle bakıyon? Diyecek bir şeyin varsa konuş!” diye bağırdı.
“Hayır, kesinlikle yok.” Diye cevap verdim ve banyoya doğru yürümeye devam ettim. Bu doğruydu — onun banyoyu hazırlamamı istemesi, patates salatamı duvara fırlatması, hatta bir tabağı kırması umurumda bile değildi.
Karen’ı ve annemi neredeyse aynı anda kaybeden babama sadece acıyordum. Ondan sonra onun benim için işlevsel bir baba figürü olarak hizmet etme şansının artık olmadığını anlamış ve bunu kabullenmiştim. Karen öldüğünde yanında olan tek kişi olduğum ve dolayısıyla bunu engelleyebilecek tek kişi olduğum için duyduğum büyük suçluluk duygusunu size söylememe gerek bile yok. Kalbim acıma, suçluluk ve pişmanlıkla o kadar doluydu ki, içine tek bir parça öfkenin bile gireceği kadar yer kalmamıştı.
Babam bir zamanlar son derece yumuşak huylu bir adamdı, ama Karen’ın ölümü ve bunun sonucunda ortaya çıkan olaylar onu o kadar derinden etkilemişti ki, tamamen dengesiz bir hale gelmişti. Bunun gibi birçok kez sinirlenip bana eşyaları fırlatmaya başladığı zamanlar olduğu gibi, tuhaf bir şekilde sevgi dolu olduğu zamanlar da vardı. İlk başta, onun oğlu olarak bu şiddetli ruh hali değişimlerini hafifletmek için elimden geleni yaptım, ama bir gün söylediği bir şey beni tamamen umursamamaya itti.
“Ölmesi gereken sendin, Karen değil.”
Sekizinci sınıfın kışında çok soğuk bir geceydi. Babam sarhoş halde kapıdan içeri girer girmez, yüzüme bakarak, sanki “Dışarısı çok soğuk!” der gibi aynı tonla bu sözleri söyledi. Onu böyle hissettiği için suçlamadım aksine bu duyguyu kabul ettim. Hiç sarsılmamış ve canım acımamıştı. Ancak yaptığı şey, babamla daha yakınlaşmak ve ayağa kalkmasına yardım etmek için hissedebileceğim her türlü arzuyu yok etmişti. Sonunda onun beni hiçbir zaman oğlu olarak görmediğini anladığımda, tüm bunlar bir anda yok oldu.
Annemin başka bir adamla yaşadığı bir ilişkinin ürünüydüm. Bunu sekiz yaşındayken öğrendim, ancak bugün bile ayrıntılarını bilmiyorum. O zamanlar çok genç olmama rağmen, bunun çok tabu bir konu olduğunu ve özellikle de daha fazla bilgiye ihtiyacım olmadığı için bunu kurcalamamam gerektiğini anlamıştım. Annem beni çok severdi ve babam da biyolojik bağımız olmamasına rağmen o zamanlar bana gerçekten çok şefkatli davranırdı. İlkel çocuk zihnimde, önceki tüm zina olaylarının uzun zaman önce affedilmiş önemsiz hatalar olduğunu düşünüyordum. Karen’in da aynı şekilde hissettiğinden oldukça emindim. Bu yüzden, o küçük gerginliğe rağmen, birbirimizi hala seviyorduk ve herhangi bir ailenin hayal edebileceği kadar iyi anlaşıyorduk. Biz Tonos’tuk ve bunu hiçbir şey değiştiremezdi.
Sonra Karen öldü ve her şey alt üst oldu. Aile uyumu gibi görünen her şey bir anda yok oldu. Ancak şimdi bile sık sık kendimi, babamın dediği gibi, gerçekten ölüm benim başıma gelseydi, her şey nasıl farklı olabilirdi diye düşünürken buluyorum. Hem de cevabın apaçık ortada olduğunu bilmeme rağmen.
Musluğu çevirdim ve duş başlığını kullanarak ayağıma yapışmış patates salatasını yıkadım. Sonra küveti doldurdum, gazı açtım ve banyo suyunun ısınması için biraz bekledim. Patates salatasını ve kırık tabağı temizlemezsem daha sonra yine azar işiteceğimi düşünerek, ağır adımlarla oturma odasına geri döndüm, ama babam yerde sızmış halde buldum. Huysuz sarhoş gitmiş, onun yerine ağzı açık bir şekilde yere uzanmış bir adam kalmıştı. Açıkçası, çok komik görünüyordu.
“Heh… Bu genleri miras almadığım için mutluyum.”
Babama bakmayı kesip arkamı döndüm. Hala temizlik yapmam gerekiyordu ve mümkünse babam uyurken bitirmek istiyordum. Kırık tabak parçalarını topladım ve yere ve duvara sıçrayan patates salatasını sildim. Patates salatasına dokunduğumda garip bir şekilde sıcak olduğunu hissettim, bu da bana onu mikrodalgada ısıttığını düşündürdü. Onu “Tabii, yerim” demekten bir anda duvara fırlatmaya iten şeyin ne olduğunu hayal bile edemiyordum. Öte yandan, babamın ruh hali değişikliklerini hiçbir zaman anlayamadım. Ve anlama isteğimde hiç yoktu.
Temizliği bitirdikten sonra banyoya geri döndüm. Suyun yeterince sıcak olduğunu kontrol ettikten sonra ocağı kapattım. Tek bir düğmeye basarak bunu yapabilen özel bir su ısıtıcımız olsaydı çok iyi olurdu, ama ne yazık ki evimiz bunun için çok eskiydi. Saate baktım, gece yarısı yaklaşıyordu. Normalde bu saatte çoktan yatmış olurdum ancak akşamın erken saatlerinde uyuyakaldığım uykum yoktu. Bu yüzden dışarı çıkıp biraz temiz hava almaya karar verdim.
Giriş holünde spor ayakkabılarımı bağladıktan sonra, ön kapıdan dışarı çıkıp hoş yaz gecesinin içine daldım. Hava güzel ve uzun bir yürüyüş için mükemmeldi. Yaklaşık otuz dakika sonra, kendimi tren rayları boyunca yürürken buldum. Böyle gece yürüyüşlerine sık sık çıkardım, ancak ilk defa rayların nereye gittiğini görmek istediğim için buraya çıktım. Her şeyden çok, eski bir filmden hatırladığım ikonik bir sahneyi yeniden canlandırmak için ani bir dürtü duyduğumdan yapmıştım, ama bunu gerçekten yapmaya başladığımda, beklediğimden çok daha eğlenceli olduğunu fark ettim. Üzerimde gündüz vakti asla yapamayacağım kadar cüretkar bir şey yapmanın şeytani heyecanı vardı. Biraz yüksek olsa da ayaklarımın altında duran kayaların birbirine çarpma sesi de kulağıma hoş geliyordu.
Bu semtte sokak lambaları pek yoktu, ama başımın üstündeki parlak ay sayesinde etrafımı gayet iyi görebiliyordum. O kadar parlak bir şekilde parlıyordu ki, böyle bulutsuz bir gecede güneşin henüz batmadığını düşünseniz bile kimse size kızmazdı.
Aslında, ilk kayan yıldızları gördüğüm gece de tam böyle bir geceydi. Karen ve ben verandada oturmuş, Perseid meteor yağmurunu görebilmek umuduyla gece gökyüzüne bakıyorduk. Ben üç tane kayan yıldız görürken, Karen uyuyakaldığı için hiçbir şey görememişti. Ertesi sabah o kadar ağlamıştı ki onu sakinleştirmek için bir sonrakini beraber izleyeceğimize dair söz vermiştim. Ancak o sefer hiç gelmedi.
Çocukken, insanların öldüğünde gece gökyüzünü aydınlatan milyarlarca yıldızdan birine dönüştüğünü duymuştum. Eğer bu doğruysa, Karen’ın her gün meteor yağmurunu izleyebileceği, evrenin güzel ve tenha bir köşesini bulmuş olmasını umdum.
Yaklaşık bir saat boyunca raylarda yürüdükten sonra, sonunda durdum. Çıkmaz sokağa girdiğim için değil, uzun ve karanlık bir tünelin girişine ulaştığım için. Her sabah okula giderken trenimin geçtiği yerdi, bu yüzden tam olarak nereye gittiğini biliyordum — ama gece yarısı tek başıma oraya gitmeye cesaretim yoktu. Bu yüzden topuklarımın üstünde dönüp geldiğim yöne doğru geri dönmeye başladım. Sonra bir şey fark ettim.
Rayların yanındaki hendekte, uzun otların arasında eski bir tahta korkuluk gördüm. Ona ulaşmak için merakla aşırı büyümüş bitkileri kenara itmeye başladığımda, rayların denize bakan tarafında aşağıya inen küçük bir merdiven buldum. Oldukça tuhaf bir açıyla yapılmıştı, bu da trenin penceresinden bakarken neden daha önce hiç görmediğimi açıklıyordu. Muhtemelen demiryolu bakım işçileri için bir erişim merdiveni olduğunu düşündüm, ancak “Giriş Yasaktır” tabelası veya benzeri bir şey göremedim. Aşağıda olduğunu görmek istediğim için merakıma dayanamayıp merdivenden indim. Yüzümdeki birkaç örümcek ağını silkeledikten sonra, bitki örtüsünün şaşırtıcı derecede kısa olduğu küçük bir açıklıkta, başka bir tünelin girişinin hemen önünde durduğumu fark ettim.
“Ne, cidden mi?”
Bu tünel çok daha küçüktü — yaklaşık sadece üç metre yüksekliğindeydi — ve yukarıdaki daha büyük tünele dik olarak uzanıyordu. Taştan inşa edilmiş ve girişin dış kenarı kalın bir yosun tabakasıyla kaplanmıştı. Durduğum yerden diğer tarafı göremediğim için uzunluğu hakkında bir fikir edinemedim. Ayrıca içimde o kadar kötü bir his uyandırdı ki, daha kolay ulaşılabilir bir yerde olsaydı, bu yerle ilgili pek çok korkunç hikaye duyulurdu diye düşündüm. Aklı başında hiç kimse böyle bir tünele girmeye cesaret edemez. Yüz kişiden doksan dokuzu korkup geri dönerdi. O sabah kulak misafiri olduğum o küçük bilgiyi aniden hatırlamasaydım, ben de aynısını yapacaktım.
“Hey… Urashima Tüneli’ni hiç duydun mu?”
Hayır. Böyle bir şey olamaz. O saçma düşünce kafamda kök salmadan önce onu kafamdan attım. O sadece aptalca bir şehir efsanesiydi. Orada herhangi bir dileği gerçekleştirebilecek bir tünel aslında yoktu. Öyle bir şey olsa bile, onu ilk duyduğum gün, hem de evimin yakınlarında rastlayacağım düşüncesi çok saçmaydı. On yedi yaşındaydım. Bu yaşıma kadar aptalca masallara inanmamam gerektiğini öğrenmiştim. Akıllıca olan şey eve gidip bu ürkütücü tünele hiç rastlamamış gibi davranmaktı. Merdivenleri bir kez daha çıkarken, bu düşünceyi kafama takmış olduğum için kendimi azarladım. Son adımda, yine durdum. Ya eğer – ve bu çok büyük bir “eğer” – ama ya eğer söylentiler doğruysa ve Urashima Tüneli gerçekten varsa? Gerçekten herhangi bir dileği gerçekleştirebileceğini varsayarsak, o zaman…
Karen’i hayata döndürebilir miyim?
Yolu aydınlatmak için cep telefonumun fenerini kullanarak tünele ilk çekinceli adımlarımı attım. Sadece içeriye hızlıca bakıp geri çıkmaya karar verdim. Yavaşça ilerledim, tökezlememek veya pis bir şeye basmamak için adımlarıma dikkat ettim. Çiğ toprak kokusu havayı kaplamıştı. Zihnen bir veya iki hayvan leşi ile karşılaşmaya hazırdım, ancak şu ana kadar yerde tek bir yaprak bile göremedim. Tünelin içi oldukça temizdi; girişin çevresini kaplayan kalın yosun bile yoktu. Şu anlık tek rahatsız edici şey, içeriden esen nemli, ılık rüzgârdı. Bu, geçidin çok dar olmasıyla birleşince, sanki devasa, ilkel bir yılanın boğazından geçiyormuşum gibi hissettirdi.
Eğer telefonum tam şu an bozulursa, korkudan bayılabilirim. Bu olasılık beni birden çok endişelendirdi, aşağı baktım ve pilimin sadece yüzde on kaldığını gördüm. Kesinlikle daha ileri gitmem için yeterli değildi.
Tam geri dönmek üzereyken, önümdeki karanlıkta soluk bir ışık parladığını gördüm. Çıkışı bu olabilir mi? Merak ettim. Vay be, ne hayal kırıklığı ama. Sanırım sonuçta sıradan bir tünelmiş.
Bu karanlık, küflü geçitten çıkmaya can atıyordum, bu yüzden ışığa doğru koştum… ama ışık gittikçe parlaklaşırken, bunun bir çıkış olmadığını yavaş yavaş fark ettim.
“Ne… ne oluyor?”
Şinto tapınağının girişinde görebileceğiniz türden, orta büyüklükte bir torii kapısıydı. Ancak geleneksel parlak kırmızı yerine, neredeyse insan kemiklerinin rengi olan kirli beyaz renkteydi. Tünelin ortasında, sanki yüzyıllardır birinin çapraz kirişinin altından geçmesini bekliyormuş gibi duruyordu. Sadece bir tane de değildi. Diğer tarafa baktığımda, aslında birbirinden eşit uzaklıkta sıralanmış torii kapılarının oluşturduğu bir koridor olduğunu gördüm. Daha da tuhaf olanı, daha önce gördüğüm “ışık” aslında her torii arasındaki duvarlara çapraz olarak asılmış ve tavana doğru yönlendirilmiş bir dizi meşaleden geliyordu. Her alev sabit ve parlak bir şekilde yanıyor ve neredeyse hiç titremiyordu. Burası her neyse, belli ki manevi ya da dini bir önemi vardı ve içgüdülerim daha ileri gitmeden önce iki kez düşünmemi söylüyordu.
Nerede olduğumu bilmiyordum ve böyle bir mekanın varlığını hiçbir yerde duymamıştım. GPS konumumu kontrol etmeye çalıştım, ancak hizmet dışı olduğun gördüm. Kozaki’nin birçok yerinde sıkça yaşanan bir durumdu, ancak şu anda tamamen iletişimden kopmak çok ürkütücüydü. Birdenbire, derin ve ilkel bir korku hissi beni sardı. Oradan hemen çıkmam gerekiyordu. En başından beri bu kadar ileri gitmemeliydim. Ama yine, tam geri dönmek üzereyken, tünelin biraz daha derinlerinde bir şey gözüme çarptı.
“O da ne…?”
İlk torii’nin hemen ötesinde küçük kırmızı bir şey yerde yatıyordu. Tünel çok karanlık olduğundan ne olduğunu seçemiyordum. Geri dönmeden önce hızlıca bir göz atmaya karar verdim. Yavaş ve kararlı adımlarla torii’den geçtim ve daha iyi görebilmek için eğildim.
“Bir… sandalete benziyor.”
Eskimiş ve solmuş kırmızı renkteydi, bir çocuğun ayağına tam uyacak kadar küçüktü. Onu daha yakından incelemek için yavaşça eğilip elime aldım. Topuk kayışında silinmez kalemle yazılmış ismi gördüğümde, nefesim kesildi.
KAREN
Olmaz. Olamaz, diye düşündüm kendi kendime. Ancak işte karşımdaydı. Bu, yıllar önce anne babamızın ona aldığı sandaletlerin aynısıydı. Onun bana, ona yakışıp yakışmadığını sorduğunu hala çok net hatırlıyorum. El yazısı bile kesinlikle onundu; ismindeki “N” ters yazılmıştı ve onun her zaman bu şekilde yazmak gibi kötü bir alışkanlığı vardı.
Ama bu şey burada ne arıyordu? Bu sandaleti en son gördüğüm gün, elbette onun öldüğü gündü. Sağlık görevlileri onu hastaneye götürürken bunları almamışlardı, ben de ormana geri dönüp onları almaya gitmiştim. Onları attığını hatırladığım yerde, üzerinde soyadımız olan TONO yazan sandaleti hemen bulmuş, ancak ne kadar aradıysam da -bir ay boyunca tüm bölgeyi didik didik aradıktan sonra bile- KAREN yazanı bulamamıştım. Sonunda, uzun uzun ağladıktan sonra pes edip vazgeçmiştim.
O ormanlar buradan en az beş kilometre uzaktaydı, bu yüzden sandaletinin bir şekilde bu tünele gelmiş olması mantıklı değildi. Burası gerçekten Urashima Tüneli olamazdı, değil mi? Hayır. Böyle kesin sonuçlara varmak için henüz çok erkendi. Kahretsin, bir sokak köpeği ya da karga bile onu alıp buraya sürüklemiş olabilir. Elbette bu, çok daha olası bir açıklamaydı. Ayrıca, tünel henüz hiçbir dileği yerine getirmemişti. Haftalarca bu sandaleti aramıştım doğru, ama geri istediğim sandalet değildi, Karen’in kendisiydi.
Her ne olursa olsun, ilerlemeye devam edersem yakında öğrenirim diye düşündüm. Eğer sonunda Karen’ı bulursam, o zaman bu gerçek demekti. Değilse, sıradan (ancak çok garip) bir tüneldi. Yavaş yavaş, başlangıçta duyduğum endişeler yerini heyecana bırakmaya başladı. Sandaletleri bir cebime, cep telefonumu diğer cebime koyarak, bu torii kapılarının ne kadar uzağa uzandığını merak ederek daha da içeriye doğru ilerledim. Düşündüm de, meşaleler neredeyse en tuhaf kısımdı — ne kadar süredir yanıyorlardı ki? Birinin benim oraya geleceğimi önceden tahmin edip benim için özel olarak yakmış olabileceğini düşünmedim, bu yüzden uzun süredir yanıyor olmalılar diye düşündüm. Ancak bu, sürekli yanmaya devam etmek için yeterli yakıtı nasıl buldukları sorusunu aklıma getirdi. Bunda bir tür gizli mekanizma olmalıydı, belki bir zemin paneli ya da içeriye biri girdiğinde onları çalıştıran başka bir şey. Ama kim, bu kadar uzak ve ıssız bir tünel için böyle bir şey tasarlamış olabilir ve ne amaçla? Ne kadar kafa yorsam da tek bir makul açıklama bile bulamadım.
“Karen…? Orada mısın?” Tünelde yankılanan sessiz bir sesle bağırdım.
Elbette, cevap gelmeyeceğini biliyordum. Ta ki o zamana kadar.
“…rrr…”
Bir ses cevap verdi, ancak o kadar kısık ve zayıftı ki, bir çocuğun mu yoksa bir yetişkinin mi olduğunu, hatta cinsiyetini bile ayırt edemedim. Yine de, bu kesinlikle bir sesti, rüzgârın yaptığı bir oyun değildi. Kalbim gittikçe daha hızlı atmaya başladı. Orada biri vardı, hemen önümde. Ve Karen olma ihtimali çok az da olsa varsa, ona olabildiğince çabuk ulaşmam gerekiyordu. Ben de koştum. Birkaç torii’yi geçtim, sonra başka bir ses duyana kadar koştum, sonra durup dikkatle dinledim. Büyük bir böcek ya da küçük bir hayvanın koşturması gibi bir tür kayma sesiydi. Sesi çok yakından geliyordu, ama torii sütunlarından birinin arkasına saklandığı için hiçbir şey göremedim. Kalp atışlarım daha da hızlandı; bunun bir fare ya da başka bir şey olduğunu kendime söylemeye çalıştım ve onu geçip gitmeye çalıştım, ama her neyse, bir sonraki kapının arkasından üzerime atladı.
“AAAAAaaaaah!” Çığlık atarak kıçımın üstüne düştüm.
Hemen başımı kaldırıp baktım ve küçük bir kuşun bir sonraki torii’nin tepesine konduğunu gördüm. Başını eğip bana bakıyordu, neden korkup düştüğümü anlayamıyor gibiydi.
“Kuş gibi ananı ya… Ödümü kopardın.”
O kadar rahatlamıştım ki, gülmeden edemedim. Ayağa kalktım ve küçük yaramaza baktım. Parlak sarı tüyleri olan minik bir kuştu — muhtemelen birinin evcil hayvanıydı ve evinden kaçmıştı. En azından Kozaki bölgesinde onun renginde kuşların yaşamadığını kesin olarak biliyordum. Her halükarda, böyle bir tünelin içinde nasıl kaybolabilmiş ki?
“Hey, bir dakika… Sen bir muhabbet kuşu musun, ufaklık?”
Daha yakından baktığımda öyle olduğunu anladım. Siyah boncuk gibi gözleri, yuvarlak gagası… Evet, o sadece küçük bir muhabbet kuşuydu. Eskiden bir tane evcil hayvanımız olduğu için bunu anlayabiliyordum. Adı Kee idi ve bununla aynı sarı tüy rengine sahipti, boynundaki küçük beyaz benekler bile aynıydı. Bu küçük kuş, aslında Kee’ye çok benziyordu — ona baktıkça, benzerlik daha da artıyordu… Ancak, sarı tüyler ve beyaz beneklerin onun gibi muhabbet kuşları için o kadar da nadir olmadığını biliyordum. Ayrıca, Kee yıllardır ölmüştü. Karen ve ben ona küçük bir cenaze töreni düzenledik ve arka bahçede küçük bir mezar yaptık. Evet, öyle. Bu kuşun Kee olması imkansızdı.
Böyle bir şey olamaz. Nefesimin ne kadar ağır olduğunu fark edince kendi kendime düşündüm. Korku ve beklentinin karışımı içimde kaynıyordu ve patlama noktasına ulaşmak üzereydi.
“…rrr…”
Muhabbet kuşu bir şey söylemeye çalışıyordu. Çarpıntılı kalbimi susturmak için boşuna göğsümü tuttum ve onu dinlemeye çalıştım.
“Ribbit, ribbit… küçük kurbağa…”
Kalbimin durduğunu düşündüm.
“Bataklıkta zıplayarak…”
Olamaz. Hiçbir şekilde mümkün değildi, imkansızdı. Kee’yi eve ilk getirdiğimizde ona öğrettiğimiz çocuk şarkısını aynen söylüyordu. Bu şarkıyı ona biz ezberletmiştik çünkü üçümüzün birlikte şarkıyı söylemesi çok sevimli olur diye düşünmüştük. Ne yazık ki o sadece ilk iki satırını öğrenmiş ve geri kalanını öğrenemeden ölmüştü. Ve şu anda bu kuşta aynı şarkıyı söylüyordu. Ayrıca rengi ve benekleri de birebir aynıydı. Açıkçası, bunların hepsi imkansızdı. Beynim hala ışık hızında çalışıyor, bir tür açıklama bulmak için çaresizce uğraşıyordu.
Bu bir halüsinasyon olmalı! Gece yarısı bu ürkütücü tünelde olduğum için bir şeyler duyuyor ve görüyorum, beynim yorgun. Orada muhtemelen gerçek bir kuş bile yok! Eğer dokunmaya çalışırsam, elim içinden geçecek!
Teorimi kanıtlamak umuduyla, bir parmağımla muhabbet kuşunu nazikçe dürtmek için uzandım. Küçük muhabbet kuşu, parmağım yumuşak boyun tüylerine çarptığında bile çekinmedi. Temas kurduğumda kaslarının kasılmasını ve vücudunun hafif ısısını hissettim. Bu bir yanılsama değildi. Bu gerçek, canlı bir kuştu — daha doğrusu, eski evcil muhabbet kuşumuz Kee’ydi. Capcanlı ve sağlıklı bir şekilde karşımda duruyordu.
“Burada neler oluyor?”
Eski ölü evcil hayvanım nasıl olur da karşımda duruyor olabilir? Burası gerçekten Urashima Tüneli olabilir mi? Öyleyse bile, bu Kee’nin nasıl hayatta olduğunu açıklamıyor.
Orada çaresizce durmuş, açıklanamayanı açıklamaya çalışırken, Kee tünelin derinliklerine doğru uçtu ve ben de refleks olarak peşinden koştum. Onun gerçek olup olmadığı konusunda hala bazı şüphelerim olsa da, onu bir kez daha kaybetmek istemiyordum.
Bir saniye sonra, içimde ani bir batma hissi uyandı ve hemen durdum. Beynimin arkasında bir şey beni rahatsız ediyordu, sanki çok önemli bir şeyi unutmuşum gibi. Genelde bu tür konularda iyimser bir bakış açısına sahip bir insandım — yani, eğer gerçekten bu kadar önemli olsaydı, unutmazdım. Ancak, içimden bir ses, bunu hatırlamak için gerçekten uzun ve derin düşünmem gerektiğini söylüyordu. Sanki bir tür önsezi gibiydi; kemiklerimde hissedebiliyordum. Göğsümde, tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir felaket hissi yavaş yavaş oluşmaya başladı.
Hadi diyelim ki burası Urashima Tüneli. O zaman bu sabah tren istasyonundaki kız burayı nasıl tarif etmişti?
Onların konuşmasını kafamda tekrar canlandırdım.
“Her neyse olay; bu tünelin içine giren herkesin dileklerini yerine getiren bir tünel olması.”
Hayır, o kısım değil.
“Urashima Tüneli seni öyle kolayca bırakmıyor, dileğinin karşılığında sende mutlaka bir şey alıyor.”
Evet, doğru. Peki karşılığında ne alıyordu?
“Ömrünü. Yıllarını alıyor. Güzel ve genç bir kız olarak mı girdin içeri? Buruşmuş, yaşlı bir kadın olarak çıkıyorsun.”
Midem bulandı.
Yüzümdeki tüm kanın çekildiğini hissedebiliyordum.
Evet, Urashima Tüneli her dileği yerine getirebilirdi, ancak bunun bedeli olarak insanların ömrünü alırdı. Bu şehir efsanesinin en önemli kısmını neden unutmuştum? Şimdi, Karen’i hemen önümde bulabileceğim düşüncesinin cazibesi ile karşılığında tüm hayatımı satmış olacağım korkusu arasında kalmış, çelişkili bir durumda duruyordum. Sonunda korkum galip geldi. Sonuçta, bu tünelin ne kadar uzandığını ya da diğer ucunda Karen’i gerçekten bulup bulamayacağımı bilmenin hiçbir yolu yoktu, bu yüzden böyle devam etmemin çok tehlikeli olduğuna karar verdim.
Kararımı verdikten sonra, hızla dönüp geldiğim yöne doğru koşmaya başladım. Tünelden olabildiğince hızlı çıktım, karanlıkta o kadar çok tökezledim ki, birkaç kez düşmek üzere oldum. Ancak ileriye baktığımda, giriş beklediğimden çok daha yakın olduğunu gördüm. Oraya vardığımda, eşikten dışarıya doğru neredeyse daldım ve yere düşüp, birkaç kez yuvarlandım.
Giysilerimin kirlendiğine şüphe yoktu, ama yine de bir süre öylece yatıp, nefes nefese yıldızlı gece göğüne baktım. Sonunda nefesimi toplayınca, elimi yüzümün önüne tuttum. Kırışıklık, buruşukluk veya varis görmedim — ellerim, benim yaşımdaki bir erkek için biraz kadınsı olsa da, gayet iyi görünüyordu. Ama zaten her zaman böyleydi.
“Yani… hiçbir şey değişmedi mi?”
Yüzümü okşamayı denedim. Orada da hiçbir kırışıklık ya da yüz kılları hissetmedim. Tünele girmeden önceki hissiyatımla tamamen aynıydı. Oh, şükürler olsun, diye düşündüm ve derin bir rahatlamayla içimden nefes verdim. Hiç yaşlanmamıştım. Tabii ki, başından beri “anında yaşlanma” olayının gerçek olamayacak kadar saçma olduğunu düşünmüştüm, ama haklı çıktığıma çok sevindim.
Oturup sırtımdaki kiri silmeye çalıştım. Biraz sakinleşince, tünelin içindeki atmosferin dışarıdakinden ne kadar farklı olduğuna inanamadım. Sanki çok, çok garip bir rüyadan uyanmış gibiydim. Mantıklı düşündüğümde, bunun gerçekten bir rüya olması beni şaşırtmazdı — çünkü, neden ıssız bir yerin ortasında, rastgele bir tünelin derinliklerinde neredeyse sonsuz sayıda torii ve meşale olsun ki? Sol cebimden dışarı çıkan sandalet olmasaydı, o an tüm bu deneyimi bir ateşli rüya olarak görmezden gelirdim…
“Hayır, bu bir rüya falan değildi, bu sandalet kesinlikle onun.”
İki elimle tuttuğum küçük kırmızı sandalet, orada olanların bir rüya ya da halüsinasyon olmadığına dair inkar edilemez bir kanıttı. Dahası, gözlerimi kapattığımda Kee’nin nasıl göründüğünü ve o torii’lerin çürümüş dokusunu sanki hala önümdeymiş gibi canlı bir şekilde hatırlayabiliyordum. Az önce çıktığım tünelin, o tuhaf, başka dünyadan gibi görünen yerle bir şekilde bağlantılı olduğuna hiç şüphem yoktu.
Tüm bu cevaplanmamış sorulardan ve deneyimden dolayı biraz yorgun hissediyordum, ancak çoğunlukla tek parça halinde kurtulduğum için minnettardım. Aynı zamanda, içimdeki başka bir parça, gizemli tünelden garip bir şekilde büyülenmiş, onun gerçek doğasını ortaya çıkarmak için kendini zorluyordu. Bu muhtemelen, sonuna kadar takip edersem küçük kız kardeşimi tekrar görebileceğim (kuşkusuz mikroskobik) olasılığı için henüz pes etmeye hazır olmadığım anlamına geliyordu. Şu anda çok yorgundum ve eve gitmem gerekiyordu. Belki yarın okuldan sonra bir kez daha denerdim.
Karen’ın sandaletini cebime tıkıştırdıktan sonra tren raylarına çıkan merdivenleri ağır adımlarla çıktım ve yorgun halimle eve kadar yürüdüm.
Eve vardığımda, babamı uyandırmamak için ön kapıyı sessizce açtım ve giriş holüne adım attım. Ne yazık ki, bu sırada duvara yaslanmış bir şemsiyeyi devirdim ve şemsiye sert ahşap zemine düşerken yüksek bir ses çıkardı. İrkildim, sonra onu dikleştirip odama koşmaya çalıştım, ama tam o sırada koridorun ışıkları yanıp söndü.
“Kaoru!” diye bağırdı babam, ana yatak odasının kapısından dışarı bakarak.
Sikeyim. Beni izin almadan sokağa çıkma yasağı saatinde dışarıda yakalamıştı. Gerçekten ders dinleyecek havada değildim, umarım çabuk bitirirdi. Babam koridordan koşarak gelip beni omuzlarımdan sertçe tuttuğunda, pişmanlık hissi uyandırmak için başımı eğdim. Gözlerimi kapattım, kafama bir şaplak atmasına hazırlandım. Ancak, birkaç saniye sonra, ne karnıma yumruk ne de tokat attı. Dikkatlice gözlerimi açtım ve babamın ağlamak üzereymiş gibi bana baktığını gördüm. Dürüst olmak gerekirse, oldukça sinir bozucuydu.
“Oh, Kaoru… Tanrı’ya şükür…” dedi babam, nemli bir bulaşık bezinden suyu sıkar gibi kelimeleri ağzından çıkardı.
Tanrı’ya şükür mü?
“Seni de kaybetseydim ne yapardım bilmiyorum… Daha önceki davranışlarım için özür dilerim. Biraz fazla içtim, hepsi bu.”
Aha. Şimdi anladım. Babam, ünlü akşamdan kalma pişmanlık moduna girmişti ve alkolün etkisi altındayken yapmış olabileceği tüm agresif davranışlarını telafi etmek için çaresizce çabalıyordu. Bu her olduğunda, o her zaman neredeyse iğrenç derecede nazik ve özür diler bir tavır takınırdı, bu yüzden ben de ona endişelenmemesini söylerdim.
“Gerçekten üzgünüm, oğlum. Bundan sonra daha az içeceğim.” Diye beni temin etti, her zamanki gibi tamamen içkiyi bırakacağına dair kesin bir söz vermeden. “Lütfen bir daha evden kaçmayacağına söz ver, tamam mı?”
Başımı salladım, ancak birkaç saat evden uzak kalmamın bir şekilde “evden kaçmak” anlamına geldiğini ima etmesini biraz saçma bulmuştum. Bu, ilk kez olan bir şey de değildi.
“Ciddiyim, oğlum. Okuldan sürekli telefonlar geliyordu ve onlara ne söyleyeceğimi bilmiyordum… Nereye gittin sen, ne oldu sana?”
Okuldan telefon mu geldi? Ne saçmalıyorsun ihtiyar? Bu noktada son derece kafam karışmıştı, ama yine de onun sorusuna cevap verdim.
“Endişelenme.” Dedim. “Biraz yürüyüşe çıktım, hepsi bu.”
“…Yani bana söylemeyi reddediyorsun, öyle mi? Demek ki gitmeni yasakladığım yerlerden birine gittin.”
“Hayır, çok ciddiyim. Sadece biraz temiz hava almak istedim.”
“Bana dürüst ol, evlat. Kimin evinde kalıyordun? Yoksa şehir dışına mı kaçtın?”
“Kimsenin evinde kalmıyordum. Ve şehir dışına nasıl kaçayım be?”
“Unut gitsin.” dedi babam, yüzü ekşidi. “Bir daha böyle bir şey olmasın.” Eğer kasabada kaybolduğun haberi yayılırsa, ciddi sonuçları olabilirdi. İkimiz için de.”
Babam yatak odasına geri döndü, ışıkları bir kez daha kapatırken kafasının arkasını kaşıdı. Bu adam neyin kafasını yaşıyor? Hiçbir fikrim olmadığı için bunu önemsememeye çalışarak, uzun bir gecenin ardından terden kurtulmak için duşa girmeye karar verdim.
Sonra babam kapıyı kapatmadan önce son bir şey söyledi, beni gerçekten şaşkına çeviren bir şey.
“İnanamıyorum… Kendi oğlum, bir hafta boyunca kim bilir ne yapmak için evden kaçtı… Nerede hata yaptım?”
Mırıldandığı için onu yanlış duyduğumu düşünüp, görmezden geldim. Güzel ve sıcak bir duş almak için banyoya gittim. Aynaya bakarak kendi yansımamı gördüm ve bir kez daha hiç yaşlanmadığımı doğruladım. Rahatlamış bir şekilde, kıyafetlerimi çıkarabilmek için cep telefonumu lavabonun üzerine bıraktım. Sonra ekran birden parladı. Kafamı çevirip baktığımda babamdan değil de, Shohei’den de düzinelerce cevapsız arama olduğunu gördüm. Onun altında bir duvar dolusu kısa mesaj vardı.
“Oğlum, neredesin?”
“Aga, okulu asmayı bırak”
“Yarın eve dönmeni bekliyorum. Bu bir emirdir.”
“Kankaaaa, nerede kaldın, sıkıntıdan patladım amk.”
“Olum En azından bir cevap ver de güvende olduğunu bileyim.”
“Herkes senin için endişeleniyor kanka… Tamam, yalan söyledim. Sadece ben. Ama yine de!!”
Neler oluyor? Dışarıda yürüyüş yaparken bu kadar çok arama ve mesaj gelmiş ve ben hiçbirini duymamış mıyım? Hiç mantıklı değil. Bu arada…
Telefonumdaki tarih neden neredeyse bir hafta ileride?
“Ne…” diye mırıldandım ve gözlerimi kısarak telefonu yüzüme yaklaştırdım. Ekranda tarih açıkça 8 Temmuz olarak görünüyordu, ancak ben yürüyüşe çıkmak için evden ayrıldığımda 1 Temmuz gece yarısına çok az kalmıştı, yani tarih 2 Temmuz olmalıydı.
“Telefonum mu bozuldu acaba?”
Telefonu biraz kurcaladım ancak diğer her şey normal görünüyordu, sadece tarih tutmuyordu. Tüm cevapsız aramalar ve mesajlar da 2 Temmuz’dan sonra gelmişti. Birdenbire hafif bir ürperti hissettim. Artık sıcak bir duş bile almak istemiyordum, bu yüzden banyodan çıkıp oturma odasına gittim, masadan uzaktan kumandayı alıp televizyonu açtım. Ekran, hava durumu tahmininin tam ortasındaydı. Yumuşak klasik piyano müziği iç hoparlörlerden yayılırken, ekranın altındaki ışıklı tabelada akan metni okudum.
YARIN (8 TEMMUZ’DA) YAĞMUR İHTİMALİ %10-20 ARASINDADIR.
Gözlerimi ovuşturarak hayal görmediğimden emin oldum. Ancak bu noktada, gözlerime inanamıyordum demekten çok, imkansızı tamamen kabul etmeden önce diğer tüm olası açıklamaları elemek istiyordum.
“Olamaz. Dalga geçiyorsun, değil mi?” diye fısıldadım, endişemi gidermek için boşuna bir çaba göstererek. Televizyonu kapattım ve aklıma gelen tek kişiyi aramak için telefonumu çıkardım. Birkaç sesli mesajdan ve birkaç kez yönlendirildikten sonra, onuncu denememde sonunda telefonu açtı.
“Evet…?” dedi telefonun diğer ucundaki sert ses.
“Hey, Kaga? Bir şey sorabilir miyim?”
“Kanka saatin kaç olduğunu biliyor musun?”
“Evet, bende o konu için aramıştım… Bugünün tarihini söyleyebilir misin?”
“Ne diyon olum ya? Şey… Ihh.. sekiz miydi? Ihh… heh aynen sekiz temmuz… saat kaç ki ulan? Ihhh. Heh, sekiz temmuz sabahın dördü…”
“Bundan yüzde yüz emin misin?”
“Evet, kanka. Ayrıca bunun için mi aradın? Telefondan ya da ne bileyim takvimden falan baksaydın ya? Gecenin dördünde insan böyle bir şey için mi arar? Birde aklıma gelmişken, sen ne zaman okula geri gelc-”
Shohei cümlesini bitiremeden telefon kapandı. Telefonuma baktım ve nedenini anladım. Şarjım bitmişti. Shohei cümlesini bitiremeden kapanması üzücüydü ancak en azından sorumun cevabını alabilmiştim. Sonuca bakıldığında kesinkes 8 Temmuz’daydık.
“Neler oluyor…”
Başım ağrımaya başladı. Bu imkansızdı; evden en fazla üç saat önce çıkmıştım. Bir veya iki saatlik bir farkı kabul edebilirdim, ama bir hafta mı? Banyoya geri koştum ve aynada yüzümü tekrar kontrol ettim. Sakalım hiç uzamamıştı. Genelde üç günde bir tıraş oluyordum, bu yüzden bir hafta boyunca tıraş olmasam belli olurdu. Bir hafta önce evden çıktığımdan beri hiçbir şey yemediğim halde açta hissetmiyordum.
Aynı şey benim telefonum için de geçerliydi. Pil, özellikle tünele girdiğimde şarjının yüzde onda olduğunu düşünürsek, şarj edilmeden bir hafta boyunca dayanması imkansızdı. Tünelden çıkıp tekrar sinyal aldığım anda tarih otomatik olarak 8 Temmuz olarak güncellenmiş olması bunun kanıtıydı.
“Tünel… Urashima Tüneli…”
Aklıma gelen tek açıklama buydu. Tüm bu tuhaf olaylar, oraya girdiğimden sonra başlamıştı: Karen’in sandaletini bulmak, eski ölü muhabbet kuşumuza rastlamak ve şimdi de bu açıklanamayan zaman atlaması. Bana ne oluyordu böyle? Bir tür hafıza kaybı mı yaşıyordum? Bunların hepsi sadece bir yanılsama mıydı? Biri beynimi mi yıkamıştı, yoksa hipnotize mi etmişti? Cevap bulmak için kafamı yorsam da, aklıma gelen tek şey daha fazla soru ve daha fazla endişe oldu.
“Ahh, her neyse. Uykusuzluktan başım ağrıyor. Önce gidip uyumalıyım.”
Aklım allak bullak olmuştu. Bu durumu daha iyi anlamaya çalışmadan önce biraz dinlenmem gerekiyordu. Ayrıca sabah okula gitmem gerektiğini söylememe gerek bile yoktu… daha doğrusu birkaç saat sonra.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.