Seksen Altı Cilt 11 Bölüm 06

ÖNCÜ BİRLİĞİ KIŞLASININ DÜŞÜŞÜNÜN ARDINDAN

Çevirmen: Onur

 

 

 

Bir noktada her şeyin sessizleştiğini fark etti.

Cephe üssünün hangarında artık hiçbir ses duyulmuyordu. Ne Lejyon’un silah sesleri ve patlamaları, ne de onlara karşı savaşan bakım ekibinin sesleri.

Rito ve diğerleri… O genç İşlemciler bir şekilde kaçmayı başarmışken, kan kaybından bulanıklaşan zihninde düşüncelere daldı.

—O çocuklar hayatta kalabilecek mi? Başka kimse kalmasa bile, en azından onlar…

Öncü filosu, Seksen Altıncı Sektör’ün doğu cephesinin son imha bölgesi, altı aylık görev sürelerinin ardından İşleyicilerin her zaman ölüme gönderildiği yer.

En azından bu filonun son İşleyicileri hayatta kalsın. Çünkü biz bakım ekibi burada öleceğiz. Sayısız çocuğun vatanları tarafından o lanet hurda canavarlar onları katletsin diye gönderilişini seyreden bizlerin tek kaderi burada ölmek.

Azrail’in ona söylediği sözler, onun tek kurtuluşu olmuştu.

—Seni çağıran bir Lejyon yok.

Ölmüş karısı ve kızı en azından Lejyon tarafından kaçırılmamışsa, diğer tarafta onu bekliyorlardı. Bu yeterliydi. Başka bir şeye ihtiyacı yoktu.

Sevgili kızları hala savaş alanında mahsur kalmamış, öbür tarafa geçebilmişse… Bu korkunç hurda canavarlar onu öldürmeden önce kendi canına kıyabilmişse, onlarla tekrar bir araya gelebilecekti.

Tek ihtiyacı buydu.

 

En azından, ihtiyacı olduğunu düşündüğü tek şey buydu.

 

Tetiği şakağına dayamış halde, önünde duran Lejyon’a baktı.

Ama aniden aklına bir düşünce geldi. Sevgili karısı ve kızı, Seksen Altı olarak savaş alanına atılmış ve Lejyon onları almadan ölmüştü. O ve diğer bakım ekibi üyeleri, o çocuk askerleri ölüme gönderdikleri için sonunda hak ettikleri sonu bulmuştular. Ama başından beri bu, sadece onların üstleneceği bir günah değildi. Ailesini savaş alanına atan, Cumhuriyet asıl suçluydu. Ve Seksen Altı’yı savaş alanına gönderen siviller, hala dünyadan habersiz bir şekilde yaşamaya devam ediyorlardı. Rito ve diğerleri hayatta kalırsa, bu siviller de onlara parazit gibi yapışarak hayatta kalabilirlerdi.

Seksen Altı’yı kurtarmamak bir günahtı, ama onları ölüme göndermek de aynı derecede bir günahtı.

Ve günahlar cezalandırılmalıydı. Başka bir deyişle, Cumhuriyet sivillerinin günahları intikamla karşılanmalıydı.

Ailesinin intikamı alınmalıydı. Hayır…

 

Onların intikamını kendi elleriyle almak istiyordu.

 

Tabanca uyuşmuş ellerinden kaydı. Lejyona bakarak fısıldadı. Sonunda ölebilirdi, ama ailesinin olduğu yere gidemezdi. Sonunda onlara cevap verebilirdi, ama her şeyi boşa harcamıştı.

“—Özür dilerim.”

 

 

 

 

12 EKİM 2150

OPERASYONDAN ON BİR GÜN SONRA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Onun” siyah zırhı delik deşik olunca, mekanik iç organları acımasızca parçalandı. Ama Lejyon acı hissetmedi. Böylece vücudu, hayatının son anlarında olduğu gibi artık ağrımıyordu.

 

<<Nidhogg’dan geniş alan ağına. Nidhogg ölümcül hasar aldı. Dış ünite terk ediliyor.>>

 

Kırık zırhının boşluklarından ve namlunun uçları arasındaki boşluklardan, sıvı mikro makineler gümüş rengi kelebekler şeklinde sızmaya başladı. Merkezi işlemcisini oluşturan mikro makineler, güvenli bir yere kaçmaya çalışan kelebeklerden oluşan bir kaleydoskop haline geldi. Bu, Anka tarafından test edilen ve daha sonra Çoban’lara eklenen ölümsüzlük özelliğiydi.

Uydurma merkezi sinir sistemi erimiş ve damlıyordu, dağılmaya ve belirsizleşmeye başlamıştı, ama Nidhogg olarak bilinen hayalet hiçbir korku hissetmiyordu. Makineye dönüştürülüp Lejyon’a entegre edilmesiyle, hayattayken düştüğü delilik arasında, beynini parçalara ayırıp bölüştüren bu özellik artık hiç de korkutucu değildi.

Ama her şeyden öte, bir zamanlar yaşadığı sonla karşılaştırıldığında hiçbir şeydi. Sayısız Lejyon, yıkılmış Gran Mur’dan geçerek cephe hattının arkasında onu öldürdüğü anla karşılaştırıldığında.

Canlı canlı parçalanmanın acısı, hala düşünebilen beyninin kaynamasının ıstırabı ile karşılaştırıldığında, merkezi işlemcisinin bölünmesi ve sonra yeniden birleşmesi hiçbir şeydi.

Ve bu, bu kadar uzağa gelip görmek istediği dileğinin gerçekleşmesinin verdiği saf coşkuyla kıyaslanamazdı.

Bütün varlığıyla bunu dilemişti; aşağılık Gran Mur’u ve onu esir tutan cehennem vari Seksen Altıncı Sektör’ün yıkılmasını görmek. Kuzey cephesinin savaş meydanında, artık metalik canavarlara dönüşmüş yoldaşlarının hayaletleriyle karşı karşıyaydı.

Son geldi. Yani… şimdi zamanı, değil mi? Buraya kadar dayandık, şimdi sıra bizde.

Gümüş rengi kelebekler yıldızlı sonbahar gecesinin gökyüzüne uçtu.

 

<<Ateşleme programı tamamlandı. Tutku operasyonu ikinci aşamaya geçiyor.>>

 

İster karanlık bir ejderha ister sayısız kelebek şeklinde olsun, sadece uzaktaki Azrail’in duyabileceği kelimelerle tekrar tekrar seslenmeye devam etti.

Şimdi bizim sıramız.

 

 

 

…………………………….

 

 

 

 

Shin acı bir şekilde dilini şaklattı. Kampf Pfau görevini yerine getirmiş gibi görünüyordu. Yeteneğiyle, Morfo’nun çığlıklarının kesildiğini açıkça duyabiliyordu.

Ancak…

“Düşman birimi susturuldu. Ama tüm birimler, tetikte kalın! Düşman raylı topu bir salvo ateşledi!”

Shin’in uyarısı üzerine, Para-RAID’in rezonansı bir anda gerginlikle doldu. Morfo yenilmişti, bu doğruydu, ama Shin’in yeteneği, Morfo’nun saldırdığı anda sesinin yoğunlaştığını algılamıştı — bu, saldırırken çıkardığı kendine özgü bir sesti.

Mekanik hayaletin yapay kan dökme arzusu, Morfo’yu işgal eden bilinmeyen hayalet, sonunda tetiği çekmeyi ihmal etmemişti.

“Morfo’nun iyileştiğine dair herhangi bir işaret var mı?” diye sordu Lena.

“Yok. Yok edildiğini varsayabiliriz.”

 

Yakamoz ve İskele Kuşu ile olan savaşlarda, merkezi işlemcilerini kelebeklere dönüştürerek kaçıp canlanabildiklerini gözlemlemişlerdi. Shin bu olasılığı öngörmüştü, ama böyle bir şeyin olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Daha doğrusu, Morfo’nun kelebeklere dönüşüp kaçmış olması mümkündü, ama yeniden bir araya geldiğine dair hiçbir işaret yoktu. Muhtemelen savaş alanını terk etmeye karar vermişti.

“Anlaşıldı. Uyarıyı da ekleyerek Özel Topçu Alayı’na rapor edeceğim.”

Lena’nın varlığı Resonanstan geçici olarak kayboldu. Sözlerine göre, Morfo’nun son atışı Kampf Pfau ve Özel Topçu Alayı’na yönelik olabilirdi.

Aslında, bu ihtimal çok yüksekti. Morfo, düşman ağır topçuları, üsler veya kaleler gibi sabit hedefleri vurmak için yüksek hızda büyük mermiler ateşlemek üzere tasarlanmıştı. Savaş alanını havaya uçurmak için tasarlanmış bir silahtı ve takviyeli kaleler ve tahkimatlara saldırırken taktik silah olarak değerini kanıtlamıştı.

Orijinal hedefi muhtemelen Federasyon veya Birleşik Krallık’ın yedek birlikleri olmuştu. Planları değişmiş olsa bile, bunun yerine Kampf Pfau’ya karşı bir karşı saldırı gerçekleştirmek olacaktı. Saldırı Birliği’nin savaş alanına ateş açması olasılığı çok düşüktü.

Bu, sadece Saha Silahı’na saldırmak için tasarlanmış bir top değildi. Zırhlı tümenleri yüzlerce kilometreye yayılmıştı; tüm savaş alanını hedef alsa bile, şarapnel mermileri ateşlese bile, fazla hasar veremezdi.

Bu yüzden, Saldırı Birliğinin havan topu biriminin karşı topçu ve karşı batarya radarları raporlarını verdiğinde, herkes bir anlık şüpheye kapılmaktan kendini alamadı.

“Radarda bir sinyal var! Yüksek hızlı mermiler… Raylı top bize ateş etti!”

“Saldırı Birliği’ni mi hedef aldı…?! Şimdi mi?! Neden bizi hedef alsın ki?!”

Filo üyelerinden biri, Shin’in şüphelerini yüksek sesle dile getirdi.

Ama onlar konuşurken, şeytani atış saniyede sekiz bin metre hızla gece gökyüzünden onlara yaklaşıyordu. Topçu taburunun uyarısı üzerine, birkaç filo ve bir Vánagandr bölüğü, mermilerin tahmini çarpma noktası içindeki konumlarını tahliye etti. Kalkmak üzere olan bir tahliye treni, merminin şok dalgasının etkisine hazırlık için hızını azaltarak arkalarında durdu. Reginleifler her yöne dağılarak siper aradı. Sağlam Vánagandr’lar, daha zayıf zırhlı örümceklerin önüne atlayarak onları çarpma noktasından engellediler.

 

“Çarpışmaya hazır olun!”

 

 

Bir anlık parlama oldu.

Ve sonra 800 mm’lik mermiler onlara ulaştı ve patladı. Reginleif’ler, Vánagandr’lar ve korudukları yüksek hızlı tren, yoğun ateş dalgaları ve kinetik enerjiyle sarıldı.

 

 

……………….

 

 

 

Bir Seksen-Altı şöyle demişti:

Lejyonla savaşıp ölmekle pes edip ölmek arasında seçim yapmak zorunda kalırsak, savaşıp hayatta kalmak için elimizden geleni yapmalıyız. Asla pes etmeyeceğiz ve yolumuzdan sapmayacağız. Bu yüzden savaşıyoruz, var olduğumuzu bilmek için tek ihtiyacımız olan kanıt bu.

 

İntikam adına gururlarını lekelemeyeceklerdi. Cumhuriyet’ten intikam almamak, Seksen Altı’nın kimliğinin bir parçasıydı.

Ama bunun bir de başka nedeni vardı: İntikam almanın bir anlamı olmadığını biliyorlardı. Hayatlarını riske atarak intikam almak, beyaz domuzların hatalarını düşünmelerini sağlamayacaktı. Ne kadar işe yaramaz, hazırlıksız ve aptal olduklarını görmeyeceklerdi ve kendilerini trajik kahramanlar sanarak öleceklerdi. Ve Seksen Altı, gerçek anlamda istedikleri intikamı alamazdı.

Üstelik, onlardan intikam almak gerçekçi olarak mümkün değildi. Gran Mur kapalıydı ve oraya giden yol, önleme topları ve mayın tarlalarıyla kapatılmıştı. Ne kadar ve ne tür erzak alacaklarını kontrol eden Cumhuriyet’ti ve en önemlisi, Lejyon gece gündüz dalgalar halinde saldırıyordu.

Tek sahip oldukları, tabut kadar sağlam olan Juggernaut’lardı, bu yüzden seksen beşinci sektöre saldırmak imkansızdı.

Bu yüzden Seksen Altı intikam almayı seçmedi. Boşuna bitecek bir dileğe tutunmaktansa, sahip oldukları azıcık gururu korumayı seçtiler.

 

Ama bu bir soruyu akla getirdi.

 

Hayatlarını feda etmeyi göze alarak gururlarını korumayı seçtiler. Ama madem bunu yapabiliyorlar -bir şey uğruna hayatlarını feda edebiliyorlar- o zaman intikam uğruna hayatlarını feda etmeyi seçmeleri mantıklı olmaz mıydı?

Bunu istemek garip olmazdı. Hayatta kalmaktan çok onurunu ve adaleti önemseyen biri için, gurur ve intikam, atasözündeki teraziye konduğunda kesinlikle aynı ağırlıkta olurdu.

O halde, bazı Seksen Altı’ların gururlarını feda edip intikamı seçmeleri mantıklı olmaz mıydı? Elbette, daha önce de belirtildiği gibi, intikam mümkün değildi. Seksen Altı’lar, Cumhuriyet halkından intikam almak için gerekli güce sahip değildi.

Peki ya artık Seksen Altı olmazlarsa?

Cumhuriyeti ve Seksen Altı’yı yok etmekle tehdit eden ve her zaman savaşta ölenleri alıp saflarını güçlendirmeye çalışan mekanik hayaletlerden oluşan ordu ne olacaktı?

 

Bu da başka bir soruyu akla getirdi.

 

Eğer birisi intikam için hayatını riske atacak kadar çok isterse, artık kendi ölümünden korkmazdı. O zaman neden gönüllü olarak Lejyon’a katılmak istemesinler ki? Ölülerin anılarının kendilerine kopyalanıp Sıvı Mikromakine merkezi işlemcisinde yeniden yaratılarak Çoban olmak istemesinler ki?

 

 

Hayatlarını ve insanlıklarını kaybetme pahasına bile olsa, bu güçlü ve tehditkar metal hayaletlerin saflarına gönüllü olarak katılan Seksen-Altı’ların olmadığını kesin olarak söyleyebilir miyiz?

 

………………..

 

 

 

Bazı nedenlerden dolayı, 800 mm’lik mermilerde şarapnel bile yoktu. Bunlar, yüksek patlayıcılarla doldurulmuş, dış kabuğu minimum düzeyde olan özel yapım mermilerdi. Bu mermiler, geniş bir alana yayılmış zırhlı birimlere karşı son derece etkili ve özellikle hafif zırhlı Reginleif’lere karşı ölümcül olacak ağır şarapnel mermileri değildi.

Hem anti-personel hem de anti-tank mermilerinde, şarapnel ve parçacıklar eklenmesi, onları sadece patlayıcı ve şok dalgalarına güvenmekten daha ölümcül hale getiriyordu.

Bu mermiler, sadece patlama etkisi yaratan özel olarak üretilmiş mermilerdi. Tonlarca yüksek patlayıcı madde çok güçlü bir patlama yaratmış olsa da, Reginleif’ler zırhlı silahlar idi. Zırhsız, bir tonluk bir sivil araç böyle bir şok dalgasıyla havaya uçardı, ancak on tonluk bir tank geriye savrulmazdı. Sonuçta bunlar, deneyimli Seksen Altı’lar tarafından pilotlanan birimlerdi.

Undertaker ve Reginleif’ler geriye savrulmamak için çömeldi ve patlamanın şok dalgası üzerlerine çöktü. Güçlü amortisörleri ve aktüatörleri, onları yere sabitleyen yoğun basınca dayandı ve bir saniyeden az bir süre için, başsız Valkyrie’ler, kötü ejderhanın alevli nefesinden kaçarken yerlerinde sabit kaldılar.

Morfo’nun bu mantıksız saldırıyı yaparken aradığı şey, işte bu hareketsizlik anıydı. Bu, Lejyon’un istediği şeydi ve o kadar akıl almazdı ki, Seksen Altı’lar bunu asla tahmin edemezdi.

Hayaletlerin ulumaları uzaktan yükseldi. Bu, Lejyon’da yaşayan hayaletlerin saldırırken çıkardıkları çığlıklardı. Sesler uzaktaydı, ama Morfo gibi uzun menzilli bir top kadar uzak değildi – bu, Lejyon’un havan topu birliklerine özgü menzildi, Uzun Menzilli Topçu tipi, Akrep.

Topçu silahlarıyla donatılmış Reginleif’ler, onları önceden tespit edip saldırı yapamadan yerinde kalakaldılar. Etraflarındaki şok dalgaları, kaçmak isteseler bile kaçmalarını imkansız hale getiriyordu.

Yıldızları gizleyen bir mermi yağmuru üzerlerine yağdı. Reginleif’ler toparlanıp gardlarını aldıklarında, mermiler çok yüksekte uçarak arkalarında alev izleri bırakıp geçtiler.

“…!”

Shin, onların hedefini anladı ve gittikleri yöne dönüp baktı. Yangın mermileri, patlamanın şiddetine hazırlıklı olmak için durmuş olan mülteci trenine isabet etti.

“Ne…?” Shin şok içinde yutkundu.

Nefesini tuttu, gözlerinin önündeki manzara onu bile donduracak kadar cehennem gibiydi.

Çarpışmadan biraz önce, mermilerin dış kabuğu parçalandı ve sayısız yangın çıkaran peletler döküldü. Bu peletler, trenin zırhsız alüminyum alaşımlı gövdesini kolayca deldi. Lokomotifin içini parçaladılar ve içlerinde bulunan cehennem ateşini acımasızca serbest bıraktılar.

Yangın bombalarının kabuğunun içinde yanıcı sıvı vardı ve bu sıvı engellerin üzerine sıçrayarak onları ateşe veriyordu. Alevlerin sıcaklığı bin üç yüz santigrat dereceyi aşıyordu. Yanması zor kabul edilen canlı ağaçlar bile bu kadar ısı karşısında çaresiz kalırdı.

Bu da, kumaş ve saçla kaplı, yüksek oranda su içermesine rağmen yağ da içeren insan vücudunun, böyle bir cehennem karşısında doğal olarak savunmasız kalacağı anlamına geliyordu.

Alüminyum alaşımlı tren anında alev aldı ve içindeki binlerce mülteciyle birlikte yandı.

“…”

Karanlık, yıldızlı gecenin örtüsü altında kırmızı alevler yükseldi. Muhteşem bir kamp ateşi gibi, alevler Reginleiflerin önünde parlak bir şekilde parlıyordu. Duyamadıkları tek şey, içerideki kurbanların çığlıklarıydı. Bazıları saçma taneleriyle yaralanmıştı, diğerlerinin giysileri veya vücutları alev almıştı. Çığlık atmaya çalıştıklarında, sadece sıcak hava ve alevleri ciğerlerine çekiyorlardı, boğazları ve akciğerleri yanıyordu ve hiçbir ses çıkaramıyorlardı.

Çığlıklarının yerine, trenin parçalanmış gövdesinden ve kırık pencerelerden sayısız el uzanıyordu. Yardım arayarak çılgınca kıvranıyorlardı, etraflarını saran şeffaf alevler, acılarını kelimelerin ifade edemeyeceği kadar net ve keskin bir şekilde anlatıyordu.

Trene sıkışmış halde, mültecilerin alevlerden ve kargaşadan kaçma şansı yoktu. Yangınla birlikte üzerlerine yağan panik, kapıların kilitlerini elle açmak için gereken zekayı ellerinden aldı.

Üstelik napalm, yakıtla kalınlaştırıcı karıştırılarak yapıldığından çok yapışkandı. Kurbanlarına yapışarak alevleri yayıyordu. Kurbanlar insan meşalelerine dönüştü ve yapışkan sıvı kıvranmalarını bile engelliyordu, yani yanarken sadece hareketsiz durmak zorundaydılar.

Garip, cehennem gibi bir manzaraydı.

“Ne… ne?!”

“Aaaaaaaaaaaah!”

“Yangın! Yanıyoruz!”

“Saldırıya uğradık!”

“Arka vagon…!”

Ön ve arka vagonlardaki yolcular, karanlığı aydınlatan alevler sayesinde durumu anladılar. Kısa sürede panik ve spekülasyonlar salgın gibi yayıldı. Yolcular, yangından kaçmak için koşarak uzaklaşmaya çalıştılar, ancak bu, komşu vagonlarda daha fazla kargaşaya neden oldu. Canlı canlı yanan kurbanlara, kendi vatandaşlarına yardım etmeye çalışan kimse yoktu.

Ve dürüst olmak gerekirse, alevler bu kadar yayılmışken, su kaynağı olmadan bir yangını söndürmek imkansızdı. Ayrıca napalm yangınları suyla söndürülemezdi.

Artık çok geçti. Her şey için çok geçti.

Ve bunu bildikleri için Seksen Altı ve Federasyon askerleri ilerlemekten vazgeçtiler. 800 mm’lik mermilerin patlamasının etkisi, şok dalgalarıyla sorunlu Federasyon silahlarını durdurdu. Üstelik Morfo’nun saldırısından kaçmak için dağılıp yayılmak zorunda kaldılar. Tüm bunlar Lejyon’a yaklaşmak için bolca zaman kazandırdı.

Ve böylece Morfo’nun bombardımanıyla mükemmel bir koordinasyon içinde, Lejyon’un radar ekranları hızla doldu. Shin’in kokpitinde bir yakınlık alarmı çalmaya başladı.

“Tch…!”

Yaptıkları en ölümcül hata, Morfo ile uğraşmaya öncelik vererek düşman biriminin yaklaşmasına izin vermekti, ama neyse ki Shin’in yeteneği, komutasındaki filonun düşmanın yaklaşmasını hissetmesini sağladı. Veriler diğer tüm filolara ve Vánagandr’lara da paylaşıldı.

Reginleif’ler ve Vánagandr’lar, hemen yanlarında insan hayatlarını yutan cehennemden gözlerini ayırarak hızla yön değiştirdiler ve yaklaşan Lejyon’a döndüler.

“Tüm birimler, ateş serbest, ama rayları ve treni yok etmeyin. Mümkün olduğunca tüm düşmanları yok edin!”

Yanan tren, hala alevler içindeyken hareket etmeye başladı. Muhtemelen orada kalmanın savaşın önünü keseceğini düşünmüştü, ama bunun yanı sıra başka bir nedeni daha vardı.

Burada kalırlarsa, yaralılara tıbbi yardım veya kurtarma imkânı olmayacaktı. Burada napalm ateşini söndürmenin bir yolu yoktu ve çok değerli askeri doktorlar da dahil olmak üzere tüm siviller ilk tahliye edilenler arasındaydı.

Ancak Federasyona ulaşabilirler, Federasyonun topraklarına kadar 400 kilometrelik yolculuğu tamamlayabilirler ise, ağır yaralı kurbanların bir kısmını kurtarabilirlerdi.

Tahliye treninin tekerlekleri, ayaklarını sürüyen bir hayvanın çaresizliği ile dönüyordu ve sonunda kaçmak için yeterli hıza ulaştı. Öfkeli cehennemden ve içinde yanan kurbanlardan uzaklaşırken, herkesi kurtaramayacaklarını soğukkanlılıkla kabul ettiler.

Shin bir bakışla veda etti ve sonra gözlerini kısarak kulaklarını dolduran uluma ve ölüm çığlıklarına odaklandı.

Ölüm çığlıklarına.

Bunlar kişilikleri yok edilmiş Çoban Köpekleriydi. Bunlar Çobanlar’dı ve sayıları çoktu. Radar ekranının hemen üzerinde, hafif silahlı Lejyon’un eşlik ettiği düzinelerce Dinozorya’nın maksimum hızla onlara yaklaşmakta olduğunu görebiliyordu.

Önlerindeki, güvenlik ağı görevi gören filodan bir rapor geldi.

“Menzilimizdeler. Düşmanla çatışmaya giriyoruz…”

Bir sonraki anda, Lejyon üzerlerine çöktü.

Radar ekranında gördüğü gibi, tuhaf bir oluşumdu. Dinozorya saldırıyı yönetiyordu ve arkalarında sadece Karıncalar vardı. Dinozorya’ların üst kısmında, kulelerinde, tank desant gibi otomatik mayınlar dolaşıyordu ve sayıları o kadar fazlaydı ki siluetleri gözle görülür şekilde farklılaşıyordu.

Varlıkları bile bu düzeni daha az garip hale getirmiyordu. Özellikle de karşılarında, hafif Lejyon’un başa çıkamayacağı kadar zırhlı ve ağır silahlı Vánagandr’lar ve Dinozorya’nın yetişemeyeceği kadar çevik Reginleif’ler olduğunu düşünürsek.

 

Ve sonra sesleri duyuldu.

 

 

“Hepinizi katledeceğiz!”

 

 

 

Bu, kristal küre çınlaması gibi net bir kız sesiydi. Kızın sesi donmuş, ama aynı zamanda cehennem gibi bir kin ve kana susamışlıkla yanıyordu. Son sözleri, ölmeden önce hissettiği son arzuydu.

O bir çocuk askerdi. Ve büyük olasılıkla, bir Seksen Altı’ydı.

Onun sesini takip eden diğer Dinozorya’ların, Çobanların ulumaları, gece havasını sarsan alçak homurtulu hırıltılar ve tiz çığlıklarla kakofonik bir fırtına gibi yükseldi.

“Hepisni katledin!” “Hepsini öldürün!” “İntikam alın!” “Beyaz domuzlar!”

“Cumhuriyetten intikam alın!” “Öğreneceksiniz!” “Sizi ezip geçeceğim!”

“Parçalayın” “Çığlık atın ve ölün” “Bunu hak ettiniz”

“Hayatınız için yalvarın” “Yanarak ölün” “Onları vurun” “Ezip geçin” “Acı çektireceğim” “Asla affetmeyeceğim” “Aynı cehennemi yaşatacağım” “Daha da sert cezalandıracağım” ‘Acı’ “Tatmin olana kadar” “Kırıp parçalayacağım” “Lanet olası Cumhuriyet” “Cumhuriyeti yok edin” “Beyaz domuzları öldürün” “Bu ne cüret” “Yıkılın” “Parçalara ayırın” “Ezilin” “Kinimi hissedin” “İntikamımı tadın” “Ölün” “Yanarak ölün” “Bunu ödeyeceksiniz” “İntikam” ‘Parçalayın’ “Beyaz domuzlar” “Hepsini öldürün” “Hepsini” “Arkadaşlarımı öldürdün” “Ailemi” “Onları geri ver” “Hepsi onların suçu” “Ölmesi gerekenler onlar” “Dersinizi alacaksınız” “Beyaz domuzları öldür” “Kinim” “Yıkıl” “Cumhuriyet” “Beyaz domuzlar” “Ödeyeceksin” “Öldür” “Katlet” “Onları” “İntikam” “Her şey” ‘Kin’ “Hepsini öldür” “Ölün” “Yok edin” “Öldürün” “Herkes” “Herkes” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” “Öldürün” ‘Öldürün’ “Öldür “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” “Katlet” ‘Katlet’ “Katlet” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” “Katliam” ‘Katliam’

 

Her şeyi ve herkesi.

 

“KATLİAM!”

 

 

 

Fırtına gibi, yanan ateş gibi, mekanik hayaletlerin sesleri çığlıklarla, ulumalarla, ıstırapla, ağıtlarla, öfkeyle, kinle, nefretle, kana susamışlıkla, lanetlerle yankılandı. Kafaları koparılıp ellerinden alındığında bile, son anlarında zihinlerini yakıp kavuran duygular şunlardı: Alba ve Cumhuriyet’e, Seksen Altıncı Sektör’e ve savaş alanına, kendilerini ezmiş olan herkese karşı yoğun nefret.

Ve ölüm anında kopyalanan beyin yapıları sayesinde, yıllar sonra bile bu nefret hiç dinmedi, tüm çarpıcı şiddetiyle içlerinde çürüdü.

Bu Çobanların her biri bir Seksen Altaydı — ölümüne kadar nefret ve öfkeyle dolu birer hayalet.

“…!”

Shin refleks olarak kulaklarını tıkamak zorunda kaldı. Anlamsız bir hareketti, ama bunu yapmazsa, bu yoğun uluma girdabı onu aşağı çekip yutacakmış gibi hissediyordu. Seksen Altılar, kinleri uğruna savaşı terk etmeyeceklerine karar verdiler. Nefretin gururlarını lekelemesine izin vermeyeceklerdi. Ama yine de, hiçbiri Cumhuriyet’in kendilerine davranışına karşı hiç nefret veya öfke duymadığını söyleyemezdi. Bu yüzden, bu Çobanların beslediği nefrete en azından biraz olsun empati duymaktan kendini alamadı. Ve bunu dinledikçe, o nefrete daha da çekildiğini hissetti.

“Ah…”

Bir Reginleif, pilotu istemeden yapmış gibi geri çekildi. Onlar, kendilerine yöneltilen sesleri ne görmezden gelerek ne de savuşturarak geri çekildiler.

“… Tüm birimler. Eğer bunun size fazla geldiğini hissediyorsanız, iletişimi kapatın. Bu noktada keşif zaten anlamsız,” dedi Shin, bir gözünü kısarak.

Onları anlayabiliyordu, nasıl hissettiklerini anlayabiliyordu ve bu her şeyi yerine oturtmuştu. Morfo’ların ve Çobanların mantıksız eylemlerinin bir nedeni vardı.

Bir Dinozorya düz bir şekilde yaklaşıyordu, içinden derin, tanıdık bir erkek sesi inliyordu.

“Senin için intikam alacağım.”

Shin nefesinin kesildiğini hissetti. Bu ses. Shin’in hala o zamanlar sahip olduğu Kişisel İşareti taşıyordu. Shin, onun bu yüzden zahmet edip karşısına çıktığını sanmıyordu, ama…

Bu ses.

Bu ses.

—Shin! Shinei Nouzen! Yine her şeyi mahvettin, seni küçük pislik!

—Senden özür dilemeni istemiyorum, davranışlarını değiştirmeni istiyorum!

O çılgın dövüş tarzın bir gün seni öldürecek!

Bu ses her çıkışından sonra ona bağırırdı. Cumhuriyet Juggernaut’un süspansiyon sistemi zaten zayıftı, bu yüzden bakım ekibinin başı, Shin’in pilotajının sistemi zorlayıp hasar vermesinden her zaman endişelenirdi.

Shin onu hatırlıyordu. Birinci koğuşun Öncü barakalarında. Bakım ekibinin baş şefi, Aslan gibi kalın ve düşük sesiyle, gözlüklerini çıkarıp arkasında sakladığı gümüş rengi gözlerini ortaya çıkarmıştı.

“Teğmen Aldrecht…”

Shin’in Rezonans üzerinden bu ismi söylediğini duyan Raiden, Anju, Kurena, Rito ve Lena şok içinde tepki verdiler.

“Aldrecht…?”

“Hayır! Ama neden…?”

Herkesin sesi şok ve kederle karışırken, Rito şaşkın bir inilti çıkardı.

“Bize kaçmamızı söylemiştin.”

Aldrecht’in son sözlerini söylediği kişi Rito’ydu. Lejyonun büyük çaplı saldırısı karşısında, Rito ve arkadaşlarını bu sözlerle uğurlamıştı.

Koşun. Nereye olduğu önemli değil, sadece koşun ve hayatta kalın.

Rito’nun ondan son gördüğü, kendisi ve bakım ekibinin, sadece tabancalarıyla silahlanmış olarak üssünde kaldığıydı. Lejyondan kaçmadı, sanki ölümü beklermişçesine geride kaldı, sanki hak ettiği cezayı kabul ediyormuşçasına.

“Gidecek yerin yok demiştin. Senin için bir yer yok demiştin. Ve sen…”

Ekip, Öncü filosunun çocuk askerlerinin çoğunu terk ettikten sonra gidecek hiçbir yerleri olmadığını söyledi. Sanki bu filoda ölen ama mezar bile bulamayan sayısız askerin mezar bekçisi olarak görevleri nedeniyle o yere bağlı kalmışlardı.

Son nefesine kadar bu görevi yerine getireceğine yemin etti. Bu onun sözüydü. Ve yine de…

“Neden Lejyon’un tarafına geçtin…?”

…sonunda, tüm o ölü askerlerin devasa mezarlığı olan Seksen Altıncı Sektörü terk etti.

 

………..

 

“Aldrecht”, insan bedenleriyle yakılan bir kamp ateşinin ışığında, sanki kendini gösterircesine savaş alanında kibirle duruyordu. Shin’in kulaklarında, yeteneği sayesinde ulumaları durmaksızın yankılanıyordu.

“Senin için intikam” “İntikam” “İntikam” “İntikam al” “İntikam” “İntikam” “Senin için intikam al” “İntikam” “İntikam” “İntikam” “Sen” “İntikam al” “Sen” “İntikam” ‘İntikam’ “İntikam”

Shin dişlerini sıkıca sıktı.

“—Seni arayan Lejyon yok demiştim, değil mi?!”

Şimdi çok uzak bir geçmiş gibi geliyordu, ama iki yıl önce, Öncü filosunun üssünde, hangarda ona bunu söylemişti. Bu, Haruto’nun ölümünden önceydi, o zamanlar altı Juggernaut kalmıştı. Şimdi neredeyse boş olan hangarda durarak, ona bir soru sormuştu.

Karısı ve kızının onu hâlâ kıskanan ve arayan Lejyon’a katılıp katılmadığını sormuştu. Shin, yeteneği sayesinde onların katılmadığını biliyordu. Bu yüzden ona öyle söylemişti.

Aldrecht’i çağıran hayaletler olsa bile, Shin bunu sır olarak saklamazdı. Ne de olsa Shin, savaş alanında esir tutulan kardeşini aramak için beş yıl boyunca dolaşmıştı. Öyleyse Aldrecht çağrılmışsa, bir hayalet onun adını sesleniyorsa, Shin bunu neden saklasın ki?

Ama Aldrecht’in ailesi Seksen Altıncı Sektör’ün savaş alanında değildi.

“Diğer tarafa, onların yanına gidebilirdin, kendin söylemiştin!”

Ve buna rağmen…

‘İntikam’

“Senin için intikam alacağım”

… Aldrecht, ölüm anında dile ettiği sözleri, dileğini tekrarladı; kızının ve karısının intikamını almak. Sevdiklerini savaş alanına atan Cumhuriyet’ten, kendi vatanından, kendi vatandaşlarından intikam almak. Onların adına intikam alacaktı.

Aldrecht ölseydi, diğer tarafta onlarla yeniden buluşacaktı. Yine de son anda bu dileği bir kenara attı.

“Karın ve kızın seni bekliyor olmalı. Neden? Neden onların yanına gitmedin…?!”

Onların adına intikam almak için olsa bile.

 

 

Uzun bir süre dişlerini sıkarak bekledikten sonra, Shin öfkeyle radyonun ve dış hoparlörün düğmelerine bastı ve tüm Federasyon ordusunun frekanslarına geçti, şifrelenmemiş acil durum frekansları da dahil.

Çobanlar — Dinozorya — saldırmaya hazır hayvanlar gibi vücutlarını eğdiler. Yukarı baktığında, devasa dört metrelik bedenlerinin tepesinde duran tareti gördü ve üzerinde iki mitralyöz silahının döndüğünü fark etti.

Evet, mitralyöz silahları.

Ve etkili menzil içindeydiler. Çobanlar bu kadar yaklaşmışken, hepsi hayatta kalamayacaktı, ama…

“Mültecileri tahliye edin! Cumhuriyet’in sivillerini katletmeye çalışıyorlar!”

“…!”

… Dinozorya ileri atıldı ve Reginleifler ile Vánagandr’lar da ellerinden geldiğince onları durdurmaya çalıştı. Güçlü 155 mm’lik taretinin ateş hattından uzak durarak, zırhlarının zayıf savunulan üst kısmına nişan alabilmek için arkasına sızdılar. Onları oyalamaya çalıştılar, önlerine çıkan kundağı motorlu mayınları makineli tüfek ateşiyle ya da dağınık atışlarla yok ettiler.

Ancak sağlam zırhlarına rağmen Vánagandr’lar bile, düşmanın kurşun yağmurundan kalabalığı korumak için kendilerini Dinozorya’nın ana taretine maruz bırakma riskini alamazlardı. Aynı şekilde, Reginleiflerin zırhları sadece 12,7 mm’lik mermilere dayanabiliyordu ve Dinozorya’nın makineli tüfeklerinden gelen atışları engellemeye çalışmayı göze alamazlardı. Federasyonun karşı karşıya olduğu Dinozorya’lar genellikle 14 mm’lik makineli tüfeklerle donatılmıştı.

 

 

Ayrıca, Cumhuriyet’in idari memurları ve eğitimsiz Cumhuriyet sivillerinin, Seksen Altı ve Federasyon askerleri ile aynı tepki hızına sahip olmaları beklenemezdi.

Topun gürültüsünden daha hafif, ancak tabancanın ateşinden çok daha sağır edici bir silah sesi havayı yırttı; 12,7 mm veya belki 14 mm ağır makineli tüfekler.

Bunlar, zırhlı hedeflere karşı çok zayıf silahlardı. Her açıdan tank zırhına karşı etkisiz ve bazı durumlarda zırhın en zayıf noktaları olan paletler ve taret üzerinde bile etkili olamıyorlardı. Zırhlı piyadeler bile bu mühimmatı savuşturabilirlerdi.

Ancak yumuşak hedefler karşısında inanılmaz derecede güçlü mermilerdi. Bir aracın motorunu paramparça edebilir ve beton sığınakları enkaza çevirebilirdi. Dolayısıyla, beyinlerini ve dolaşım organlarını korumak için ince derileri ve kırılgan kemiklerinden başka hiçbir şeyleri olmayan zayıf, kırılgan insanlara karşı ezici ve ölümcül güce sahiptiler.

Ağır makineli tüfek mermilerinin etkili menzili yaklaşık iki bin metre idi. Çatışmalar, insan gözüne uzak görünen, Gran Mur’un ötesindeki, yıkık duvarlarla korunmuş gibi görünen terminal meydanında, yaklaşık iki kilometre uzakta başladı. Kalabalığın diğer kenarı, tahliye için orada toplanmıştı. Ana cadde ile meydan arasında duran bir grup, nar gibi patladı.

“…!”

Makineli tüfek ve tüfek mermileri, yüksek hızda hareket eden ağır savaş başlıklarına sahipti. İnsan vücuduna çarptıklarında, sadece çapları kadar kanlı delikler açmakla kalmıyorlardı. Hayır, merminin çarpması ve kinetik enerjisi, geniş bir alandaki çevre dokuları parçalıyor, kasları, kan damarlarını, sinirleri ve iç organları bir anda ezip parçalıyordu.

Bu mermiler insanları ortadan kaldırmak için yapılmamıştı, bu yüzden insanlara karşı kullanmak için çok fazla güçlüydü. İnsan vücudunu çok büyük bir ölçekte yok ediyorlardı.

Başından vurulanların boyunlarından yukarısı havaya uçtu. Uzuvlar kan bulutuna dönüştü. Mideler parçalandı, vücutlar ikiye bölündü ve birbirlerinin üzerine yığıldı. Anında ölümdü, kurbanların çığlık atacak zamanı bile olmadı. Yere düşen et ve kemik parçalarının sesi bile savaş alanının gürültüsüyle bastırıldı.

Cumhuriyet vatandaşları, vatandaşlarının kanı üzerlerine yağarken donakaldılar, ancak Çobanlar makineli tüfeklerini çevirmeye devam ettiler. Bu mermiler ne kadar güçlü olsalar da, vücutları delip geçerek arkalarında duran talihsiz insanları vurmadılar.

Bu mermiler, personeli öldürmek için tasarlanmış, insan vücuduna nüfuz ettikten sonra içinden geçmeyen, kinetik enerjisiyle vücutta kalarak kurbanın iç organlarına verdiği hasarı daha da artıran mermilerdi.

Bu, genellikle ağır zırhlı hedefleri vurmak için kullanılan Dinozorya’nın makineli tüfeklerine yüklediği türden mühimmat değildi. Bu mekanik dinozor benzeri canavarlar, insan vücudu kadar kırılgan bir hedefi baştan hedef almazlardı.

Her şeyin ardında saf kötülük vardı.

 

“Katliam”

“Katliam” “Katliam” “Katledin onları” “katliam” ‘katliam’ “katliamkatliamkatliamkatliamkatliamkatliam”

 

Makineli tüfekler dönüp saparak ateş hatlarını ve ulumalarını kesiştiriyordu. Yakındaki ağaçlar sanki bir tsunami tarafından süpürülmüş gibi devrildi ve bu noktada siviller sonunda kaçmaları gerektiğini anladılar.

Siviller geri çekildi ve kaçmaya başladı. Kaçan vatandaşların selinde boğulan idari memurların sesleri neredeyse duyulmuyordu. Dinozorya onların peşine düştü. Önlerindeki Vánagandr ve Reginleif’leri görmezden gelerek ileriye doğru koştular.

Ama aynı zamanda, yoluna çıkan ve Cumhuriyet vatandaşlarını koruyan diğer Seksen Altı’lara karşı bir öfke de vardı.

“Lanet olsun…!”

“Kahretsin! Onları durdurun!”

 

 

 

Aynı anda Aldrecht, Shin’in önüne atıldı. Sekiz bacağı bükülerek metal canavarın yüz tonluk gövdesi, durma halinden absürt bir hıza ulaştı.

“İntikam”

Ancak, Rito’nun Milan’ı Dinozorya’nın yan tarafına atlayıp vücuduna yapışarak hücumunu durdurdu.

“Rito!” Shin bağırdı.

“Aldrecht’in son anlarında orada olan ve onu uğurlayan bendim! Sen değil, Kaptan! Bu yüzden bu teğmen’i durdurmak benim görevim, senin değil!”

Bir örümcek avına atlar gibi, Milan bacaklarını açarak Dinozorya’nın kulesi üzerine yapıştı. Rito, üzerine yapışan bu paraziti sarsarak atmaya çalışırken, Lejyon’un hızla sallanan vücudunun gücüne dayanarak cevap verdi.

Milan’ın kırmızı optik sensörleri Undertaker’a döndü.

“Sen git kaptan! Artık hepsini durdurmanın imkânı yok, ama… onlar da bizim gibi Seksen Altı’lar! Onları durdur!”

Onun samimi haykırışı Shin’in dudaklarını büzüştürdü. Sonra tek bir nefes aldı ve cevap verdi. “Ona dikkat et.”

“Ederim!”

 

 

 

Ama ne yazık ki, Rito’nun dediği gibiydi. Dinozorya, insanlığın sağlam savunma hatlarını kırmak için yoğun sayıda gönderilen Lejyon’un öncü muhafızlarıydı. Mayınlardan tanksavar engellere, askerlere ve hatta Saha Silahlarına kadar her şeyi ezip geçmek için oluşturulmuş bir birimdi.

Savunma tesisleri ve topçu desteği olmadan saldırıyı geri püskürtmek, bir grup Saha Silahı için zor olacaktı. Özellikle de ateş gücü ve zırhtan çok hareket kabiliyetine önem veren Reginleifler için, yerlerini savunmak ve düşmanı engellemek için yetersiz donanıma sahiptiler.

Lejyonun hareketlerini önceden tahmin edebildikleri ve saldırı amaçlı savunma olarak ön saldırı düzenleyebildikleri durumlarda savaşabilirlerdi. Ancak, geri çekilme seçeneği olmadan, birkaç kilometre gerilerindeki birimleri korumak zorunda oldukları bir savaşta bu mümkün değildi.

Zayıf gümüş rengi metal birimler aceleyle bir savunma hattı oluşturdu, ancak Lejyon’un zırhlı dalgasıyla çatışmaları sadece birkaç dakika sürdü; Dinozorya kısa sürede savunmayı yarıp geçerek arkalarındaki hedefleri istila etmeye başladı. Geçerken Lejyon’a 88 mm’lik mermiler ateşlendi, ancak kalın zırhları mermileri sarsılmadan geri püskürttü. Dinozorya, devasa ağırlıklarına tezat oluşturan bir hızla Saha Silahlarından uzaklaştı ve yakın dövüşten kaçındı.

Dinozorya, mülteci kalabalığının içine daldığında, hızları ve ağırlıkları insan hedeflerine karşı bir silaha dönüştü.

 

 

Raiden’in Kurt Adam’ı öne fırladığında, ondan fazla Dinozorya çoktan Seksen Üçüncü Sektör’ü istila etmişti. Ilex şehir terminaline hala birkaç kilometre uzaktaydılar. Terminalde bir tren kalkmak için platformda bekliyor ve mültecileri almaya başlamıştı. Trenin içindekiler ve platformda bekleyenler ateş hattının dışında kalmıştı, ancak meydanda ve meydandan radyal olarak uzanan on iki caddede bir sonraki treni bekleyen bir grup insan vardı.

Hepsi canlarını kurtarmak için koşmaya başladı ve Seksen Üçüncü Sektör’ün gece manzarasını kaosun içine sürükledi. Dinozorya’nın tehditkar görüntüsü ve silah seslerinden korkan insanlar dağıldı ve kaçmaya başladı. Hayır, koşmaya çalıştılar ama birbirlerine çarpıp yolu tıkadılar.

Meydanda ve yollarda binlerce insan toplanmış, ortalık felakete dönmüştü. Siviller birbirlerinin yoluna çıkıp hareket edemiyorlardı ve onları düzenli bir şekilde yönlendirmeye çalışan sesler, çığlıklar ve silah sesleri arasında boğuluyordu. Düzenli bir tahliye yoktu, sadece Çoban’ların rahatlıkla katledebileceği kör ve şaşkın bir kalabalık vardı.

Reginleif’ler elbette kalabalığın içine atlayamazlardı ve Kurt Adam, ateş hattında insanlar varken otomatik toplarını ve makineli tüfeklerini kullanamazdı. Dış hoparlörünü kullanarak onları uzaklaştırmaya çalışsa bile, panik halindeki kalabalığın onu dinleyeceği şüpheliydi.

“Kahretsin…!”

Düşman birimleri, bu katliam… Her şey onun kontrolünün ötesindeydi ve bu onu sinirlendiriyordu. Raiden kokpitte dişlerini sıkarak bile acı çekemiyordu.

“Lanet olsun… Bu tıpkı büyük çaplı saldırı gibi! O aptal beyaz domuzlar! Koşup duruyorlar ve yolumuza çıkıyorlar!” Claude, yanında koşan Jabberwock’un içinden Tohru’nun homurdandığını duydu.

“Yolumuza çıkmaları konusunda haklısın, ama… bu büyük çaplı saldırıya hiç benzemiyor, Tohru.” diye cevapladı Claude, Bandersnatch’ın içinden.

Bu olay bir yıl önce, Cumhuriyet’in son düşüşünün yaşandığı gün, şimdi ise sanki bir asır önceymiş gibi hissedilen bir günde gerçekleşmişti. Büyük çaplı saldırı. O zamanlar, Dinozorya’nın da aralarında bulunduğu Lejyon, sivilleri bir çığ gibi ezip geçmişti. Ama…

“O zamanlar bu kadar ısrarcı değillerdi… İnsanları sanki bir tür insan avıymış gibi öldürmüyorlardı.”

 

……

 

Dinozorya’nın makineli tüfeklerinin sesi hafifledi. Shin, bir noktada sivillere ağır makineli tüfeklerle ateş etmeyi bırakıp, çok amaçlı silahlara geçtiklerini fark etti.

Dinozorya’nın taretinde iki set döner makineli tüfek vardı. Bunlardan biri, görünüşe göre çok amaçlı bir silaha değiştirilmişti: Federasyon cephesinde Karıncalar’ın bile nadiren kullandığı 7,62 mm kalibrelik bir anti-personel makineli tüfek.

7,62 mm’lik tam boy tüfek mermileri, zırhsız araçları ve zayıf yapı malzemelerini kolayca delip yok edebiliyordu, bu da insanları öldürmek için fazlasıyla yeterli olduğu anlamına geliyordu. Ve daha korkunç ağır makineli tüfek mermileri gibi, isabet ettiklerinde hedeflerini anında öldürmüyorlardı.

Siviller kaçarken, Dinozorya onların açıkta kalan sırtlarına ateş açtı ve acımasızca onları biçti. Hızlı ateş hızı, atışların gürültüsünü çılgın bir yaban domuzunun çığlığı gibi tek bir ulumaya dönüştürdü, ancak sesler kesildiğinde geriye sadece parçalanmış uzuvlar ve karnı açık, kanlar içinde yatan kalabalık kaldı. Kafatasları olgunlaşmış karpuzlar gibi parçalanmıştı.

“Tch…”

Optik ve ses sensörlerini kapatamadığı için bu korkunç manzarayı izlemekten başka seçeneği yoktu. Zayıf çığlıklar ve ağlama sesleri kulaklarına ulaşmak zorundaydı. Ancak bu sesler, hayaletlerin tanıdık ulumalarından çok daha fazla sinirlerini gerdi ve bir çocuğun ağlaması özellikle sert bir şekilde yankılandı, onu bilinçsizce dilini şaklatmaya itti.

Ölmek üzere olan mültecilere bakmak bile yeterdi. Onları kurtarmak imkansızdı.

Ve onları vurup ötenaziye tabi tutmak için sayıları çok fazlaydı. Ayrıca bu canlı bir çatışmaydı, bu yüzden mermi israf edemezdi. Ve güvenilmez tabancasını sadece yoldaşlarının acılarına son vermek ya da kendini öldürmek için kullanacaktı, bu yüzden yedek mermi taşımıyordu.

Yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Onları ezmezdi, çünkü bir şekilde biriminin bacaklarına yapışabilecek yapışkan maddeler, seyir veya kaçışını olumsuz etkileyebilirdi. Bunu biliyordu, ama yine de sesleri kulaklarına ulaşıyordu.

“Lütfen”

“Yardım edin”

Küçük bir el ona doğru uzandı, ama Shin bunun kundağı motorlu bir mayın olduğunu hemen fark etti ve onu tekmeledi.

…Tabii ki burada kundağı motorlu mayınlar olacaktı. Bunlar, bu tür durumlardan ve bunların yarattığı zihinsel durumlardan yararlanmak için tasarlanmış Lejyon birimleriydiler. Veri bağlantısı aracılığıyla durumu kavrayan Lena, hemen birimin geri kalanına tetikte olmalarını emretti. Bir an tereddüt ettikten sonra, aynı uyarıyı dış hoparlörden Cumhuriyet sivillerine de iletti.

“Yaralı veya ölülerin yanına dikkatsizce yaklaşmayın. Açıkça tanıdığınız biri olmadığı sürece yardım isteyen seslere kulak asmayın.”

Sesi o kadar soğuktu ki, kırılmak üzere olan cam gibi gergin ve stresli geliyordu.

Sokak lambaları çoktan kurşunlarla tahrip edilmişti ve bu karanlıkta tek ışık kaynağı, etrafta yanan ateşlerdi. Bu durumda, yerde yatan bir yaralıyı kundağı motorlu mayından ayırt etmek neredeyse imkansızdı.

Ve böylece, bir Cumhuriyet vatandaşı olan Lena, diğer Cumhuriyet sivillerine, bunu yapmak için vatandaşlarını terk etmek zorunda kalsalar bile, kendilerini kurtarmalarını emretmek zorunda kaldı.

Ama sonra, sanki bu ıstırabın bu kamp ateşine daha da ekleneceğini alaycı bir şekilde açıklığa kavuşturmak istercesine, bir alev patlaması gecenin karanlığında yayıldı. Kara birlikleri tarafından değil, savaş mühendisleri tarafından kullanılan bir silah olan alev makinesi, tüm kara birimleri arasında en güçlü olan Dinozorya’ya takılmıştı. Alev makinesi, insanlara karşı kullanılan bilinmeyen bir silah değildi, ancak ağır makineli tüfeklerle karşılaştırıldığında menzili çok kısaydı. Yakıtın çıktığı ağız, önündeki yüz metreyi zor aşıyordu, diğer silahlarıyla karşılaştırıldığında neredeyse su tabancası gibiydi.

Yine de Dinozorya onu kullandı.

Namlularına alev makinesi nozulu eklenmişti ve bu nozullardan uzun, neredeyse komik bir ateş hattı fışkırıyordu. Tank savaşının tüm kurallarını ve kanunlarını hiçe sayarak ilerlediler, kaçmaya çalışan yavaş insanları yakıp duman ettiler. Napalm alevleri bin üç yüz santigrat dereceyi aştı ve insan vücudunu küle çevirdi.

Dinozorya’nın optik sensörlerine muhtemelen anti-personel sensörler eklenmişti, ancak alevler bunları bile etkisiz hale getiriyordu. Silüetleri ateşin içinden geçerken, sensörler çılgınca dönüyordu.

Bakışları neredeyse neşeli görünüyordu.

Kelimenin tam anlamıyla çılgınca dans ediyorlardı, etrafta koşuşturup yanan ateşlerin arasında karmaşık gölgeler oluşturuyorlardı. Işık ve karanlık mistik bir şekilde kesişti ve göz kamaştırıcı bir anda, bir Vánagandr kundağı motorlu bir mayının bacağına yaklaşmasına izin verdi. Mayın, tekmelenmeden bir an önce patladı. Ağırlığı nedeniyle Vánagandr’ın bacağı havaya uçmak yerine düştü ve talihsiz – ya da belki de şanslı – bir sivilin üzerine düştü.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.