Seksen Altı Cilt 09 Bölüm 02
BÖLÜM 02
Çevirmen: Onur
Lena, Theo ve Yuuto gibi ağır yaralı İşlemciler hakkında durum raporu aldıktan sonra yaralıları ziyaret etmek üzere Stella Maris’e döndü. Süper geminin sıkışık koridorlarında yürüyordu. Tam revirin kapısına girecekken, kapıdan koşarak çıkan Kurena’ya çarpacak gibi oldu ancak hızla ondan kaçtı.
Korkmuş bir tavşan gibi koşarak uzaklaşan Kurena’ya bakan Lena, onu bir süre kuşkuyla süzdü. Bakışlarını tekrar ileriye çevirdiğinde, orada sessizce duran rahibi gördü.
“Özür dilerim.” Lena aceleyle ona doğru yaklaştı. “Yaptığı çok kabaca bir hareketti. Komutanı olarak özür dilerim…”
“…Hayır, sorun değil.” Rahip başını salladı ve yüzünü ona döndü. “O çocukların başına gelenleri düşününce, hiç de kaba bir davranış değildi. Gümüş rengi saçlarımdan ve gözlerimden korkması mantıklı.”
Lena şaşkınlıkla birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. “Sizden… korkuyor muydu?”
Kurena da dahil olmak üzere Seksen Altı, Alba’lara her zaman beyaz domuzlar der ve onlara çıplak bir küçümsemeyle yaklaşırdı ama Lena onların korku gösterdiklerini hiç görmemişti.
“Sanırım benden korkuyordu, evet. Onun gibi bir kız küçükken toplama kamplarına zorla götürülmüştür… En iyi tahminimle yedi yaşındayken falan. O kadar küçük bir çocuğun yetişkin insanlar tarafından sürüklenip ve yerden yere vurulduğunu düşünsene; korkunç olmalı. O yaşta ezici bir şiddete maruz kalmış ve kendini savunacak hiçbir imkânı yoktu büyük ihtimalle.”
“…”
Lena cehaletinden utanarak sessizliğe gömüldü. Birinci Sektör’de, Lejyon Savaşı’ndan çok önce bile çoğunlukla Alba’nın yaşadığı bir bölgede büyümüştü. Seksen Altıların toplama kamplarına nasıl götürüldüklerini hiç görmemişti. Bunun nasıl bir şey olduğunu hayal etmişti ama durumun yoğunluğunu asla tam olarak anlayamamıştı.
“…Sanırım anlıyorum. Boyum yüzümden olmalı. Bu ona çocukken bir yetişkin tarafından küçük görüldüğü zamanları hatırlatmış ve bir anda tetiklenmiş olmalı. Bir daha onlara bu şekilde tepeden bakmamaya özen göstermeliyim.”
“Peder…”
“Oh, merak etme. Çocukların benden korkmasına alışkınım. Yani, ne kadar büyük olduğumu düşünürsek… Bu odada uyuyan huysuz adamla ilk tanıştığımda, o sadece küçük bir kedi yavrusuydu. Ve size söyleyeyim, o zamanlar hayatından endişe ediyordu.”
Şaka yaptığını belli etmek istercesine abartılı bir omuz silkme hareketi yaptı. Lena bu jest ve onun önünde sinmiş genç Shin’in zihnindeki görüntüsü arasında yeniden gülümsemeye başladı. Adam muhtemelen onun utancını hissettiği için şaka yapmıştı ve o da bu jesti takdir etti.
Lafı açılmışken…
“Shin…? Kaptan Nouzen uyuyor mu? Bu kadar erken mi?”
Hem Lena hem de Kurena’nın etrafta dolaştığı göz önüne alındığında, ışıkların sönmesi için çok erken olduğu barizdi. Rahip sözsüz bir şekilde kapıdan uzaklaşarak odanın içine bakmasına izin verdi. Lena yaklaşınca gerçekten de Shin’in zayıf, ritmik nefes alışını duyabildi.
Işıklar hâlâ açıktı. Odanın arka tarafındaydı ama yatağı bir perdeyle gizlenmişti… Ancak gerçekten de uyuyor gibi görünüyordu.
“Yaraları onu çok yıprattı ve diğer grup komutanlarıyla yeni Lejyon birliğini takip etme konusunda uzun uzun tartıştı. Bu onu tüketmiş olmalı.”
“…”
Shin sadece sakatlığı yüzünden bitkin düşmemişti. Theo’ya olanlar onu duygusal olarak da çok zorlamıştı. Yine de Shin kendisini Saldırı Birliği için görevini yerine getirmeye zorladı. Lena Shin’in bunu yapmaya eğilimli olduğunu biliyordu, bu yüzden onu kontrol etmeye gelmişti… Ama Shin’in kendini çok zorladığını hissetmekten kendini alamıyordu.
“Askeri doktor bugün uyumasını istedi. Yarın benim için onu azarlayabilir misin?”
Bu istek Lena’nın şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırmasına neden oldu. Bunu yapabilirdi, evet… Ama baba figürünün onu azarlaması daha ağır basmaz mıydı?
“Bence bunu ona söyleyen siz olmalısınız, Peder…” dedi nazikçe.
“Onu yetiştiren adamın söyleyeceklerini dinlemek için yaşı fazla büyüdü. Ayrıca, onu en çok senin azarlaman etkili olur.”
Rahibin kendisine yönelttiği anlamlı, yan bakışı gören Lena yanaklarının kızardığını hissetti.
…Şey, evet.
Raiden hemen hemen herkesin zaten bildiğini söylemişti, bu yüzden rahibin de bilmesinin mantıklı olduğunu fark etti. Yine de utanç vericiydi. Onun gözlerini kaçırdığını gören rahip bakışlarını yumuşattı.
“Onu toplama kampından çıkarken gördüğümde, o çocuk gülmeyi unutmuştu… ya da ağlamayı.”
Lena tekrar ona baktı ama o çoktan hastane odasına doğru dönmüştü. Gümüş rengi saçları beyaza dönüşüyordu ve gözleri ay rengindeydi.
“Bence senin varlığın… yeniden gülümsemeyi öğrenmesinin en büyük nedenlerinden biri.”
…..
Kurena odasına döndü. Oda arkadaşı Anju dışarıdaydı. Bitişik oda Frederica’nın, karşı oda ise Shiden’indi.
…Shiden’in oda arkadaşı ise asla geri dönmeyecek olan Shana’ydı.
TP, kara kedi, girişte dolanıyordu ve onu fark edince ayağa kalktı. Ona doğru sendeleyerek yaklaştı, başını botlarına sürttü ve miyavladı. Kurena uzun zamandır ilk kez dudaklarında küçük bir gülümseme hissetti.
“…Hey. Geri döndüm.”
Başını nazikçe kaşıyarak kediyi kucağına aldı. Yıllar önce Daiya onu Seksen Altıncı Sektör’de keşfetmişti. O zamanlar sadece bir yavru kediydi ve onu bulan Daiya olmasına rağmen, bir nedenden ötürü Shin’e yapışmış gibi görünüyordu. Shin ne zaman Lejyonla savaştıkları günler arasında rutin görevlerine ara verse, yavru kedi onun yanındaki sabit pozisyonunda otururdu. Shin’in okuduğu herhangi bir kitabın sayfalarını şakacı bir şekilde mıncıklıyordu ama Shin onu asla uzaklaştırmıyordu.
Kediye bakmak doğal olarak Shin’in yanında olmak anlamına geliyordu, bu yüzden Kurena her zaman ikisinin yanındaydı. Kaptanın odası ofis olarak kullanıldığı için biraz daha büyüktü ve çok geçmeden herkes takılmak için oraya gelmişti.
“Ama şimdi biz… artık böyle şeyleri pek yapmıyoruz,” dedi TP’ye, kelimeleri doğrudan kediye yöneltmeden.
Kara kedi ona baktı, gözleri bir insanınkinin asla olamayacağı şekilde şeffaftı. Üssün yatak odaları ve ofisleri takılmak için en iyi mekânlar değildi. Bunun yerine, kafeteryaları, ortak işletmeleri, kafeleri, salonları ve dinlenme odaları vardı. Bunların hepsi, eskiden takıldıkları kaptanın küçük odasından daha genişti ve çok daha fazla insanı ağırlayabiliyordu.
Her filo doğal olarak kendi yerinde toplanıyordu ama sadece onlara ayrılmış bir yer olan kaptanın odası gibi hissettirmiyordu. Etrafta çok fazla göz vardı ve bu kadar insan ona bakarken bir kedi yavrusuyla oynamaktan çok utanıyordu.
Shin çoğu zaman Kurena ve diğer Öncü üyeleriyle birlikte salonun arka tarafındaki ayrılmış koltuklarında oturuyordu ama üssün çalışma odasını daha sık kullanmaya başlamıştı. Çok geçmeden Raiden ve Anju da aynı şeyi yapmaya başladı. Diğer Öncü İşlemcileri de öyle.
“…Evet, biliyorum. Onlarla gidebilirim.”
Eğer o kadar yalnızsa, peşlerinden gidip onlara katılabilirdi. Eğer gururundan vazgeçmeyi reddediyorsa, o zaman savaş alanının dışında bir yer anlamına gelen o odaya gitmek için daha fazla nedeni vardı.
Shin, Raiden ya da Anju savaşmak dışında yapacak özel bir şey bulmuş gibi görünmüyordu. Bir şeyler aramaya yeni başlıyorlardı ve gözlerini savaşın kapsamı dışında var olabilecek belirsiz bir şeye dikmişlerdi.
Gelecekteki rotasına çok daha sonra karar verebilirdi. Ama yine de korkuyordu. Çalışma odasına gitmeyi her düşündüğünde bacakları donup kalıyordu. Savaşın ötesinde bir geleceğin farkına varacağından korkuyordu. Bunu düşünmek istemiyordu.
Seksen Altı’daki pek çok kişinin aynı duyguyu paylaşması mümkündü. Savaş alanına saplanıp kalmak ve onun dışında beliren geleceği ateşli ve inatçı bir şekilde reddetmek. Bildikleri tek şey, o tanıdık yerin sınırlarını aştıkları anda, üzerinde yürüyecekleri sağlam bir zemin olmadığını görebilecekleriydi.
Geleceğin orada olacağına asla güvenemezlerdi. Herhangi bir gün ölebilirlerdi. Bir sonraki günü görecek kadar bile yaşayamayabilirlerdi. Savaş alanında güvenebilecekleri hiçbir destek olmadan bu kadar uzun zaman geçirdikten sonra, içlerinde bu kadar derine yerleşmiş olan teslimiyet o kadar kolay kökünden sökülemezdi.
Kendilerini eğer sadece dilerlerse, mutluluk dolu bir geleceğin ertesi gün hemen gelebileceğine inandıramıyorlardı.
Kedi kollarının arasında miyavladı. Kurena ona sarıldı, yüzünü tüylerine gömdü.
…….
Görevlerini tamamladıktan sonra Filo Ülkelerinden ayrılma vakti gelmişti. Ancak ayrıldıkları gün bile Saldırı Birliği’nin İşlemcileri karamsarlıklarını koruyorlardı. Buraya ilk konuşlandırıldıklarında kendilerine verilen hedefi tamamlamışlardı. Yakamoz kaçmıştı, evet, ama bu beklenmedik bir gelişmeydi. Zaten onu kaçmaya zorlayacak bir hale sokmak bile başlı başına takdire şayan bir durumdu.
En azından sözde.
Deniz kuşları, okyanusun öbür ucunda kopan fırtınalardan ve savaşlardan habersiz bir şekilde ağlıyorlardı. Sesleri Stella Maris’te yankılanıyordu. Hayalet bir gemi gibi kıyının hemen açığında demirlemişti. Uzaktan bakıldığında kötü durumda görünmüyordu ama ağır iç hasara uğramıştı ve bu da seyir kabiliyetini tehlikeye atıyordu.
On yıl süren savaşın ardından, küçük Filo Ülkeleri zaten yetersiz olan ulusal güçlerini ve teknolojik güçlerini tüketmişti. Artık onu tamir edemezlerdi.
Süper gemi gizli yolculuğunu ve son operasyonunu tamamlamıştı. Onu artık gizli bir limanda Lejyon’un görüş alanından saklamanın bir anlamı yoktu. Bu yüzden kıyıda, açıkta bırakmıştılar. Eski mürettebatı, Yetim Filosu’ndan geriye kalan birkaç kişi ve hatta kasaba halkı, hepsinin içlerinde yanan ateş sönmüştü. Yolculuktan önceki festivalin kargaşasında gösterdikleri ateş sanki hiç orada olmamış gibi yok olmuştu.
“Şimdi kendilerine ne isim verecekler? Yani, artık kendilerine Filo Ülkeleri diyemezler.”
“Kes şunu… Bunu söylememelisin.”
“Ama demek istediğim, ya-?”
Bu bizim başımıza gelseydi ne yapardık?
Genç askerler bu soruyu kendilerine sormadan edemediler. Bunu sadece başka bir ülkenin sorunu olarak göremezlerdi. Ne de olsa bir zamanlar her şeyleri ellerinden alınmıştı. Toplama kamplarına götürüldüklerinde, kimlikleri – eskiden oldukları her şey – ellerinden alınmıştı. Tutunmayı başardıkları tüm değerli şeyler, yaşayabilecekleri hayatlar hepsi…
Ve bunları onlardan çalanlar böyle şeylerin hiçbirini zerre kadar umursamadı. Peki bunun tekrarlanmayacağını kim söyleyebilirdi?
Hiç kimse.
Shin Seksen Altıncı Sektör’de savaşırken dahi savaşta çılgınca hareketler yaptığı için sık sık yaralanırdı. Bu yüzden yıllarca onun teğmenliğini yaptıktan sonra, Raiden zorunluluktan evrak işlerini halletmeye alışmıştı.
Ancak tek kullanımlık parçalar olarak muamele gördükleri Seksen Altıncı Sektör’ün aksine, Federasyon onları değerli askerler olarak görüyordu. Bu yüzden Raiden’ın bir raporu yarım yamalak hazırlamasına izin verilmiyordu. Bazı kurmay subaylar bu işin bir kısmını üstlenmiş olsa bile, hâlâ yapılacak çok şey vardı.
Bir nakliye kontrol listesini doldurmaktan vazgeçen Raiden, yardım için yalvarmaya hazır bir şekilde ellerini havaya kaldırdı.
“Hey, Theo, bana yardım edebilir mis-?”
Gözleri o sırada orada olan Anju’ya takıldı. Dilini cıklatma dürtüsüne engel olarak, sadece tavana baktı.
Doğru ya. O artık burada değil.
Anju’nun ona gülümsediğini görebiliyordu. Gözlerinin arkasında, sanki onun kendisini zorladığını görebildiğini hissettiren bir karanlık vardı.
“Yardım edeceğim, Raiden.”
“Teşekkürler.”
“Lafı bile olmaz.”
Elini uzattı ve listenin yarısını aldı. Ama gök mavisi gözleriyle ilk sayfayı gözden geçirir geçirmez, ifadesindeki son ışık izleri de kayboldu.
“…Bununla başa çıkmak kolay değil. Düşündüğümden daha zormuş,” dedi Raiden.
Hem kendisi hem de Anju için, ayrıca şu anda etrafta olmayan Kurena için… ve tabii ki Shin için. Seksen Altıncı Sektör’de bir arkadaşın ölümü alışılmadık bir olay değildi ve Federasyon’a geldiğinden beri bu gerçek pek değişmemişti.
Ancak bir arkadaşın hayatta kalması ama savaşamaz hale gelmesi yeni bir şeydi. Neredeyse ölümle eşdeğer dayanılmaz bir acıydı ve buna alışamıyordular.
Raiden göz ucuyla Anju’nun dudağını ısırdığını fark etti. Bir süre önce Grethe, Saldırı Birliği’ndeki kadınları makyaj yapma alışkanlığı kazanmaları için teşvik etmişti ve birçoğu da bundan zevk almaya başlamıştı. Raiden artık onları böyle görmeye alışmıştı. Anju soluk pembe dudaklarına hafif bir allık sürmüştü.
“Evet… Bir noktada, beşimizden herhangi birini kaybetme olasılığını düşünmeyi bırakmıştım,” diye itiraf etti.
…….
Kurena ameliyattan önce burayı görmek istememişti. Ama artık bittiğine göre, kendini suyun kenarında dururken bulmuştu. Garip bir rol değişimiyle, tüm yoldaşları döndükten sonra buraya gelmemeye karar vermişti. Bu yüzden kıyı bomboştu.
Operasyonun ertesi günü, süper geminin mürettebatı ve kasaba halkı, İşlemcilerin acısını paylaşmak için kıyıya, pek çok insanı ve Theo’nun elini yutan aynı denizin kıyısına çiçekler getirmişti.
“…Kurena.”
Bir sesin ona seslendiğini duyunca arkasını döndü ve Shin’in orada durduğunu gördü.
“Theo’yu görmek için zar zor izin almayı başardım. Şimdi oraya gidiyorum… İyi misin?”
“Evet!” Aceleyle başını salladı. “Şimdi iyiyim!”
Sesi o kadar neşeliydi ki kendisine bile tuhaf geliyordu. Shin onun olayları geçiştirmeye çalıştığını fark etmiş gibiydi ama bir şey söyleyemeden Kurena onun düşünceli, kan kırmızısı gözlerine bakarak konuştu.
“Ona üzgün olduğumu söyler misin? Olay olduğunda hiç yardımcı olamadım…”
Donmuştu ve ateş edemiyordu. Hem Anka’yla savaşırken hem de Yakamoz’u durdurmaya çalışırken. Hem de yoldaşlarına yardım etmek onun varlık sebebiyken.
“Keşke o zamanlar kendimi toparlayabilseydim, Theo-”
“Kurena.”
Shin’in kasvetli sesi onun sözünü kesti.
Arkasına dönüp baktığında, onun görünmeyen bir acıya katlanıyormuş gibi yüzünü buruşturduğunu fark etti.
“Bu senin hatan değil. Kimsenin suçu değil.”
Shana’nın öldüğü gerçeği. Shana’nın savaşmak zorunda kalması.
Evet…
“…Evet. Ama kesinlikle kendimi toparlayamadım.”
Performansını sergileyememişti ve bu yüzden Theo, Shana… hatta Shin bile… Eğer daha iyi olsaydı, her şey daha farklı olabilirdi. En azından böyle hissediyordu.
Çünkü eğer bu doğru değilse, en başından beri kimseyi kurtaramadığı anlamına geliyordu. Ve umutsuzca bunun böyle olmasını istemiyordu… Bu farkındalık zihnini, vücudundan geçen bir ürperti gibi doldurdu.
Eğer savaşta işe yaramazsa… o zaman şu anda karşısında duran adamın yanında yeri yoktu.
“Bir dahaki sefere doğru yapacağım. Savaşacağım. Bir daha başarısız olmayacağım, yani…”
“Kurena.”
“…beni terk etme.”
……
Güneş ışığı perdelerin arasından süzülerek askeri hastanenin koridoruna giriyor ve zemine soluk bir ışık şeridi düşürüyordu. Shin parke koridorda yürürken Kurena’nın sözlerini düşündü.
Keşke o zamanlar kendimi toparlayabilseydim, Theo toparlardı- Ama kesinlikle kendimi toparlayamamıştım.
Bunu saklamaya çalışmıştı ama yüz ifadesi gözyaşlarına boğulmak üzere olan terk edilmiş bir çocuğunkine benziyordu.
Shin de aynı şekilde hissetmekten kendini alamıyordu. Ya Anka’yla karşılaştığında Serap Kulesi’nden düşmemiş olsaydı? O savaşta olanlar için kimin suçlu olduğu sorulacak olsa, sorumluluğun yalnızca takım kaptanına ait olduğunu söylerdi. Lena ve İsmail hatanın kendilerinde olduğu konusunda ısrar ederlerdi ama Shin buna katılamazdı.
Ama kalbi haykırmak ve hepsinin kendi hatası olduğunu kabul etmek istese de, aklının ayık bir kısmı gerçekten suçlu olmadığını düşünüyordu. Düşse de düşmese de sonuç muhtemelen pek farklı olmayacaktı. Undertaker da Yakamoz karşısında herkes gibi çaresiz kalacaktı.
Eğer kendisi orada olsaydı, değişen tek şey kontrol çekirdeğinin konumunu bulmak için zaman kaybetmek zorunda kalmayacak olmaları olurdu ama Stella Maris’in yine de yaklaşıp ana silahını ateşlemesi gerekecekti. Bu da raylı topları devre dışı bırakmayı gerektirecekti, yani Yakamoz’un güvertesinde bir savaş kaçınılmaz olacaktı.
Ama her şeyden öte, Shin Yakamoz’un son atışını tahmin edemezdi. Susturulmuş namluyu canlandırmak için Sıvı Mikro makineleri kullanmak tahmin edemeyeceği bir şeydi. Her iki durumda da Stella Maris’in isabet almasını önlemek için birinin ateş hattına atlaması gerekecekti.
Aradaki tek fark, onun bu rolü üstlenmiş olabileceğiydi. Ve onun varlığının dengeleri değiştirecek tek şey olacağını düşünmek… en hafif tabiriyle küstahlık olurdu.
Kendisine verilen hastane odası numarasının önünde dururken, kapıya yaslanmış birini gördü. Okyanusun tuzlu havasıyla solmuş sarı saçları vardı ve Filo Ülkeleri’nin çivit mavisi üniformasını giyiyordu.
“Hey.” Shin’i elini kaldırarak selamladı.
Shin ise sadece başını sallayarak karşılık verdi. İsmail arkasındaki kapıya bir bakış attı.
“Filo Ülkeleri, nakledilecek kadar iyileşene kadar ağır yaralıların sorumluluğunu üstlenecek. Buna çocuk da dahil… Tam olarak hareket edemiyor ama artık acıya alışmıştır. En azından sizi duyabiliyor olmalı.”
“Evet… Ona bizim için göz kulak ol,” dedi Shin başını derin bir şekilde eğerek.
İsmail’in yanıt olarak başını ciddiyetle salladığını görebiliyordu. Onun çivit mavisi siluetinin koridorda yürüyüşünü izleyen Shin, hastane odasının kapısını açtı.
Burası küçüktü ama yine de ferahtı. Pencereler açıktı ve deniz meltemi içeri giriyordu. Theo yatağın üzerinde oturmuş, dışarıya bakıyordu. Kapının gıcırdadığını duyunca ona doğru döndü. Shin’i görünce, yeşim yeşili gözlerindeki biraz uzak, mesafeli bakış yeniden odaklanır gibi oldu ve bir kez gözlerini kırpıştırdı.
“Shin… Yürüyebilecek durumda mısın?”
“Sanırım sana nasıl hissettiğini sorması gereken kişi benim … Ama evet hareket edebilirim.”
“Öyle mi? Bunu duyduğuma sevindim.”
Henüz hastaneden çıkmasına izin verilmeyecek kadar yaralı olmasına rağmen Theo nispeten rahatlamış görünüyordu. Shin’in soruya kasıtlı olarak cevap vermediğini fark ederek, hiçbir şey olmamış gibi devam etti.
“Şimdilik enfeksiyon riski olmadığını söylüyorlar,” dedi Theo.
Yeşim rengi gözlerinde ilgisizlik hissi uyandıran bir boşluk vardı. Sanki hiçbir şeye bakmıyor gibiydi.
“Oldukça temiz bir kesikti sanırım. Çok kolay kapandı ve artık o kadar da acımıyor. Sadece garip hissettiriyor, anlıyor musun? Oturduğumda bile bir şeyler hissediyorum ama özellikle ayağa kalktığımda çok kötü oluyor. Sanki dengem bozulmuş gibi. Yine de…”
Bandajlı kolunun bilekle dirsek arasından koptuğu sol tarafına baktı ve zayıf, kendini küçümseyen bir sırıtış attı.
“…Çok fazla bir şey kaybetmedim. Sadece küçük bir el, heh.”
“…”
“Kollar oldukça ağırmış aslında. Başından beri var olduğu için çok fark etmedim ancak vücut ağırlığının yüzde onunu oluşturuyormuş. Yani evet, çok ağırmış.”
Yeşim taşı gözleri kayıp elinin olması gereken yerde sabit kaldı.
“Biliyor musun, bir keresinde… Seksen Altıncı Sektör’de, seninle tanışmadan önce, takım arkadaşlarımdan birinin savaşta tüm kolu kopmuştu. Ve ben onu almak zorunda kaldım. Yani Bir kolun ne kadar ağır olabileceğini hatırlamam gerekirdi… Ama unutmuşum.”
Ağırlığı unutmuştu çünkü geçmişteki olay onun için hiçbir zaman tam olarak hafızasında yer etmemişti. Ya da belki de böyle bir kaybın ne kadar kolay yaşanabileceğini unutmuştu. İster bir elin kaybı olsun, ister kişinin savaşma isteğini kaybetmesi, talihsizlik kurbanlarını ayrım gözetmeksizin seçerdi.
“…Ve o takım arkadaşım- ondan sonra öldü. Artık savaşamayacak durumdaydı, bu yüzden ona herhangi bir tedavi uygulanmadı… Öylece, önümüzde kan kaybından öldü.”
Seksen Altıncı Sektör’deki tıbbi tedavinin anlamı buydu. Ne de olsa Seksen Altı insan olarak görülmüyordu. Hafif yaralanmalar, aktif göreve dönebilecek herkesin dönebilmesi için tedavi edilirdi. Ancak ağır yaralar almış ve hastaneye yatırılması gerekenler gözetimsiz bırakılıyordu. Uygun tıbbi tedavinin hayatlarını kurtarabileceği durumlarda bile. Cumhuriyet’in kırılan aletleri onarmak için kaynaklarını israf etmekten daha fazla nefret ettiği bir şey yoktu.
“Ben… artık savaşamam,” dedi Theo, Shin’in hiç tanımadığı eski bir yoldaşının yarasına çok benzeyen bir yaraya sabit bir şekilde bakarak.
Göz ardı edilebilecek bir yara. Seksen Altıncı Sektör’ün dışında, sanki doğal bir durummuş gibi davranılan bir yara.
“Ama ölmek zorunda değilim. Kurtarıldım ve kimse bana kendimi öldürmemi de söylemiyor… Burası gerçekten Seksen Altıncı Sektör değil. O savaş alanını gerçekten geride bıraktım. Bunu fark etmem bu kadar uzun sürdü ama şimdi… nihayet gerçekmiş gibi hissediyorum.”
Sonunda, bir savaşçının beş yıl boyunca ölümü beklemekten başka yapabileceği hiçbir şeyin olmadığı o hapishaneden kurtulmuşlardı. Kaderleri üzerinde ne kadar kontrol sahibi olmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ölümlerinin sahnesi bir oyunmuş gibi önceden belirlenmiş ve onlara da bu sahneyi oynamak kalmıştı. Ancak yine de dışarı çıkmayı başardılar. Seksen Altı’nın değişmez kaderine meydan okudular ve kazandılar.
“Geriye kalan tek şey beni oraya bağlayan zincirleri kırmak.”
Kendilerini bu yükten kurtarmak… yürüyebilecekleri tek yolun acı ve ölüm olduğu inancından kurtarmak. Bu son engeldi.
“…Sorun değil. Yaşamaya devam edeceğim ve kesinlikle mutluluğu bulacağım. Eğer yapmazsam, bizden önce ölen herkesi geçtim, Kaptan’la asla yüzleşemem.”
“Bu-”
“Biliyorum. Kendimi lanetliyormuşum gibi geliyor, değil mi? Ama şu anda tutunabildiğim tek şey bu.”
Sonuna kadar savaşmak Seksen Altı’nın gururuydu. İzlerini böyle bırakırlardı, varlıklarını böyle kanıtlarlardı. Ama bu Theo için artık mümkün değildi. Bunu kaybetmişti sonuçta.
“Eğer bu duygunun beni zincirlemesine izin verirsem, gerçekten bir lanete dönüşecek. Ama eğer senin yaptığın gibi kendime ait bir şey… kendime ait birini… bulana kadar bu duyguya tutunursam… o zaman bu bir rüya olur. Kaptanın bana bu kadarını bahşedeceğine eminim… çünkü sanırım o da benim mutlu olmamı isterdi.”
“…Theo.” Shin buna daha fazla dayanamayarak dudaklarını araladı.
Muhtemelen orada öylece durup dinlemesi gerektiğini biliyordu ama… bu çok fazlaydı. Daha fazla sessiz kalamazdı.
“Kendini bu şekilde zorlamana gerek yok… Her şey yolundaymış gibi davranmana gerek yok.”
Bunu duyan Theo yüz ifadesini ağlamaklı bir gülümsemeye dönüştürdü. Shin’in buraya bunun için gelmediğini biliyordu.
“Biliyorum… Yine de blöf yapmama izin ver. Uzun zamandır sana güveniyordum… Şu andan itibaren…”
…artık sana güvenmeme izin verme. Sana güvenebileceğimi söyleme bana.
“…Özür dilerim. Azrail’imiz olduğun için… Taşıması çok ağır bir yük olmalı.”
Son hedefine ulaşana kadar tüm şehit yoldaşlarının isimlerini ve kalplerini taşımak. Theo ve Shin’in yanında savaşan diğer herkes için bu çok değerli bir kurtuluştu. Ama tüm yoldaşlarının güvendiği Shin için bu tarif edilemez bir yüktü.
“Teşekkür ederim. Her şey için. Ve özür dilerim. Gerçekten.”
Shin refleks olarak onun sözlerini inkâr etmeye çalıştı ama bir an için yeniden düşündü ve sustu. Herhangi bir yükün varlığını inkâr etmek istiyordu. Ama bu doğru değildi.
“Evet… Taşınacak çok şey vardı. Gerçekten öyleydi. Başından sonuna kadar.”
Güvenilmek, tüm bu duygularla emanet edilmek.
“Ve ne kadar ağır olursa olsun, kendimi ölüme terk edemeyeceğimi ve her şeyi bir kenara atamayacağımı hissettim. Yol boyunca yıkılmadım çünkü o kadar çok insan bana güvendi ki… Ben de sana aynı şekilde güveniyordum. Herkes için o kişi olabileceğimi hissetmek her şeyi kolaylaştırdı.”
Güvenilmek onu ayakta tutan şeydi. Başkalarına sunduğu rahatlık ve ferahlık sanki kendi kurtuluşuymuş gibi hissediyordu. Bu tür bir ilişkiyi sürdürmek zordu. Her biri ağır bir yüktü, çünkü hepsi onun için çok değerliydi.
Uzun bir sessizlikten sonra, sanki Shin’in cevabını inceliyormuş gibi, Theo sonunda başını salladı.
“…Anlıyorum.” İkinci kez, derin ve içten bir şekilde başını salladı. “Yani o bile bir şey için yardımcı oldu. Bu durumda…”
Başını kaldırdı, yeşil gözleri bir kez daha çaresiz ve kaybolmuş ama hafifçe rahatlamış ve parlaktı.
“…o zaman bensiz iyi olacaksınız, değil mi?”
“İyi olmayacağız. Ama evet… idare edeceğiz.”
“Sanırım artık ben de idare edebilirim. Biraz olsun rahatladım. Seksen Altı’nın gururu benim lanetim olmayacak.”
Seksen Altı’nın gururunun onu, çabalarının ödülü olarak kendisini bekleyen tek şeyin ölüm olduğu bir geleceğe yönlendirmesine izin vermek zorunda değildi. Bunun yerine, savaş alanının mezarı olmaması için kaptanın duasının laneti olmasına izin verecekti.
“Şimdilik elimizden gelenin en iyisini yapalım… Böylece işler zorlaştığında birbirimizden destek isteyebiliriz.”
Şimdiye kadar olduğu gibi, sadece birinin diğerine güvendiği tek taraflı bir ilişki olmayacaktı. Bu kez eşit olacaklardı.
“O gün gelene kadar, umarım zor zamanlarda bana güvenebileceğini söyleyebilirim.”
……
Askeri hastaneden ayrılan Shin, operasyon komutanı olarak göreve dönmek için hazırlıklara başlaması gerektiğini biliyordu. Yine de, öyle ya da böyle, kendini üssün koridorlarında dolaşırken buldu ve leviathan iskelet modelinin önünde durdu. Onu çocukken ilk gördüğünde, sanki efsanevi bir yaratığın kemiklerine hayranlıkla bakıyormuş gibi hissetmişti.
O günden bu yana on yıldan fazla zaman geçmişti ama şimdi bile ona bakarken bir ejderhanın iskeletine bakıyormuş gibi hissediyordu. Şimdi bile, bu iskeletin yanında bir bebek gibi kalıyordu.
O zaman bensiz de iyi olacaksın, değil mi?
“…Olacak mıyız?”
Theo’ya idare edebileceklerini söylemişti ama dürüst olmak gerekirse bunun doğru olduğundan bile emin değildi. Theo’ya böyle bir zayıflık gösteremezdi, bu yüzden öyle söyledi ama cevaptan emin değildi.
Çünkü yapabileceği hiçbir şey yoktu. Theo’nun yüzleştiği son -son savaşında yaşadığı kayıp- Shin’in hiçbir şey yapamayacağı bir sondu. Geçmişi değiştirmek mümkün değildi. Bazı şeyler Shin’in bile yapabileceklerinin ötesindeydi ve bu konuda hiçbir şey yapamazdı.
Ne şimdi ne de hiçbir zaman.
Üstündeki ejderha iskeleti elbette cevap vermedi. İçini çeken Shin, aniden karşısında duran Lena’yı gördüğünde arkasını döndü. Şaşkınlıkla birkaç kez gözlerini kırpıştırdı.
“…Sorun ne?” diye sordu.
“Ne demek istiyorsun…? Geç kaldın, ben de endişelendim,” diye yanıtladı Lena. Gergin bir gülümsemeyle ona doğru yürüdü ama yüz ifadesinden belli oluyordu. Lena Theo’yu yeterince uzun zamandır tanıyordu. Doğru, onu çoğu zaman sadece sesinden tanıyordu ama yine de birkaç aydır aralarında bir bağ vardı. Savaş hattından ayrılması Lena için de ağır bir yüktü.
“Theo nasıldı…?”
“Cesur bir yüz ifadesi takınıyor… İyi olacağını ve bana güvenmesine izin vermemem gerektiğini söyledi.”
Theo böyle söylemişti, her ne kadar kimse onu öfkeli olduğu için suçlamasa da. Shin onu görmeye tüm o bastırılmış, çözülmemiş duygularını boşaltması için bir şans vermek amacıyla gitmişti ama Theo buna izin vermedi.
“Bu… söylediği şey, hmm?” Lena onun yanında durarak söyledi.
Gümüş gözleriyle Shin’in bakışlarını iskelet örneğine kadar takip etti.
“Acıyı hayal bile edemiyorum…”
Kimi ya da neyi kastettiğini belirtmedi. Muhtemelen her ikisinden de bahsediyordu. Theo’nun kaybının acısı… Shin’in çaresizliğinin acısı…
“…Evet.”
Yanındaki rahatlık ve sıcaklık kaynağı olmasaydı, bu sözler karşısında başını sallayamayabilirdi. Ve bunları kabul ettiğinde, gerçeklik katlanılamayacak kadar ağır gelmeye başladı.
“Belki onun için bir şeyler yapabilirim diye düşündüm.”
Bu Azrail’in duygusuydu… sevdiklerini her şeyin üstünde tutan…
“Her şeyi geçtim ancak en azından onun kalbini korumak istedim. Ama gerçekten zamanı geldiğinde hiçbir şey yapamadım. Onu teselli edecek tek bir kelime bile bulamadım. Ne yapmalıyım diye düşünmeye çalıştım. Ona yardım etmek için ne yapabilirim…?”
Ama aklıma hiçbir şey gelmedi.
“…Özür dilerim. İçimi sana döktüm.”
“Üzülme… Ben de bu yüzden geldim.”
Lena onun alışılmadık derecede kırılgan olan kan kırmızısı gözlerine baktı. Sanki onun yanında güvende olduğunu sessizce onaylamak ister gibiydi.
Herkesi kurtaramazsın. Her yükü tek tek omuzlayamazsın.
Shin muhtemelen bunu herkesten daha iyi biliyordu. Theo’nun seçimleri ve sonuçları yalnızca ona aitti. Ve Shin bunu da anlıyordu. Ama yine de, bunun hiç yaşanmamış olması gerektiğini hissetmekten kendini alamıyordu. Bu sonuç onu kederle dolduran bir sonuçtu. Ve bu hisler yanlış değildi.
Acısını açıkça itiraf edebilmesi ve kendi güçsüzlüğünün onu ezdiği gerçeği sadece Theo’nun Shin için ne kadar önemli olduğunun bir kanıtıydı. Ve kimse bunu yalanlayamazdı. Bu yüzden bunu ifade etmek acınacak bir şey değildi.
“Bana güven. Eğer acı çekiyorsan, bana yaslan. Sana destek olacağım. Her yükü birlikte omuzlayabiliriz. Ne zaman üzülsen ya da acı çeksen, seni… seni korurum.”
Nazik bir insandı. Başkalarının talihsizliği yüzünden acı çeken biriydi. Ama bu nezaket onu yıprattı. Artık dayanamayacak hale gelene kadar onu yiyip bitirdi.
“Shin, şu andan itibaren zor zamanlarında yanında olacağım. Her zaman seninle olacağım.”
Seni asla arkada bırakmayacağım. Seni üzmeyeceğim. Seni asla incitmeyeceğine güvenebileceğin tek kişi ben olacağım. Ve…
“Ben de seni seviyorum.”
“Hayatımı seninle geçirmek istiyorum. Denizi tekrar görmek istiyorum ve bu sefer seninle olmak istiyorum. Bahsettiğin denizi birlikte görmek istiyorum.”
Yumuşak bir maviyle parlayan, affetmeyen kuzey denizi. Yazın, suları sayısız renkle aydınlanan güney denizi. Devrim Festivali’nin havai fişekleri. Lena’nın henüz deneyimlemediği Federasyon’un sonbahar ve kış manzaraları. Birleşik Krallık’ı gezmek ve söyledikleri gibi kuzey ışıklarına tanık olmak. İttifak’ın pitoresk manzarasını görmek. Lejyon’un topraklarının ötesinde kalan, daha önce hiç ziyaret etmedikleri sayısız şehir ve ülke.
Seksen Altıncı Sektörü bir kez daha ziyaret etmek ve çiçeklerinin açışını görmek. Savaş alanının çok ötesinde ona göstermek istediği her şeyi görmek.
“Seninle daha önce hiç görmediğim şeyleri görmek istiyorum. Onları bana gösterirken gülümsemene hayran olmak istiyorum. Tüm o duyguları paylaşmak istiyorum. Tüm neşeyi, tüm hüznü. Sonsuza kadar… Mümkünse.”
Böylece bana şu anda içinde barındırdığın acıyı anlatabilirsin. Böylece bir gün boynundaki yara izinin ardındaki hikâyeyi benimle paylaşabilirsin.
İki elini yara izinin üzerinde gezdirdi ve parmak uçlarında durarak dudaklarını onunkilere yaklaştırdı. Her zaman üniformasının yakasıyla gizlediği yara izine dokunmasına rağmen Shin onu reddetmedi. Bunun yerine, dünyadaki tüm incelikle ellerini onun beline doladı ve onu daha da yakınına çekti.
Çok sık ısırdığı dudaklarında hafif bir kan tadı vardı. Bir an için gözyaşlarının acı tadını algıladığını düşündü. Onun önünde dökmeyi reddettiği gözyaşları. Kimsenin görmesine izin vermediği gözyaşları. Sanki onları silmek istercesine onu öptü.
Bir yemin öpücüğü gibi, Tanrı’nın önünde verilen bir söz gibi. Mucizeler yarattığı söylenen bir prensin öpücüğü gibi.
Onunki bir yemin öpücüğüydü, Azrail’e verilen bir sözdü. Onunki Kanlı Kraliçe’nin öpücüğüydü, bir mucize yaratmak için vadedilmişti.
“Birlikte bu savaş alanının ötesine gidelim. Bu kanlı savaşın ötesine geçelim. Bunu sonuna kadar götürelim. Birlikte.”
Ölüm onları ayırana kadar mı? Hayır. Onlar böyle sınırlı bir mutluluğu istemezler. Üzerinde ölümünde estiği savaş rüzgârları kindardı ve bu zayıf bir dileği bile kolayca dağıtabilirdi.
Hayır, ölüm bile onları ayıramazdı.
“Her zaman dönüşünü bekleyeceğim. Seni asla geride bırakmayacağım…”
Ölümün kesin olduğu bu savaş alanında böyle bir sözü tutmak mucizeden başka bir şey olamazdı. Ancak bu, birbirleri için gerçekleştirmeye kararlı oldukları bir dilek olduğu için, bir yemine dönüştü.
“…bu yüzden her zaman benim yanıma dönmene ihtiyacım var.”
Önlerindeki savaşlar ne kadar çalkantılı olursa olsun, ölümün eşiğinden kaçmak zorunda kalacaklardı.
“Bana geri dönmene ihtiyacım var. Sağ salim.”
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.