Seksen Altı Cilt 09 Bölüm 01
BÖLÜM 1
DENİZKIZININ PAZARLIĞI**
(Küçük Deniz Kızı adlı hikayeye gönderme)
Çevirmen: Onur
En büyük leviathan yuvasını fethetme görevinde başarısız olmasına rağmen, Filo Ülkelerinin süper gemisi binlerce kilometreyi kapsayan seferler için inşa edilmişti. Bu nedenle geminin altı ay gibi uzun süren yolculuklarda binlerce mürettebatının ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasitede olması gerekiyordu.
Elbette bu ihtiyaçlar arasında yiyecek, su, giyecek ve barınma da vardı. Ancak tesisler arasında bir kütüphane, bir şapel, bir spor salonu ve bir kantin de vardı. Bütün bir üssün işlevleri bu yüz bin tonluk gemiye yüklenmişti.
Ve tabii ki geminin kendi tıbbi tesisi de vardı.
“Sanırım bunun Filo Ülkeleri ile ortak bir operasyon olması buradaki tek umut ışığı.”
Hasarlı süper geminin devasa gölgesi gece vakti limanda devasa bir leş gibi duruyordu. Dustin bakışlarını geminin uzaktaki karanlık siluetinden ayırarak konuşmuştu. Denize ve geniş liman kasabasına bakan küçük bir tepenin üzerine inşa edilmiş bir askeri hastanenin koridorlarında duruyordu.
Serap Kulesi operasyonu sırasında en ağır yaralanan üyeler buraya nakledilmiş ve hastaneye yatırılmıştı, ancak süreç henüz tamamlanmıştı. Diğerlerinin henüz onları ziyaret etmesine izin verilmediği için koridorda bekliyordular. Yaralıları teselli etmek ve almak için gelenler, onları göremedikleri için yaşadıkları hayal kırıklığını bastırmak zorunda kaldılar.
Evet, yaralılar.
Yakamoz’u geri çekilmeye zorlayan ve bu sırada elini kaybeden kişi gibi-
“Stella Maris’te bir ameliyathane ve yoğun bakım ünitesi vardı. Adli tabipler onu zamanında tedavi edebildiler, yani-,” diye söze başladı Dustin.
“Ne söylemeye çalıştığını biliyorum, Dustin. Ama kapa çeneni.” Raiden onun sözünü kesti.
Sesi hayvani bir hırıltıyla çıkmıştı. Dustin bunu zaten fark etmişti ama bu noktada durumu geçiştirmeye çalışmanın pek bir anlamı yoktu. Stella Maris’in hastane kanadı teknolojik açıdan gelişmiş ve iyi donanımlıydı; birkaç ameliyathanesi, bir yoğun bakım ünitesi ve yatış olanakları vardı.
Yetim Filosu leviathanlarla mücadele etmek için sık sık anakaradan çok uzaklara yelken açtığından, yaralı mürettebat üyelerinin zamanında karaya dönme ihtimali her zaman gerçekçi değildi. Bu yüzden geminin tesisleri buna uygun olarak inşa edilmişti.
Ve gerçekten de Theo kurtarılır kurtarılmaz ameliyathaneye gönderilmiş, böylece kalbinden sol koluna uzanan atardamardaki ciddi yaralanmaya rağmen, durum hayati tehlike yaratmadan tedavi edilebilmişti.
Ancak…
“Yani…Zamanında tedavi edilmişse ne olmuş? Yine de elini kaybetti, farkında mısın?” Raiden iç çekerek söyledi.
“…Üzgünüm.” Dustin başını öne eğdi.
“Böyle bir yaralanmadan dolayı muhtemelen askerlikten taburcu edilecek, değil mi?” Michihi mırıldandı.
“Terhis edilmeyi özellikle istemediğini varsayarsak, muhtemelen onu muharip olmayan bir pozisyona atayacaklardır.”
Onun sorusuna cevap veren Marcel oldu. Herkes bakışlarını ona dikti ve o da kimsenin gözlerine bakmadan yere bakıp konuşmaya devam etti.
“Biz özel görevlileriz ve ordu bizim eğitimimiz için para yatırdı. Dürüst olmak gerekirse, yeteri kadar personelleri yok, bu yüzden yeni özel subaylara daha sonra yüksek eğitim almaları şartıyla maaşlarını peşin ödüyorlar. Yani yaralanma bir subayın terhis edilmesi için yeterli bir sebep değil… Bir subay artık savaşamayacak kadar ağır bir yaralanma geçirse bile, ordu onun savaş dışı kalmasını önerecektir.”
Özel subay akademisinde meslektaşı olan Shin orada değildi, bu yüzden Marcel’in yaralanmasından haberdar olanlar sadece kulaktan dolma bilgilerle onun yaralanmadan önce bir Vánagandr pilotu olduğunu ve görev yerini kontrol subayı olarak değiştirdiğini biliyordu.
“Ayrıca, hayatını kazanmak için başka bir yolu olmadığı için orduda kalan pek çok özel subay var, bu yüzden işler gerçekten kötüye gitmedikçe istifa etmiyorlar. Ve, şey… Seksen Altı ile, şey… Şey, subay olarak size verdikleri eğitim ve gördüğünüz özel muamele arasında, ordu size çok para harcadı… Bu yüzden sizi o kadar kolay bırakacaklarını düşünemiyorum.”
“Ama…” diye tereddütle başladı Anju ama sonra konuşmamaya karar verdi. Dustin onun yerine, “O artık bir İşlemci olamaz,” dedi.
Hiçbir Seksen Altı, hatta bir İsim Taşıyıcı bile, çok ayaklı bir savaş aracını tek elle kullanmayı beceremezdi. Zırhlı silahlarla yapılan savaşlar, çoğu zaman ölümle yaşam arasındaki farkı belirleyen anlık tepkiler gerektiriyordu. İki el gerektiren pilotluk manevralarını tek elle idare etmek çok zordu. Özellikle de yüksek hareket kabiliyetine sahip savaşlar için özelleşmiş olan Reginleif ile.
Kopan elini tekrar yerine takamazlardı çünkü çoktan parçalanıp dalgaların arasına gömülmüştü…
“Peki ya bir protez…?” Raiden neredeyse son bir umuda tutunmuş gibi sordu.
Bernholdt kayıtsızca, “-Bunu soracağınızı tahmin etmiştim, bu yüzden Birleşik Krallık ve İttifak’tan bazı teknik görevlilere sordum,” dedi. “Ama her iki ulusun da Reginleif savaşına dayanabilecek kadar gelişmiş yapay uzuvları yok.”
Kuzeydeki ve güneydeki büyük ülkelerin her ikisi de son derece ileri teknolojiye sahipti. Birleşik Krallık Sirin teknolojisine dayalı yapay uzuvlara sahip olabilirdi ve İttifak da Stollenwurm’da kullanılan duyusal birleştirme teknolojisine sahipti.
“Birleşik Krallık’ın protezleri ağır zırhlı Barushka Matushkalarında kullanılmak üzere üretildi. Reginleif’i bir kenara bırakın, bir Vánagandr’da bile kullanılacak kadar duyarlı değiller. İttifak’ın protezleri daha çevik ve isabetli, ancak Stollenwurm’un pilot sistemi sıfırdan duyusal bağlantı üzerine inşa edildiğinden, teknoloji Reginleif ile uyumlu değil.”
“Kaptan Olivia teknolojinin yarattığı zihinsel gerginlikten de bahsetti,” diye ekledi Michihi. “İttifak vatandaşlarının çoğu askere alınıyor ve kendilerine sinir bağlama portları yerleştiriliyor, bu yüzden doğrudan kafalarına yapay bir uzvun operasyon portunun yerleştirilmesinden korkmuyorlar. Ancak Federasyon’dan gelenler ve bizler gibi yabancılar için, vücudumuza yabancı nesneler yerleştiriliyormuş gibi geliyor ve çoğu insan bunu yapmaktan korkuyor…”
“Ve o kadar ileri gitseniz bile, Reginleif’i sinir bağlama sistemiyle çalışacak şekilde modifiye etmek sırf Theo’nun hatırı için çok fazla sorun yaratır. Bu işin her iki tarafını da başarmak çok zor olurdu.”
“Cumhuriyet savaştan önce biyolojik teknolojiye ya da yarı-biyolojik teknolojiye falan sahip değil miydi?” Marcel endişeyle sordu. “Orijinali kadar iyi hareket edebilen bir protez falan üretebilirler mi?”
Savaştan önce Cumhuriyet, yapay malzemelerden biyolojik doku yetiştirme ve yeniden yaratma araştırmalarında uzmanlaşmıştı. RAID Aygıtında kullanılan yarı-sinir kristalleri bu araştırmanın bir sonucuydu.
Theo’nun bir Seksen Altı olarak Cumhuriyet tarafından yaratılmış bir şeyi kullanmak isteyip istemeyeceğini bir kenara bırakırsak, bunun da bir seçenek olabileceği aşikardı. Bakışların üzerinde olduğunu hisseden Dustin başını hafifçe salladı.
“Büyük çaplı saldırıdan önce olsaydı, belki bu mümkün olabilirdi… Ama artık değil…”
Cumhuriyet’in teknolojilerinin arkasındaki araştırmacı ve teknisyenlerin çoğu geniş çaplı saldırı sırasında yok edilmişti. Kayıtları tamamen kaybolmamıştı, yani bu teknolojiler eninde sonunda toparlanıp mükemmelleştirilebilirdi. Ama bu yakın gelecekte olmayacaktı.
“…”
Theo’ya yardım etmek için yapılabilecek her şey zaten yapılmıştı. Başka bir şey yapılamazdı ama bu durumu kabullenmeyi kolaylaştırmıyordu. Raiden sadece melankolik bir sessizliğe bürünebildi.
Brísingamen filosunun on sekiz üyesi savaş sırasında ölmüş ya da kaybolmuştu. Bazıları raylı topun kendini imha etmesine yakalanmış, diğerleri ise donanma kalesinin çöküşünden kaçamamış ya da yanan denize çakılmıştı. Sadece bir avuç kadarının öldüğü teyit edilebilmiş ve kalıntıları toplanmıştı. Geri kalanlara gelince, birliklerinin bir parçası bile okyanustan çıkarılamamıştı.
Bunlardan biri de filonun kaptan yardımcısı Shana’ydı.
“Düşmanı vurmak için en üst kata kadar tırmandığını ve bu yüzden kaçmayı başaramadığını söylüyorlar. Gerçi keskin nişancılıkta hiç iyi değildi…”
Shiden zamanında kurtarılan birkaç kişiden biriydi. Lena onu ziyarete geldi ve savaş gemilerinin kamaralarında sık sık olduğu gibi küçük ve sıkışık hissettiren hastane odasının girişinde ayakta kaldı. Shiden yatağında oturuyordu, vücudunun çeşitli yerlerine bandajlar sarılmıştı ve başını dizlerine gömmüştü. Kamaranın ışıkları kapalıydı ve beyaz çarşaflar dalgalar kadar karışıktı.
“…Sanırım gitmenin bir yolu da bu.”
Tepegöz okyanusa çakılmadan hemen önce Shiden’ın Shana’yla olan rezonansı bir daha asla bağlanmamak üzere kesildi.
“‘Çok soğuk’ dedi. Bunlar son sözleriydi… Muhtemelen kan kaybından öldü.”
“…Shiden,” diye mırıldandı Lena.
“Sanırım onunla tanışalı dört küsür yıl oldu. İlk başlarda sürekli kavga ediyorduk çünkü birbirimize katlanamıyorduk. Ama takım arkadaşlarımız teker teker ölmeye başlayınca, istesek de istemesek de zorunlu olarak geçinmeye başladık. Ve o son gün… Takım kaptanımızı gömdüğümüzde sadece ikimiz kalmıştık. Hatta o gün bile birbirimize ‘Sıradaki sensin’ gibi şeyler demiştik.”
Ve bu şekilde, tartışarak, kafa kafaya vererek ve savaş boyunca işbirliği yaparak, o kesin ölüm savaş alanından birlikte kurtuldular. Hatta büyük çaplı saldırıdan da kurtuldular ve Federasyon’un yardımıyla Seksen Altıncı Sektör’den birlikte çıktılar.
Her şeyi birlikte atlatmışlardı ama yine de…
Shiden kızıl, dalgalı saçlarını tuttu. “Eğer Seksen Altıncı Sektör’de… bildiğimiz savaş alanında ölmüş olsaydı, ait olduğu yere gittiğini düşünürdüm. Orası cennet mi cehennem mi bilmiyorum ama oraya gittiğini bilseydim içim rahat olurdu. Mezarı olmasa bile en azından arkasında bir ceset bırakmazdı. Kalıntılarına bir hayvan ulaşmış ve sonunda dünyaya geri dönmüş olsa bile… Bununla yaşayabilirim. Ama…”
Denizde ölenler, batanlar… Cesetleri asla su yüzüne çıkmaz. “Boğulanlara ne oluyor…? Aynı yere mi gidiyorlar? Benim gitme zamanım geldiğinde o da orada olacak mı? Yoksa o leviathanlar onu alıp götürdüler mi?”
O aptal, sinir bozucu… ve hayranlık uyandıran Azrail yerine mi aldılar?
Lena yavaşça gözlerini indirdi. Hayal etti. Hiçbir ışığın ulaşamadığı okyanusun karanlık derinliklerini. Shana’nın bedeninin basınçla dövülüp ezildiğini, akıntıyla birlikte sürüklendiğini ve korkunç, isimsiz yaratıkların evine bırakıldığını hayal etti.
Yüzeyde ölmüş olsaydı, kalıntıları parçalanacak, kana susamış hayvanlar tarafından tüketilecek, rüzgâr ve yağmur tarafından süpürülüp götürülecekti. Belki de o kadar farklı değildi.
“Eminim onunla orada tanışacaksın.”
Lena gizlice ona bir bakış attı. Shiden’ın gölgede kalmış kar gibi solgun sol gözü, soluk karanlıkta parlıyor gibiydi. Shiden kısa ve kendinden emin bir şekilde başını sallarken Lena’ya baktı.
Eğer aynı yerde ölürlerse, aynı yere giden yolu bulacaklardı. Eğer bu, Shiden ve Seksen Altı’nın Tanrı’ya ve cennete olan tüm inançlarını bir kenara bıraktıktan sonra inanabilecekleri bir şeyse, o zaman doğru olmalıydı.
“Çünkü ikiniz de Seksen Altı’sınız. Sen, Shana, tüm yoldaşların, aynı yerde dinleneceksiniz… Ben böyle düşünüyorum.”
…….
“…Şimdi o zaman. Yeni Lejyon birimi Yakamoz’un takibi ve Saldırı Birliği’nin bir sonraki operasyonuyla ilgili olarak.”
Seksen Altıncı Saldırı Birliği dört zırhlı tümenden oluşuyordu.
Her tümenin komutanı kendi grubundaki İşlemcileri denetliyordu. Şu anda Filo Ülkelerinde konuşlanmış olan 1. Zırhlı Tümenin komutanı Shin’di. Federasyon’un karargâh üssünde eğitimde olan 2. Zırhlı Tümen Siri tarafından komuta ediliyordu.
3’üncü Zırhlı Tümen ve komutanı şu anda üsse bağlı okulda izindeyken, 4. Zırhlı Tümen ve komutanı şu anda Wald İttifakı’nda bulunuyordu. Aralarındaki büyük mesafeye rağmen dört komutan iletişim hatları aracılığıyla bir araya geldi.
Serap Kulesi operasyonunda yaralananlardan sadece ağır yaralı olanlar askeri hastaneye kabul edilebilmişti. Nispeten hafif yaralananlar bunun yerine demirli Stella Maris’in tıbbi bloğunda gözaltında tutuluyordu.
Shin tıbbi bloktaki yataklardan birinde yatıyordu. Okyanusa düştüğünde yaralanmıştı ve belki de kan eksikliği veya dayanıklılığının genel olarak tükenmiş olması nedeniyle, ayağa kalkmaya çalışırken baş dönmesi nöbetleri geçiriyordu.
Derin nefes verdi. Siri, kendi yan masasındaki bilgi terminalinden aktarılan holo-pencerede kaşlarını çattı.
“Bundan önce… Nouzen, sen iyi misin? Yaran var tabii, bir de Rikka’nın durumu…”
“…Evet.” Shin iyi olduğunu söylemeyi düşündü ama tekrar düşündü ve başını salladı.
Elbette hiçbiri iyi değildi. Onunla birlikte Özel Keşif görevinden bile sağ çıkan yoldaşı Theo, savaş hatlarını terk etmek zorunda kalmıştı. Her ne kadar ölümden değil de yaralanmadan kaynaklansa da çok zordu… Kimse onlara hatırlatmasa bile sürekli zihinlerinde dönen bir acıydı bu. Katlanmak zorunda oldukları bir acıydı.
“Sanırım hepimiz bu olay yüzünden oldukça sarsıldık. Eğer aşırıya kaçan bir şey söylersem beni uyarmaktan çekinmeyin.”
“Nasıl hissettiğini biliyorum. Bunun olabileceğini bilseniz bile, buna alıştığınızı düşünseniz bile, bir arkadaşınızın bu şekilde aktif görevden ayrılması… acı veriyor.”
Siri ile aynı pencereyi paylaşan bir çocuk başını salladı. Koyu tenliydi ve ince bir yüzü vardı. Saçları kırmızımsı kahverengiydi ve gümüş çerçeveli gözlük takıyordu. Bu Canaan Nyuud’du, 3. Zırhlı Tümen’in komutanı ve ilk filosunun kaptanı: Uzun Yay filosu.
Bu Uzun Yay bölüğü, Seksen Altıncı Sektör’de Batı Cephesi’nin ilk savunma birliğiyle aynı adı taşıyordu. Bu çocuk o zamanlar filonun yüzbaşı yardımcısıydı; yüzbaşı büyük çaplı taarruzda hayatını kaybetmişti.
“Ve bu, uzun süredir birlikte olduğun bir yoldaşın olduğunda daha da kötü oluyor. Derinlerde bir yerde, her zaman her zor durumdan kurtulacaklarına kesin gözüyle bakıyorsunuz… Bu duyguyu biliyorum. Bizim için de aynı şey geçerli.”
Bu sözler diğer ikisinden ayrı bir holo-pencerede bulunan biri tarafından söylendi -Uzun kızıl saçları örgü şeklinde bağlanmış bir kız. Suiu Tohkanya, 4. Zırhlı Tümen’in komutanı ve ilk filosu olan Balyoz filosunun kaptanı.
Seksen Altıncı Sektör’ün kuzey cephesindeki ilk savunma birliği olan orijinal Balyoz bölüğü, büyük çaplı taarruz sırasında yüzbaşısı hariç tamamen yok edilmişti. Bu nedenle, ikinci koğuştan sorumlu olan Suiu ve filosu, onların adını miras aldı.
“Bu yüzden bu konferanstan önce dinlenmen için sana daha fazla zaman vermek istedim.” Siri iç çekti. “Ama böyle zamanlarda Federasyon ordusu nazik, sabırlı yetişkinler gibi davranmayı sürdüremiyor.”
“Benim için sorun değil. Hem bu konferans hem de genel olarak operasyona karar vermek için zaman sıkıntısı çekiyorlar.”
Saldırı Birliği Yakamoz’un konumunu daha bu sabah öğrenmişti. Filo Ülkelerine çekilen telgraf hemen Federasyonla paylaşılsa bile, henüz bir gün bile geçmemişti.
“Sanırım kodamanlar çok fena panik içinde. Raylı tüfek Cumhuriyet’in duvarlarını parçaladı ve bir günde dört Federasyon üssünü yok etti ve şimdi geri döndü. Onları suçlayabileceğimizi sanmıyorum.”
“Şimdilik bu olağanüstü hal hakkında bildiklerimizi karşılaştıralım ve ayarlayalım… Filo Ülkelerinin raporu Yakamoz’un ağır hasar aldığını, su altından kaçtığını ve o zamandan beri nerede olduğunun bilinmediğini söylüyor. Süper gemi onu takip edemedi ve Filo Ülkelerinin karasularındaki sabit sonar da onu tespit edemedi. Muhtemelen açık denize de kaçmamıştır, çünkü orası leviathanların alanı. Bu da açık deniz ile biz insanların sahip olduğu karasuları arasındaki sınırlar boyunca hareket ettiği anlamına geliyor. Değil mi?”
“Evet… Filo Ülkeleri onu aramak için Stella Maris yerine savaş gemileri gönderdi. Ama… ses imzaları savaş sırasında kaydedildi. Koşullar bu şekilde sıralandığında, oldukça uzaklaşmış olsa bile onu tespit edebilmeleri gerekir. Ama onu henüz bulamadılar.”
Shin acı acı kaşlarını çattı.
“Keşke hareketlerini izleyebilseydim… Üzgünüm. Ameliyattan sonra hareket edemedim.”
Theo da dahil olmak üzere diğer kazazedelerin toplanıp tedavi için getirildiğini duyduğunda, bilincini koruyan gerilim muhtemelen tükenmişti. Her şey aniden karardı ve anıları orada sona erdi. Kendine geldiğinde bir hastane yatağındaydı ve Yakamoz’un sesi uzaklarda kaybolmuştu.
“Ne kadar kötü yaralandığını duydum. Kimse seni suçlamıyor. Aksine, köprüye o halde gittiğin için aklını kaçırmışsın.”
“Ameliyat sırasında yaralandın, yani yaralandıktan hemen sonra muhtemelen kendi başına yürüyemezdin. Kendi ayaklarının üzerinde bile duramıyorsan yatakta kalmalıydın.”
“Komutan olarak sen böyle çılgınca şeyler yapınca, astların da sana ayak uydurmak için çılgınca hareketler yapmak zorunda kalıyor. Bunun herkes için sorun yarattığını bilmelisin.”
“…”
Shin sessizliğe gömüldü, inlemekten başka bir şey yapmadı. Bu sefer kasıtlı olarak çılgınca bir şey yapmamıştı. Siri burnundan uzun, kızgın bir nefes çekti.
“Her neyse, Yakamoz’a geri dönelim. Biraz hüsnükuruntu yapmamıza izin verilirse, belki de savaştan sonra batmış ve ölmüştür.”
Canaan, Siri’nin sözünü keserek, “Öyle olmadığı çok açık,” dedi. “Büyük ihtimalle Nouzen’in duyabileceği menzilden çıktı.”
Siri’nin yüz ifadesi daha da hoşnutsuzlaştı. Canaan onu görmezden gelerek orta parmağıyla gözlüğünü düzeltti.
“Ama yine de böğründeki o devasa boşlukla kıtanın kuzeyine, doğusuna ya da batısına hareket etmesi pek mümkün değil. Lejyon’un zaten o kadar uzakta üsleri olmazdı. Tamire ihtiyacı olacak ve cephanesini de yenilemesi gerekecek. Nükleer reaktörü sayesinde muhtemelen güç üretmek için yardıma ihtiyacı olmayacaktır.”
“Bu da bir yerlerde bir Kraliçe Arı ve bir Amiral bulması gerektiği anlamına geliyor. Ancak Serap Kulesi dışında, başka hiçbir ülke Lejyon’un deniz üslerinden herhangi birini tespit ettiğini bildirmedi.”
İsmail’in Shin’e söylediklerine göre, okyanusun diğer bölgeleri, yani kıtanın kuzey kıyıları su üzerinde deniz üsleri inşa etmeye pek uygun değildi. Deniz tabanına olan uzaklık ve Leviathanların bölgeleri, bu bölgelerde Serap Kulesi ile aynı seviyede bir üs kurmayı zorlaştırıyordu.
“Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Yakamoz kıtanın kuzey kıyılarında bir yerde saklanıyor olmalı. Ve orada uygun büyüklükte ve ölçekte bir Lejyon üretim üssü olmalı. Dolayısıyla Saldırı Birliği’nin bir sonraki görevi Yakamoz’u takip etmek ve aynı zamanda birden fazla üretim üssüne eşzamanlı bir saldırı düzenlemektir.”
“Amacımız Yakamoz’u yok etmek ve istihbarat toplamak. Ayrıca Kraliçe Arı üretim parçalarını, özellikle de kontrol çekirdeklerini ele geçirmeye öncelik vermemiz söylendi.”
Lejyon insan konuşması kullanmıyordu ve Mayıs Sineği bölgelerini kapladığı için, iletim kullanmıyor ya da dış ilişkilere veya ticarete girmiyorlardı. Onlar hakkında istihbarat toplamanın tek yolu, hareketlerini gerçek zamanlı olarak gözlemlemek dışında, bir üretim üssünün komuta çekirdeğini ele geçirmek ve üretim hatları ve diğer konular hakkında bilgi almaktı.
“Lejyon’a baskın düzenleyeceğiz, böylece savunma pozisyonu almaya vakitleri olmayacak, bu da Serap Kulesi’nde konuşlandırmaktan vazgeçmek zorunda kaldığımız yeni ekipmanı nihayet kullanacağımız anlamına geliyor. Hayalet Sürücü.”
Hayalet Sürücü – Reginleif’in yeni silahı. Kullanıma sokmak istenilmiş ancak son operasyonda süper gemiye yerleştirilmesi çok zor görülmüştü. Sonuçta, Serap Kulesi’nin kendisine sürpriz bir baskın düzenleme olasılığı, operasyonun doğası göz önüne alındığında sıfıra yakındı ve bu nedenle bu yeni ekipmanın uygulanması ertelendi.
Bunun da ötesinde, Filo Ülkelerindeki operasyon tamamlandığında, sadece Shin’in 1. Zırhlı Tümeni bu ekipmanı kullanma konusunda etkin bir şekilde eğitilmişti. Bu yeni silahı şimdi tek bir üs üzerinden Lejyon’a ifşa etmeyi göze alamazlardı.
Canaan, “Bu kez Siri’nin grubu uygun eğitimi aldı ve benim 3. Zırhlı Tümenim de katılacak,” dedi. “Aynı anda en az üç bölgeye saldırabileceğiz… Eğitimimizi mümkün olan en kısa sürede tamamladık ve deneme sürecimize girdik. Albay Grethe ve taktik komutanımız bunu pek hoş karşılamadılar ama artık alıştık. Ne de olsa Seksen Altı’yız.”
Seksen Altıncı Sektör’de onlara tek bir gün bile tatil verilmemişti ancak buna rağmen yıllarca süren savaşlardan sağ çıkmayı başarmışlardı. Sadece dinlenmeden savaş yeteneklerini yeniden eğitebilenlerin bu ortamda hayatta kalmasına izin verilmişti.
Suiu, “4. Zırhlı Tümen izinde olacak ve yedek kuvvet olarak karargâhta kalacak, ancak iznimizden ziyade eğitime öncelik vereceğiz,” dedi. “Burada Lejyon’la karşı karşıyayız; neler olabileceğini asla tahmin edemeyiz. Hayalet Sürcü’de bir an önce ustalaşmamız gerekiyor.”
“…Ve siz bu konuyu açmak zorunda kaldığınız için Albay Grethe ölüm perisi gibi çığlık atıyor… Savaş biter bitmez, eğitimimizi tamamlayıp tüm zorunlu derslerimizi bitirene kadar hiçbirimizin terhis edilmeyeceğini söylüyor.”
O konuşurken Siri’nin gözleri dalgındı. Görünüşe göre, İttifak’ta görev yaptığı için Suiu’nun yerine Canaan’la birlikte azarlanmıştı.
“…Şey, evet…” dedi Suiu, dudaklarında ince, ironik bir gülümsemeyle. “Albay’ın… Federasyon ‘un böyle düşünmesini takdir ediyorum. Önemli olan tek şey savaşmak değil.”
“Dürüst olmak gerekirse, bizi okula gönderdiklerinden beri, geride bıraktığımız tüm zorunlu dersleri bitirene kadar devam etmek istiyorum,” dedi Canaan. “O kadar uzun zaman oldu ki unutmuşum ama öğrenci olmak eğlenceli.”
“Federasyon’a geldikten sonra bile savaşın gerçekten bitip bitmeyeceğinden şüphe duyuyordum. Ama sanırım sonsuza kadar devam etme olasılığını düşünmeye devam edemeyiz.”
Son altı ay boyunca, Saldırı Birliği Federasyon’un cephelerine sınırı olan ülkelere gönderilmişti. Shin ve 1. Zırhlı Tümen’in Birleşik Krallık’ta Sirinler ve Filo Ülkelerinde Açık Deniz klanlarıyla karşılaştığı gibi, Siri, Canaan ve Suiu da kendi görevleri sırasında pek çok deneyim yaşamıştı.
İnsan kötülüğü ile Lejyon ordusu arasında sıkışıp kaldıkları Seksen Altıncı Sektör’de kendileri için imkânsız olabilecek pek çok deneyim yaşamışlardı.
Shin biraz zoraki bir gülümsemeyle, “Biz komutanların müfredatımızı yetiştirmesi biraz zaman alacak,” dedi.
“Şaka yapmıyorum…”
“Her zaman söyleyecek en kötü şeyi buluyorsun, değil mi?”
“Şimdilik bu konuyu kapatalım. Savaş bittiğinde bu konuda istediğimiz kadar şikayet edebiliriz.”
Dört komutanın yanı sıra takım kaptanları ve teğmenlerinin de normal müfredata ek olarak özel subay müfredatını tamamlamaları bekleniyordu ve hiçbiri birincisini doğru düzgün bitirmemişti.
Canaan’ın gözleri gözlüklerinin arkasında tuhaf bir şekilde dalgalanırken, eldeki konuya dönmelerini önerdi.
“Üçten fazla üssü ele geçirmeye hazırlandığımız için Federasyon birkaç birlik daha göndermeyi planlıyor. Ancak Federasyon ordusunun çıkarabileceği yedek kuvvetleri olmadığı için, büyük soyluların özel ordularına el konulacak ve operasyona dahil edilecek. Bu da on alaydan daha az bir sayıya denk geliyor ama hepsini bu operasyon için getirecekler.”
Bu, Shin’in ordunun üst rütbelilerinin gerçekten de ipin ucunda olduğunu fark etmesini sağladı. Federasyon’un ordusu artık cepheden saldırılarla ilerleyemiyordu, Saldırı Birliği de bu yüzden kurulmuştu. Ama şimdi ordu dışında kuvvetlere el koymuşlar ve onları istihbarat toplamak için bir birlikle beraber getiriyorlardı.
Bu, ordunun üst düzey yöneticilerinin Yakamoz tarafından, daha doğrusu Lejyon’un niyetleri tarafından büyük bir tehdit altında hissettiklerini gösteriyordu. Ya da belki de akıllarında başka bir amaç vardı ve bunu Ykamoz’a karşı koyma hedefinin arkasına saklıyorlardı.
Özel birlikler talep etmek ve onları askeri bir birlik halinde toplamak – toplamı on alaydan az olsa bile – bir gün içinde yapılabilecek bir şey değildi. Bu, önceden yapmayı planladıkları bir şey olmalıydı.
Belki de bu, bir ay önce, Shin Lejyon’u durdurma olasılığını ortaya çıkardığında başlamıştı. Bu hedefin anahtarlarından biri gizli üs olduğundan, bu üssün ele geçirilmesinde Federasyon’un eksik kuvvetlerini desteklemek için özel orduları da dahil etmeyi düşünmüş olmaları muhtemeldi.
“Anlaşıldı. Peki 1. Zırhlı Tümen hangi üsse saldıracak?”
“Doğru, Filo Ülkeleri’nden sonra ziyaret etmen gereken ülkede, Nouzen. Noiryanaruse Kutsal Teokrasisi.”
Bu ulus, kıtanın uzak kuzeybatısında yer alan Aurata yerlisi ülkelerin lideri konumundaydı. Cumhuriyet’ten ve diğer birkaç küçük ülkeden daha uzakta olan yabancı bir ülkeydi. Cumhuriyet veya Federasyon ile sınırları paylaşmıyordu ve kültürü ile dili tamamen farklıydı.
Görünüşe göre Cumhuriyet ve uzak batıdaki küçük ülkelerin hepsi Lejyon Savaşı tarafından harap edilmişti. İki ay önce Birleşik Krallık, o bölgede bazı ulusların varlığını sürdürdüğünü doğrulayan bir ileti yakaladı. Görünüşe göre, Lejyon Savaşı’nın başlamasından bu yana geçen on bir yıl boyunca, düşman tarafından dört bir yandan kuşatılmış halde savaşmışlar. Uzak batının en kuzey ucunda yer alan Kutsal Teokrasi, boş sektör olarak bilinen bir yerde Lejyon’la savaşmış ve savaşmaya devam etmekteydi.
Boş sektör, Lejyon Savaşı başlamadan önce bile ıssız olan bir yarımadaydı. Bu amaçla, savaşın ilk aşamalarından beri orada birkaç büyük ölçekli üretim üssünün inşasına onay verilmişti.
Sonuç olarak, Teokrasi’nin savaştaki konumu oldukça istikrarsızdı. 1. Zırhlı Tümen’in Filo Ülkelerine gönderilmeden önce onlara yardım etmesi gerekiyordu. Yakamoz’un ortaya çıkışı oradaki hedeflerini biraz değiştirmişti ama yine de aynı yere gönderiliyorlardı.
Evet.
Shin gözlerini kıstı. Kıtanın batısının en kuzey ucundaki boş bölge. Shin köprüde bilincini kaybetmeden önce Yakamoz’un batıya yöneldiğini duyabilmişti.
“1. Zırhlı Tümenin batıya, Yakamoz’un büyük olasılıkla gitmiş olduğu yere gitmesine karar verildi… Umarım intikamınızı alma şansınız olur.”
******
“-Bunun farkında olduğundan eminim ama Teokrasi’ye yapılan sevkiyata katılmana izin veremeyiz, Vika. Ulusal savunmamızla ilgili bilgilerin sızmasına karşı dikkatli olmalıyız, tıpkı senin sevimli küçük kuşların gibi.”
Taktik komutanı olarak Lena ve operasyon komutanı olarak Shin’in yerini alan Raiden nasıl operasyonun sonucuyla meşgulse, Vika’nın da Birleşik Krallık prensi ve gönderilmiş bir subay olarak kendi görevleri vardı. Serap Kulesi operasyonunun ayrıntılarını rapor etmiş ve Yakamoz’un izini sürmek için yardım çağrısında bulunmuştu.
Bu konudaki soruşturmaları tamamlayan ağabeyi, Vika’nın başını sallayarak yanıtladığı bu uyarıyı da ekledi. Filo Ülkeleri’nin liman kentlerinden birinde, konuşlandıkları üsteki odasındaydı.
Noiryanaruse Kutsal Teokrasisi. Çılgın ülke, Noiryanaruse.
“Biliyorum, Zafar Kardeş. O ülkenin değerleri bizimkilerle çok fazla çatışıyor, öyle ki biz bile ona deli ülke diyoruz. Ahlaka en ufak saygısı olmayan bir ülke, dost bir ulus olarak güvenebileceğimiz bir ülke değil. Federasyon’un Duyusal Rezonans ya da Nouzen’in yeteneği ile ilgili herhangi bir ayrıntıyı ifşa etmeye niyeti olmadığına inanıyorum.”
“Ben de öyle düşünmüştüm… Evet, seni bu konuda da uyarmalıyım. Sadece tedbirli olmak için.”
“Ben zaten biliyorum. Seksen Altı’ya Teokrasi’ye deli bir ülke denmesinin nedenini söylemeyeceğim.”
Zafar zarif bir şekilde gülümsedi, sanki “ Çok iyi” der gibiydi.
“Bu iznini Federasyon’un generalleriyle bilgi alışverişinde bulunmak için kullanmayı denersen memnun olurum. Çok yerinde bir şekilde ifade ettiğin gibi, Serap Kulesi ve Yakamoz bana tuhaf geliyor. Oh, yapraklardan bahsetmişken…”
Ağabeyi, veliaht prens, gelişigüzel konuşuyordu, bu yüzden Vika küçük ve sıradan bir şey için azarlanmaya hazırdı ve tetikte değildi. Hal böyle olunca.
“…Saldırı Birliği’nin İttifak’tan ayrılmasından bu yana benden sakladığın bir şey var. Değil mi?”
…bu Vika’yı tamamen şaşırttı. O bile bu söz karşısında irkildi. Ama yüz ifadesini hiç değiştirmedi, hatta kendinden o kadar emindi ki, kaşlarını bile çatmadı.
“Tabii ki hayır. Senden asla bir şey saklamam, Zafar Kardeş.”
Lejyon ikinci bir büyük çaplı saldırıya hazırlanıyor ve kendilerini değiştirip geliştirmeye çalışıyorlardı.
Vika, babası krala ve veliaht prens Zafar’a Zelene’nin kendilerine verdiği tüm bilginin bu olduğunu söyledi. Onlara Lejyon’un tamamını kapatma yönteminden bahsetmedi çünkü bu yöntem gerçekçi olarak kullanılamazdı ve bu bilgiyi paylaşmak Federasyon’un kıtadaki diğer uluslar arasındaki konumunu gereksiz yere etkileyecekti.
Zafar’in gülümsemesi değişmedi.
“Anlıyorum. Demek sonunda sahip olmadığın bu sırları saklamayı öğrendin… benden bile.”
“…Zafar Kardeş.”
“Şükürler olsun. En azından Seksen Altı ile iyi geçiniyor gibisin.”
Yine de Zafar ona son derece mutlu bir ifadeyle baktı.
“Çocukların ebeveynlerine ve büyük kardeşlerine isyan etmesi ve arkadaşlarıyla verdikleri sözlere öncelik vermeye başlaması bir büyüme işaretidir… Bu durumda benden saklayacağın bir sırrın olmadığını varsayıyorum.”
Değerli küçük kardeşine duyduğu saygıdan dolayı bunu görmezden gelecekti.
“Eğer savaş biterse, Federasyon’un üniversitelerinden birinde okumaya ne dersin? Ne de olsa bu savaş boyunca neredeyse hiç okula gitmedin. Bence savaş bittikten sonra öğrenci hayatının tadını çıkarman iyi olur.”
Vika’nın dudaklarında belli belirsiz, acı bir gülümseme belirdi. Bu sadece babasına ve en büyük kardeşine gösterdiği bir ifadeydi…
Olgunlaştığımı söylüyorsun Zafar Kardeş, ama yine de bana çocukmuşum gibi davranmaya devam ediyorsun.
“Sen ve babam izin verirseniz.”
Savaş nihayet sona erdiğinde… Shin ve Seksen Altı’nın geri kalanı ne yapacaktı? Bu soru ilgiden çok meraktan aklından geçti. Birleşik Krallık’a ilk geldiklerinde bu soruya verecek bir cevapları yoktu ama ya şimdi?
Theo artık yoldaşlarıyla aynı sıfatla savaş alanında bulunamayacağına göre ne diyecekti?
İletisini sonlandıran Vika terminalini kapattı ve tek kelime etmeden konuşmasının bitmesini bekleyen figürle yüzleşmek için döndü.
“…Sana daha kaç kez dışarı çıkıp kendini kırdırmamanı söylemem gerekiyor?”
“Utancım sınır tanımıyor…”
Sonunda yeniden aktif hale gelen Lerche bir kez daha vücudunun yaklaşık yarısını kaybetmişti. Bu kez yatay olarak parçalanmak yerine, gövdesinin yaklaşık yarısı diyagonal bir açıyla kaybolmuştu. Soğutma ve güç sistemleri korkunç bir bakımsızlık içindeydi. Genç bir kadınınkine benzetilen yüzünün derisinin bir kısmı soyulmuştu. Balıklar tarafından didiklenmiş, boğulmuş bir cesede benziyordu.
Onu baştan aşağı süzen Vika iç geçirdi. Bu kadar hasarı düzeltmek zaman alacaktı.
“Şimdi Federasyon’a döndüğümde ilgilenmem gereken şeyler var ve duyduğun gibi bir sonraki sevkiyata katılmayacağım, yani zamanım var. Ancak bunu çok fazla harcamadığından emin ol.”
“Majesteleri, benden sonra Yakamoz’a ne oldu-?”
“Ona ağır bir darbe indirdik ama kaçtı. Bunu bilmediğine göre, muhtemelen Nouzen’in savaştan sağ çıktığını da bilmiyorsundur. Hayatta kalanların ve ölenlerin listesini de bilmediğini tahmin ediyorum.”
“Anlıyorum. Yani Bay Azrail hayatta kalmış. Bunu bilmek güzel. Peki ya Bay Yuuto? Bay Kurtadam? Hanımefendi Kar Cadısı? Tepegöz Prenses… ve ayakta kalan son kişi olan Bay Tilki?”
Vika soğuk bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. Her bir üyenin durumunu gözden geçirecek kadar boş vakti yoktu ve Shin ve Lena’nın aksine, her bir üyeyi de o kadar iyi tanımıyordu.
“Şimdilik Nouzen, Shuga, Emma ve Kukumila’nın önünde Rikka’nın adını anma.”
“Bu demektir ki…?”
“O ölmedi ama sağ salim de çıkmadı. Detayları ve diğer kayıpları bir rapor haline getirip sana göndereceğim, daha sonra kendin kontrol edersin.”
Lerche kederli bir şekilde iç çekti. Sirinler nefes almıyordu ama Vika onların duygularını bu şekilde ifade etmelerini sağlıyordu.
“Anlıyorum. Bu… Eminim Bay Azrail büyük bir ıstırap hissediyordur…”
“Bu sefer şaşırtıcı derecede çok sayıda kayıp verdik. Nouzen de dahil olmak üzere herkes bu konuda oldukça üzgün.”
“Olması gerektiği gibi… Bay Azrail, Bay Kurtadam, Hanımefendi Kar Cadısı ve Hanımefendi Silahşör’ün önünde bu konudan bahsedilmemeli.” Sonra Lerche çekingen bir tavırla ekledi: “Majesteleri, umarım benim alınmama herhangi bir şekilde öncelik verilmemiştir ve bunun sonucunda kimse hayatını kaybetmemiştir…?”
Vika bu soru karşısında kaşlarını kaldırdı. Böyle bir şey Lerche gibi bir Sirin’i rahatsız ederdi.
“Hayır, o yüzden bu konuda endişelenmene gerek yok.”
Kendi kişisel duyguları uğruna önce hangi kurbanların kurtarılacağının sırasını değiştirmek, bir lider olarak konumunu utandırırdı. Kendisinin ve hatta Sirinlerin bu konuda ne hissettiğinden bağımsız olarak, Frederica ve Filo Ülkelerinin kurtarma ekipleri Sirinleri öncelik sıralamasının en altına yerleştirmişti. Lerche’nin bu süreçte kurtarılmış olması tesadüften ibaretti.
“Seninle aynı noktada başka biri daha kaza yaptı ve seni de yanlarına aldılar. Sanırım Yıldırım filosundan Saki ya da onun gibi biriydi. Onları görürsen teşekkür ettiğinden emin ol. İkinizin birlikte oldukça ağır olduğunu tahmin ediyorum.”
Görünüşe göre bu Saki denen kişi hızlı ateş eden bir silahla yakın mesafeden vurulmuştu. Havaya uçmuş ve Yakamoz’dan yuvarlanmıştı. Kurtarılmayı beklerken Lerche’nin Chaika’sı da gemiden düşmüş.
Saki bir şekilde Chaika’nın kokpitini batmadan önce zorla açmış ve Lerche’nin kalıntılarını dışarı çıkarmıştı. Kurtarma botu onu alırken bile kimse Lerche’nin bir Sirin olduğunu fark etmemiş gibiydi. Vika, haberi duymadan önce Lerche’nin sonsuza dek kaybolduğu gerçeğini kabullenmişti…
Oh, evet.
Pencereden dışarıya kayıtsız bir bakış atarak ekledi:
“Bunu söylemeyi unutmuştum ama dönmekle iyi ettin… Bu kadarını kabul ediyorum.”
Göz ucuyla Lerche’nin dudaklarını küçük bir gülümsemeyle kıvırdığını gördü.
“Sana minnettarım.”
….
“…Hmm. Beni yanlış anlama, tamam mı? Bunda kötü bir şey olduğunu söylemiyorum ya da neden hala hayatta olduğunu sormuyorum. Geldiğin için gerçekten çok mutluyum ama…”
Yaralı askerler hastanenin yatan hastaları için ayrılmış geniş bir odaya yerleştirilmişti. Bina eskiydi ama oldukça temizdi. Yuvarlak bir sandalyeye oturan Rito, dalgın ve duygusal bakışlarını yatakta sakince uzanan figüre dikti.
“Sağ salim çıkmana şaşırdım Yuuto.”
“Bende senin için şaşırdım.”
Sağ salim demek, Yuuto’nun durumunu bağlamından kopararak gören biri için pek de doğru olmazdı. Yuuto başını salladı, bandajlarla sarılmıştı ve uzuvları plastik alçılarla kaplıydı. Ciddi çürükleri ve göğüs kafesi de dahil olmak üzere birkaç kırık kemiği vardı, bu da akciğerinin çökmesine neden olmuştu -ki bu da dışarıdan görülebiliyordu.
Ancak tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda bile, teçhizatının 800 mm uzunluğunda ve yüzlerce ton ağırlığındaki bir taret tarafından parçalandığı düşünüldüğünde, hayatta olması mucizeden başka bir şey değildi. Sanki onun yerine darbe almış gibi, Juggernaut’u tamir edilemeyecek kadar hasar görmüştü.
“Kaburgalarının iki taraftan kırılması ve ciğerlerinden birinde delik olması cehennem gibi bir şey,” dedi Yuuto, sesi her zamanki gibi düzdü ve hiç de o acıyı çağrıştırmıyordu. “Nefes almak acı veriyor ama bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Hayatta kaldığım gerçeğine lanet ediyorum.”
“Konuşmak da mı acıtıyor?” Rito özür dileyerek sordu. “Belki de daha sonra gelmeliydim.”
“Hayır, senin etrafta olman iyi bir şey. Konuşacak birinin olması dikkat dağıtıyor ve sen ne zaman susacağını bilmiyorsun.”
“Bu bir hakaret gibi geldi,” dedi Rito suratını asarak, ama buna gerçekten gücenmiş gibi görünmüyordu.
Yuuto her zaman suskundu ama bugün garip bir şekilde konuşkandı. Muhtemelen acısını dindirmek için gerçekten bir şeylere ihtiyacı vardı. Ve…
“Hayatta olduğum için şanslıyım, bu yüzden şikayet etmemeyi tercih ederim. Dikkatimi dağıtacak bir şeylerin olması çok yardımcı oluyor.”
…ayrıca ölen yoldaşlarını kaybetmenin duygusal acısını da aklından çıkarması gerekiyordu. Yuuto’nun Yıldırım filosunun pek çok üyesi, özellikle de öncüler ya ölmüş ya da kaybolmuştu. Shiden ve Brísingamen filosu gibi, onların filolarının da bir sonraki operasyona kadar dağılması ve yeniden organize edilmesi gerekecekti. Ancak Yuuto’nun bunun için zamanında iyileşmesi pek olası değildi.
“…Evet. Ama bahse girerim nefes almak hala acı veriyordur, bu yüzden şimdilik sadece kulağına konuşacağım. Sen baygınken neler olduğunu anlatayım. Evet, Leviathan! Sanırım ona Musukura diyorlardı. İyileştiğinde bana nasıl bir şey olduğunu anlat!”
“…Üzgünüm, ortaya çıktığında suyun altında baygındım.”
“Oh doğru. O zaman… Sanırım bunu Kaptan Nouzen’e soramam ama prense sorabilirim! Ama sanırım konuşmak için çok sıkıcı olduğunu düşünecektir ya da kendi tarzında tuhaf bir izlenim bırakacaktır… Muhtemelen lezzetli göründüğünü falan söyleyecektir. Prensin bu tür bir yorum yaptığını hayal edebiliyorum. Sanırım bunu daha sonra kaptana sormam gerekecek!”
“…”
Gerçekten, ne zaman susması gerektiğini bilmiyor. Ya da daha çok o kadar heyecanlı ki, sonunda raydan çıkıyor. Ve böyle zamanlarda… tam da doktorun istediği şey oluyor.
Rito, diğer Seksen Altı’nın çoğunun üzerinde dolaşan ölüm gölgesine sahip değildi. Her zaman ertesi gün hakkında konuşabilirdi, hem de hiç umursamadan. Her zaman yarını görecek kadar yaşayacağından emin bir şekilde yoluna devam ediyordu.
Ben de hayatta kalanlardanım… Seksen Altıncı Sektör’de, geniş çaplı saldırıda hayatta kaldım… Serap Kulesi’nde ölüme doğru tırmanırken bile hayatta kaldım. Hayatta kaldım. Ben hayattayım. Belki de gelecek hakkında düşünme ayrıcalığını kazandım.
Operasyon başlamadan öncesini düşündü; kendisine deniz fenerinden ufuk manzarasını gösteren anti-Leviathan gemisinin kaptanını. Bir daha geri dönmemek üzere yem olarak dalgaların ötesine yelken açmadan sadece birkaç gün önce onu tekrar ziyaret etmesini söyleyen oydu.
Aklı, onlara gençken leviathan iskeletini nasıl gördüğünü anlatan Shin’e gitti. Bu, Yuuto’ya taş suratlı Azrail’in bile bir zamanlar sevimli bir yanı olduğunu gösteren aptalca, iç açıcı bir konuşmaydı.
Yani belki şimdi her şey yolundaydı. Belki şimdi Yuuto, Seksen Altıncı Sektör’de bir kenara atmak zorunda kaldığı çocukluğunun çocukça ve önemsiz hayallerini de yeniden canlandırabilirdi.
“…O halde ben de sana bir şey sorayım.”
Rito merakla ona baktı. Yuuto, bu hareketi yapmak için büyük çaba sarf etmesine rağmen küçük bir omuz silkme hareketi yaptı.
“Leviathan iskeleti hakkında… Bir dahaki sefere kendim görmek isterim.” Bir dahaki sefere oraya basit bir turist olarak gidecekti. Savaş sona erdiğinde…
Tıpkı kaptanın ona söylediği gibi. Ona bıraktığı son dileği gibi.
“Ve ne olursa olsun… bir mürettebat üyesi bana bazı leviathan türlerinin tadının gerçekten güzel olduğunu söyledi. Taze olanları küçük parçalara ayırıp balıkla pişirip yiyorlarmış.”
“…Bu şeyleri gerçekten yiyorlar mı…?”
“Şey, onlar teknik olarak hayvan… Yani, Sanırım…?”
Evet, lazer atan hayvanlar…
“…Hayvan sayılıyorlar, değil mi?”
“Ben nereden bileyim, Yuuto!”
……
Kurena, okyanus gelgitlerinin ağır makinelerin sesini bastıran gürültüsünü duyunca Stella Maris’in limana vardığını fark etti. Juggernaut’unun sistemi bekleme modundaydı. Ancak önünde aniden bir sanal pencere belirdiğinde, Sliahşör’ün kokpitinde çömelmiş olan Kurena ağır ağır başını kaldırdı.
Pencereyi kontrol ederken Frederica’nın Silahşör’ün yanında durduğunu gördü.
“-Ne?”
Kurena ünitenin kanopisini açma zahmetine girmedi, bunun yerine soruyu harici hoparlörden kısık sesle sordu. Onun gür sesini duyan Frederica donup kaldı.
“…Sadece İşlemcilerin yola çıkma vakti neredeyse geldi. Ondan önce bir şeyler yemeye ne dersin? Neredeyse yarım gündür oradasın. Yemek yemeden bu kadar uzun süre kalmak sana pek iyi gelmeyecektir ve vücudunun dinlenmeye ihtiyacı var. Ve böylece-”
“Ben iyi olacağım.”
“Ama…”
“İyi olacağımı söyledim… Yani bir gün boyunca yemek yemedim, ne olmuş? Seksen Altıncı Sektör’de günlerimizi savaşarak geçirdiğimiz tonlarca zaman oldu. Federasyon’da da böyle şeyler oldu. Açlık beni öldürmeye yetseydi şu anda burada olmazdım.”
“Kenara çekil, bücür.”
Muhtemelen optik sensörünün kör noktasında başka biri duruyordu, çünkü o son sözler göremediği biri tarafından söylenmişti. Kısa bir süre sonra, kanopi o tetiklemeden yukarı kalktı. Birisi tüm Juggernaut’ların paylaştığı acil durum şifresini girmiş ve kanopinin dış kilit açma kolunu yukarı çekmişti.
Kurena refleks olarak önüne baktı, şimdi kendisiyle aynı çelik renkli askeri giysisini giymiş bir figürle göz göze gelmişti. Shiden ve Shana’nın Brísingamen filosundaki takım kaptanlarından biri olan Seksen Altı’lı bir kız. Mika.
“Geminin yemekhanesi yemek yemeye gelenlerin ve gelmeyenlerin kaydını tutuyor. Aşçıların her biri endişeli çünkü bir kız hiç gelmedi.”
Elindeki soğuk yemek tepsisini Kurena’ya doğru itti ama Kurena gözlerini kaçırdı.
Mika’nın kaşları çatıldı.
“Ayrıca -ve bu gerçeği fark etmemek için elinden geleni yaptığını biliyorum- limana yanaşalı çok oldu. Tüm yaralı askerler çoktan nakledildi ve Juggernaut’ları dışarı taşımaları gerekiyor. Tüm İşlemciler karaya çıkmaya hazırlanıyor, burada hastaneye kaldırılanlar hariç… Hecelememe gerek var mı? Orada oturup kara kara düşünmen onların işine engel oluyor. Peki ya sorgulama? Takımının iki kaptanı görevde değil ve Raiden’ın operasyon komutanı olması gerekiyor. Bu arada sen de yaralı bile değilken burada kaytarıyorsun.”
Kurena bakım ekibinden bazı tanıdık yüzlerin kısa bir mesafeden onlara baktığını görebiliyordu. Öncü filosunun diğer tüm Juggernaut’larının çoktan gemiden çıkarılmış olduğunu belki de çok geç fark etti. Muhtemelen onu düşündükleri için en sona bırakmışlardı.
Mika’nın söylediği gibi, Shin baygındı, Raiden onun yerini dolduruyordu ve Theo… alınır alınmaz aceleyle ameliyata götürülmüştü. Üçünün de gitmesi ve Kurena’nın kokpitte kalmasıyla, sorgulamayı yapabilecek en yüksek rütbeli subaylar Anju ve 4. Müfreze’nin kaptanıydı. Bunun ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyordu.
Suçluluk duygusunu üzerinden atmak istercesine Mika’ya dik dik baktı. Sanki ona mantıklı şeyler söylemeyi bırakmasını söylemek ister gibiydi.
“…Devam et, söyle. Bu benim başkalarına sorun çıkarmamla ilgili değil; sen sadece benden nefret ediyorsun. Hadi, söyle. Shana’nın ölümü benim hatamdı – söylemek istediğin bu, değil mi?!”
Mika aniden uzandı ve Kurena’yı üniformasının yakasından tutarak kendine yaklaştırdı.
“Söylememi istediğin şey bu,” dedi, neredeyse burunları birbirine değecek kadar yakındı, yeşil Aventura gözlerinin altın rengi irisleri donmuş bir öfkeyle parlıyordu. “Ama senin oyununu oynamayacağım… Shana savaştığı için öldü. Son nefesine kadar savaşmayı kendi seçti. Ve sen bunun sorumluluğunu alamazsın.”
Sadece kendine acıyarak yuvarlanabilmek için suçluluk duygunu yansıtıyorsun… Başkalarının seni suçlamasına izin vermek sana sadece kolay bir çıkış yolu sağlar. Bunun olmasına izin vermeyeceğim.

“Suç senin değil. Shin kaybolacak ya da Theo yaralanacak diye endişelendiğin için bir operasyonun ortasında savaşamamanda da değil. Tekrar söylüyorum Suçlu sen değildin…! Senin derdin ne?! Shin kurtuldu, Theo da öyle, kahretsin! Sizler kolay kurtuldunuz! Shana, Alto, Sanna, Hani ve Meryo’yu kaybettik! Hiçbiri geri gelmeyecek! Ama biz hâlâ hayattayız, o yüzden şimdi dizlerine sarılıp oturmanın sırası değil!”
Kurena’nın altın rengi gözbebekleri küçüldü. Benim oyunum mu? Ucuz mu atlattık…?! Mika’nın yakasına yapıştı ve hırladı.
“Sen buna ‘kolay kurtulmak’ mı diyorsun?! Bu nasıl kolay haaa?!”
Hem Theo hem de ben… Biz Seksen Altı, biz…!
“Sahip olduğumuz tek şey savaşmak. Ailelerimiz, evlerimiz ya da başka bir şeyimiz yok. Eğer bunu kaybedersek… Eğer artık savaşamazsak…”
Gurur, kimliklerinin son kalıntısı. Diğer her şey Cumhuriyet tarafından ellerinden alınmıştı ve ellerinde kalan tek şey savaşta dövülmüş, savaşla yoğrulmuş ve zor kazanılmış gururlarıydı.
Ve şimdi… o bile yok oluyordu.
“Peki bu da gittiyse… biz artık neyiz?!”
Bu soru hiçbir zaman zihninde uzun süre kalmamıştı ama şu anda gözlerinin içine bakıyordu. Bu gururdan mahrum kalmanın ve onun yokluğunda yaşamak zorunda kalmanın gerçekliği gözlerinin önüne seriliyordu. Seksen Altı olmaktan vazgeçmek zorunda kalacakları bir geleceğin hem kendisinin hem de Theo’nun başına gelebileceği gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Peki nasıl…?
“Nasıl sakin kalabilirim…?”
Kurena çocukça ve çok acınası bir inilti çıkararak Mika’yı itti ve koşmaya başladı. Mika onu ilk yakaladığında yemek tepsisini yere düşürmüştü. Yere bakıp ne yaptığını fark eden Mika arkasını döndüğünde Frederica’nın tepsiyi küçük ellerinde taşıdığını gördü. Görünüşe göre, Mika istemeden tepsiyi ittiğinde onu yakalamıştı.
“…Çok ileri gitmiş olabilirim,” diye mırıldandı Mika.
Kurena’yı azarladığı için en ufak bir suçluluk hissetmiyordu ama Theo bunu hak etmiyordu. Her ne kadar ölmediği için kolay kurtulduğunu söylemiş olsa da… bu onun için doğru değildi.
Seksen Altı için savaşamaz hale gelmek ölümden daha iyi bir şey değildi. Hatta daha da kötü olabilirdi. Ne de olsa, son nefesine kadar savaşmak Seksen Altı’nın gururuydu. Bunu kaybetmek, onları her şeyden çok tanımlayan tek şeyi kaybetmek demekti.
Yani evet, bu sonuca varmak insanın konuşmayı tamamen bırakmasına neden olabilirdi. Bir süre düşündükten sonra Mika, Kurena’ya karşı haddini aştığını fark etti.
“Hey, bücür, onun yerine bu yemeği sen yemek ister misin?”
“Kesinlikle hayır!”
…..
Mika’dan kaçar gibi hangardan dışarı koşan Kurena, bacaklarının onu doğal bir şekilde Stella Maris’in hastane bloğuna taşıdığını hissetti. Shin’e. Onun sesini duymak istiyordu. Yüzünü görmek istiyordu.
…Kurena.
Tıpkı Seksen Altıncı Sektör’de Kurena’nın beyaz domuzlara karşı duyduğu öfke ve kızgınlıkla tükendiği o eski günlerdeki gibi. Her zaman onun yanında olur, sakin ve dingin sesiyle onu sessizce yatıştırırdı.
Son dönemece girdiğinde Kurena olduğu yerde durdu. Gitmekte olduğu hastane odasının önünde zaten başka biri duruyordu. Bir Adularia’nın mavimsi gümüş buklelerine ve çarpıcı gümüş gözlere sahipti. İri yapılıydılar ve kollarında askeri bir papazın kol bandı vardı.
“Ah, Peder…”
Uzun boylu rahip iri, ayı gibi başını çevirip ona baktı. Raiden’dan daha uzun boyluydu, Daiya ve Kujo’yu bile cüce bırakıyordu. Kurena bir kıza göre ortalama bir boyda duruyordu ancak peder onun gözleriyle buluşmak için aşağıya bakmak zorunda kaldı. Bu…
…tıpkı Kurena ve ablasına tepeden bakan, onlarla ve ebeveynlerinin cesetleriyle alay eden Alba grubu gibiydi.
“…Ah.”
Hala onun üzerinde yükseldiklerini hissedebiliyordu. O zamanlar küçük ve gençti bu yüzden tüm yetişkinler ona dev gibi geliyordu. Ama Cumhuriyet’in adamları sadece normal devler gibi değil de efsanelerdeki zalim devler gibiydi. Donup kalmıştı, sahne zihninde canlanıyordu. Gecenin karanlığını yırtan namlu flaşları. Kan kokusuyla yoğunlaşan hava. Çıldırmış, şeytani kahkahalar ve gümüş parıltıları.
Kurena yüzündeki tüm kanın çekildiğini hissetti. Topuklarının üzerinde dönerek kaçtı.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.