Seksen Altı Cilt 08 Bölüm 04

BÖLÜM 4

Çevirmen: Kawaragi

 

 

 

“Bahsettiğimiz kişi sen olduğuna göre, muhtemelen komutan olarak “göreve öncelik vermenin” görevin olduğunu düşünmüşsündür, Milizé.”

Lena üslerindeki geçici ofisindeydi. İsmail’den açıklayabilecekleri en son savaş verilerini getirmesini istemişti ve şimdi bunları inceliyordu. İmparatorluk menekşesi gözleri şaşkınlıkla ona bakarken Vika iç çekti.

“Değişiklik olsun diye sahile gitmene kimse itiraz etmez. Benim gitmememin tek nedeni zaten yeterince deniz görmüş olmam. Benim için pek de alışılmadık bir şey değil.”

Her zamanki gibi Vika’nın emrinde olan Lerche, “Birleşik Krallık’ın en kuzey sınırlarının ötesinde, Don Felaketi sıradağlarını ve kuzey zirvelerini aşan uçsuz bucaksız bir deniz var,” diye ekledi. “Kışın tamamen buzla kaplanır. Oldukça güzel bir manzara.”

Shin ve diğerleri sahilde oynamaya gitmiş gibi görünüyordu, bu yüzden geride kalması sorun değildi.

“Hayır… Denizi daha dün gördüm ve zaten operasyon sırasında da bol bol göreceğim. Ama bir dahaki sefere gidip görmemin savaş sona erdiğinde olması gerektiğini düşünüyorum.”

Shin ona denizi göstermek istediğini söylemişti ve o da bu isteği kabul etmişti. Yani… Shin’in itiraf ettiği duygularına henüz cevap verememiş olsa da, en azından bu dileğe tutunmak istiyordu.

“Savaş bittiğinde okyanusu görmeye gideceğimizi söylemiştik. Ben de bu sözü tutmak istiyorum.”

Vika onunla alay ederken, yüzünü ona döndüğünde dudaklarındaki gülümseme kayboldu.

“Ama daha önemlisi, Vika. Sana sormam gereken bir şey var.”

İsmail’den geçen yılki büyük çaplı saldırının ardından Filo Ülkelerinin savaş durumunu kendisine göstermesini istemişti. Aradan bir yıldan az bir süre geçtiği için kesin sayılara sahip olmadıkları düşünülebilirse de, kayıpların sayısı savaşların ölçeğiyle uyuşmuyordu.

Birçoğu geride bırakılmış ve savaş alanında kayıp olarak kabul edilmişti. İşte buradaki savaşlar o kadar şiddetli ve kaos o kadar büyüktü. Ayrıca genellikle Lejyon için lojistik destek birimleri olarak kabul edilen Kırkayak’a dair daha fazla görgü tanığı raporu vardı. Grethe’ye sormuş, o da Federasyon’da benzer bir vaka olmadığını doğrulamıştı.

“Birleşik Krallık’ta durum nasıl? Size bahsettiği Lejyon’un taktiklerindeki değişikliği bana anlatabilir misiniz? Detaylı olarak.”

 

……

 

Arkadaşları görüş alanının kenarında neşeyle oynaşıyor olsalar da Theo düşüncelerine dalmış, bakışlarını dalgaların ötesine sabitlemişti.

Denize.

Yaklaşık bir yıl önce, bir gün onu görmek istediklerini söylemişlerdi. İşin tuhafı, bu aynı zamanda Morfo’yu kovaladıkları zamandı. Her ne kadar gerçekten görmek isteseler de, Morfo’ya yenilip ölme ihtimalleri olduğu için bu dileğin hiçbir zaman gerçekleşeceğini düşünmemişlerdi.

Bu yüzden bir kısmı, böyle bir dileğin gerçekleşmese bile sorun olmayacağını düşünüyordu. Burası daha çok bir tür belirsiz hedef gibiydi. Ve işte şimdi okyanusun dibindeydiler. Oraya çok kolay ulaşmışlardı. Neredeyse beklenmedik bir şekilde.

Elbette böyle bir hedefi koyarken Theo’nun aklına burası, kuzey denizi gelmemişti. Zaten “okyanus” hedefi daha önce hiç görmedikleri yerler için bir semboldü sadece. Belki de bu yüzden okyanusu ilk kez gördüğünde, hiçbir başarı hissetmedi. Heyecan olsun, umut olsun herhangi bir duygu hissetmiyordu.

Tek hissettiği bir boşluktu. Sanki bilincinin bir yerinde çok küçük ama yine de açık bir delik varmış gibi. Yolunu kaybetmiş ve öylece duruyormuş gibi hissediyordu. Sonuçta… onunla ilgili hiçbir şey değişmemişti. Hem de hiçbir şey.

Hiç ilerlemediğini, Seksen Altıncı Sektör’den ayrıldığından beri hiçbir şeyin değişmediğini düşünüyordu. Ama yine de buradaydı ve yeni yerler görüyordu. Her şey çok sonuçsuz hissettiriyordu. Hareketsiz kalsa bile, değişmeden kalsa bile, neyi arzulayacağını bilmese bile… yine de olayların akıntısına kapılacak ve yeni yerlere sürüklenecekti.

Birleşik Krallık ve İttifak’ta da durum böyleydi. Düşününce, Federasyon tarafından korunup Ernst’in malikânesine getirildiklerinden beri böyleydi. Gözlerinin önündeki deniz önceki güne göre daha iyi görünüyordu; güneş onu daha az siyah gösteriyordu. Ama koyu mavi hâlâ ona melankolik geliyordu ve soğuk rüzgârla pis kokusu bir şekilde sert ve alaycı hissettiriyordu.

Okyanusu ilk kez görüyor olmasına rağmen… ona hiçbir şekilde güzel gelmiyordu. Uzun zamandır ilk kez bunun farkına varmıştı. Seksen Altıncı Sektör’de içine işlemiş olan bir tür algıydı bu.

 

Bu dünyanın insanlara ihtiyacı yoktu.

 

 

Dünya kimsenin rahatlığını, duygularını ya da hislerini umursamıyordu. İnsanlar ölse bile yıldızlar gök kürede aynı şekilde parıldardı. Dünya insanlığa karşı o kadar kayıtsızdı ki neredeyse kötü niyetli gibi görünüyordu.

Ve sanki şu anda ona bu gerçek hatırlatılmış gibi hissediyordu. Olduğu yerde kalamayan Theo arkasını döndü ve şehre doğru yürümeye başladı.

 

……

 

“Savaş alanı dışındaki şehirlerin hep huzurlu olduğunu düşünürdüm ama…” diye mırıldandı Anju iç çekerek.

Kafeteryadaki bayanlardan biri ona bu üsse bağlı liman kentinde bir festivalin yaklaştığını söyledi. Festivalin adı Gemi Prensesi Festivali’ydi. Geçmişte, Filo Ülkelerinin şehirlerinin her birinin kendileriyle ilişkili bir gemisi vardı ve bu gemilerin başlarında Gemi Prensesi adı verilen kutsal bir ruhun bulunduğu söylenirdi. Yılda bir kez, şehirler bu ruhları tanrılaştırmak için bir festival ayini düzenlerdi.

Belediye binasının önünde sayısız çiçekle süslenmiş bir bakire heykeli duruyor ve bu da bir festival izlenimi veriyordu. Ancak… belediye binasının önündeki meydan öylesine bakımsız bir haldeydi ki, insan burayı Seksen Altıncı Sektör’den fırlamış bir yer sanabilirdi.

Toz bulutları, hasarlı binalar, kırık kaldırımlar ve yol kenarındaki solmuş ağaçlar. Yapılar bir şekilde işlevlerini sürdürüyordu, ancak insanlar onları onaracak boş zaman, enerji ve fonları çoktan kaybetmişti. Çocuklar, temiz olmalarına rağmen yamalı deliklerle dolu eski giysiler içinde koşuşturuyordu. Ve devam eden festivale rağmen, tezgahların hepsi ucuz, sentezlenmiş şekerlemeler satan yetersiz tezgahlardı.

Ama buna karşın, şehrin küçüklüğüne rağmen, vatandaşlar sokakları enerjik bir şekilde dolduruyor, meydanın ve yakındaki bir parkın yakınında kurulan prefabrik konutlardan dışarı akın ediyorlardı. Bunlar, cephe hattının son on yılda yavaş yavaş geri çekilmesi ve yavaş yavaş ev cephesine yaklaşması nedeniyle tahliye edilmek zorunda kalan mülteciler içindi.

Bu, Filo Ülkelerinin küçücük boyutlarına rağmen on yıl boyunca savaşmak için ödemek zorunda kaldıkları bedeldi.

“Sanırım Federasyon ve Birleşik Krallık istisnaydı… diğer ülkelerin hepsi sınırlarına ulaşmış durumda.”

Gerçek şu ki, savaşmaya devam edecek gücü çoktan kaybetmişlerdi ama yine de hayatta kalmak için mücadele ediyor, ellerinden geldiğince savaşıyorlardı. Ve bunun kaçınılmaz sonu, tüm güçlerini tamamen tükettiklerinde, sadece düşmanın altında ezilmek ve yok olmak olacaktı.

Bu gerçek şimdi tüm çıplaklığıyla önünde duruyordu.

Anju’nun yanında duran Michihi sessizce, “Ama hâlâ festival düzenliyorlar,” diye mırıldandı.

Bakire heykelini süslüyorlardı, her bir çiçek kendi başına mütevazı duruyordu ancak bir araya gelince ihtişamlı bir hal alımıştı. Muhtemelen kasaba halkının toplayabileceği çiçekler en fazla bu kadardı. Güldüler, tezahürat yaptılar, müşterileri çağırdılar ve bağırdılar. Ama sadece günlük ekmeklerini kazanmak bile yorucuydu. Şehrin durumu, Lejyon Savaşı’nın onları yok olmanın eşiğine ne kadar yaklaştırdığını açıkça gösteriyordu. Yine de dişlerini sıkıyor, kendilerini bu etnik festivalde gülümsemeye ve gülmeye zorluyorlardı.

Seksen Altı’lılar Cumhuriyet’te azınlıktaydı ve onların arasında bile kıtanın doğusundaki Orienta’lılar daha da nadirdi. Ve Michihi, bu soyun görünümünü taşıyarak konuştu.

“Festivaller hakkında pek bir şey bilmiyorum. Yani bunları bize aktaran kimse yoktu. Memleketimi hatırlamıyorum ve ailemin hepsi öldü. Bu yüzden bunları görmek beni yalnız hissettiriyor. Ama daha da ötesi, kıskanıyorum. Bu insanlar kendileri için o kadar önemli bir şeye sahipler ki, yapılması imkânsız derecede zor olsa bile bunu yapıyorlar. Ve ben… bunu kıskanıyorum.”

Değerli bir şey. İnsanın ne olursa olsun bağlanabileceği bir şey. İnsana şekil veren bir şey. Ve tek kimliği sonuna kadar savaşma dürtüsü olan Seksen Altı… bu değerli şeyden yoksundu.

 

…..

 

Theo kıyıdan ayrılıp şehre döndü ama sokakların koşuşturmacası içinde kendini rahat hissetmiyordu. Böylesine küçük bir kasabaya göre çok fazla insan vardı ve bunların çoğu tıpkı kendisi gibi Jade soyundan geliyordu. Jade’lerin de dahil olduğu Veridian ırkının anavatanı kıtanın güney kıyısıydı. Bir kısmı leviathanların peşine düşerek bu topraklara göç etmiş ve on bir Filo Ülkesinden yedisini kurmuştu.

Ancak tüm bunlara rağmen hiçbir yerde ne bir kan bağı ne de bir arkadaş bulabilmişti.

Bu festivali bilmiyordu.

Muhtemelen yoldaşlarından bazıları şu anda sahilde oynuyorlardı çünkü onlar da festivalin etrafında kendilerini rahat hissedemiyorlardı. Şehrin dışında olmayı tercih ediyorlardı. İnsanlık dünyasının dışında. İnsan olmayan başka bir şey tarafından yönetilen bir yer. Tıpkı Seksen Altıncı Sektör gibi.

Orada miras alınacak hiçbir şey yoktu. İlişki kuracakları kökleri yoktu. Orada, sırtlarını dayayacakları hiçbir şey olmadığı gerçeğinden rahatsız olmaları gerekmeyecekti. Kendilerinden ve yoldaşlarından başka kimseye güvenmedikleri savaş alanında yaşayabilirlerdi.

Başka bir deyişle, kendileri dışında dayanacakları hiçbir temelleri yoktu. Bu şehrin insanlarının aksine, bu dünyanın herhangi bir yerinde kökenleri yoktu. Ve bu, Theo’nun Seksen Altıncı Sektör’den ayrıldığından beri birkaç kez fark ettiğini düşündüğü bir şeydi. Ama yine de, her ne sebeple olursa olsun, canı yanıyordu.

Lejyon’u durdurmak için bir yöntem olduğunu öğrenmişlerdi. Savaşı durdurmak artık umutsuz bir çaba değil, gerçekçi bir olasılıktı. Ve belki de bunu fark etmek onun için tetikleyici olmuştu. Ama her şeyden öte… Shin’in ve ardından Raiden, Rito ve Anju’nun geleceğe doğru çabalamaya çalıştığını görmek onun için muhtemelen en büyük nedendi.

Theo bir noktada Shin’in hayattan daha fazla zevk almaya çalışması gerektiğini söylemişti. Kardeşinin ve birçok yoldaşının kendisinden önce öldüğü gerçeği peşini bırakmıyordu. Bu yüzden Theo, onun bir kez olsun geleceği düşündüğünü görmekten gerçekten rahatlamıştı. Artık onu bırakması gerektiğini biliyordu…

…ama aynı zamanda bu; kendisini çok yalnız hissetmesine neden oldu.

Çünkü şimdi ne yapması gerekiyordu? Dayanacak hiçbir temeli, dünyada ait olduğu hiçbir yer yoktu. Shin kurtuluşu bulmuş ve geleceğe uzanabilir hale gelmiş olabilirdi ama Theo’nun ne yapması gerekiyordu? Kurtuluşun kolay gelmediğini çok iyi biliyordu. Sonuçta, “umut” ya da “geleceğin” onun için ne anlama geldiğini bile bilmezken nasıl bir şey kazanabilirdi ki? Ve eğer bunu elde edemezse, ne yapması gerekiyordu?

Bilmiyordu. Korkuyordu.

Sanki ayaklarına yapışan gölgeden kaçmaya çalışıyormuş gibi bir süre şaşkın şaşkın dolaştıktan sonra kendini üsse geri dönmüş buldu. Görünüşe göre süper geminin iskelesine girmişti.

 

 

Rıhtım birkaç kat yüksekliğindeydi ve Juggernautlar’ın hangarından çok daha büyüktü. Buna rağmen, geminin köprüsü podyumlarla aynı yükseklikteydi. Bu da büyüklüğünü vurguluyordu. Önünde, açık denize uçak göndermek için yapılmış devasa bir deniz üssü ihtişamlı bir şekilde duruyordu.

Güvertesinde, sularda yaşayan yavaş ve yine de sayısız -Lejyon kadar çok- deniz yaratığı sürüsünü keşfetmek için yapılmış anti-leviathan devriye uçakları vardı. Ve tabii ki Leviathanları yok etmek için savaş uçakları da vardı.

Ayrıca bu gemi Leviathan ırklarının en büyüğü olan Musukura’ları avlamak üzere bir sonar sistemiyle donatılmıştı. Bu yaratıklar bir ışık huzmesi fırlatma yeteneğine sahipti ve onları yok etmek için önce savaş uçaklarıyla cezbedilmeleri gerekiyordu.

Bu süper gemi ve taşıdığı uçaklar Leviathanlara karşı mücadelede ön saflarda yer alıyordu.

Geminin önünde durmuş, geminin baş kısmına bakan bir adam Theo’nun ayak seslerini duyunca arkasını döndü. Koyu sarı saçlar ve yeşil gözler. Çivit mavisi- lacivert donanma üniforması ve ateş kuşu dövmesi.

İsmail.

“…Hmm. Evlat, sen Saldırı Birliği’nden değil misin? Adın, uh…”

Aralarında uzun bir duraksama oldu.

“………Şey.” İsmail sonunda pes etti.

“Ben Rikka.”

“Ah, pardon. Birbirimizi genellikle dövmelerimizden ayırt ederiz. Bizi sadece yüzlerimizden ayırt etmek zor, anlıyor musun?”

Dövmelerden mi? Theo ona şüpheyle baktı. İddiaya göre, kendilerini dövme ile damgalamak Açık Deniz klanlarının bir geleneğiydi, ancak dövmelerin hepsi Theo’ya aynı görünüyordu. Görünüşe göre, dövmenin desenleri kişinin ırkına veya kökenine göre farklılık gösteriyordu. İsmail’in ateş kuşu dövmesi varken, Esther’in pullardan oluşan bir dövmesi vardı. Orientaların çiçek dövmeleri, Topazların sürünen asma desenleri ve Celestaların geometrik desenleri vardı. Jades, Emerōds ve Aventuras’ın sırasıyla dalga, şimşek ve spiral şeklinde dövmeleri vardı.

Ama aklına gelmişken, İsmail’inki gibi ateş kuşu dövmesi olan başka bir Yeşim görmemişti.

“Arkadaşlarınla suda oynaman gerekmiyor mu? Federasyon ve Cumhuriyet’in şu anda denize ulaşamadığını duydum.”

“Buraya gelmeden önce oradaydım ama… sıkıldım.”

“Peki ya şehirdeki festival?”

“…Umurumda değil.”

Nedense İsmail ona acı bir gülümsemeyle baktı.

“Sen bir Jade’sin, değil mi? Nerelisin? Ataların Cumhuriyet’e göç etmeden önce nereliydiler?”

“Ha…? Açık konuşmak gerekirse, sanırım kıtanın her yerinden geldiler…”

“Ah, bence yanlış düşünüyorsun. Özür dilerim. Söylediklerin hemen hemen herkes için geçerli. Mutlak safkanlar sadece Birleşik Krallık ve İmparatorluk soylularına aittir. Ve sanırım Cumhuriyet… Ahi, elbette bunu güzel albayınız, prensiniz ya da operasyon komutanınız hakkında kötü konuşuyormuşum gibi algılama.”

Shin’in ebeveynleri safkanlardı ama kendisi melez bir çocuktu, bu yüzden o da bu tanıma uymuyordu. Ama bu konunun dışındaydı.

“Ben güneydenim, Elektra denen bir yerden… Sanırım bu iki yüz yıl öncesine ait,” diye yanıtladı Theo.

“Ah, o zaman aynı köklerden geliyoruz. Benim klanım da o bölgedendi. Gerçi oradan yaklaşık bin yıl önce göç etmişler. Yine de bunu fazlasıyla telafi edebiliriz. Evine hoş geldin evlat.”

Ses tonu tamamen neşeliydi ancak Theo yoğun bir inkâr duygusuna kapıldı. Bu kişi sadece onunla aynı renkteydi. Onun dışında tamamen yabancıydı. Theo’nun sadece bu ülkeyle ilgili bazı uzak ataları vardı. Burası iki yüz yıldır ailesinin vatanı değildi.

Her şeyden öte, Theo’nun belki de hemşerim diyebileceği tek kişi onun özelliğini paylaşmıyordu bile; onunla aynı savaş alanında savaşmış Seksen Altı olmalıydı.

Biriyle aynı renkleri paylaşıyor olması, onun akrabası olarak görülmek istediği anlamına gelmiyordu. Özellikle de babası olan filo komutanıyla birlikte bir vatanı ve mirası olan birinden geliyorsa… ailesinden.

Kendisinde eksik olan her şeye sahip olan birinden değil.

“…”

Theo sessizliğini korurken, İsmail umursamaz bir şekilde omuz silkti.

Bu hareket Theo’ya birini hatırlattı.

“İşte benim olayım bu. İnsanları böyle kızdırmaktan kendimi alamıyorum. Bir kedinin size tıslaması gibi. Bu bende seninle uğraşma isteği uyandırıyor. Ama bu sadece senin için geçerli değil. Siz Seksen Altı’nın kimin arkadaşınız olduğuna karar verme ve arkadaşınız olmayan herkesi uzaklaştırma gibi bir huyunuz var.”

Sonra da kaygısız bir gülümsemeyle, böyle olmayan birkaç Seksen Altı olduğunu ekledi. Kaptanı, kaptan yardımcısı ve Stella Maris’in büyük ve yavaş olduğunu söyleyen velet gibi… Başka bir deyişle, Shin, Raiden ve Rito.

Eskiden Theo gibi olan ama o farkına varmadan değişenler. Bu sözler kalbine battı ve donmasına neden oldu. Onun yoldaşı olan biri varsa, o da gururunu ve yaşam tarzını paylaşan Seksen Altı’ydı. Ama bu noktada, bu yoldaşları bile…

 

…..

 

“Biliyorsun, biz… biz son zamanlarda birbirimizden uzaklaşıyoruz.”

“…Evet, öyle.”

Theo bir ara gözden kaybolup, kafasına göre bir yerlere gitmişti. Anju da aynı şekilde gitmişti, ancak onun durumu farklıydı. Kendisi festivale katılmıştı. Kurena ise onlarla birlikte okyanusu seyretmeye bile gelmek istemiyordu. Raiden da Shin gibi bunu doğal olarak fark etti.

Denizi görmek istemedikleri için sahile gelmeyenler ve kasabanın canlılığına dayanamadıkları için buraya gelenler. Okyanusu ilk gördüklerinde heyecanlananlar ve bilmedikleri festivali görmeye karar verenler. Hepsi bu farklı grupların arasına karışmıştı ama bir noktada aralarında bir ayrılık oluşmuştu. Birbirlerine bakışlarında bir şeyler değişmişti.

Ölümün kesin olduğu o savaş alanında sonuna kadar savaşmıştılar. Dayanacakları ortak bir kanları, onları birbirine bağlayacak ortak bir renkleri yoktu. Bu gurur onların tek bağıydı ve onları Seksen Altı olarak birleştiriyordu… Ama bir noktada bu bağ bile onları bir arada tutamamaya başladı. Yavaş yavaş ayrılmaya başladılar.

“Yine de bu konuda endişelenmemelisin.”

Bölünmüş yoldaşlardan biri diğerine, ona doğru bir bakış bile atmadan, “Endişelenme,” dedi. Yine de o kan kırmızısı bakışların kendisine döndüğünü hisseden Raiden, gözlerini kaçırarak konuşmaya devam etti.

“Birini geride bırakmış ya da terk etmiş falan değilsin dostum. Onlar sadece kendi seçimlerini yapıyorlar, kendi hızlarında. Yani hangi seçimi yaparsan yap, gerisi için endişelenmene gerek yok.”

“…Biliyorum,” dedi Shin.

Sesinin tonundan bunu gerçekten anladığı anlaşılsa da, bundan pek memnun olduğu söylenemezdi.

“Bunu söylemem sizi kızdırıyor biliyorum ancak… Bence siz beni yeterince kurtardınız. Yani eğer olur da o gün gelirse…”

Raiden acı bir gülümsemeye engel olamadı.

Seni aptal. Bunu nasıl söylersin? Bizi her adımda kurtaran kişi her zaman sendin…

“Yapmak zorunda değilsin… Yeterince şey yaptın. Ne de olsa sen bizim Azrail’imizsin.”

 

…..

 

“Evet, evet. İşte buradayım, ihtiyar.”

Theo’nun sesi amaçladığından daha somurtkan çıkmıştı. Sinirlenerek konuyu zorla değiştirdi. Korkmuş bir kedi yavrusu falan değildi. Sıradan bir sohbeti gayet de sürdürebilirdi.

“Festival ne hakkında?” diye sordu.

“Hı? Oh, Gemi Prensesi Festivali. Bir Filo Ülkesi geleneğidir. Gemi tanrılarını kutluyoruz. Sanırım bu şehirde ona torpido botu gibi bir şey diyorduk.”

Teknolojinin ilerlemesiyle kullanılmaz hale gelen bir tür askeri tekne kategorisinden bahsetti… Ama sonra şaşkınlıkla durdu.

“…Yoksa başka bir şey miydi?” İsmail daha sonra sordu.

“Ha…? Bilmiyor musun?”

“Şey, ben… Yani, ben bu kasabanın yerlisi değilim.”

Theo başını kaldırıp gözleriyle buluşmayan İsmail’e baktı.

“Dinlemiyor muydun? Sanırım dinlemiyordum. Bu savaşın başında Yetim Filosu kurulduğunda, Lejyon’u geri püskürtmek için bütün bir ülkeyi boşaltarak savaş alanına çevirdik. Bölgemizin kuzey ve güney kenarları arasında bir savunma düzeni oluşturmak için yeterli alanımız yoktu ve Lejyon’da bizi doğudan işgal etti. Bu yüzden biz de en doğudaki ülkeyi boşalttık. Orası benim vatanımdı. Cleo Filosu Ülkesi.”

“…Oh.”

Bunu duymuştu. Lena buraya gönderilmeden önce bundan bahsetmişti. Sadece aklına gelmemişti. Ta ki vatanını kaybetmiş birinin bunu söylediğini duyana kadar. Seksen Altıncı Sektör adı verilen sıfır zayiatlı savaş alanını oluşturmak için topraklarının ve vatandaşlarının önemli bir bölümünü terk etmek zorunda kalan belli bir ülkeden farklı değildi.

Cumhuriyet’ten farklı değildi.

Theo’nun kendisine baktığını ve olduğu yerde donup kaldığını gören İsamil elini umursamaz bir şekilde salladı.

“…Bana öyle bakmak zorunda değilsin. Bize sizin kadar kötü davranılmadı. Bizi sırtımıza silah dayayarak zorla çıkarmadılar ve hiçbir eşyamıza da el koymadılar. Taşıyabileceğimiz her şeyi alıp kaçtık ve başka bir yere yerleştiğimizde de ayrımcılığa uğramadık. Gerçi bize verdikleri konut geçiciydi ama tahliye ettiğimiz yer de bir o kadar kötüydü… Heh, yani filo komutanı bile Stella Maris’i ve tüm filoyu tahliye etmek zorunda kaldı,” dedi şakayla karışık ve güldü.

Bahsi geçen filo komutanı… Evet. Ölen filo komutanının adıydı. Operasyona hazırlanan üssün hareketliliğine rağmen İsmail’le aynı dövmeye sahip kimseyi görmemişti. Sadece filo komutanı olmama ihtimali de vardı ancak belki de o dövmeye sahip olan diğer herkes zaten…

Yani sonuçta o şeylere sahip değildi.

Bu açıdan bile Seksen Altı’ya benziyordu. Ailelerini, vatanlarını kaybetmiş ve dayanacakları herhangi bir kültür ve gelenekten mahrum kalmış olan onlara. Yani belki… Hayır, neredeyse kesinlikle kendisiyle aynı sıkıntıları yaşayan Seksen Altı için endişeleniyordu.

“Özür dilerim… Ve…”

Rito’nun sözleri tekrar zihninde canlandı. Artık Seksen Altıncı Sektör’ün dışında olduklarına göre birileri onlar için endişeleniyordu. Ve burada kendileriyle aynı konumda olan başka biriyle tanışmıştı… Gurur dolu biriyle.

“…teşekkür ederim.”

Kendini uzun, karanlık bir tünelin ucundaki uzak bir ışık zerresini görmüş gibi hissetmişti.

 

….

 

Batan güneşin ışığı okyanusun yüzeyinden yansıyor, altın rengi parıltı üst üste binmiş bir aynalar topluluğu gibi yükseliyordu. Baş döndürücü, parlak bir manzaraydı. Bir anti-leviathan yok edicinin kaptanı, şakayık dövmeli bir kadın, ona şehrin eteklerindeki deniz fenerinin yıldızların iyi, küresel bir görüntüsünü sunduğunu söyledi.

Bir gözlemevi olarak halka açıktı ve gerçekten de ufuk o noktadan bir yay gibi görünüyordu. Gün batımının alçak ışınlarının su yüzeyinde parıldayan ışıltılı görüntüsünün tam bir manzarasını sunuyordu.

Durgun deniz, paramparça bir ayna gibi yakıcı, uhrevi bir altın ışıltısıyla parlıyordu. Her nasılsa, bu güzellik Yuuto’ya reddedilmenin ta kendisi gibi görünüyordu. Shiden ve Shana yakınlardaydı; anlaşılan başka biri onlara buradan bahsetmişti.

Aynı birimdeydiler ama rahatça konuşabilecek kadar yakın değillerdi. Özellikle de Yuuto doğası gereği katı biri olduğu için. Bu yüzden bakışmadan ya da konuşmadan öylece durdular, vücutlarının sıcaklığı birbirlerinden uzaktaydı. Aynı tanıdık olmayan gün batımını izliyorlardı.

“Açık Deniz klanları tek bir donanma oluşturmak için bir araya geldi. Bu askeri bir birlikten çok, bir tür ‘ev halkına’ benzeyen bir grup.”

Yuuto bakışlarını bu yeni sesin geldiği yöne çevirdi. Esther gözlemevine çıkmıştı ve her nedense Kurena da onunla birlikteydi. Kurena’nın sahile ya da şehre gidecek gücü kendinde bulamadığını, bu yüzden üssün gerisinde kaldığını ve Esther’in onu bulup getirdiğini düşünmüştü. Shiden ve Shana da muhtemelen benzer koşullar altında oradaydı.

Sadece Esther ve Yuuto’yla konuşan kadın işlerine burnunu sokmaya kararlıymış gibi hissetmiyordu. Yetim Filosu askerlerinin tamamı ve hatta onlara festivali gezdirmeye hevesli kasaba halkı da öyleydi. Hepsi de aynı izlenimi veriyordu.

İlk başta, kendilerine yardım için gönderilen yabancı birliğe minnettar olduklarını ya da on yıldır yurt dışından gelen ilk misafirlerine sevinçle misafirperverlik gösterdiklerini düşünmüştü ama… Şimdi işin içinde daha fazlası varmış gibi geliyordu.

Filo Ülkeleri birkaç yüzyıldır var olurken, Açık Deniz klanları binlerce yıldır denizleri keşfediyor ve suların kontrolü için leviathanlarla rekabet ediyordu. Bu savaşı defalarca kaybetmelerine rağmen, bu insanlar asla pes etmediler. Ve sanki şu anda, bir şekilde sesleniyorlardı, bu kararlı mücadeleden başka hiçbir şeylerinin olmadığını ilan ediyorlardı. Sahip oldukları tek şey buydu.

“Sanırım bu bir tür sempati… Bize, Seksen Altılara karşı.”

 

 

Esther gerçekçi bir şekilde konuşmaya devam etti.

“Bu yüzden Kaptan İsmail’in teğmeni olarak ona ağabeyim diye hitap ediyorum. Aramızda kan bağı olmamasına rağmen.”

“Şey…”

Kurena şaşkınlıkla Esther’e baktı. Tek yaptığı, boş sohbetin ortasında, kendisinden yaşça küçük olmasına ve akrabalık bağı olmamasına rağmen İsmail’den neden ağabeyi olarak bahsettiğini sormak oldu.

“…Üzgünüm. Gerçekten anlamıyorum hanımefendi…”

Bir teğmenle konuştuğunun farkına vararak son kelimeyi ekledi. Neyse ki Esther, Kurena’ya şaşkınlıkla baktığı için aldırmıyor gibi görünüyordu.

“Sen bilmiyor musun? Siz Seksen Altı’nın da benzer ilişkiler içinde olduğunu sanıyordum.”

Kurena bir kez göz kırptı. “…Biz mi?”

“Evet. Örneğin siz ve operasyon komutanınız Yüzbaşı Nouzen. İkinizle ilk tanıştığımda kardeş olabileceğinizi düşünmüştüm. Gerçi kan bağınız olmadığı çok açıktı.”

Herkesin yüz hatlarının farklı olması bir yana, doğuştan sahip oldukları renkler de tamamen farklıydı. Ama bu kız ve erkeklerde benzer bir şeyler vardı. Gözlerindeki bakış belki de. Hiçbirinin kan bağı olmadığı bir bakışta anlaşılıyordu ama yine de…

“Sizde gözle görülür bir benzerlik vardı… Evet, sanırım buna ruhlarınızın şekli de diyebilirsiniz. Aynı savaş alanında yaşadınız, aynı mezarları boyladınız, aynı türden hayatlar yaşadınız ve gururunuzdan zevk aldınız. Aranızdaki bağları kan bağı değil, ruh akrabalığı oluşturuyordu… Tıpkı Açık Deniz klanlarının gururunun bizim ilişkilerimizi oluşturması gibi.”

Bu tatlı sözler Kurena’yı sarstı. Hararetle ağzından kaçırdı. Kurak bir çorak arazide uzun bir yürüyüşün sonunda kendisine su verilen bir insan gibi.

“Akrabalık… ruhun akrabalığı.”

“Gerçekten de öyle. Ve kan bağından ya da aynı ülkenin yoldaşlığından çok daha fazla, asla koparılamayacak bir bağdır bu. Ne olursa olsun.”

Esther altın ışıltısının içinde, sanki apaçık ortada olan bir şeyi ifade ediyormuş gibi hevesle konuştu.

“İşte bu yüzden ne olursa olsun, o benim için her zaman bir ağabey olacak. Ve aynı şekilde, Kaptan Nouzen de senin için her zaman bir ağabey olacak. Bu asla değişmeyecek.”

 

ՓՓՓ

 

“Bizden çok uzakta oldukları için uzaklıklarını ve sayılarını sadece kabaca tahmin edebiliyorduk ama bu kadarını bilmek işleri çok daha kolaylaştırıyor. Hem bizim için hem de saptırma filosu için.”

Brifing odası üniversitenin tahsis edilen şapelindeydi. Işık eski, renkli vitrayların arasından süzülüp masanın üzerine düşüyordu. İsmail orada durmuş, önüne serilen belgeleri gülümseyerek inceliyordu. Bunların arasında, Shin’in öncü-ikmal birimi ana gemilerinin konumlarını işaretlediği bir donanma haritası da vardı.

“İzin verirseniz bunun karşılığı olarak döndüğümüzde sizi öğle yemeğine davet etmek istiyorum Kaptan. Gelenek olduğu üzere kurutulmuş deniz ürünleri.”

“…”

Balık veya kabuklu deniz ürünleri demediğini, sadece belli belirsiz “deniz ürünleri” dediğini fark eden Shin sustu. Theo onun yerine konuştu.

“Kaptan, yerel halkın turistleri kızdırmaktan hoşlandığı o lezzetleri mi kastediyorsunuz?”

“Hayır, hiç de değil… Sadece çiğ hayvanın kendisi biraz tuhaf görünüyor, hepsi bu.”

Lena, Seksen Altı’nın İsmail ve Filo Ülkesi’nin insanlarıyla iyi anlaştığını görerek gülümsedi. Yetim Filosu’nun askerleri ve kasaba halkının hepsi nazik ve iyi huyluydu. Belki de nedeni buydu.

“Bu akşamki yemeği dört gözle bekliyoruz millet. Festival mevsimindeyiz ve burada olduğunuz için minnettarız, bu yüzden mutfağı yöneten yaşlı hanımlar size bir ziyafet hazırlamak için heyecanlandılar.”

İsmail elini kaldırıp salladı ve brifing odasından çıktı. Onu gülümseyerek uğurlayan Lena daha sonra odayı gözden geçirerek Saldırı Birliği’nin filo komutanlarına ve kurmay subaylarına baktı.

“Şimdi o zaman… Kendi brifingimizi başlatalım.”

Tıpkı kendisi gibi gülümseyen istihbarat subayları ve nedense şaşkın görünen Zashya ciddi ifadelerle ona baktılar. Seksen Altı özellikle gergin görünmüyordu ve rahat bir şekilde sandalyelerine yerleşmişlerdi. Her zaman oldukları gibi. Lena buna aldırmadı ve sanal pencereyi çalıştırdı.

“Öncelikle elimizde şu anki hedefimiz olan Serap Kulesi’nin şematik bir diyagramı var.”

Bir keşif botu tarafından çekilen görüntülerin analiz edilmesiyle oluşturulmuş üç boyutlu bir şemaydı. Şeffaf bir çelik iskeleti vardı ama bir şekilde canlı bir yaratığın cesedini andırıyordu. Ve buna rağmen, hala bir deniz kalesinin tehditkar sayılabilecek ölçeklerine sahipti.

“En üst seviyesine kadar olan yüksekliğin yüz yirmi metre olduğu tahmin ediliyor. Altı sütun tarafından desteklenen merkezi bir kule ile yedi kuleden oluşmakta. İç kısmının on ila on iki kat arasında bir yere bölündüğü tahmin ediliyor. Üssün kontrol çekirdeği ve Morfo en üst katta yer alıyor. Onları yok etmek için, girişimizi güvence altına almak üzere üç topçu Juggernaut müfrezesi göndereceğiz.”

Yük kapasitesi, güçlerinin sadece bir kısmını getirebilecekleri anlamına geliyordu. Stella Maris’in yük kapasitesi yüz elli Juggernaut’u taşımasına izin veriyordu. Süper gemi çok az sayıda devriye helikopteri getirecekti ve bunlardan bazılarını da diğer yok edici gemilerden birkaçına aktaracaklardı. Bununla bile taşıyabileceği Juggernaut sayısı sınırlıydı.

Başlangıçtaki plan, kalan güçlerinin Filo Ülkelerinin ön hatlarına gönderilmesi ve birkaç geminin güvenli tarafta olmak için geride kalmasıydı, ancak…

“Teğmenler Rito Oriya ve Reki Michihi. Birlikleriniz karada kalacak ve mobil bir savunma gücü olarak görev yapmak üzere ön hatlarının gerisinde konuşlanacaksınız.”

Rito şaşkınlıkla birkaç kez gözlerini kırpıştırdı.

“Michihi ve ben saldırı gücünün bir parçası değil miyiz? ‘Mobil savunma’ derken ne demek istiyorsun?”

“Yetim Filosu donanmasının ana gücü Serap Kulesi’nin dikkatini çekecek. Üsteki çatışmalar başladığında, Lejyon’un kara birliklerinin misilleme olarak bir saldırı başlatma ihtimali var. Bu nedenle, ihtiyacımız olan Kalan kuvvetlerle birlikte geride kalmanız gerekiyor.”

Michihi ve Rito bakışlarını birbirlerine çevirdikten sonra dudaklarını büzerek başlarını salladılar. Eğer durum buysa…

“Anlaşıldı.”

“Biz icabına bakacağız.”

“Düşmanın yapısının ve düzeninin değişme ihtimali de var. Buna karşı alınacak önlemleri daha sonra açıklayacağım, lütfen bunun için biraz zaman ayırın.”

Vika ona doğru baktı.

“Demek bu yüzden Federasyon’dan ekstra mühimmat talep ettin… Alkonost’ları da savunma hattına yerleştireceksin, öyle mi? Şahsen yöneteceğim gözcüler dışında, komutayı Zashya’ya bırakacağım, bu yüzden onları kullanmaktan çekinme.”

Ağırlık sınırlamaları nedeniyle, üsse saldırma konusunda Alkonost’lara kıyasla daha yüksek savaş kabiliyetine sahip olan Juggernaut’lara öncelik verildi.

Shin daha sonra, “Peşinde olduğumuz Çobanlar hakkında,” dedi, “duyabildiğim kadarıyla iki tane var. Biri Morfo ve buranın bir cephanelik üssü olduğunu varsaydığımıza göre, diğeri Kraliçe Arı’nın komuta çekirdeği olmalı. Oldukça uzaktalar, bu yüzden sadece var olduklarını söyleyebiliyorum, nasıl konumlandıklarını değil. Yaklaştığımızda, bunu öğrenebilirim. Lerche’nin grubu gözcü olarak görev yapacak, ancak ben onların önünde olacağım, bu yüzden yolumuza çıkmamalılar.”

Lena onun bu kesin açıklamasını duyunca bir dizi talimatı hatırladı ve kaşlarını çattı. Bunlar Grethe’nin kendisine ilettiği, batı cephesi ordusundan gelen şaşırtıcı ve saçma talimatlardı.

“Niyetlerini analiz etmek için mümkünse düşmanın kontrol çekirdeklerini ele geçirmemiz talimatı verildi, ancak bu hedefe ulaşmak için yolunuzdan çıkmanıza gerek yok… Bunu düşük bir öncelik olarak düşünebilirsiniz.”

Shin bir an için garip bir şekilde sessiz kaldı. Ama Lena bir şey düşünemeden, her zamanki gibi soğuk bir şekilde başını salladı.

“Anlaşıldı.”

 

…..

 

“Shinei.”

Kışladaki odasının penceresi deniz manzaralıydı ve operasyona hazırlanmak için belirli saatlerde yatıp kalktığıı için uyandığında deniz karanlıktı. Saat hâlâ gecenin derinliklerinde, sabah denemeyecek kadar erkendi.

Uyuyan şehrin sessizliğinin ötesinden, denizin kükremesinin yarattığı basın kulaklarına ulaştığını duyabiliyordu. Lejyon’un sürekli feryadına benzemeyen sessiz bir fısıltıydı bu. Bu sesi ve ötesindeki sesi dinlemeye bile çalışmayan Shin, bakışlarını o sesin kendisine seslendiği kapıya çevirdi.

Frederica hâlâ uykulu gözlerini ovuşturarak odaya girdi. “Ne izliyorsun? Dışarıda tuhaf bir şey mi var?”

“Oh… Hayır, özel bir şeye bakmıyordum.”

“Yani Lejyon’un… Morfo ‘nun sesi miydi?”

Uyuyan şehrin sessizliğinin ötesinde, dalgaların kükremesinin ötesinde bir hayaletin sesi vardı… Serap Kulesi’nin Çobanı. Frederica hafif adımlarla onun yanına yürüdü, düşünceli kızıl gözleri denizin ötesine sabitlenmişti.

“Shinei.”

Frederica şimdi bile Shin’e lakabıyla hitap etmiyordu. Shin bir şekilde bunun kendi kendine uyguladığı bir tür tembih olduğunu anlayabiliyordu. Böylece onu kendisine benzeyen ve Kiri lakabıyla çağırdığı İmparatorluk şövalyesiyle karıştırmayacaktı.

“Shinei. Düşman kalesindeki Morfo…”

Bir an durakladı. Sanki devamını söylemekten korkuyormuş gibi.

“Kiriya mı?”

“…? Bakmadın mı?”

Frederica’nın Esper yeteneği ona tanıdığı insanların o anki hallerini görme gücü veriyordu, bu kişi bir hayalet olsa bile. Shin onun sorusuna bir soruyla karşılık verdi, kendisine sormadan bileceğini düşünüyordu.

Ama sorunca fark etti: Belki de kendini “bakmaya” ikna edemiyordu. Gerçekten de Kiriya’yı tekrar görme ihtimalinden korkuyordu.

“Bu senin şövalyen değil,” dedi. “Sesi ve sözleri farklı.”

Frederica hemen başını kaldırdı.

“Sanırım İmparatorluk’tan ama senin şövalyen değil… Bu yüzden Ernst’in bahsettiği bilgi kaynağının o olup olmadığını bilmiyorum.”

“…”

Frederica daha sonra üzgün bir şekilde tekrar başını eğdi. Dudağını ısırdı ve sonra yalvarırcasına tekrar ona baktı.

“Shinei, eğer o şans karşımıza çıkarsa, ne olursa olsun beni kullanmalısın. Zaman geçtikçe daha fazla masum hayat kaybediliyor. Ve bu yıkımın Federasyon’a ne zaman ulaşacağını bilemeyiz. Böyle bir şey olursa, hayatta kalacağınızın garantisi yok. Ama ben… Ben sadece küçük bir kurbanım, o yüzden-”

“Hayır.”

“Shinei!” Ona tutundu.

Fiziği onunkinden çok daha küçüktü elbette, bu yüzden tek yapabildiği onu hafifçe sarsmak oldu. Frederica’nın nasıl hissettiğini anlıyordu. Onun yerinde olsaydı, muhtemelen o da aynı şeyi söylerdi… ve hatta sözlerine göre hareket ederdi. Tıpkı iki yıl önce Özel Keşif görevinin sonunda yem olarak hareket etmenin arkadaşlarını kurtaracağını düşündüğü gibi.

Bu yüzden onun sabırsızlığını ve kararlılığını anladığını düşündü. Ama yine de…

“Bir kişi küçük bir fedakârlık olabilir… Çoğunluğu kurtarmak için azınlığı feda etmek haklı ve doğru bir seçim. Bizi Seksen Altıncı Sektör’e atmak için kullandıkları mantık buydu.”

Frederica’nın gözleri hafifçe büyüdü. Shin ona bakarak konuşmaya devam etti. Onun sabırsızlığını ve kararlılığını biliyordu. Ama yine de bu konuda geri adım atmayacaktı.

“Ancak… Seni feda etmenin yapılacak doğru şey olduğunu sanmıyorum… Cumhuriyet’in hatalarını tekrarlamak istemiyorum.”

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.