Seksen Altı Cilt 08 Bölüm 03
BÖLÜM 3
MOBY-DİCK VEYA BALİNA
Çevirmen: Kawaragi
Kalın, kasvetli ve bulutlu gökyüzünün altında denizin siyah, kurşuni yüzeyi vardı. Okyanusun melankolik uğultusu deniz kuşlarının çığlıklarını bastırırken, pürüzlü abanoz kayalar resiflerle dolu sahili kaplıyordu. Uzakta, yığınlar halinde üst üste yığılmış savaş gemilerinin enkazları panorama boyunca sıralanmış olarak görülebiliyordu.
“…Sanırım deniz bu,” dedi Shin, okyanusa ilk kez bakarken.
“Hayır, değil! Bu şekilde değil!” Frederica sesini yükseltti ve ayaklarını yere vurarak protesto etti.
Denizi görmek istiyorum.
Bu düşünce ne zaman aklından geçse, Frederica parlak, güneşli bir gökyüzünün altında mavi, pırıl pırıl bir deniz ya da mercan kalıntılarıyla dolu beyaz kıyılar hayal ederdi. Güneş ışığını yansıtan deniz spreyi ve martıların neşeli cıvıltılarıyla çevrili palmiye ağaçları ve güzel çiçekler aklına gelirdi.
Bu arada denizin siyah olmasının tek nedeni kara bulutlar değildi. Bunun nedeni okyanusun dibindeki kayalar ve kumdu; bu da güzel havalarda bile buradaki deniz suyunun siyah olacağı anlamına geliyordu. Her zaman siyah olacaktı. Ve suyun sıcaklığı yıl boyunca dondurucu olduğundan, içinde yüzemezlerdi de.
“Peki havadaki bu çürük kokusu da ne?! Bu… bu pis kokunun… anlamı ne?!”
“Tuz gibi kokması gerekmiyor mu? Yani bilmediğimden soruyorum.”
Bir noktada bu yönde bir şeyler okumuştu ama tam olarak emin değildi. Tuzlu denizin kokusuyla karşılaşsa bile onu anlayamazdı zaten.
“…Ugh. Sonunda denizdeyiz ama ne yapacağımı bilmiyorum…!”
Frederica gözlerinde yaşlarla kayalara çarpan bir dalgaya sitem dolu bakışlar atarken konuştu. Beklentileri tamamen boşa çıkmış gibi hissediyordu ve bastırılmış duygularını boşaltabileceği hiçbir yer yoktu.
“Bundan memnun musun?!” diye sordu Shin’e öfkeyle. “Vladilena’ya ona denizi göstermek istediğini söylemedin mi? Onunla birlikte görmek istediğini?! Elbette, hayal ettiğin deniz bu değildi değil mi?”
“İtiraf etmeliyim ki bu tam olarak beklediğim şey değildi…” dedi Shin ve sonra dönüp uzakta duran birine baktı.
O zamandan beri hâlâ konuşmamışlardı.
“Ama Lena her halükârda bundan memnun görünüyor.”
İleriye baktığında, dalgaların yükselip alçalmasını izlerken solgun yüzü ışıldayan Lena’nın nutkunun tutulduğunu görebiliyordu. Yan gözle onun tepkisini takdir eden Shin, kendini tutamayıp gülümsedi.
“Siz ikiniz… Siz gerçekten…”
Çok uzaklardan bir “şarkı” duyuyorlardı – ince, gümüşi bir flütün üflenişine benzeyen, dalgalar boyunca hafifçe ilerleyen bir şarkı.
…….
“Az önceki ‘şarkı’ en büyük örneklerden biri. Tıpkı bu kız gibi elli metrelik bir sınıfın çığlığı. Filo Ülkelerinde bunu duymak alışılmadık bir şey değil ama buradaki ilk gününüzde bunu yakaladığınız için oldukça şanslısınız.”
Aslında denizcilik üniversitesine bağlı bir müze olan askeri üssün lobisinde duruyorlardı. Savaşın başlangıcında el konulmuş ve bir üsse dönüştürülmüştü.
Lobinin ortasında, koyu kırmızı astarlı, çivit mavisi bir üniforma giyen neşeli bir subay duruyordu. Yüzünde kanatlarını açmış ateş kuşunun güzel bir dövmesi vardı. Dövme alnından başlayıp sol gözünün kenarı boyunca uzanıyor ve elmacık kemiğine kadar iniyordu.
Dingin sesi tuzlu deniz esintisinde son derece gür çıkıyordu. Teni bronzlaşmıştı ve parlak kahverengi saçları güneş ışığıyla solmuş gibiydi. Muhtemelen doğuştan gelen rengi olan Yeşim’in soluk yeşil gözlerine sahipti.
Yine de Saldırı Birliği’nin gözleri ona sabitlenmemişti. Dikkatleri -Göründüğünden daha sıkışık dursa da- kayık şeklinde tavandan heybetli bir şekilde sarkan büyük nesneye takılmıştı.
Bu, modern zamanlarda karada var olamayacak kadar büyük bir canavarın devasa iskeletiydi.
“Bu kızı avlamak Yetim Filomuzun en gurur verici başarısıdır. Ya da ben öyle söylemek isterdim, ama doğal nedenlerle öldü ve kıyıya sürüklendi. Akademisyenler iskeleti paketleyip muhafaza etmek için gerçekten çok uğraştılar.”
Uzun omurgası binlerce yıllık bir ağaç gibi uzanıyor, şekil olarak bir ejderhayı andırıyor ve bir insanın makul bir şekilde yaşayabileceği genişlikte bir göğüs kafesi taşıyordu. Uzun bir boynu vardı ve bu boyun sivri bir kafatasına bağlıydı.
Bir iskelete indirgendiğinde bile, büyüklüğü ve heybeti eziciydi. Shin benzer bir yaratığın iskeletini daha önce bir kez gördüğünü düşündü. Toplama kampına gönderilmesinden çok önceydi. Bir müzede, kemiklerini bir ejderhanınkilerle karıştırdığı büyük bir yaratığın örneğine benziyordu…
“Savaştan önce onu San Magnolia Cumhuriyeti’nin kraliyet müzesine ödünç vermiştik, bu yüzden bazılarınız onu daha önce görmüş olabilir. Eğer gördüyseniz, utanmayın ve ellerinizi kaldırın. Şimdi gelin!”
Görünüşe göre, sadece benzer değil, aynı iskeletmiş. Ancak Shin sustu ve başka kimse elini kaldırmadı. Söz konusu müze, ağırlıklı olarak Celena nüfusuna sahip olan Liberté et Égalité’deydi. Bu odada bulunan insanların çoğunluğu Seksen Altı’ydı ve aileleri oraya gitmezdi.
Yetim Filosu subayı hayretle baktı.
“Vay canına, bu çok garip… Küçükler genelde bunu görmek için daha çok heyecanlanırlar. Her neyse, adı Nicole. Yine de ona Nikki demekten çekinmeyin. Bir leviathan bile böyle bir iskeletten ibaret olduğunda o kadar korkutucu olmuyor, değil mi?”
Bu yaratığa leviathan deniyordu. Kavgacı bir deniz hayvanı. Derin, karanlık denizlerde -özellikle de kıtanın kıyılarındaki açık denizlerde- tarihin kayıtlarına geçmeden önce bile hüküm sürüyordu. Daha doğrusu, bu tür düşman deniz canlılarının bir türüydü.
İnsanoğlu kıta boyunca yayılsa bile, leviathanlar okyanusun yüce hükümdarları olarak kaldılar ve denize yapılan yolculukları engelleyerek sulu tahtlarını boşaltmayı reddettiler. Bu durum, insanların silah yüklü çelik gemilerle geldiği günümüze kadar geçerliliğini korudu. İnsanoğlu tarafından üretilen her türlü silah ve platform leviathanların öfkesinin hedefiydi.
Bu yüzden insanoğlu kıyı bölgelerinin ötesindeki suları kullanamıyordu. Tüm deniz ticareti ve ulaşım yolları, balıkçı teknelerinin işletilmesi ve askeri gemilerin konuşlandırılması kıyılara yakın küçük bir su alanıyla sınırlıydı.
Deniz insanlığın dünyası değildi. İnsanoğlu kıtayı terk edemezdi. Ancak sadece bir ülke bu gerçeği kabul edilemez olarak gördü.
“Bu yüzden, bu sefer sizinle birlikte çalışacağım. Kral Katili entegre donanmasının Yetim Filosu’nun amiral gemisi Stella Maris’in kaptanı. Bana İsmail Ahab diyebilirsiniz. Bana Kaptan İsmail, Albay İsmail ya da İsmail Amca diyebilirsiniz. Kaptan Ahab değil ama. Rahmetli babama öyle derdik… filo komutanına.”
Ve bu bölge Saldırı Biriliği’nin bir sonraki sevkiyat bölgesi olan Kral Katili Filosu Ülkeleri’ydi. Denizleri fethetmek ve Leviathan’ları yok etmek isteyen bir savaş gemisi filosundan doğan bir ülkeler kümesi.
Geçmişte kıtanın kıyılarında denizci kabileler vardı. Bu kabilelerin son on biri, leviathanlara karşı koymak için inşa edilmiş bir amiral gemisiyle kıtadaki açık denizlere çıkabilen tek filoyu geliştiren on bir Filo Ülkesini oluşturdu.
Shin ve Saldırı Birliği, yaklaşan operasyonun ana hatlarını ondan almak için bu salonda toplanmıştı. Arkasında dudaklarını aralamış, biraz daha yaşlı bir kadın duruyordu. O da mükemmel bir şekilde çivit mavisi bir üniforma giymişti ve koyu teninin üzerinde pul şeklinde kırmızı bir dövme vardı.
“Küçük sohbetini bitirmenin zamanı geldi, kardeşim. Acele etmezsen Saldırı Birliği’nin üyeleri ayrılabilir.”
“Ah, özür dilerim, özür dilerim. Önce Nikki’yi tanıştırmamız gerektiğini düşünmüştüm… Bu güzeller güzeli benim küçük kız kardeşim ve yardımcım, Teğmen Esther. Ona Estie demekte özgürsünüz… Tüh.”
Teğmen Esther ona sözsüz bir şekilde bakınca başını eğdi.
Şakayık dövmeli, L’asile ve Orienta kökenli genç bir subay beyaz bir tahta getirip arkalarına koydu ve sözsüz bir şekilde oradan ayrıldı.
“Pekâlâ, o zaman size ana hatları verelim. Açık deniz filomuz sizi Serap Kulesi üssüne götürecek, siz de kaleyi ele geçirip Morfo’yu yok edeceksiniz. Hepsi bu kadar.”
“…”
Seksen Altı’nın üzerine gergin, daha doğrusu bıkkın bir sessizlik çöktü. Sanki bu adamın gerçekten birine komuta edebilecek konumda olup olmadığını merak ediyorlardı. Lena onun açıklamasını tamamlamak için araya girdi.
“Serap Kulesi, Leviathan’ın bölgesini sınırlayan açık denizin yakınında yer alıyor. Ne Federasyon’un ne de Birleşik Krallık’ın bu sularda seyredebilecek gemileri var. Bu nedenle Saldırı Birliği, deniz üzerinde feribot ve koruma için süper gemiye ve filosuna güvenecek.”
Süper geminin temelini oluşturduğu açık deniz filosu, on bin ton ağırlığındaki uzun mesafe kruvazörleri, altı bin tonluk Leviathan karşıtı gemiler, Leviathanların hareketlerini izlemek için optimize edilmiş keşif gemileri ve ikmal gemilerinden oluşan bir konvoydu.
Lejyon Savaşından önce, on bir Filo Ülkesinin her birinin kendine ait bir filosu vardı ve bu on bir filo kuzey denizlerini dolduruyordu. Savaşın başlamasından bu yana, bu filolar karayı savunmak için kullanıldı, birçoğu battı ve her filonun sadece birkaç gemisi kaldı…
Shin, İsmail’in takdimini hatırlarken, entegre filo da buradan geliyor, diye düşündü. On bir filodan hiçbirinin tek başına faaliyet gösterecek kadar gemisi kalmamıştı. Bu yüzden gemilerini bir araya getirerek büyük bir entegre filo oluşturdular: Yetim Filosu.
Teğmen Esther operasyon haritasını beyaz tahtaya tutturmak için mıknatıslar kullanarak devam etti. Haritanın alt kısmında Filo Ülkelerinin kıyı şeridi yer alıyordu. Ortada hedeflerini gösteren kırmızı bir nokta vardı.
“Yetim Filosu hedefe gidiş ve dönüşünüzü idare edecek ve aynı zamanda bir şaşırtmaca yaratacak. Morfo’nun şu anda dört yüz kilometrelik bir menzile sahip olduğu tahmin ediliyor. Karşılaştırmak gerekirse, Yetim Filosu’nun azami seyir hızı otuz knot.”
“Yer ölçüm birimlerine dönüştürüldüğünde, saatte… elli kilometreye geliyor.”
“Huh. Bu çok yavaş.”
“Bunu kim söyledi?! Kafana vura vura seni mal ederim evlat.. Süper geminin kaç ton ağırlığında olduğu hakkında bir fikrin var mı? Burada beş haneli rakamlardan bahsediyoruz. On ton bile değilken senin küçük babayiğit Saha Silah’ın kadar hızlı gitmesini bekleme.”
“Kardeşim, nasıl hissettiğini anlıyorum ama işleri ilerletmemiz gerekiyor. Lütfen geri çekilin,” dedi Teğmen Esther.
“Teğmen Oriya, bu haddini aşmaktı.” diye Rito’yu azarladı Lena.
“Özür dilerim.”
İsmail ve Rito’nun sustuğunu gören Esther ne söyleyeceğini hatırlar gibi durakladı ve sonra devam etti:
“…Evet, yani azami hızımız otuz deniz mili. Başka bir deyişle, Morfo’nun bombardıman menzilini düz bir çizgide aşıp Serap Kulesi üssüne ulaşmamız yedi saatimizi alır. Biz bunu yaparken, entegre donanmanın genel filolarından ikisi Morfo’nun ateşini üzerimizden çekmek için önceden yelken açacak ve Serap Kulesi’ne yaklaşmaya çalışacak.”
Esther haritanın üzerine şeffaf bir örtü yerleştirdi ve üzerine yazmaya başladı. Kıyıdan Serap Kulesi’ne iki çizgi çizdi. Muhtemelen ana limanlarından oraya olan en kısa mesafeydi. Daha sonra farklı renkte bir kalem alarak Yetim Filosu’nun ana üssünden kuzeye doğru bir çizgi çizdi ve ardından yön değiştirerek güneydoğuya, Serap Kulesi’ne doğru ilerledi.
“Şaşırtmaca başlamadan önce, gizlice yelken açacağız. Bombardıman menzilinin kenarı boyunca kuzeye doğru yelken açıp Kuş Tüyü takımadalarına yanaşacağız. Düşman şaşırtma filosuyla çarpışmaya başladıktan sonra, fırtınanın içinde saklanarak bombardıman menziline gireceğiz. Başka bir deyişle, fırtınanın gelmesini bekleyeceğiz ve geldiği anda operasyona başlayacağız.”
“Bu arada, Lejyon deniz savaşı yapamıyor, bu yüzden Morfo dışında başka bir Lejyonla savaşmak konusunda endişelenmemize gerek yok…” diye ekledi İsmail. “Ya da en azından Yetim Filosu son on yıldır denizde savaşan herhangi bir Lejyon türü tespit etmedi.”
Esther başını salladı.
“Ne kadar talihsiz olsa da ülkemiz küçük bir ülke. Lejyon’un kuzeyde bize karşı etkili silahlar üretmeye çalışmak yerine, kaynaklarını Federasyon ve Birleşik Krallık’la mücadele etmek için etkili yöntemler geliştirmeye harcadığını düşünüyoruz.”
“Acı gerçek şu ki, herhangi bir donanma birimi üretmeseler bile, bu halleriyle bile bize yeterince sorun çıkarıyorlar.”
“…”
Bu, Saldırı Birliği gibi yabancıları nasıl karşılık vereceklerini bilemez halde bırakan bir şakaydı. Muhtemelen bu yüzden hiç deniz Lejyonu tipi yoktu ama… Shin başını hafifçe eğdi ve bir soru sordu.
“Ama… denizde birkaç küçük Lejyon grubu var. Nasıl hareket ettiklerine bakılırsa, devriye grupları olduklarını tahmin ediyorum. Onlar neyin nesi?”
“Mm? Oh… Anlıyorum. Hakkında söylentiler dönen eleman sensin.”
İsmail bir an için Shin’e şaşkınlıkla baktı ve sonra başını sallayarak farkına vardı. Görünüşe göre Shin’in yeteneğini duymuştu.
“Bunlar donanma birimleri değil; ileri keşif birimlerini fırlatmak için kullanılan ana gemiler. Morfo’nun yaklaşan gemileri isabetli bir şekilde vurmak için onlara ihtiyacı var. Eminim bunu zaten biliyorsunuzdur ama Kuzgun deniz üzerinde havada kalamaz.”
Lena şaşkınlıkla Shin’e döndü ama o sadece başını salladı. Bunun nedeni belirsizdi ama deniz üzerinde herhangi bir Kuzgun birimi yoktu. Morfo, kendisine rehberlik edecek hiçbir şeyi olmayan uzun mesafeli bir toptu. İsabet oranı yüksek değildi.
Bu, üsler ve kaleler gibi atışlarından kaçamayacak büyük, açık ve sabit hedeflere salvolar attığı geniş çaplı saldırıya benzemiyordu. Bu kez, büyük, uçsuz bucaksız denizde hareketli hedeflerle karşı karşıyaydı. Eğer kendisine yardım edecek bir Kuzgun olmadan küçük gemileri vuracaksa, ileri keşif birimlerine ihtiyacı olacaktı.
“Şaşırtma filosu o keşif gemilerinin dikkatini dağıtma ve batırma işini de halledecektir, bu yüzden onlar için endişelenmenize gerek yok. Zaten endişelenecek bir şey yok; süper gemi ne olursa olsun batmayacak.”
Belki de İsmail, deniz savaşını hiç tecrübe etmemiş çocuk askerlere deniz manevralarını açıklamanın bir anlamı olmadığına karar vermişti. Belki de bu bir tür gururdu, sanki deniz savaşının Yetim Filosu’nun alanı olduğunu ve bu işi onlara bırakmaları gerektiğini söylemek ister gibiydi. Hatta üsse giderken ki ulaşımları konusuna bile göz gezdirdi ve neşeyle gülümsedi.
“Yetim Filosu burada olduğunuz için çok minnettar, Seksen Altı. İşte bu yüzden… Stella Maris’in adı üzerine yemin ediyoruz: Saldırı Birliği’ni ne pahasına olursa olsun güvenli bir yere götüreceğiz.”
……
El konulan üniversitenin yurtları görev süresince Saldırı Birliği’in kışlası olarak hizmet veriyordu. Koridorların zeminleri uzak güneye özgü eski bir tasarım olan çini mozaiklerle kaplıydı.
Theo, ışıklar söndükten sonra bu koridorlarda tek başına dolaştı. Kolunun altında bir tomar ince kâğıt kitapçıkla ofise benzeyen bir yerden çıkan Rito’ya rastladı.
“…Burada ne yapıyorsun?”
“Ah, Teğmen Rikka.”
Belki de Rito’nun boyu uzamıştı, çünkü Theo onun gözlerinin birkaç ay öncesine göre kendisine daha yakın olduğu izlenimine kapıldı.
“Şey, görüyorsun, ellerinde birkaç tane kalmış olabileceğini düşündüm, bu yüzden sormak için geldim ve vardı. Şimdi işe yaramasalar bile savaş bittiğinde işlerine yarayacaklarını düşündüm,” dedi Rito hızlıca konuşarak. “Ülke dışından da asker alacaklarını söylediler.”
“…Rito, durup dururken sana sormak benim hatamdı anlıyorum ama aklına gelir gelmez bir şeyler söylemek yerine önce düşüncelerini sıralayabilir misin?”
“Ah, evet, efendim. Son zamanlarda bunu çok duyuyorum. Ee… Buradaki üniversiteye bağlı bir lise var. Bunlar onun çalışma materyalleri. Bunları üssün çalışma odasına götüreyim de buraya gelmeyenler de okuyabilsin diye düşündüm.”
Rito’nun yüzü aydınlandı.
“Ama şunu gördün mü?! Leviathan! Bu şey inanılmaz! Gerçek bir canavar gibi!”
Theo, Rito’nun genç İşlemcilerden biri olduğunu hatırladı. Bazı kodamanlar onlara çizgi roman, film ya da çizgi film verdiğinde, onları hararetle izliyordular. Görünüşe göre canavar filmleri favorilerinden bazılarıydı.
Theo bunun iç açıcı olduğunu düşünüyordu. Dürüst olmak gerekirse, o ve daha yaşlı İşlemcilerin çoğu da bu tür eğlencelerden hoşlanıyordu, çünkü çocukluklarından beri böyle bir şeye erişimleri olmamıştı.
“Demek leviathanlarla ilgili bir işte çalışmak istiyorsun? Savaş bittikten sonra.”
“Sadece havalı olabileceğini düşündüm. Kulağa eğlenceli geliyor.”
“Gerçekten de her türlü şeyi düşünmeye başladın, değil mi?”
“Her türlü şey” İttifak’ta fosil kazmak ve uçan bir bisiklet icat etmek istemeyi de içeriyordu.
“Ah, evet. Yani, ben…” Sanki düşüncelere dalmış gibi sözünü kesti. “Üsteğmen Rikka, Ludmila’yı tanıyor musun? Sirinlerden biri. Uzun boylu, kızıl saçlı?”
“…Evet.”
Uzun boylu, kızıl saçlı.
Gelin bakalım millet. Ne pahasına olursa olsun.
Seksen Altı’yı bekleyen sonun tüyler ürpertici bir sunumu gibiydi. Onlar Sirinlerden farklıydı. Bunu biliyorlardı. Ama tıpkı Sirinler gibi, ölümleri ödülsüz kalacakmış gibi hissediyorlardı.
“Ee, ne olmuş Ludmila’ya?”
“Ejderha Dişi Dağı operasyonu sırasında onunla aynı ekipteydim. O zamanlar Sirinlerden hâlâ korkuyordum ama o gelip benimle konuşmaya başladı.”
Theo’nun aklına Rito’nun gerçekten de bir noktada Sirinlerden korkmayı bıraktığı geldi.
“Bana mutlu olmamı söyledi. İstediğim gibi yaşamamı. Ve ben… sanırım fark ettim. Sirinler, onlar… onlar sadece kendi yöntemleriyle bizim için endişeleniyorlardı.”
Eski ampullerin parıltısı altın gözlerini aydınlatıyordu. Akik gözleri, düşünceli, masum bir hayvanınkiler gibiydi.
“Bizim için endişeleniyorlardı. Seksen Altıncı Sektör’de bize ölmemizi söylediler ama burada işler farklı. Federasyon çalışmamızı istiyor ama bu bir bahane. Aslında bunu demelerinin tek nedeni bize istediğimiz gibi yaşamamızı söylemeye çalışmaları, değil mi? Yani istediğimiz her şeyi yapabilir ve istediğimiz yere gidebiliriz.”
İstediğiniz yere gidin. İstediğinizi görün. İstediğinizi yapın. Savaş bittiğinde. Ya da bitmese ve ordudan ayrılsanız bile. Bu…
“Bu dileyebileceğimiz bir şey. Seksen Altıncı Sektör’de sahip olduğumuz tek şey gururdu. Başka hiçbir şeyimiz yoktu ve başka bir şey de istemiyorduk. Ama şimdi durum farklı… Bunu anlıyorum, bu yüzden her türlü şeyi dilemek istiyorum.”
Seksen Altıncı Sektör’de dileyemediği her şeyi. Mahrum bırakıldığı pek çok şeyi.
Theo onun sözlerini şaşkınlıkla dinledi. Rito’nun boyunun uzadığını düşünmüştü ama sadece boyu değil, düşünce şeklide değişmişti. Bir noktada, bu tür şeyleri düşünüp söyleyebilecek hale gelmişti.
Rito… Seksen Altıncı Sektör’den ayrılmaya çalışıyordu.
Ve bu Theo’yu şaşkına çevirdi. Shin gelecek için dilek tutmayı öğrendiği için mutluydu. Raiden ve Anju’nun da hayatlarına devam etmeye çalıştıklarını gördü ve bundan da memnun oldu. Ama sadece onlar değildi. Rito da vardı. Ve muhtemelen aynı şeyi yaşayan pek çok kişi daha vardı. Theo sadece fark etmemişti.
Savaş alanından ayrılıyorlardı.
Rito, Theo’nun yaşadığı şoktan habersiz, kaygısız bir gülümsemeyle ona baktı.
“Şimdilik her türlü seçeneği incelemek istiyorum… Operasyonlarımız bizi kıtanın her yerine götürüyor, bu yüzden herkesin görmesi için ilginç şeyleri geri getirebilirim.”
…..
<<…Gizli karargahın konumunu açığa çıkarmak için bir Çoban’ın merkezi işlemcisini okumayı denemeyi mi planlıyorsun? >>
Shin onun operasyonla ilgili bilgilere sahip olabileceğini düşünmüştü ama kullanabileceği herhangi bir iletişim özelliği yoktu. Bu yüzden Zelene’in konteynırını 1. Zırhlı Tümen’le birlikte mühimmat konteynırı kılığında getirtti.
Konteynerin kendisi nakliye aracının içindeki gizli bir kargo alanında duruyordu. Kapatma önlemiyle ilgili her şeyin başkalarının kulağına gitmemesi gerektiğinden, Shin’in onu ziyaret etmek için doğru zamanı bulması gerekiyordu.
<<Yani temel olarak, İmparatorluk fraksiyonundan birinin veya yüksek rütbeli bir subayın bir Çoban olma olasılığı üzerine kumar oynuyorsunuz. Yine de muhtemelen pozisyonu keşfetmenin başka yolları da vardır. Gördüğüm kadarıyla Federasyon oldukça soğukkanlı bir yaklaşım benimsemiş.>>
“Bu mümkün mü?”
<<Aslen İmparatorluk fraksiyonunun bir parçası olan Çobanlar kesinlikle var.>>
Shin’in bu cevapla ilgili karışık duyguları vardı. Zelene ona kapatma önleminden bahsettiğinden beri içinde belli bir çatışma duygusu için için yanıyordu. Savaşın sona ermesini istiyordu. Ancak Zelene’in savaşı sona erdirmek ve gizli karargâhı keşfetmek için ona söylediği yöntem… Bir şeylerin doğru olmadığını hissetmekten kendini alamıyordu.
<<İsimleri ve konuşlanma noktaları– Uyarı. Yasaklı Bilgi ihlali– İyi değil. Sözel olarak ifade edemiyorum.>>
İşte bu yüzden Zelene’in sesi aniden soğuk ve duygusuz bir hal alıp kendi sözlerini kesince bir yanı rahatladı. Frederica’yı feda etmek istemiyordu. Sonuna kadar savaşmak, savaşın sonuna kadar kendi güçlerine güvenmek anlamına geliyordu. Bir mucizeye tutunmasına gerek kalmazdı.
Ve bunun da ötesinde… düşman olsalar da, Shin Çobanları -savaşta ölenlerin hayaletleri – sadece mekanik parçalar olarak görmek istemiyordu.
<<Her iki durumda da, Lejyon Federasyon’un aradığı bilgiye sahip. Ve merkezi işlemcilerinden bilgi okumaya gelince… Başka bir şey değilse bile, biz Çobanlar böyle var oluyoruz.>>
Hafızaları – beyinlerinde depolanan bilgiler – okundu ve başka bir kaba aktarıldı. Hem teorik hem de teknolojik olarak imkansız olmamalıydı… Eğer mümkünse, o zaman bir gün… Shin’in bir noktada doğrulaması gerektiğini hissettiği bir şey vardı.
<<Ancak, İmparatorluk fraksiyonunun Çobanlarını bulmaya odaklanmanızı gerektirmeyen başka yollar da var. Örneğin, söz konusu emirler her üsteki komutan birimlerine bir iletişim uydusu aracılığıyla iletilir. Bu uydu yok edilirse, en yakın Kuzgun birimleri gelip durumu telafi etmelidir->>
“Zelene. Ondan önce… sormak istediğim bir şey var.”
<<Mm? Neymiş o?>>
Zelene ile ilk konuşmasından beri içinde barındırdığı bir şüpheydi bu. Ve yeteneğinin bir Çobanla konuşmasına izin verebileceği fikrinden korkmasının nedeni de buydu. Günahı olabilecek şeyin ardındaki gerçek.
“Sesimi duyabiliyorsun. Ve bir Çoban olarak ne dediğimi de anlayabiliyorsun. Bu diğer Çobanlar için de geçerli mi?”
Zelene sanki onu bir tarafa doğru eğmek istemiş ama yapamamıştı.
<<Evet ama yine de belli belirsiz. Muhtemelen tam önümde olduğun ve civarda başka Lejyon birimi olmadığı içindir… Yani bu, varlığının nereye saldırıyor olabileceğini veya birliğinin nerede konuşlandığını ortaya çıkardığı anlamına gelmez.”>>
“Kastettiğim bu değildi…”
Bu soruyu sormak istemedi. İstemiyordu ve cevabını da duymak istemiyordu. Ama sormak zorundaydı.
“Eğer beni duyup anlayabilselerdi ve şu anda seninle benim yaptığımız gibi karşılıklı bir anlaşma aracımız olsaydı, diğer Çobanlarla konuşabilmem mümkün olur muydu?”
Savaşmalı, öldürmeli ve gömmelliydi . Her zaman bunu yapmaktan başka çaresi olmadığını düşünürdü. Ama ya gerçekten öldürmek ve birbirlerine anlamsızca zarar vermek zorunda olmasalardı? Ya barışçıl bir şekilde sohbet edip karşılıklı bir anlayışa varabilselerdi?
Bir zamanlar kendisinden nefret edildiğini, birbirlerini asla anlayamayacaklarını düşünmüştü. Ama son anda, kardeşinin yanan, hayali eli tek ve son bir söz söylemişti. Onun gerçek hislerini duymuştu.
O zalim son vedadan kaçınabilir miydi?
“Konuşabilir miydim… kardeşimle…?”
Zelene bir an sessizliğe gömüldü.
<<…Anlıyorum. Bir kardeşin vardı. Lejyon tarafından asimile edilmiş bir aile üyesi.>>
Küçük bir baş sallama hareketi yaptı… Ona ne olduğunu anlatacak kelimeleri bir araya getiremiyordu. Şimdi olmazdı.
<<Ve sen onu yendin. Değerli kardeşin olan Çoban’ı.>>
“…Evet.”
<<Anlıyorum…>>
Düşünceli bir sessizliğe gömülmüş gibi hissetti. Bir süre sonra yumuşak bir sesle konuştu.
<<Soruna cevap vermeden önce, ben de sana bir şey sorayım… Ben insan mıyım?
Sessizliğe gömülme sırası Shin’deydi.
“Şey-”
Bu Lerche’nin bir zamanlar ona sorduğu bir soruydu. Ve o zaman bir cevap verememişti. Lerche ya da Zelene’nin insan olup olmadığı sorulsa, ikisine de güvenle evet diyemezdi. Hayaletlerinin feryatlarını duyma yeteneği de bu gerçeği soğukkanlılıkla doğruluyordu. Zelene insan değildi. Canlı değildi. O bir hayaletti… Hayır, ondan da beterdi. O bir hayaletin harap olmuş kalıntılarıydı.
Ama Shin bunu yapmaya cesaret edemiyordu. Ona, yüzüne karşı, insan olmadığını söyleyemezdi. Yapamazdı işte.
Görünüşe göre Zelene onun çatışmasını fark etmişti ve olmayan ağzıyla gülümsedi.
<<Sen çok tatlısın.>>
“…”
<<Sen iyi bir çocuksun. Mümkünse, seninle arkadaş olmak isterim. Gerçekten öyle hissediyorum. Ama artık ne ben ne de kardeşin seninle arkadaş olabiliriz. Nedenini anlıyorsun, değil mi? Çünkü…>>
…Onlar Lejyon’du.
<<Seninle konuşabilmemin tek nedeni kısıtlanmış olmam. Çünkü tüm sensörlerim mühürlü. Algılayıcılarım açısından, tam önümde olduğunu bile kabul edemiyorum. Eğer kabul etseydim… Eğer yakınımda bir insan olduğunu kabul etseydim… Muhakeme yeteneğimi bir konuşma yapacak kadar koruyamazdım. Çoban olmanın anlamı budur. Katliam için bir makine haline geliyorsunuz. İnsan kişiliğine sahip olabilirsin ama yine de yıkıcı dürtülerle hareket eden bir canavarsın.”>>
Ona kötü niyet ve kana susamışlıkla uzanan eller Birleşik Krallık’ta Zelene’nin, Seksen Altıncı Sektör’de ise kardeşinin eliydi. Ama yok edilmeden önceki anlarda, kardeşinin eli nazikti.
<<Bu benim için de geçerli. Sen iyi bir çocuksun ve seninle arkadaş olmak istiyorum. Ve işte tam da bu yüzden seni öldürme dürtüsü hissediyorum.>>
O anda Zelene’in sesi gerçekten de kana susamışlık doluydu. Lejyon’un eşsiz, yapay kan tutkusunu taşıyordu. İnsanları öldürmek için nedenlere ya da gerekçelere ihtiyaç duymayan otonom bir ölüm makinesinin mantıksız kana susamışlığıydı bu.
<<Ve bu kardeşin için de geçerli. Bir Çoban olarak kardeşin seni öldürmeye çalışmaktan başka bir şey yapamazdı. Bir cinayet makinesi olarak içgüdüleri ona karşılaştığı her insanı öldürmesini emrediyordu ve onlara karşı koyacak gücü yoktu. Ve sen bir Karınca’yı dizginleyebilsen de, bir Dinozorya’yı tutsak edemezdin. O yüzden sana şunu söyleyeyim… Hata yapmadın.>>
Shin şok içinde yukarı baktı. Zelene konteynerin içindeydi ve gözlerinin önünde değildi ama… bir çift nazik gözün kendi gözlerine baktığını hissettiğini düşündü.
<<Onu kurtarabileceğini düşündün, değil mi? Bu yüzden bana sordun. Pekala o zaman. Soruna cevap vereceğim. Kurtaramazdın. Kardeşinle savaşmaktan başka seçeneğin yoktu. Kardeşinin hayatta kalması ve seninle birlikte yaşaması mümkün değildi. Bu gerçek, kardeşin Çoban olduğu anda kadere kazınmıştı… Onu kendi hatan ya da ihmalin yüzünden kaybetmedin.>>
Bu senin hatan değildi.
<<Bu her zaman doğruydu ve doğru olmaya da devam edecek. Lejyon’la başa çıkmanın tek yolu… bizi yenmek ve uyutmak…>>
…..
Grethe, Lena’nın raporunu aldıktan sonra holo-pencereden başını salladı.
“İyi iş… Üzgünüm Albay Milizé. O serserileri size emanet etmek zorunda kaldım.”
“Önemli değil. Ne de olsa bir sonraki hedefimiz olan Kutsal Noiryanaruse Teokrasisi ile temasa geçmekten siz sorumlusunuz.”
Grethe bu kez ne 1. Zırhlı Tümen’e ne de güney ülkeleriyle iletişimi yeniden tesis etmek üzere güney cephesinde görevlendirilen 4. Zırhlı Tümen’e eşlik etti.
Saldırı Birliğii’nin Zırhlı Tümenlerinden ikisi aynı anda aktif görevde olsa da, her ikisi de aynı hedefe konuşlandırılabilir ya da şimdi olduğu gibi iki farklı bölgeye gönderilebilirdi.
Başka bir deyişle, işler kendilerini yıpratmalarını gerektirecek kadar kötüydü. Lena açık renk kaşlarını çattı.
“Sürekli görevlendirme talepleri aldığımızı duydum ama başka yerlerde işlerin bu kadar kötü olduğunu sanmıyordum…”
Filo Ülkeleri’nin savaş alanına adım attığında bunu görmüştü. Şiddetli saldırılar nedeniyle çökmenin eşiğindeymiş gibi görünen savunma çeperleri. Yetersiz personel, bitkin askerler. Yoksul şehirleri ve kıyı şeridini çöplüğe çeviren batık gemi enkazlarının korkunç görüntüsü.
Federasyon kendileriyle iletişimi yeniden kurmayı başarır başarmaz yardım çağrısında bulunmaları anlamlıydı. Saldırı Birliği ölçeğinde bir güç bile olsa, yardıma çok ihtiyaçları vardı.
“On yıl oldu. Pek çok ülke bu kadar uzun süre sürekli çatışmayı sürdüremez.”
“…”
Sadece Birleşik Krallık ve Federasyon gibi büyük ülkeler ya da İttifak gibi doğal kalelerle korunan ülkeler, cephe hatları ile kendi iç cepheleri arasında büyük bir mesafeye sahipti. Burası farklıydı.
Ama bu Lena’yı meraklandırdı. Durum böyle olsa bile, neden? Filo Ülkeleri, Kutsal Teokrasi ve iletişimi yeniden kuran diğer ülkelerin hepsi askeri yardım istiyordu. On yıl boyunca savaşa dayanmış ve geçen yılki büyük çaplı saldırıyı zar zor atlatmış olsalar bile. Sanki büyük çaplı saldırıdan bu yana geçen bir yıl içinde, savaş durumunu önemli ölçüde kötüleştiren bir şey olmuş gibiydi…
Grethe daha sonra boğucu sessizliği ortadan kaldırmak istercesine kuru bir öksürük çıkardı.
“Bu arada, Albay? Sanırım vermeyi unuttuğunuz bir rapor daha var.”
“Ha?!”
Grethe ona gülümserken Lena telaşla hafızasını karıştırdı.
“Yüzbaşı Nouzen’e cevabını verdin mi? Nasıl geçti?”
Kendi amiri de mi bu konuda ensesinde soluyordu?!
“N-N-N-N-Neden bahsettiğinizden emin değilim!”
“Bir erkeği diken üstünde tutmak bir kızın ayrıcalığıdır, ama onu çok uzun süre merakta bırakırsan, senden bıkar. Bütün bu olanlardan sonra kaptanın çok üzgün göründüğünü bilmenizi isterim.”
Grethe sanki geçmişten tatsız bir anı düşünüyormuş gibi yüzünü buruşturarak sözlerine devam etti. Lena sanal pencerenin önünde durmuş, yüzü pancar gibi kızarmıştı. Kendini gömebilmeyi diledi.
“Onun yüzüne bakmak neredeyse o katil peygamberdevesi için üzülmeme neden oluyordu… Bu da bana şunu hatırlattı. Willem’in o yolculukta bize katılmasının bir nedeni vardı. Ona ne olduğunu merak ediyorum.”
ՓՓՓ
“Birleşik Krallık’taki Duyusal Rezonans aracılığıyla bir bilgi sızıntısından bahsettiniz…”
Araştırma bölümünün bir sonraki görevde bir rolü olmadığından, Saldırı Birliği’nin ana üssü olan Cephanelik üssünde kaldılar. Ofisinde oturan Annette konuğuna şüpheyle bakarak konuştu.
Onu pek tanımıyordu ve sadece iş saatleri dışında onu ziyaret ediyordu. Ama bundan daha önemlisi…
“Sızıntının Para-RAID’den olmadığına dair raporumu çoktan verdim, Genelkurmay Başkanı Ehrenfried.”
“Evet, hatırlıyorum. Ancak… Buna ne dersin Henrietta Penrose?” Gözleri bıçak gibi parlayarak ince bir sırıtışla ona baktı.
ՓՓՓ
Kıyıdan üç yüz kilometre açıktaki bir donanma kalesine saldırı operasyonu önlerinde beliriyordu. Müttefiklerinden herhangi bir destek umudu yoktu ve bu, düşman hatlarına pervasızca bir hücumdu. Bunlar pekâlâ Seksen Altı’nın son günleri olabilirdi.
Ama bu günleri kara kara düşünerek geçirmediler. Tam tersine, birlikte kasabaya gittiler ve deniz kenarında oynadılar. Seksen Altıncı Sektör’de hayat her zaman ölümün kıyısında sallanarak geçmişti. Savaş alanı onların anavatanıydı. Hayatlarını bir savaştan diğerine koşturarak geçirdiklerinden, genellikle hayatın basitliklerini özlüyorlardı.
Ayrıca, çoğu denizi ilk kez görüyorlardı. Deniz kenarında doğacak kadar şanslı olanlar için bile kuzey kıyılarını ilk kez görüyorlardı. Evet, onlar için savaş günlük rutindi. Ve kendilerini olacaklara hazırlasalar da, sinirlerinin onları sahip oldukları zevklerden mahrum etmesine izin vermediler.
Sulara bakar, balıkların hareketlerini takip ederlerdi. Bir balık yüzeye çıktığında, düşündüklerinden daha büyük olduğunu fark ederek kaçarlardı. Etrafta uçuşan deniz kuşlarını korkutup kaçırırlar ve gelgit havuzlarından küçük balıklar ve yengeçler toplarlardı. İnsanların plajda genellikle nasıl oynadıklarına aşina değillerdi ama eğlenmek için fazla bir şey bilmelerine de gerek yoktu.
Sırtını bu neşeli yaygaraya dayayan Shin, kayalardan birinin üzerinde sözsüz bir şekilde durarak önündeki sınırsız denize baktı.
Ne kadar çok bakarsam bakayım, bu…
Yanında duran Raiden da bu manzara karşısında büyülenmiş gibi şaşkınlığını gizleyemedi.
“…Bu inanılmaz. Gerçekten de göz alabildiğine uzanan bir su.”
Neyse ki o gün bulutlar dağılmış ve güneş açmıştı. Soluk mavi kuzey gökyüzü ve denizin rengi bir gün önceki kadar karanlık değildi. Uzaktaki puslu ufuktan gelen deniz kuşlarının çığlıkları bir şekilde kedi miyavlamasına benziyordu.
Bu arada, Lena gerçek kedisi TP’yi önceki sevkiyatta bir kez daha geride bıraktığı için kendini kötü hissetmiş, bu yüzden bu sevkiyatta onu da yanında getirmişti. Şu anda Lena’nın odasında aylak aylak dolaşıyordu. Benzer şekilde, İttifak’a yaptıkları yolculukta geride bırakılmaktan hoşnut olmayan Fido da Shin’in yerinde kalması yönündeki kesin emrini görmezden gelerek onları sahile kadar takip etti. Şu anda Rito ve Marcel’in balık tutmasına yardım ediyordu.
“Ve tüm bu suyun tadı da öyle. Gözümün önünde olmasa inanmazdım…”
“Tadına baktın mı?” Shin, Raiden’ın bir tür çocuk olmadığını düşünerek ona sordu.
Ancak karşılığında aldığı tek şey garip bir sessizlik oldu. Görünüşe göre, gerçekten de merakına yenik düşmüş ve suyun bir kısmını içmişti.
“Tadı neye benziyordu?”
“Tuz gibi… Ya da balık tadı da vardı. Hani yerel ürünleri tuzlanmış balık yumurtasıdır ya? Onun gibiydi ama daha inceydi,” dedi Raiden ve sonra yüzünü buruşturdu. “Gerçekten o şeyin iyi olduğunu mu düşündün? Dürüst olmak gerekirse ben tuhaf olduğunu düşünmüştüm.”
Shin bu soru karşısında şaşkına dönmüştü. O kırmızı, tuzlu balık yumurtaları bulundukları üssün kafeteryasında reçel ve tereyağıyla birlikte masalarına getirilmişti. Görünüşe göre, Filo Ülkelerinde geleneksel bir konserve gıda maddesiydi. Çoğu insan bunun tuhaf olduğunu düşünüp yemeyi reddediyordu ama Shin personelin tavsiyesine kulak verdi ve denedi.
“Gerçekten mi? O kadar da kötü değildi.”
Yine de tamamen lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğini kabul etmek zorundaydı.
“…Dilin de en az senin kadar berbat durumda, dostum…”
Yakınlarda deniz kabukları toplayan Frederica söze karıştı.
“Shinei’nin tat alma duyusunun eksikliğini bir kenara bırakırsak, bu durumda bunun bir tercih meselesi olduğunu söyleyebilirim. Ben kendi adıma oldukça lezzetli buldum.”
“Evet, orada domuz gibi yiyordun. Tostunun üzerine bile bir sürü ekşi krema koymuşsun.” Raiden başını salladı.
Shin de aynı şekilde başını sallayarak, “Evet, orada yediğin tek şey tost da değildi,” diye ekledi.
“Bir hanımefendi hakkında böyle konuşmaya nasıl cüret edersiniz!” Frederica yüzü kızarmış bir halde onları tersledi. “Doğru, biraz kilo aldım ama bu sadece büyüme dönemimin zirvesinde olduğum için!”
Zaten amaçları alay etmek değildi. Sadece gerçekleri dile getiriyorlardı. “Evet, biliyoruz. İyi anlamda söyledik. Senin yaşında sağlıklı bir iştah iyi bir şey, değil mi?”
“Büyümek istiyorsan daha çok yemeli ve kilo almalısın, o yüzden istediğin kadar ye.”
Frederica sustu, yüzünde somurtkan bir ifade vardı, sonra garip bir şekilde istekli bir ifadeyle başını salladı.
“Gerçekten de olgunlaşacağım. Ne de olsa sonsuza kadar çocuk kalamam.”
Kan kırmızısı gözlerinde asil ve trajik olanın sınırlarında gezinen bir şey vardı.
“Ve böylece… Aaaah?!” Ani bir çığlık atarak, eline geçirdiği bir deniz kabuğunu fırlattı. “Hareket etti! Hareket etti!”
…Evet, sen hala bir çocuksun, Shin ve Raiden aynı sonuca vardılar.
Frederica tiksintiyle bakarken, Raiden onun ne düşürdüğünü görmek için çömeldi.
“Oh, içinde bir şey mi var?” diye sordu.
“Hayır…”
Bu sırada Shin kumdan spiral bir deniz kabuğu aldı ve sessizce inceledi. Raiden merakla ona yaklaştı, sonra sustu. Kabuğun içinden bir çift kıpır kıpır, huysuz bacak çıktı.
“…Sanırım bu bir keşiş yengeci…”
“Yakından bakınca biraz grotesk görünüyor…”
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.