Seksen Altı Cilt 07 Bölüm 08
BÖLÜM 8
Çevirmen: Kawaragi
Bir çift büyük cam kapı balo salonundan, başlı başına bir toplantıya ev sahipliği yapabilecek büyüklükte taş bir terasa açılıyordu. Cilalı gri taş işçiliği yıldız ışığında soluk bir şekilde parlıyordu. Yaz ortası olmasına rağmen burası hâlâ dağlık bir ülkeydi ve yaylaların gece esintisi oldukça sertti.
Terasın parmaklıkları gül sarmaşığı şeklindeydi ve üzerini mis kokulu beyaz çiçekler kaplamıştı. Alkolden ya da danstan yorgun düşmüş konuklar burada serinliyordu. Parmaklıklara örülmüş birkaç metalik, süslü bank etrafa yerleştirilmişti ve Shin Lena’yı bunlardan birine oturttu.
Teras, otelin yanında inşa edildiği gölün yanı sıra gece gökyüzünün manzarasını da sunuyordu. Kar erimeleri nehre akıyor ve nehri yaz aylarında bile yüzmek için çok soğuk hale getiriyordu. Sürekli karlı tepelerden esen soğuk rüzgârlar suları soğutuyordu.
Bir garson elinde soğuk içecek tepsisiyle yanlarına yaklaştı. Shin iki bardak aldı ve birini Lena’ya uzattı. Yivli bardağın içindekiler hafifçe fokurdadı ve elma şarabının hafif alkollü kokusu ile nanenin ferahlatıcı aromasını yaydı.
Lena birkaç yudum aldıktan sonra derin bir iç çekti.
“…Özür dilerim. Sanırım şimdi iyiyim.”
Lena ilk kez böyle bir gaf yaptığını fark etti. Partileri sevmezdi ama onlara alışkındı. Ya da en azından öyle olduğunu düşünüyordu. Ama onca insan arasında bunu Shin’in önünde yapmak…
“Çok yorulmuş olmalısın. İzinde olduğumuzun farkındayım ama eğlenmek de kendi içinde yorucu olabiliyor.”
“Bu da bir parçası olabilir ama…”
Daha da ötesi, yanımda olman… mükemmellik için çabalamamı sağlıyor. Bu beni geriyor. Evet… Sebebi bu olmalı.
“Özür dilerim.”
“Bu sefer ne için üzgünsün?”
“Um… İnsanlarla daha çok konuşmak istemiş olmalısın, ama onun yerine buradasın, benimle ilgileniyorsun.”
“Ah.”
Bu kayıtsız ifadeden sonra Shin bardağındakileri yuttu. “Benim için sorun değil. Bu bir parti, ama hepsi tanıdığımız insanlar. Onlarla istediğim zaman konuşabilirim. Ve…”
Lena Shin’deki bir anlık duraklamayı, ses tonunun biraz daha tizleşmesini hemen fark etmedi. Ama bu otelde uzun yıllar hizmet vermiş olan ve konukların ruh hallerini okumayı bilen yaşlı garson bunu fark etti. Bir gölge gibi ikisine yaklaştı ve bardaklarını ellerinden aldıktan sonra aynı sessizlikle oradan ayrılıp, ikisini terasta yalnız bıraktı.
“…Bugünü senden başka kimseyle geçirmek istemezdim,” dedi Shin sonunda.
“Ha…?” Lena şaşkınlıkla başını kaldırdı.
Tam o anda, terasın ötesinde, dalgalanan gölün dingin yüzeyinin gölgesinde bir şey parladı. Bu bir gölge değil, teknelerdi. Birkaç küçük teknenin siluetiydi. O teknelerden bir şey fırladı ve gökyüzüne doğru yükselirken ardında bir ışık izi bıraktı. Havayı yararken ıslık gibi bir ses çıkardı ve ardından gürleyen bir patlamayla karanlık gece göğünde alevden bir çiçeğe dönüştü.
Hâlâ yukarı bakan Lena, sanki ona doğru çekiliyormuş gibi ayağa kalktı. Tanık oldukları şey…
“Havai fişekler.”
O anda, cam tavan bir renk yağmuruna boyandı. Göklerde çiçek açan alevler bir ışık halkası oluşturdu. Ve o ışık parıltısıyla birlikte dans durdu ve bir patlamanın küçük gürültüsünü duydular. Ama bu Seksen Altı’nın duymaya alışık olduğu top ateşi gürültüsünden daha hafifti. Patlayan siyah barutun sesiydi.
Gökyüzünden yıldız tozu gibi parıldayan korlar yağdı. Alevli reaksiyon yeni ayın boş gökyüzünü yedi canlı renge boyadı. Müziğin sesi sessiz balo salonunda hafifçe yankılandı. Gökyüzünde önce ikinci, sonra üçüncü bir alevli çiçek açarken herkes aynı anda başını kaldırdı.
“Havai fişekler…?” Birinin fısıltısı salonda yüksek sesle yankılandı. Ve bu işaretle birlikte herkes alkışlamaya başladı.
“Havai fişekler!”
“Uzun zamandır havai fişek görmemiştim…”
“On yıl falan oldu, değil mi? Vay be…!”
Arka tarafta, iki merdivenin birleşerek küçük bir sahne oluşturduğu yerde bir figür duruyordu. İttifak halkına özgü sağlam ve düzgün bir yapısı vardı ve yerel kırmızı bir tunik giymişti. Bu otelin müdürüydü.
Tüm gözlerin üzerinde olduğunu teyit ettikten sonra abartılı bir selam verdi, ardından ayağa kalkarak net bir sesle onlara seslendi.
“Seksen Altıncı Saldırı Birliğii’nin Seksen Altı’larıı, Federasyon’un askerleri!” Balo salonu şu anda içerdiği yüz kadar kişiden çok daha fazlasını barındırabiliyordu, bu yüzden sesi mikrofona ihtiyaç duymadan herkese ulaşıyordu.
Kıt otlaklara sahip bu dağlık arazide çoğunlukla dağ keçileri yetiştirilirdi.Bu yüzden evlerini bu topraklarda yapan çobanlar, komşu dağlardaki diğer çobanlarla sohbet etmek için yüksek sesle konuşmak üzere eğitilmişlerdi.
“Seksen Altıncı Sektör’den sağ çıkan sizler, ülkemizi ziyaret etmek ve ejderha kralının uyuduğu kutsal dağın eteklerinde durmakla bize şeref verdiniz. Bu hoş kutlamayı olumlu bir notla bitirmek için otelimiz size bu gösteriyi sunuyor. Umarız beğenirsiniz!”
Havaya fırlayan ve gökyüzünü her tona boyayan havai fişeklerin altında orkestra bir kez daha neşeli bir marş melodisine başladı.
Tüm arkadaşları etraflarında tezahürat yaparken Raiden, Theo ve Kurena sessiz bir takdirle havai fişekleri izledi.
“Sanırım son havai fişek gösterimi yılın bu zamanlarındaydı… Şimdiden iki yıl oldu, ha? Sanki çok daha uzun zaman olmuş gibi geliyor.”
“O zamanlar daha çoğumuz hayattaydı. Sadece beşimiz değildik.”
İki yıl önce, hâlâ Seksen Altıncı Sektör’ün ilk savunma filosunun bir parçasıydılar. Cumhuriyet, Öncü filosunu onları yok etmek amacıyla bir araya getirmişti ve o zamana kadar yarısından fazlası görev sırasında hayatını kaybetmişti.
Yaz sonuydu ve geri kalan yoldaşlarının ölmesine bir aydan az bir süre kalmıştı. Ama o sırada Lena’ya henüz hiçbir şey söylememişlerdi ve hepsi kendilerini olacaklara hazırlıyordu.
Ama sadece o geceliğine her şeyi unutabildiler. O kararlılığı, üzerlerinden atamadıkları yorgunluğu, hissettikleri öfkeyi ve anlamsız olacağını bildikleri için içlerine attıkları dehşeti. Yalnız o gece, bunları düşünmek zorunda kalmadılar.
Terk edilmiş, yıkık dökük futbol stadyumunu, renk cümbüşü içindeki karanlık gökyüzünü hatırladılar. Savaş alanından dolayı sayısız yıldır havai fişek görmemiş gökyüzü, göz kamaştırıcı alevlerle yanıyordu.
Şimdi düşündüklerinde, mütevazı bir gösteriydi. Ama yine de abartılı hissettiriyordu. Hiçbir şey havai fişeklerle aydınlanan gökyüzünün görüntüsünün ne kadar değerli olduğuyla kıyaslanamazdı.
Beşi hariç, o ana tanıklık eden tüm İşlemciler ve bakım ekibi üyeleri çoktan ölmüştü. Yine de, belki de birinci savunma cephesinin ikinci, üçüncü ve dördüncü savunma birimlerinden hayatta kalan birkaç kişi bu odada bulunuyordu. Ve onlar da tesadüfen bu bölgede bulunmuş ve gösteriyi görmüş olabilirlerdi. Ya da belki de yoktu ve hepsi ölmüştü.
O zamanlar bu gerçeklik hiçbirine tuhaf gelmemişti. Çünkü o zamanlar, onlar hala…
Kurena ciddiyetle, “Hepimiz… bunun göreceğimiz son şey olduğunu düşündük,” dedi.
Anju kıpırdamadan durdu ve havai fişeklerin oluşturduğu göz kamaştırıcı renk yağmuruna baktı, tonları eski cam gölgelik tarafından hafifçe bozulmuştu.
“…Geçen sefer…”
Dustin ona yaklaşırken devam etmesini bekledi. Onunla mı yoksa kendisiyle mi konuştuğunu anlayamıyordu ama sesi kederle doluydu.
“Havai fişekleri son gördüğümde… Daiya çoktan gitmişti.”
“…”
“Dustin… Özür dilerim. Sana hâlâ Daiya’ya baktığım gibi bakamıyorum. Ve bunu yapabilecek miyim bilmiyorum. Ama lütfen…”
Alevli çiçekler açtı, yanan yaprakları ortaya çıktıkları kadar çabuk yok oldu. Işıkları gün ışığı kadar parlak değildi ama oldukça etkiliydi. Her şeyi içine çeken Anju konuştu. Geçici bir dua gibi, gerçekliğin karanlığına karşı parlamak için çok zayıftı.
“…beni bırakma. Ölme ve beni yalnız bırakma.”
“…Bırakmayacağım.”
Charité Yeraltı Labirenti’nde parçalanmış beyin örneklerine bakan Shin’in yüzünü gördüğünde, üst üste yığılmış on binlerce çürümüş cesedi görünce nasıl irkilmediğini gördüğünde Seksen Altı’nın ölüm karşısında hissizleştiğini düşündü.
Büyük çaplı saldırıdan bu yana onlarla birlikte savaştığı iki ay boyunca, yoldaşlarının düşman ateşiyle havaya uçtuğunu görünce tepki vermeyen insan formundaki silahlar gibi davranmışlardı.
Buna alışkın olduklarını düşünüyordu. Diğerlerinin ölümünün onlar için çok az şey ifade ettiğini düşünmüştü.
Ama bu doğru değildi. Hatta bu gerçeğe en uzak şeydi. Ve her seferinde acı çekmelerine rağmen, arkadaşları birbiri ardına öldü, ta ki daha fazla dayanamayana kadar. Ta ki artık bu acıya katlanmak zorunda kalmamak için kalplerini dondurana kadar.
Ama şimdi donmuş kalplerini çözebileceklerini hissediyordu. İşte bu yüzden o sözleri söylemişti… Bir daha asla onun kalbinin donmasına izin vermemek için.
“Söz veriyorum. Asla ölmeyeceğim ve seni yalnız bırakmayacağım. Ne olursa olsun.”
ՓՓՓ
Báleygr – hayır, Shin olarak bilinen Seksen Altı askeri – o gün onu sorgulamaya gelmedi. Görünüşe göre başka işleri vardı. O ve filosu sonunda Federasyon’a döndüğünde, Zelene de bir Federasyon tesisine nakledilecekti. Bu yüzden Zelene şu anda yine bir nakliye konteynırındaydı. Koyu bir sessizlik içinde oturuyordu. Konteynırın etrafı metalik duvarlarla kaplıydı ve bu sayede olası herhangi bir iletimin ona ulaşması ya da onu terk etmesi engelleniyordu.
Bu mesajı insanlığa Yüksek Hareketlilik tipinde iletmek bir kumardı. Hem de işe yarama ihtimali düşük olan bir kumar. Onu yenebilecek kapasitede yaşayan bir insan olmamalıydı. Olsa bile, Lejyon’un Birleşik Krallık’taki topraklarının derinliklerinde ona kadar izini sürme ihtimalleri daha da zayıftı.
Yüksek Hareketlilik türünü yenebilecek birinin asker olması gerekirdi ve askerler bir ulusun kılıcı olarak hareket eden kişilerdi. Onların yeminli görevi vatanları için, değer verdikleri kişiler için fedakârlık yapmaktı. Lejyon’a komuta etme yetkisine sahip olan çoğu kişi bunu mekanik orduyu durdurmak için kullanmazdı. Lejyon’un kılıçlarını diğer ülkelere çevireceklerdi.
Shin’le yaptığı ilk konuşmalar onu oynadığı kumarın gerçekten de başarısız olduğuna ikna etti. Bir Federasyon askeri ve Nouzenlerin soyundan geliyordu; İmparatorlukta hüküm sürmüş vahşi savaşçıların soyundan. Cinayeti zaferi ve mirası olarak gören soylardan biri.
Ama en kötüsü, onunla karşılaştığında Lejyon’a karşı ne nefret ne de düşmanlık göstermemesiydi. O kadar sakin ve suskundu ki kadın onun akıl sağlığını sorgulamak zorunda kaldı. Kendi ailesinin ve yoldaşlarının ölümünden dolayı keder ya da öfke duymayan bir adam, en başından beri onlara karşı sevgi beslemeyen bir adamdır. Adaletsizliğe karşı öfke duymayan bir adam, onu zımnen kabul eden bir adamdır.
Ve dileğini böyle bir insana emanet edemezdi.
Ama bu doğru değildi. Onunla ilgili ilk değerlendirmesi bir hataydı ve o karanlık kabın içinde otururken Zelene yanılmış olmaktan aşırı mutluluk duyuyordu.
<<Bunu görebiliyor musun, Yüzsüz…? Hayır… Muhtemelen göremiyorsun. Artık benim iyiliğim için hareket etmeyeceksin. Çünkü artık bana ihtiyacın yok.>>
Ben Lejyonum, çünkü Biz Çokuz. Lejyon’un doğası hepsini harcanabilir kılıyordu. Bölgelerin derinliklerinde yuvalanmış Kraliçe Arı her zaman sayısız Lejyon üretebilirdi. Ve bu Zelene için bile geçerliydi. Komutan birimleri de aynı şekilde harcanabilirdi.
Birleşik Krallık cephesinden sorumlu komutan birimi olarak onun yerini başka bir Çoban’ın alması muhtemelen uzun sürmeyecekti. Hiçbir şey değişmeyecekti. Lejyon’un usulü, her türlü beceriksiz strateji girişimini ezici bir sayıyla ezip geçmekti. Zelene’in yokluğu kolektifi çok az etkileyecekti.
İşte bu yüzden Yüzüsüz ve Lejyon’un entegre ağını oluşturan diğer Lejyon komuta birimleri onu aramıyordu. Ona bakmıyorlardı. Yapacakları tek şey, bir asker yok edildiğinde yaptıkları gibi onun kaydını silmekti.
Ve onu görmezden gelerek, planını da görmezden gelmiş oldular.
<<Yüzsüz… Yüz->>
Ses çıkarmadan ya da kelimelerle konuşmadan, hayattayken sahip olduğu ismi fısıldadı. O zamanlar, Lejyon’ların çoğunun merkezi işlemcilerinin ilk kullanım ömürlerinde hala bolca zamanları vardı. Ancak zaman sayacının bir gün sıfıra düşeceğini bildiklerinden, bir çözüm -bir ikame- aramaya başlamışlardı bile.
Ve o zamanlar bir cesetten asimile edilen ve ikame olarak kullanılan sinir ağlarından biri de Yüzsüz idi.
O sırada Zelene, Birleşik Krallık karşıtı cepheye geldi. Cesedi doğrudan görmemiş ya da parçalara ayrılmasında yer almamış olmasına rağmen, bir birimin komutanıydı ve bu nedenle Birleşik Krallık’ın entegre ağından bu konuda bir rapor almıştı.
Bu yüzden onun adını biliyordu. Kendisi de bir zamanlar yüzünün neye benzediğine dair anılarla birlikte bu ismi de unutmuş görünüyordu. Yüzsüz sadece bir prototipti, ancak şimdi entegre ağ için komutan birimlerden biri olarak seçildi. Bunun sebebi de şuydu.
<<Seni durduracağım… Şu anda olduğu gibi, artık Lejyon bile değilsin>>
….
Lena’nın gümüş gözleri, yıldız tozunun son parçası da son izini bırakırken gökyüzüne baktı. Havai fişekler bir ışık şelalesi bırakarak sona erdi. Yankılar gecenin içinde kayboldu. Rengârenk kıvılcımlar yanıp yok olurken parıldıyor ve aşağıya doğru süzülüyordu.
Bu manzaraya bakmak Lena’yı garip bir şekilde kederli hissettirdi. Mevsimlerin geçip gittiğini hissetmenin garip duygusuydu bu, bir kutlamanın sonunda sıklıkla hissedilen boşluktu. Kaybedilen bir şeyi yeniden düşünmenin yürek parçalayan yalnızlığı. Bir daha asla yaşayamayacağınız bir anla yolunuzun kesişmesinin geçici hüznüydü.
“Görünüşe göre Devrim Festivali’nin havai fişeklerini bir daha göremeyeceğiz.”
Yanında duran kişinin gözlerinin dönüp kendisine baktığını hissedebiliyordu. Lena onun bakışlarına karşılık vermeden hayallere daldı. Devrim Festivali. Ağustos ayında, yazın zirvesinde kutlanan bir Cumhuriyet festivali. Şehrin kirli ve pis gökyüzünde havai fişekler patlatılırdı; kimsenin dikkat etmediği havai fişekler.
Ama yine de, o havai fişekleri onunla birlikte görmeye söz vermişti. İki yıl önce, Devrim Festivali gecesinde. Ondan bir ay sonra Shin’in birliğinin ölüm yürüyüşüne gönderileceğini bilmiyordu.
“Devrim Festivali yakında başlayacak aslında. Ancak Hayalet Sürücü’yü eğitmek ve ustalaşmakla çok meşgul olacağız… Bir sonraki sevkiyatı duydun, değil mi?”
“Evet. Yanılmıyorsam kuzey havzası ülkeleri. Sorunlu bir noktada bir Lejyon üssü var. 2. ve 3. Zırhlı Tümenler orada sorun yaşıyorlarmış ve geri çekilmeye karar vermişler.”
Kuzey havzası ülkeleri, Federasyon’un kuzeyinde ve Birleşik Krallık’ın doğusunda yer alan küçük uluslar topluluğuydu. Bu ülkeler Lejyon tehdidine karşı tek vücut olarak birleşmişlerdi. Geçtiğimiz ay boyunca ve hatta şimdi bile, Saldırı Birliği’nin operasyonel birimi onlara yardımcı olmak için orada konuşlanmıştı.
Lejyon’un kuşatmasında bir delik açmakla görevlendirilmişlerdi ancak çatışmalar bir düşman üssünün varlığını ortaya çıkarmıştı. Saldırı Birliği beklenenden daha zor bir savaşa zorlandı ve geri çekilip durumu yeniden değerlendirmeleri gerektiğine karar verildi.
“Cumhuriyet… Devrim Festivalini bir gurur meselesi olarak görüyor ve hala düzenlemek niyetinde, ancak havai fişek hazırlayacak kadar ileri gidecekleri şüpheli. Enerji ve üretim tesislerinin yeniden inşası hala devam ediyor ve Çoban Köpek’lerinin direnişi kuzey bölgelerinin geri alınmasını zorlaştırıyor.”
Bu sadece Cumhuriyet için geçerli değildi. Her yerde durum aynıydı. Saldırı Birliği’nin bir bölgeden diğerine pervasızca operasyonlar düzenlemesinin nedeni buydu. Yoksa neden karlı arazide düşman bölgesini yarmaya, ellerinde harita bile olmadan bir düşman üssünü yerle bir etmeye gönderilsinler ki.
Şu anda operasyonlardan 2. ve 3. Zırhlı Tümenler sorumluydu ve kuzey havzası ülkelerinde başarılı olsalar da, yanlış bir hareket onları düşman kuvvetleri arasında yok olmalarıyla sonuçlanabilecek bir hücuma zorlayabilirdi.
Lena ve Shin etraflarında savaş sürerken Devrim Festivali’ne gidemezlerdi. Gitseler bile izleyecekleri havai fişekler olmayacaktı. Peki gelecek yıl orada olacaklar mıydı? Havai fişeklerini izlemek için? Devrim Festivaline katılmak için?
Hem de Cumhuriyet’de?
Shin ve ben…? İnsanlık gelecek yılı görecek kadar yaşayacak mı?
Bu karamsar düşünceler çirkin yüzlerini gösterdikten sonra Lena’nın zihninde birbiri ardına yuvarlanmaya başladı. Lena inkar edercesine başını salladı, dudaklarını ısırarak kendi kendine bu müdahalelere izin veremeyeceğini söyledi.
Yaşayacaklardı. Çünkü bir söz vermişlerdi. Devrim Festivali’nin havai fişeklerini birlikte göreceklerdi. Savaş sona erdiğinde gidip denizi göreceklerdi. Birlikte.
Yani o zamana kadar ikimiz de ölemeyeceğiz.
Ve bu umutsuz düşünce aklından geçtiği anda, Shin düşen korlara bakarken konuştu.
“O halde…”
Marş bittikten sonra orkestra tekrar bir vals çalmaya başladı. Yavaş bir vals, temposu kutlamaların sonuna yakışır şekilde samimi ve yumuşaktı. Sanki onu duyan herkesi, partinin kargaşasının kalıntılarına tutunarak hafif bir uykuya daldırmak istercesine biraz kederli bir melodiydi. Zamanlamaya bakılırsa, bu gecenin son şarkısı olacaktı.
Bu şarkının onu ileri doğru ittiğini hisseden Shin dudaklarını araladı. Bunu şimdi söylemesi gerektiği düşüncesi aklının ucundan bile geçmedi; sözcükler kendiliğinden dökülüverdi. Tıpkı eriyen karın tarlaları besleyen nehirleri oluşturması gibi, çok doğal bir şekilde.
“O zaman mümkün olan en kısa zamanda Devrim Festivali’ne gidelim. Eğer gelecek yıl gidemezsek, bir sonraki yıl gideriz. Ve her gittiğimizde de kutlama yaparız.”
İki yıl önce, havai fişek gösterisinin yapıldığı gece Shin, bu sözün asla yerine getirilemeyeceğini çok iyi bilerek Lena’nın sözlerine karşılık verdi. Çünkü Lena’nın havai fişekleri birlikte görme isteğine belirsiz bir cevapla karşılık vermesi imkansızdı.
Havai fişekleri gerçekten görmek istemiyordu. O anda bunu dileyemezdi bile. Ama şimdi durum farklıydı.
“Çünkü bu artık imkânsız bir dilek değil.”
Kesin ölüm kaderinin üstesinden gelmişler ve hayatta kalmışlardı. Umut etmeye izinleri olduğunu öğrendiler. İleriye bakmaya. Gelecek için bir şeyler dilemeye. Ve önündeki kız onu pek çok kez kurtarmıştı. Onu defalarca uçurumun kenarından çekip almıştı. Ve o daha ne olduğunu anlamadan…
Tekrar Lena’ya baktı. Hiçbir şey söylememişti ama Lena’nın gümüş gözleri sanki ona doğru çekilmiş gibi buluşmuştu. Ve böylece ona özlemle seslendi.
“Lena…”
“…bir gün, bunu başarabildiğimizde, bunu kutlayalım. Çünkü bu artık imkânsız bir dilek değil.”
Kıpkırmızı bakışlarında Lena’nın Shin’den daha önce hiç görmediği bir ciddiyet vardı. Kendinden geçmişti. Zihninde dönüp duran endişe ve korku kötü bir rüya gibi yok olup gitmişti.
Sen öyle diyorsan, eminim gerçekleşecektir. Ne kadar imkansız olursa olsun, o mucizeyi yaratacağımıza eminim.
Bu duygu kalbinin derinliklerinden fışkırdı. Tıpkı geceleri yıldızların parıldaması ve ilkbaharda çiçeklerin açması gibi. Doğa gibi. Ona en ufak bir şüphe duymadan inanabilirdi.
Ve doğal olarak derin bir nefes aldı. Farkında olmadan iki elini de kaldırdı ve göğsünün önünde kavuşturdu. Eğer o sözleri söyleyecekse, bu şimdi olmalıydı. Eğer bir gün söyleyecekse, bunun tam burada, hemen şimdi olmasını istiyordu.
Seni seviyorum.
Savaş bittiğinde. Devrim Festivali’nin havai fişeklerini birlikte izleyeceğimiz zaman, bunun seninle olmasını istiyorum. Onları birlikte görmemizi istiyorum. Ne zaman olacağını bilmiyorum, ama bunu birlikte yapmamızı istiyorum. Mümkün olduğunca çok kez.
Ama tam bu sözleri söyleyecekken…
“-Lena.”
Çağrısının sesi, sesinin tonu dilini tutmasına neden oldu. Gerginlikle yutkundu, nefesini tutarak bekledi. Şimdi söyleyeceği şey her ne ise çok özel olacaktı. Bunu anlayabiliyordu. Ve aniden dehşete kapıldı. Onları duymaktan korkuyordu. Havayı doldurmak üzere olan belirleyici kelimeleri.
Şimdiye kadarki ilişkileri bir bakıma garipti, sanki gecenin içinde sürekli geçen gemiler gibiydiler. Ama belirsizliği içinde hoştu. Ve o sözler bunu paramparça edecekti. Mevcut ilişkilerini paramparça edecek, onu başka bir şeye dönüştürecekti.
Bu yeni bir şeyle sonuçlanabilirdi. Ama değişim ve kaçınılmaz olarak beraberinde gelen yıkım geri döndürülemezdi. Onu bir kez dinledikten sonra geri dönüşü olmayacaktı. Bu yüzden o sözleri duyma düşüncesi onu korkutuyordu. Dehşet onu kavradı, vücudunu dondurdu. Ama…
Onu dinlemek zorundayım. Dinlemek zorundayım.
Çünkü Shin de dehşete düşmüş olmalı. Değişmek için çok çabalıyor ve her şeyini yok edebilecek olmasına rağmen bu adımı attı. Benden çok daha fazla korkmuş olmalı. Tek yapmam gereken beklemek.
Onu dinlemezse, kesinlikle pişman olacaktı. Bu yüzden ellerini sıktı. Nefes almayı unutarak bir nefes verdi ve dudaklarını büzerek bekledi.
Ve sonra Shin konuştu.
“Seninle tanıştığıma o kadar minnettarım ki.”
Sesi duygu doluydu. Bu duyguların adını bilmiyordu, bu yüzden basitçe kelimelere dökmeye çalıştı. Ama bu yeterli değilmiş gibi hissediyordu. Zaten, muhtemelen var olan tüm terimler onun hissettiklerini tarif edemezdi. Kendini ifade edebilmesinin tek yolu kelimelerdi ve seçenekler can sıkıcı derecede az geliyordu.
“Eğer orada olmasaydın, Birinci Sektör’de kardeşimle savaşırken ölebilirdim. Ölmeye tamamen hazır bir şekilde savaşırdım. Morpho’yu yok ettikten sonra yaşama sebebimi kaybederdim. Ejderha Dişi Dağı’ndaki magma gölünde mahsur kaldığımda eve dönmek için savaşmazdım. Attığım her adımda beni tekrar tekrar kurtardın.”
Shin, kendisiyle birlikte savaşanları toplayan ve onları nihai hedeflerine götüren kişiydi. Bu da Shin’i her zaman geride bırakılacak biri haline getirdi. Kimse onun anısını devam ettirmeyecekti ve o da kendisinden başka tutunacak kimsesi olmadan öylece göçüp gidecekti.
Ama hafızasını ona emanet edebileceğine inanmaya başladığı an… bu başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak bir kurtuluştu. Seksen Altıncı Sektör’den beri, daha onun neye benzediğini bile bilmediği iki yıl boyunca ona destek olmuştu.
Bir yıl önce, o örümcek zambağı çiçekleri tarlasında onu yakaladığında, ona savaşmaya devam etmesi için bir neden vermişti.
Ve bir ay önce, o karlı savaş alanında, dilediği ilk ve tek geleceği kabul etmesine yardım etti.
“Senin orada olman yaşamaya devam etmem gerektiğine inanmamı sağladı.”
Lena gözlerinde yaşların biriktiğini hissetti.
Evet. Evet, Shin. Ben de aynı şekilde hissediyorum. Seninle tanıştığım için buradayım. Çobanların ve Kara Koyunların sırrını öğrendiğim için büyük çaplı saldırıya hazırlanabildim. Hepinize tutunarak bu dünyanın ne kadar soğuk ve kötü niyetli olduğunu öğrendim. Gerçekten ne kadar çirkin bir insan olduğumu fark ettim. Ve senin gölgenin peşinden koşabildiğim için kiminle olmak istediğimi anladım.
“Seksen Altıncı Sektör’den kaçabilmemin sebebi sendin.”
Sen oradaydın diye beyaz bir domuz olmayı bırakabildim.
Beni bugün olduğum kişi yaptın. Bugüne kadar değer verdiğim parçama hayat veren senin sözlerindi. Ve böylece, sen… Beni değiştiren kişi oldun. Bana hayat veren kişi oldun. Ben…
“Seni seviyorum.”
Sonunda bu kelimeleri açıkça söyleyebilmiş olması Shin’i rahatlatmıştı. Uyanıkken her düşüncesini tüketen sözcükler. Bunca zaman sonra onları söyleyecek cesareti toplayamazsa, tüm anlamını yitirecekti.
Onu pek çok kez kurtarmıştı… Ancak Shin duygularının ona borcunu ödemeye yetip yetmeyeceğini ya da Onun nasıl karşılık vereceğini bilmiyordu. Bu düşünce zihnini kararttı… ama yine de içini döktü.
“Sana denizi göstermek istiyorum… Daha önce hiç görmediğimiz, savaşın ateşinin henüz karartmadığı şeyleri görmek istiyorum. Seninle aynı manzarayı görmek istiyorum.”
Başka bir deyişle.
“Senin yanında kalmak istiyorum. Seninle birlikte olmak istiyorum. Sonsuza kadar… mümkünse.”
Lena orada öylece durdu, gümüş gözleri kocaman açılmıştı, tek bir kelime bile edemiyordu. Zihni bomboştu.
Ben de öyle hissediyorum. Her zaman seninle olmak istiyorum. Son durağına kadar. Sen nereye gidersen git, benim de son durağım orası olacak. Adını ve anılarını taşımayı ya da Kalbini yanımda götüreceğimi kastetmiyorum.
Birlikte olmamızı istiyorum. Birlikte yaşamaya devam etmek istiyorum.
Sözleri onu mutlu etti. Ama bu sadece sevildiğini hissettiği için değildi. Hayır. Sonunda ona nasıl hissettiğini söylediği için de değildi.
O da aynı şekilde hissettiği için mutluydu.
Ona cevap vermeliyim. Ona cevap vermeliyim. Ona cevap vermeliyim.
Bu tekil duygu onu ışık hızından daha hızlı bir şekilde, düşüncelerini toparlayamadan ileriye doğru itti. Vücudu ileri doğru hareket etti. Çünkü kelimeler çok yavaş kalacaktı. Kelimeler yeterli olmazdı. Kelimeler duygularının onda birini bile ifade edemezdi.
Aralarındaki mesafe tek bir adımdan daha azdı ve boşluk bir anda kapandı.
Shin’in gözleri şaşkınlıkla açıldı. Lena kollarını onun omuzlarına doladı -kaçmasına izin vermemek için- ve yukarı doğru uzandı. Aralarındaki boy farkı normalde yarım baş kadardı ama Lena’nın o günkü yüksek topuklu ayakkabıları bunun çoğunu kapatmıştı. Dudakları öncekinden biraz daha yakındı. Ve böylece ona daha da yaklaştı ve…
…ilk öpücüklerini paylaştılar.
CİLT 7 SİS BİTTİ.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.