Seksen Altı Cilt 07 Bölüm 05
BÖLÜM 5
SİS MAVİSİ
Çevirmen: Kawaragi
“-Oh. Burada kızlar da var.”
Juggernaut’un yeni silahı Hayalet Sürücü için son kontroller yapılıyordu. Kurena günün kontrol listelerinden birini tamamladıktan sonra mola verirken, kafasını konteynerin arkasından gelen seslere çevirdi.
Acımasız Kraliçe Zelene Birkenbaum sonunda Shin’e cevap vermişti, bu da Shin’in onu sorgulamak için çok daha fazla zaman harcadığı anlamına geliyordu. Zelene, Shin orada olmadığı sürece hiç konuşmayacağını açıkça belirtmişti. Sonuç olarak, Shin Hayalet Sürücü’nün testine katılamayacak kadar yoğundu, bu yüzden Raiden, Theo, Anju ve Kurena onun yerine geçtiler.
Kurena onlarla yüzleşmek için döndü ama seslerin kaynağı olan bir grup İttifak askeri onu fark etmedi ve boş boş sohbet etmeye devam etti. Yaklaşık yarısı Caerulea’ydı, sarı saçlı ve mavi gözlüydüler.
Tıpkı Daiya gibi. Diye düşündü Kurena.
“Çok şirinler. Ama vay canına, bu yaşta savaşmalarına izin mi veriyorlar?”
“Savaşmaya zorlanan çocuk askerlerin daha çok… bilirsin işte… sokak köpekleri gibi, herkese ve her şeye küfreden veletler olduğunu hayal etmişimdir hep.”
“Söylentiler doğruysa, onlar da tıpkı o kansız savaş makineleri gibi savaşan canavarlar.”
“Ama şirinler, biliyor musun? Neredeyse normaller.”
“…Tch. Şu bize bakıyor… Muhtemelen bizi duydu.”
Bazıları beceriksizce özür dileyerek ellerini kaldırırken, diğerleri rahatsız bir şekilde başlarını kaşıdı. Sonra da samimi bir gülümsemeyle ona baktılar.
“Orada iyi şanslar!”
“Teşekkürler!” Kurena başıyla onayladı.
Doğru, Shin’in elleri başka işlerle doluydu. Bu yüzden o ve diğerleri onun yerine çok çalışmak zorundaydı. Ama yine de…
Bakışları konteynerlerin arasında duran Prusya mavisi üniformaya takıldı.
Ne yapıyorsun, Lena…?
……
“Lena son zamanlarda biraz garip davranıyor.”
Çocukluklarını Seksen Altıncı Sektör’ün kışlalarında ve cinsiyetler arasında gerçek bir ayrımın olmadığı toplama kamplarında geçirmiş olan Seksen Altı, ergenlik çağındaki erkek ve kızların belirli alanları paylaşmalarına neden izin verilmediğinin ardındaki mantığı çok az anlıyordu.
Michihi, göl kenarındaki şehirden aldığı kozmetik ürünlerini çıkararak konuştu. Onunla birlikte gelen Shana ile çantalarını taşımak için peşine takılan Yuuto ve Rito, Michihi’nin sözlerini başlarıyla onayladılar.
Michihi aldığı birkaç ruju açıp tonlarını karşılaştırırken, Shana da hiç vakit kaybetmeden bir şişe oje açıp tırnaklarını boyadı. Büyük etkinlik yaklaşıyordu ve pratik yapmaları gerekiyordu.
“…Shana, benim tırnaklarımı da boyamana gerçekten gerek yok,” dedi Rito.
“Hadi ama, çok tatlısın Rito… Seni yiyip bitirebilirim.”
“Beni korkutuyorsun, Shana…”
“İkisini bir yere kaçamayacakları şekilde ayarlarız diye düşünmüştüm ama o kadar endişeliler ki bu plan işe yaramaz. Ve görünüşe göre Shin de şimdilik zamanını beklemeye karar vermiş…”
Yuuto düşünmek için bir an durakladı.
“Sanırım Lena da bizim gibi olduğu için,” dedi sonunda.
“Ne demek istiyorsun?” Michihi sordu.
“Lena büyük çaplı saldırıda her şeyini kaybetti. Ailesini, evini, Annette dışında Cumhuriyet’te tanıdığı herkesi. Cumhuriyet onun anavatanıydı.”
Artık evim diyebileceği bir ülkesi yoktu. Koruyacak bir ailesi, dönecek bir yeri yoktu. Uğruna yaşayacağı hiçbir şey… tek bir şey dışında.
“…Ah,” diye fısıldadı Rito. “O da tıpkı bizim gibi. Sahip olduğu tek şey gururu, o da olmayınca ne yapacağını bilemiyor. Ama bir fark var… Lena yakın zamanda her şeyini kaybetti.”
Yaraları tazeydi. Hâlâ tazeydiler ve en ufak bir dokunuş Lena’nın parçalanmasına neden olabilirdi.
….
“Hey, Shin… Lena’nın son zamanlarda biraz tuhaf davrandığını fark ettin mi?”
“Evet.”
Kol düğmeleri, düğmesi olmayan gömlek kolları için tutturucu görevi gören aksesuarlardı. Ama günlük üniformalarda kullanılmazlardı. Hele askeri kıyafeti olarak giyilen panzer ceketlerini söylemeye gerek bile yok. Shin bunları bağlama becerisi konusunda endişeliydi, bu yüzden bugün pratik yapmayı denedi. Şüphelerini doğrularcasına bu konuda berbat olduğunu teyit ederken, Theo’nun soruları karşısında başını salladı.
“Ah, demek sende farkettin… Ah, kahretsin. Çıkaramıyorum.”
“Belki de Federasyon’un kol düğmelerinde bağlantı elemanları kullanıldığı içindir…?” Shin yüksek sesle merak etti. “Her neyse, bundan önce de biraz tuhaf davranıyordu ama Zelene’in yanıt vermesini sağladığımızdan beri benden tamamen kaçıyor.”
Sorgu odasından çıktığını fark etmiş ve peşinden gitmişti. Onu koridorda ayakta dururken buldu ama Lena sadece başını salladı ve bir şeyi olmadığını söyledi… O da ona söyleyecek bir şeyi varsa her zaman dinlemeye hazır olduğunu söyledi ve gitti.
Eğer henüz konuşmaya hazır değilse, aklından geçenleri söylemesi için onu zorlamak ikisine de bir fayda sağlamayacaktı. Shin bunu deneyimlerinden biliyordu. Bir ay önce de aynı durumdaydılar ama roller tersine dönmüştü.
“Konuşmaya hazır olduğunda onu dinleyeceğimi söylemiştim,” dedi Shin bu düşünceleri aklından geçirerek.
“Ha?” Theo şaşkınlıkla ona baktı. “…Shin olduğuna ve onun derisini giymiş bir Lejyon olmadığına emin misin?”
“Bu da ne demek oluyor?”
“Şey… Sen asla bu kadar düşünceli olmazdın,” diye yanıtladı Theo, hâlâ şaşkındı.
“…Sana sormak istediğim birkaç şey var, Theo.”
Onun hakkındaki izleniminin tam olarak ne olduğunu bilse de Shin bu soruyu gündeme getirmekten kendini alıkoyamadı. Ne de olsa, daha önce pek çok kez acı çekmiş ve çelişkiye düşmüştü ve her seferinde Theo ve diğerleri onu kendi haline bırakmıştı.
Uzun zamandır onların bu tavrından faydalanıyordu. Ama şimdi, ne söyleyeceğini bilemeden sadece kenarda durabilen tek kişi oydu. Şimdi nasıl hissettiklerini anlıyordu… Bu yüzden konuşacak konumda değildi.
“…İşleri kendi başıma halledene kadar yalnız kalmak benim için daha kolaydı. Ama bu, bu gerçekleşene kadar sessizce beklemek zorunda kalan diğer herkes için durumu daha da zorlaştırdı. Öyle değil mi?”
…….
“Majesteleri! Majesteleri! Büyük gece için bunu giymeye ne dersiniz? Seksi, değil mi?”
Kapıyı çalmasına rağmen Shiden yine de izin almadan kapıyı açtı ve Lena’nın odasına daldı. Aralarındaki yatağa Shiden’ın göl kenarındaki kasabadan aldığı iç çamaşırları serilmişti. Bunlara “şanslı” külotlar da denebilirdi. Sevimli, erotik sütyenler, korseler, bir kombinezon ve külotlar, hepsi de havaya girmek içindi.
Shiden çeşitli tepkiler bekliyordu. Bu… utanmazca! Ben bunu giyemem! Ya da belki bunlar senin bedenine göre! Ya da ölçülerimi nereden biliyorsun?! Her iki durumda da Lena’nın kızaracağını ve kekelemeye başlayacağını düşünüyordu.
Sadece düşüncesi bile Shide’ni güldürmeye yetiyordu.
Ama Lena tamamen kendinden geçmişti, Shiden’ın elinde tuttuğu siyah deri jartiyer kemerine ya da ondan sarkan gümüş zincirlere bir bakış bile atmadı.
“Majesteleri…? Sorun nedir?”
“Ha?”
“Yani… Son gün için kıyafetlerin.”
“Doğru…”
“Azrail sana eşlik edecek, değil mi? Bu yüzden bir güneş gibi parlaman lazım, anlıyor musun? Yani…”
Shiden kaba bir sırıtış attı.
“…Kim bilir? Belki onları göstermek için bir fırsat yakalarsın, değil mi? Merak etme; Annette’i barda bir gece geçirmeye götüreceğim, böylece ikiniz de odayı kendinize ayırabilirsiniz. Sadece rahatla ve-”
Shiden, Lena’nın kızarmasını ve bu müstehcen şaka için onu azarlamasını bekliyordu ama…
“Hayır… Sanırım Shin benim yerine başkası ile gidebilir…” Lena endişeli bir çocuk gibi başını öne eğdi.
“…Ha?” Shiden, Lena’nın ne demek istediğini anlamamıştı.
“Shin’in bana ihtiyacı yok… Ne de olsa ben…”
Beyaz bir domuzum.
Lena kelimeleri söylemek istemeyerek dudağını ısırdı. Shin’in yanındaki kişi olmak zorunda değildi. Sonunda, ona zarar veren beyaz domuzlardan biriydi. Yani bir gün ayrı düşebilirdiler.
Shin’in yanındaki yer onun olmak zorunda değildi. Neyi ima ettiğini anlayan Shiden içi çekti.
“…Majesteleri…”
Ardından Lena’nın ince omuzlarını kavradı ve onu zorla yatağa doğru itti.
“…?!”
Yatak yayları altında gıcırdarken, Lena şok ve korku karışımı bir çığlık attı. TP şaşkınlıkla ayağa fırladı ve masanın altına saklanmadan önce tehditkâr bir şekilde tısladı.
Shiden’ın ifadesi tek kelimeyle kan dondurucuydu.
“Shiden…?” Lena endişeyle sordu.
“…kes şunu.”
Shiden ona keskin, soğuk gözlerle baktı. Bakışları o kadar büyük bir öfkeyle yanıyordu ki, sanki tam bir daire çizmiş ve sıfırın altındaki sıcaklıklara ulaşmıştı.
“Daha ne kadar çizgiler çizmeye devam edecek ve en ufak bir şey ters gittiğinde geri çekileceksin? Bir de kendine kraliçemiz mi diyorsun? Bazen geri çekilmen gerekir. Buna karşı çıkmayacağım. Ama ne var biliyor musun?”
Lena bir komutandı. Bazen askerlerine ölmelerini emretmesi gerekirdi. Bu genellikle geçmemekte ısrar ettiği bir çizgiydi. Geçmek istemediği bir çizgi. Ve yine de…
“Kendinle bizim aramıza çektiğin çizginin var olmasına gerek yok. Artık hiçbirimiz sana beyaz domuz demeyeceğiz, bu yüzden kendine beyaz domuz deme ve kendini tekrar duvarların arkasına kapatma. Lanet olası Seksen Altıncı Sektör’de daha ne kadar yaşamayı planlıyorsun?!”
“Ama ben Cumhuriyet’tenim… Sana zarar veren taraftan. İstemeden seni incittim… Farkında bile olmadan… Ve bu asla değişmeyecek bir şey… Sahip olduğum tek şey bu!”
Lena’nın haykırışı odada yankılandı. Annesi geniş çaplı saldırı sırasında Lejyon tarafından asimile edilerek ölmüştü. Babası, Lena’ya Seksen Altıncı Sektör’ün acımasız gerçekliğini gösterme girişimi sırasında ölmüştü. Karlstahl, Annette’in annesi, herkes, hepsi ölmüştü.
Artık koruyacak bir ailesi yoktu. Geri dönebileceği bir evi yoktu. Ve Shin’in yanında savaşarak kazandığı gururu bile kaybetmişti. Onun kendisine güvenmesi fikrine takıntılıydı ve şimdi sahte aziz rolünü bile oynayamıyordu.
Yani tüm bunlar gittiğinde, bir Cumhuriyet vatandaşı olarak kökleri dışında, etrafında bir kimlik inşa edebileceği hiçbir şey kalmamıştı. Bu köklerden nefret ediyor olabilirdi ama sahip olduğu tek şey onlardı.
“Bu ne lan?” Shiden, Lena’nın haykırışıyla acımasızca alay etti. “Sahip olduğun tek şeyin bu olduğunu sana kim söyledi? Gerçekten her şeyi bu kadar kolay kaybedebileceğini mi sanıyorsun…? Gözlerimin içine bak.”
Shiden biri koyu çivit rengi, diğeri ise kar kadar beyaz olan gözleriyle Lena’ya sertçe baktı. Kişisel adı olan Tepegöz’ün kökeni buydu. Uzaktan bakıldığında bir gözü körmüş gibi görünmesine neden olan bir heterokromi.
“Babamın iki gözü de gümüş rengiydi. Heterokromiyi annemden aldım. Küçük kız kardeşim ve ben bu özelliklerin her ikisini de aldık. Ne olduğunu bilmek ister misin?”

Gümüş gözler, “tıpkı onları buraya süren zalimlerinki” gibi. Barış zamanında bile, uyumsuz renkleri onları her iki tarafa da ait olmayan yabancılar olarak dışlanmanın eşiğine getirdi. Ve o, herkesin her an patlamaya hazır bir öfke ve stres biriktirdiği Seksen Altıncı Sektör’e bu gözlerle gönderildi.
“Cumhuriyet’in hayvan dediği Seksen Altı, bize insan derisi giymiş canavarlar diyordu. Bize cadı dediler. Kız kardeşim bir İşlemci olacak kadar uzun yaşamadı… Eğer bu anıları silebilseydim, inan bana, silerdim.”
O anıları… O geçmişi.
“Ama yapamam. Hepsi geçmişte kaldı. Geçmişte. Tüm hatalarım, çaresiz kaldığım zamanlar, pişmanlık duyduğum anlar ve yaptığım seçimler. Sende bunları kaybedemezsin. Bizimle birlikte savaşan bir Cumhuriyet askeri olduğun gerçeğini yok sayamazsın. Beyaz bir domuz olmadığın gerçeğini görmezden gelemezsin. Kanlı Reina, Kanlı Kraliçemiz olduğunu inkâr edemezsin!”
Yarın gücünü kaybedecek olsa bile. Herkesle yolları ayrılsa bile. Bugün bulunduğu yere gelmek için verdiği savaşlar, istese bile asla silemeyeceği bir geçmişe aitti.
“Dinle, Lena. Cumhuriyet’ten olabilirsin ama beyaz bir domuz değilsin… Sen bizim kraliçemizsin.”
Bu sözler Lena’nın sarsılmasına neden oldu. Sanki daha önce biri ona aynı şeyi söylemiş gibi hissetti. Bu içten, hafif kederli sözler… Sanki aralarındaki duvarı aşmayı hiç denemediği için suçluluk duygusu içinde kıvranan ve eli kolu bağlı olan kendisine yönelikti. Bu duyguyu daha önce ne zaman hissetmişti?
Lütfen şu trajik suratı yapmayı kes.
“Belki başlangıçta ilişkimiz beyaz bir domuz ve bir avuç çiftlik hayvanı gibiydi. Ama biz bunu çoktan aştık ve senin de aşmanı istiyoruz. Eminim Shin de aynı şekilde düşünüyordur… O yüzden bu zihniyeti göm gitsin.”
ՓՓՓ
“Zelene, sana bir kez daha soruyorum. Beni neden aradın?”
<<Soruşturma çağrısı, Yüksek Hareketlilik türünü ortadan kaldıracak herhangi bir düşman unsura yönelikti. Özel Protokol Omega’nın aktivasyon tetikleyicisi Yüksek Hareketlilik türünün yok edilmesiydi. Bu nedenle, Özel Protokol Omega’nın alıcısı kaçınılmaz olarak Yüksek Hareketlilik türünü ortadan kaldıran kişi olacaktır.>>
Bir kez tepki verdikten sonra yanıt vermemenin artık anlamsız olacağına karar veren Zelene, Shin’in sorularını tutarlı bir şekilde yanıtlamaya başladı. Ama sadece Shin’e ve çok nadirde olsa Vika’ya cevap veriyordu. Bu nedenle amacının ne olduğunu ve onlarla herhangi bir istihbarat paylaşmaya gerçekten istekli olup olmadığını anlamak hâlâ zordu.
Lena da bugün burada değildi. Onun yokluğu Shin’i endişelendirdi ama bu endişeyi yutmaya karar verdi.
“…O zaman Anka’yı yenen kişiyi neden aradın?”
<<Çünkü Yüksek Hareketlilik türünü yenen kişinin insan olmaması gerekirdi.>>
Ses tonunda alaycı bir ifade vardı. Sanki Shin’in insan olmadığını söylemek ister gibiydi.
<<Katliam için yaratılmış makineler olan Lejyon’la boy ölçüşebilecek biri insan olamazdı. Ve bu, Yüksek Hareketlilik tipi gibi herkesi yok edebilecek gelişmiş bir birim için daha da geçerliydi. Ancak eğer olur da böyle biri ortaya çıkarsa, araştırma konusu olarak büyük bir değere sahip olacaktı. Ele geçirilmesi gereken bir hedef. Bu kişi Lejyon’un –amaçlarımızın- gerçekleştirilmesi için büyük değer taşırdı.>>
Sesi aynı zamanda uğursuz bir açgözlülük ve arzuyla doluydu; insanoğlunun yolundan sapmış bir canavarın arzuları. Gerçek bir ölüm makinesinin arzuları.
“Deli,” diye fısıldadı biri küçümseme dolu kalın bir sesle. Bu kelimeyi duyan Shin onu sakince sorgulamaya devam etti.
“Ne amaçla?”
Zelene’in optik sensörü ona doğru döndü. Sanki ses tonundan etkilenmiş gibiydi.
“Neden Lejyon’u daha da geliştirmeye çalışıyorsunuz? İnsanlığı yok etmek için mi…? Eğer sebebiniz buysa, neden o zaman beni öldürmedin? Neden şu anda benimle konuşuyorsun?”
Sesinde düşmanlık yoktu. Nefret yok. Sadece bu soruyu sordu, arkasında başka hiçbir duygu yoktu.
“Lejyon’u hangi amaçla yarattın?”
Zelene’in sözleri ve hareketleri arasında keskin bir çelişki vardı ve Shin bunun sebebinin gerçeği saklamaya çalışması olduğunu düşündü. Sıkı dudaklarını aralayıp konuşmasını neredeyse zorla sağlamayı başarmışlardı ve bunu gelecekte bir daha yapamayacaklardı.
Onu tekrar tekrar konuşmaya zorlayabilseler bile, ona güvenemezlerdi. Ayrıca onun doğru dürüst bir cevap vermeyi reddettiğini gören Shin, ona tam güvenini vermemeye karar verdi. Bu yüzden daha acil olan soruyu sordu. Cevabını en çok bilmek istediği soruyu.
Zelene bir an sessiz kaldı. Sanki kafası karışmış gibiydi, ama aynı zamanda korku ve endişe belirtisi de gösteriyordu.
<<…Sen…>>
O bir Lejyondu. Ve Karınca’lar en zayıf Lejyon birimleri arasında yer alsalar da, yine de bir insanı ağırlıkları altında acımasızca ezebilecek ölüm makineleriydiler. Buna rağmen yine de korkmuş görünüyordu.
<<Benden nefret etmiyor musun, Seksen Altı’lı? Lejyon yoldaşlarını katletti. Yoldaşlarınla dalga geçti. Yoldaşlarının bedenini parçalara ayırdı. Yoldaşlarını katletti. Bu içinde nefret uyandırmıyor mu?
Shin’in nutku tutulmuştu. Seksen Altıncı Sektördeki Seksen Altı’lı arkadaşından bahsediyordu. Evet, ona göre, muhtemelen kırılgan kurbanlar gibi görünüyorlardı. Hepsi birbiri ardına ölmüştü, sanki bu onların korkunç ve kaçınılmaz kaderiydi. Ülkeleri tarafından bir kenara atılmış, uygun komuta ve destekten yoksun bırakılmış ve kusurlu Saha Silah’larıyla savaşmaya zorlanmışlardı.
Shin’in sayabileceğinden çok daha fazlası… Çok çabuk, çok kolay öldüler. Her biri onun değerli bir yoldaşıydı. Ama…
“…Hayır.”
Bu Zelene’den ya da Lejyon’dan nefret ettiği anlamına gelmiyordu. Etmiyordu.
Zelene ay benzeri optik sensörünü yavaşça indirdi, sanki başını öne eğmiş gibiydi. Korkusunu… Pişmanlığını, reddettiğini göstermek istercesine.
<<…Yanıtlar sonlandırılıyor. Bundan sonraki tüm sorgular reddedilecektir.>>
Ve o noktadan itibaren, Acımasız Kraliçe Shin’in sözlerine yanıt vermeyi bıraktı.
ՓՓՓ
“Hey, Lena. Shin bugün geliyor.”
Bunu duyan Lena evrak işlerinden başını kaldırdı. Sabah olmuştu ve üste yeni ekipmanın testlerinin son aşamalarına hazırlanıyordu. Kurena panzer ceketini giymiş, iki yumruğu belinde, heybetli bir şekilde önünde duruyordu.
“Görünüşe göre Zelene ile bir tür tartışma yaşamış, bu yüzden onu bir süreliğine yalnız bırakıp Hayalet testlerinde bize yardım etmeye geleceğini söyledi… Onu görmek istemiyor musun? Tek yaptığın otelde Shin’den saklanmak. Dürüst olmak gerekirse benim için sorun değil. Böylece onunla daha fazla vakit geçirebiliyorum.”
“…Ama-”
Lena göz göze geldi ve Kurena ona meydan okuyan bir bakışla karşılık verdi.
“Hey. Kendine gel… Dinle. Onu benden çalmandan hoşlanmıyorum.”
Kurena ona doğru ilerledi. Lena doğal olarak ondan daha uzun boyluydu ve bu durum yüksek topuklu ayakkabılarıyla daha da kötüleşiyordu. Ama Kurena için bunun zerre kadar önemi yoktu.
Tanrım, bu kız tam bir baş belası. Son derece güzel ve hiç de savaş alanına aitmiş gibi hissettirmiyor. Kendini zorla hayatımıza soktu ve Shin’i göz açıp kapayıncaya kadar benden çaldı. Ona katlanamıyorum.
“Ama senden başka birinin onu benden çalması fikrinden nefret ediyorum. Eğer sensen, Lena, ben… ben bunu kabul edebilirim. Yani…”
Bana bir kez bile sana baktığı gibi bakmadı. Beni sadece bir yoldaş, küçük bir kız kardeş olarak gördü. Onu kurtaramadım, bu yüzden bunu benim yerime sen yapmalısın.
“…bu yüzden kendini topla artık.”
…..
Reddedilmekten korktuğu için ondan kaçmaya devam etti, ancak onun yakınlarda olduğunu öğrendiğinde, çaresizce onu aradı. Ona gitmek, ona sarılmak istiyordu. Bunu fark etmek Lena’nın boyasız dudaklarını ısırmasına neden oldu.
Ama ben Cumhuriyet’tenim… Onun yanında olmaya hakkım yok.
Siyah saçları ve kan kırmızısı gözlerini görünce neredeyse Shin’e seslenecekti ama kendini durdurdu. Neyse ki aralarında hatırı sayılır bir mesafe vardı ve ona bağırmadığı sürece Shin onu fark etmeyecekti.
Ama sonra Lena olduğu yerde donakaldı.
Hayalet Sürücü’nün devasa çelik iskeletinin önünde Shin ve uzun siyah saçlı, İttifak üniforması giymiş bir subay duruyordu. İkisi sohbet ediyor ve gülüşüyorlardı. O kadar yakındılar ki neredeyse birbirlerğine dokunacaklardı -sevgili olmayan bir erkek ve kadın için uygunsuz bir mesafe gibi görünüyordu.
Subay kıkırdadı ve Shin’in omzuna şakacı bir şaplak attı. Anlaşılan içlerinden biri bir şaka yapmıştı. Shin’in sırtı yarı yarıya ona dönüktü ama Lena onun hâlâ gülümsediğini görebiliyordu. Kaygısız, çocuksu bir gülümsemeyle hemde.
…Shin…benim yanımda hiç onun yanında olduğu kadar rahat görünmemişti… Hiç bu kadar yakın durmamıştık… Bana hiç böyle gülümsememişti… Öyleyse neden o… yabancıya öyle gülümsüyor… ? Bu hoşuma gitmiyor.
Bir noktada, Lena’ya bakım ekibinden Guren ve Touka yaklaştı. Lena ile aynı sahneye tanıklık eden Guren konuştu.
“Sanki yine Alice’le konuşuyor gibi… O da karma bir Jet’ti, bu yüzden birbirlerine benziyorlar.”
Bu yabancı bir isimdi.
“Alice mi?” Lena şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak sordu.
“Oha, Albay.” Guren bir adım geri çekildi, görünüşe göre Lena’nın orada olduğunu fark etmişti. “Burada ne yapıyorsunuz?”
“Alice kim?”
“Oh… Uh. Seksen Altıncı Sektör’de görev yaptığım üsten bir takım kaptanı. Yıllar önceydi, Yüzbaşı Nouzen askere yeni alınmış bir acemiyken. O zamanlar sadece lise çağlarındaydı.”
Guren boyunu göstermek istercesine bir avucunu yatay olarak beline doğru kaldırdı. Shin’in o zamanki yaşı göz önüne alındığında bile çok kısa görünüyordu.
“Yani evet, Kaptan Aegis Kaptan Alice’e benziyor. İkisi de Jet kanına sahip olduğu için olabilir ama aynı zamanda biraz benzer görünüyor ve aynı şekilde konuşuyorlar. Kaptan Aegis’inde uzun siyah saçları vardı ve çok güzeldi. Geriye dönüp baktığımda, Kaptan Nouzen ona oldukça bağlıydı…”
Touka dirseğini Guren’in kaburgalarına geçirerek, “Aferin, dahi çocuk,” dedi.
Muhtemelen söylediği her kelimeyle birlikte Lena’nın yüzündeki rengin yavaş yavaş çekildiğini fark etmişti. Görünüşe bakılırsa Touka dirseğini çok kuvvetli vurmuştu, çünkü Guren sessizliğe gömülmeden önce küçük bir inilti çıkardı.
Ama Lena için Guren ve Touka artık orada bile değillerdi.
Hayır…
Lena’nın midesinde kara bir duygu dönüp duruyordu ama zihni bunun aksine bembeyazdı. Shin’in ilk askere alındığı zamanki kaptanı muhtemelen çok güvenilir bir insan olarak karşısına çıkmıştı. Ona bağlı olduğuna göre çok nazik ve tatlı bir insan olmalıydı. Ve bu kadın da ona benziyordu, bu yüzden belki de Shin onda eski yüzbaşısından bir şeyler görmüştü. Sohbet edecek, şakalaşacak, birbirlerinin yanında rahat davranacak kadar yakındılar.
Ama yine de Lena bunu istemiyordu. Bunu değil. Güvendiği kaptan ya da o kaptana benzeyen biri olsa bile, Shin’in kendisinden sakladığı bir ifadeyle başka bir kadına baktığını görmek istemiyordu.
Başka birinin onu kaçırmasını istemiyordu. Ve bunu fark ettiği anda nefesi kesildi.
Birinin onu kaçırmasını istemiyor muyum…?
Kendini onun yanında durması gerekmediğine ikna etmişti. Bir gün bu konumunu kaybedecekti. Ve ona sarılıp geride kalmamak için yalvarmaya hakkı yokmuş gibi hissediyordu.
Evet, korktuğu an nihayet gelmişti. Gerçeği vakar ve zarafetle kabul etmesinin zamanı gelmişti. O halde neden? Neden bu bencil duygu -onun parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermeme arzusu- şimdi kök salmıştı?
Lena’nın yeni doğmuş bir geyik yavrusunun yürüyüşüyle uzaklaşmasını izleyen Touka, kendisinden bir baş daha uzun olan Guren’e dik dik baktı.
“Etkilendiğimi söylemeliyim Guren. Ona söylediğin tek bir kelimenin bile duyması gereken bir şey olduğunu sanmıyorum.”
“Şey, üzgünüm…”
“Albay aptal değil ama en zeki insan bile gönül meseleleri söz konusu olduğunda yolunu kaybedebilir. Bu yüzden kin dolu şakaları bırak.”
“Üzgün olduğumu söyledim… Şaka yapmaya çalışmıyordum, biliyorsun.”
Guren Touka ile göz teması kurmaktan kaçınıyordu. Her şeyi berbat ettiğinin açıkça farkındaydı. İkisi de Shin ve İttifak kaptanı Hayalet Sürücü’nün önünde konuşurken onlara bakmaya devam etti. Çok geçmeden Theo ve Raiden da onlara katıldı ve Shin tıpkı o zamanki gibi gülmeye devam etti. Kaptan Aegis ve Raiden ile konuşurken ki yüz ifadesi, Lena’nın uzaklaşırken takındığı yüz ifadesiyle büyük bir tezat oluşturuyordu.
“…O küçük bücür şimdiden bunun için yeterince büyüdü, ha?” dedi Guren.
Touka, “Yedi yıl önceki o garip çocuğun bu hale geleceğini hayal bile edemezdim,” diye onayladı.
O zamanlar o kadar tatlı ve masumdu ki, ona bakmak bile insanın dişlerini çürütebilirdi.
“…Keşke Alice de burada olup bunu görebilseydi,” diye mırıldandı Guren.
“Az önce Albay Milizé’ye Kaptan Aegis’in Shin’in eskiden yakın olduğu bir bayana benzediğini söyledin. Neden baskı altında hissettiğini anlayabiliyorum.”
“Evet, Nouzen Alice’e ablasıymış gibi bağlıydı… Ama sırf birbirlerine benziyorlar diye…”
“…Evet.”
Lena çoktan gitmişti ve ikisi de onun yalpalayarak uzaklaştığı yöne baktılar. Dürüst olmak gerekirse, bu Lena’nın en ufak bir şekilde bile korkması gereken bir şey değildi. Ama şey… Aşkın insanları sağduyulu olmaktan alıkoyma gibi bir huyu vardı.
Lena o gün hiçbir iş yükümlülüğü olmamasına rağmen yeni silahlanmayı kontrol etmek için dışarı çıkmakta ısrar etmişti. Şu anda ise Annette onun otelin salonuna dengesiz adımlarla girdiğini görünce şok oldu ve okumakta olduğu şiir antolojisini yere bıraktı.
“Lena, neyin var? Bir çarşaf kadar solgunsun.”
“Annette…” dedi Lena, bir hayalet gibi yaklaşarak.
Yakındaki bir görevli bir sandalye çekti ve Lena sandalyeye çöktü.
“Shin İttifak’tan biriyle konuşuyordu… Olivia adında biriyle… Eğleniyor gibi görünüyordu…”
“Ah… Saldırı Birliği’nin Hayalet Sürücü eğitmeni Yüzbaşı Aegis’i kastediyorsun – bir İttifak ası, bir yakın dövüş uzmanı ve geleceği görebilen bir Esper olduğundan bahsetmiyorum bile- Evet biliyorum.”
Yüzbaşı Aegis’in Zırhlı Tümen’e atanması planlanmıştı ama yeni silahlar için eğitmenlik yapmak, araştırma ekipleriyle ve dolayısıyla Annette’le yakın ilişki içinde olmak anlamına geliyordu. Yüzbaşı ayrıca ara sıra elinde şeker paketleriyle oteli ziyaret ediyordu.
“Konuşacak çok şeyleri olacağını düşünüyorum. Ne de olsa Shin bir as, usta bir taktisyen ve yakın dövüş uzmanı… Ve belki fark etmedin ama Kaptan Aegis’in konuştuğu tek kişi Shin değil. Raiden, Theo ve hatta prens de bu listede yer alıyor ve hepsi de oldukça iyi anlaşıyor gibi görünüyor.”
“Görünüşe göre Olivia, Shin’in Seksen Altıncı Sektör’de atandığı ilk birimdeki kaptanına çok benziyor. Shin’in kadın kaptanı.”
“Uh-huh…”
Bu Annette için yeni bir haberdi ama Shin’in eski kaptanının cinsiyetini gündeme getirmenin biraz tuhaf olduğunu hissetti.
“Ee?” Annette, Lena’nın neye varmaya çalıştığından emin olamayarak sordu.
“Ne yapacağım…?!”
“Hangi konuda?”
“Shin o kaptanla konuşuyor. Eğleniyor.”
“Evet, bunu zaten söyledin.”
“Ne yapacağım ben?!”
“Hangi konuda?”
Lena soldu, sanki dünyanın sonu gelmek üzereymiş gibi görünüyordu.
“Olivia onu benden çalabilir…!”
“…Oh.”
Annette bir şekilde iç çekmesini engelleyebildi. Lena’nın ne söyleyeceğinden emin değildi, ama her şeyden önce bunun olacağını sanmıyordu…
Oh, Lena… Bunun ne kadar büyük bir yanlış anlama olduğunun farkında bile değilsin…
Ancak Lena’nın bir sonraki söylediği şey Annette’in kaşlarını endişeyle kaldırmasına neden oldu.
“Annette, ne yapacağım? Onu götürmesini istemiyorum. Onları birlikte görmeye dayanamıyorum… Ama böyle hissetmemeliyim. Ama onu çalmasını da istemiyorum!”
“Ne demek ‘böyle hissetmemeliyim ‘?”
“Ben… Cumhuriyet’in Seksen Altı’nın insanlığını hala tanımamasının nedeni benim… Seksen Altı’nın hala Cumhuriyet’e ait olduğuna inanmalarının nedeni benim… Saldırı Birliği’nde olmam Shin’e sadece yük olacak, bu yüzden böyle hissetmeye hakkım yok!”
“O yobazlar istedikleri kadar konuşabilirler. Sen etrafta olmasan bile başka saçma bir neden bulabilirler. Seksen Altı bunu hiç umursamıyor. Zaten bunu fazla düşünüyorsun. Yükler? Haklar mı? Ne oluyor, Lena?”
“Shin bensiz de iyi olurdu…”
“Ama seninle daha da iyi olur. Ayrıca, Shin’in Birleşik Krallık’ta sana ne söylediğini hatırlıyor musun?”
Annette görev kayıt cihazı ses kaydını sakladığı için bunu biliyordu. Lena sonunda gözyaşlarının eşiğine gelmişti.
“…Ama ben… Ben Cumhuriyet’tenim…”
Birisi daha önce bunu söylediği için onu azarlamıştı ve bu Lena’nın daha da kötü hissetmesine neden olmuştu. Annette Lena’nın hissettiği suçluluk duygusunu çok iyi biliyordu ama omuz silkti.
“Bu doğru. Sen Cumhuriyet’ten geliyorsun. Ee? Bunun ne önemi var ki? Shin bunun için senden nefret ettiğini mi söyledi?”
“…Ben onun üst subayıyım.”
“Ne olmuş yani?”
Eğer birlikleri normal bir askeri birlik gibi olsaydı, bir subay ile astı arasında romantik bir ilişki olması zor bir durum olabilirdi. Ama onlar resmi eğitimden bile geçmemiş çocuk askerlerden oluşan silahlı bir birlikti ve komutanları da genç bir kızdı. Seksen Altıncı Saldırı Birliği “normal ”dışında her şeydi.
Seksen Altı’nın hiçbir zaman yüzbaşılar, yüzbaşı yardımcıları ve sıradan üyeler arasında ayrım yapan bir emir komuta zinciri anlayışı olmamıştı. Bunların hiçbirine aldırmadan romantik ilişkiler yaşıyorlardı ve kimse bunu umursamıyor gibiydi.
“Yani…”
Lena cümlesini bitirmekte tereddüt etti, kucağında duran iki eli yumruk şeklinde sıkılmıştı. Bir sonraki duyguyu hisseden Annette sonunda öfkesine yenik düştü ve ayağa kalktı.
“Ne olmuş yani?! Şimdi de onu terk etmek için bahaneler mi arayacaksın? Sana onu geride bırakmamanı söyledi ve sen de bırakmayacağını söyledin. Ve şimdi yine de vazgeçmeye mi karar veriyorsun?!”
Lena şaşkına dönmüştü. Solgun ifadesinden kalbinin hiçbir zaman pes etmediği anlaşılıyordu.
“Kastettiğim bu değildi…!”
“Belki kastetmedin ama aynı şeye geliyor. Etrafta koşuşturmayı ve bahaneler aramayı bırak. Eğer bu yüzden ondan vazgeçersen, o zaman onu gerçekten geride bırakmış olacaksın!”
O seni seçti, bu kadar zavallı olmayı bırak.
Bu düşünce Annette’in zihnini yaktı ama dilini tuttu. Bunu yüksek sesle söylemek başlı başına acınası bir durum olurdu. Yine de Lena’nın Shin’i alıp götürdüğünü görmek ona terk edilenin kendisi olduğunu hissettirmişti. Kendi yanlış adımları Shin’le arasındaki bağı daha önce de koparmıştı ve savaş onları daha da uzaklaştırmıştı…
Ama birlikte büyüdüğü Shin ile şimdi tanıdığı Shin iki farklı insandı. Bedenen ve zihnen aynı kişi olabilirlerdi ama o çok değişmişti. O zamanlar Annette çocukluk arkadaşına karşı ilk aşka benzer bir şey hissetmişti ama şimdiki Shin’e karşı aynı duyguyu hissetmiyordu. Yine de, eskiden sadece kendisine ait olan alanı yeni birinin işgal ettiği gerçeğini tamamen görmezden gelemiyordu.
Kalbinin derinliklerinde iz bırakan korlar titreşiyordu. Lena’nın sırtına, uzun gümüş saçlarına baktı ve onun yanına ait olanın kendisi olduğunu hissetmekten kendini alamadı.
“Dinle. Başka birinin onu elinden almasını istemiyorsan… Onunla birlikte olmayı hak etmediğini düşünmene rağmen hâlâ böyle hissediyorsan… Duygularınla başa çıkmalısın .”
“Ben…” Lena konuşmak için dudaklarını araladı, sonra tekrar sıkıca kapattı.
Bir yanı bu sözleri söylemesinin yasak olduğunu düşünüyordu ama Annette biliyordu. Gerçekler adeta alnında yazıyordu. Ama bunu kelimelere dökmek itiraf etmek anlamına geleceği için Lena bunu söylemeye cesaret edemiyordu.
Annette duygularını anlayabiliyordu. Bu duyguları sahiplenmek korkutucuydu. Reddedilme ihtimali göz korkutucuydu. Ruhunu açığa vurmak, ve geri çevrilmek… Lena korkmakta haklıydı. Onu uzun süre takip etmiş, sonunda ona yaklaşmıştı. Bu noktada bir reddedilme yıkıcı olabilirdi. Sadece bu ihtimal bile onu felç etmeye yeterdi.
Ama…
“Bir zamanlar bana söylediğin bir şeyi sana hatırlatmama izin ver. Eğer acele etmezsen, horozlar ötmeye başlayacaktır. Ötmeye başladıklarında da döktüğün gözyaşları için çok geç olacak.”
…….
“Cevabım onu hayal kırıklığına uğrattı ve sözümü kesti. Edindiğim izlenim bu.”
“Bu değerlendirmeye katılıyorum. Önceki kışkırtmalarından kesinlikle farklıydı. Sadece gerçek hislerinin bunlar olduğunu varsayabilirim.”
Puf. Puf.
Havada vızıldayan ve ardından duvara çarpan bir şeyin sesi odayı doldurdu ama silah sesi olarak algılanamayacak kadar yumuşak ve anlamsızdı. Shin ve Vika odanın içinde uçuşan nesneleri görmezden gelip sohbetlerine devam ettiler.
Hamamın önündeki avlunun tüm kanepeleri çalışanlar tarafından önceden duvara yaslanmış, salonun ortasında geniş bir açık alan bırakılmıştı ve şimdi burası agresif, heyecanlı “Git, git!” ve “Seni yakalayacağım!” çığlıklarıyla doluydu.
“Mesajı ve tavrı arasında, bizi test ediyormuş gibi hissediyorum. Şartları Anka’yı yok etmek ve… Lejyon’dan nefret etmek, sanırım? Ne istediğini anlamıyorum.”
“Bana göre sorun Lejyon’dan nefret etmemen değildi… Oh.”
Havada uçuşan bir çift yastık konuşmalarının ağır havasını dağıttı. Eğer ikisi de yoldan çekilmemiş olsalardı, yastıklar yüzlerine çarpacaktı.
“…Tch, ıskaladım.”
“Sürpriz saldırımız başarısız oldu, ha…? Operasyon komutanı ve prensin açıkta olduğunu sanıyordum.”
Saldırı Birliği’nin nispeten genç iki üyesi hayal kırıklığı içinde yuhlarken hâlâ fırlatma pozisyonunda duruyordu. Daha sonra sessiz operasyon komutanlarına ve Birleşik Krallık prensine bakıp onlara gülümsediler.
“Hadi, siz ikinizde oynayın! …Tabii ödlek değilseniz!”
“Korkaklar!”
““…””
Shin ve Vika o masum, pervasız çocuklara dönüp baktılar. Shin doğu cephesinin Başsız Azrail’i olarak bilinirken, Vika da Zincirlerin ve Çürümenin meşhur Yılanı’ydı. Her ikisi de deneyimli İşleyicilerdi.
Bu tür bir sataşmayı sessizlikle geçiştirmek onlara yakışmazdı. “Pekâlâ, bunu sen istedin.”
“En iyi atışınızı yapın, köylüler.” Ve böylece kıyamet koptu.
….
“-Ne…?”
Lena Shin hakkında ne hissediyordu? Annette’in sorusu Lena’nın düşünmek istemediği bir soruydu ama düşünmeden edemiyordu. Parmaklarının arasından kayıp gitmesin diye düşünmek zorundaydı.
Onu geride bırakmayacağına dair ona söz vermişti. Bu asla kaçamayacağı bir sözdü. Shin şüphelerini susturmuş ve ona bel bağlamıştı ve buna ihanet edemezdi.
Günün o saatinde hamamda kimsenin olmayacağını varsaymıştı, bu da kendi kendine düşünmek için iyi bir şans olacağı anlamına geliyordu. Sinirlerini çelikleştirerek hamama doğru ilerledi…
…ancak kendini avlunun girişinde hareketsiz dururken buldu. Neden mi? Shin, Raiden, Theo ve diğer Seksen Altı’ları mermer zemine çökmüş, küçük yastık dağlarının arasına gömülmüş halde buldu.
Bu bir abartı da değildi. Üst üste yığılmış ve yere serpiştirilmiş çok sayıda yastık vardı. Seksen Altı’nın yanı sıra Vika, Dustin ve Marcel de yerde hareketsiz yatıyordu.
Görünüşe göre hepsi banyodan yeni çıkmışlardı, çünkü hafif giyinmişlerdi ve yanlarında havlu vardı. Gözleri beyaz kan havuzlarında yatan çocukların üzerinde gezindi – hayır, yastıklar kana hiç benzemiyordu.
Katı soylulardan oluşan bir aileden gelen genç Lena için oyun zamanı çok önemliydi ve daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Bununla birlikte, daha önce bir kez duyduğu bir Uzak Doğu fenomeninin, yani çok eski bir gelenek olan yastık savaşı geleneğinin bir sonucu olduğunu anlamıştı.

Odanın köşesinden çocukları uyandırmaya çalışan Lerche, Lena’yı fark etti ve onu karşılamak için ayağa kalktı. Yanında safir mavisi gözlerle Lena’ya bakan başka biri daha vardı.
“Vay canına, Hanımefendi Kanlı Reina gelmiş…! Bay Azrail kesinlikle çok savunmasız bir durumda yakalandı.”
“Kanlı Reina… Demek siz ünlü Saldırı Birliği’nin komutanısınız… Özür dilerim. Ben-” Diğer kişi kendini tanıtmaya çalıştı.
“-Kaptan Olivia…!”
En az görmek istediği kişiyle karşı karşıya kalan Lena, geri adım atma dürtüsüne zar zor dayanabildi. Bu son derece kaba ama bir o kadar da acınası bir davranış olurdu. Kaptan Aegis şaşkınlıkla bir kez gözlerini kırpıştırdı ama kısa süre sonra olgun bir yetişkinin sakin gülümsemesiyle konuşmaya devam etti.
“Evet, İttifak Ordusu’ndan Yüzbaşı Olivia Aegis. Sizinle tanışmak bir zevk, Albay.”
“Albay Vladilena Milizé, Saldırı Birliği’nin taktik komutanı… Saygı eklerine gerek yok Yüzbaşı. Henüz bizim birime atanmadın ve benden yaşça daha büyüksün. Ayrıca, hala planlanmış iznimizin ortasındayız, bu yüzden…”
Seksen Altı’dan sadece Shin Lena’yla resmi bir şekilde konuşmakta ısrar ediyor gibiydi ve bu da Lena’nın hiç hoşuna gitmiyordu. Yine de, Lena Yüzbaşı Aegis’ten neredeyse on yaş daha genç olsa da, o hâlâ bir albaydı. Yüzbaşı şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra içtenlikle başını salladı.
“Pekâlâ… O zaman formaliteleri bir kenara bırakabiliriz. Bana Yüzbaşı demenize gerek yok.”
“Evet… Peki, burada tam olarak ne oldu…?”
Kaptan Aegis de banyodan yeni çıkmış gibi görünüyordu, muhteşem siyah bukleleri arkadan bağlanmıştı. Saha Silahı Operatörü’nün dolgun boynuna değen bu saçların görüntüsü Lena’ya bile son derece çekici gelmişti.
Tam o sırada Lena’nın aklına ürkütücü bir düşünce geldi. Olivia çocuklarla birlikte banyoya girmedi, değil mi…? Lena bu soruyu dile getirmeye cesaret edemedi.
“Şey… Görüyorsun, bugün çamaşır günü.”
…Ne?
Her şey misafir odalarındaki yastıkların yıkanmak üzere toplanmasıyla başladı. Göl kenarındaki bu lüks otelde ve sıcak banyolarında bolca vakit geçiren çocuklar rahatlamıştı ama aynı zamanda can sıkıntısı belirtileri de göstermeye başlamışlardı. Elbette otel çalışanları da bunu fark etmişti.
Ve böylece normalde kimsenin çamaşır yıkamasına izin vermeyezlerken, çocukların yapmasına izin verdiler. Otelden sorumlu kişiler onay verdi ve çocukların hamamın önündeki avluyu – yüksek tavanlı ve penceresiz – bu dostça kapışma için arena olarak kullanmalarına izin verdiler.
Ve böylece çocukların yastık kavgası başladı, hem de aniden.
“…Uzun lafın kısası bu. Otel personeli onayladı ve çocuklar yastıkları fırlatmaktan daha ileri gitmemeleri gerektiğini biliyorlardı. Umarım onlara çok sert davranmazsınız, Albay.”
Yastıklar hafifti ve yüksek hava direncine sahipti, bu nedenle tutulup sallanmak yerine basitçe fırlatılırlarsa kumaşın yırtılması ya da yastıkların içindekilerin dışarı dökülmesi ihtimali çok azdı. Ve elbette, yüze doğrudan bir darbe bile kimseyi bayıltmazdı.
Çocuklar sadece uykuya daldıkları için bu şekilde yatıyorlardı. Yastık kavgasının yorgunluğu, banyodan çıktıklarında onları takip eden sersemlikle birleşmiş ve vücut ısılarının buhardan çöktüğü noktaya gelmişlerdi. Uykusu gelenler kavgayı terk etti ve çok geçmeden yastık kavgasına katılanların hepsi yenik düştü.
Görünüşe göre, bu yarışmada gerçekten de iki kamp savaşıyordu. İki yıl boyunca komutan olarak görev yapmış olan Lena bunu bir bakışta anlayabiliyordu. Tabii ki bu ayrım durumu daha da netleştirmiyordu.
Yere düşen çocukların Lena’nın yoluna çıktığını fark eden Yüzbaşı Aegis onları uyandırmaya devam etti. Her bir çocuk omzundan ya da kolundan tutularak Lena’nın asla taklit edemeyeceği rahat bir hareketle sarsıldı. Elini koridorun ortasında yatmakta olan Shin’e doğru uzattığı anda Lena alışılmadık bir şekilde sesini yükseltti.
“Gerisini ben hallederim!”
Sesi, yanında uyuyan birkaç çocuğu uyandıracak kadar yüksekti. Kaptan Aegis gözle görülür bir şaşkınlıkla durakladı ve sonra rahat bir şekilde gülümsedi. Diğer çocuklar neyse de, Lena Kaptan Aegis’in Shin’e karşı bu kadar dostça ve kayıtsız davranmasına izin veremezdi.
Çek ellerini onun üzerinden.
“Ben diğerlerini uyandırayım, isterseniz siz çıkabilirsiniz Kaptan. Teşekkür ederim.”
Lena onu kışkırtmaya çalıştı ancak neyse ki kaptan önerilen şeyi yaptı. Lena daha sonra avludaki karmaşaya baktı. “Cesetlerin” arasından yavaşça adım atarak uyuyan Shin’e dikkatle yaklaştı.
Shin için uyku sayılan şey tipik bir insanın kestirmesine daha yakındı, yani normalde sadece birinin yanında yürümesiyle uyanırdı. Çocuklar kendilerine geldikçe, yanlarında uyuyanlar da kıpırdanarak bir tür zincirleme reaksiyon yarattı.
Ancak Shin alışılmadık derecede derin bir uykudaydı ve gözlerini açmıyordu. Lena yanına oturdu ve onu heyecanla salladı.
“Sh-Shin. Uyan artık. Burada uyursan üşüteceksin.”
Yine de bir parçası gizliden gizliye onun uyumaya devam etmesini umuyordu. Bu şekilde, onun olarak kalacaktı. Hiçbir yere gitmeyecekti. Onunla kalacaktı.
Uyanma. Bu şekilde birlikte kalabiliriz.
Lena dudaklarını büzdü. Sonunda bunu kendine itiraf etmişti. Onunla birlikte olmak istiyordu. Mümkünse sonsuza dek.
Ama şimdi Shin geleceğe doğru adımlar atıyordu ve Lena onu geride bırakabileceğinden korkuyordu. Başka pek çok insan onu seviyordu ve bir gün artık ona ihtiyacı kalmayabilirdi. Cumhuriyet’in yaptıklarının utancı üzerine çökmüştü ve hissettiği endişeyi inkâr edemiyordu.
Ya o gün bugünse? Reddedilme korkusu peşini bırakmıyordu ve itirafından vazgeçmenin eşiğindeydi. Shin onu reddederse, mücadele etme isteğini kaybedecekti. Kimliği çözülecekti.
Ama yine de pes etmek istemiyordu. Duygularının ne anlama geldiğini bilmiyormuş gibi davranıp, kendisi kayıtsız kalırken bir başkasının Shin’i kapıp götürmesini istemiyordu. Bunu kendisinin istediğini fark etti. Ve bunu bir kez fark ettiği için… Artık kendine daha fazla yalan söyleyemezdi.
Kimsenin onu benden almasını istemiyorum. Onun benim olmasını istiyorum. Yani…
Lena dudaklarını sıkıca büzdü.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.