Seksen Altı Cilt 06 Bölüm 10
BÖLÜM 10
Çevirmen: Kawaragi
Shin’e göre Lejyon, reddedildikleri yere gitmek için yalvaran zavallı hayaletlerden ibaretti. Bu, her ikisi de insan sinir ağlarını asimile eden Kara Koyun, Çobanlar ve Beyaz Koyun için de geçerliydi.
Anka mücadeleye ilk katıldığından beri ona ve yoldaşlarına çok eziyet etmişti. Belki de bu yüzden, Shin onun ölümünü izlerken özel olarak hiçbir şey hissetmedi. Onu yenmiş olmanın verdiği sevinç duygusu bile yoktu, gerçi konu Lejyon’la savaşmak olduğunda Shin hiçbir zaman böyle bir şey hissetmemişti. Bu hayaletin yok olduğunu gördüğünde hissettiği tek şey bir parça yalnızlıktı.
“………”
Shin gerilen sinirlerini gevşetip Undertaker’ı döndürürken iç çekti. Birim ileri doğru debelenirken kırık bacaklarını sürükledi.
Sıcaktı. Hem de çok.
Shin ünitesinin gücünü savaş modundan seyir moduna düşürmesine rağmen sıcaklık hiç düşmedi. Hatta tam tersi, sıcaklık göstergeleri yavaş yavaş kritik bölümlerine doğru yükseliyordu.
Mağaranın sıcaklığı çok yüksekti. Isının kaynağı yakındı ve kalın kaya yatağında yalıtım açısından çok az şey vardı. Isının havaya kaçmasına izin verebilecek neredeyse hiç açıklık yoktu.
Shin burada uzun süre hayatta kalamazdı. Eğer buradan çabucak uzaklaşmazsa, hem birimi hem de Shin’in kendisi sıcaktan artık hareket edemeyeceklerdi. Ve o zaman kesinlikle ölecekti. Bu gerçekleşmeden önce…
Undertaker’ın bacaklarını sürükledi, bu da son derece halsiz ve can sıkıcı hissettirdi. Yine de, bir şekilde asi Saha Silahı’nı bir seksen yapmaya zorlamayı başardı ve bu da tüm savaş alanının görünmesini sağladı.
Gördüğü harabe alan belki de burada gerçekleşen düellonun sonuçlarıydı ama bu noktada bunu söylemek zordu. Ve şimdi Anka gittiğine göre, bunun kasıtlı olarak yapılıp yapılmadığını da söyleyemezdi. Ama bu mağaraya ulaşmak için geçtiği dar kaya yolu – giyotini bu mağaranın tek girişine bağlayan tek yol – parçalanmış ve yarıya kadar çökmüştü.
“…Ha?”
Bu manzara karşısında aval aval bakarak ne kadar zaman geçirmişti? Ne şüphe ne de inkâr anlamına gelen bu söz Shin’in aklını başına getirdi. Hangisi olduğu gerçekten önemli değildi. Gördüklerini ne kadar açıklamaya ya da inkâr etmeye çalışırsa çalışsın, gözlerinin önündeki manzara daha az gerçek olmayacaktı.
Bu mağaradan çıkan tek geçit çökmüş ve yaklaşık on metrelik bir boşluk bırakmıştı. Bunu görünce bir sonuca vardı: Bu şu anlama geliyordu.
Geri dönemem.
Üzerinde bulunduğu zemin şu anda izole edilmiş olabilirdi ama iki zırhlı birliğin üzerinde savaşabileceği kadar genişti. Koşmaya başlamak için bolca alan vardı ve eğer bir tel çapa kullanırsa, boşluğu atlayarak geçebilirdi.
Ya da Undertaker çalışabilir durumda olsaydı bunu yapabilirdi. Ama bacaklarından biri gitmiş ve iki tel çapası da kayıptı. Şu anda Undertaker bacaklarını sürükleyerek zar zor yürüyebiliyordu, bu yüzden birkaç metre atlaması imkansızdı. Ayrıca onu onarmak için hiçbir malzeme veya başka bir aracıda yoktu.
Shin bu yeraltı mağarasından tek başına kaçamazdı ve yardım çağırması da için de hiçbir yolu yoktu. RAID Cihazı arızalandığı için Duyusal Rezonansa bağlanamıyordu ve kalın kayalar radyo dalgalarını engellediğinden veri bağlantısı, radar ve telsiz de ona ulaşamıyordu.
Frederica hâlâ kontrol ekibiyle birlikte olsaydı, onun durumunu fark edebilirdi ama kendisi yaralanmış ve savaş alanından uzaklaştırılmıştı. Raiden ve diğerleri muhtemelen onu arıyorlardı ama nerede olduğunu bilmedikleri için, bu devasa yeraltı kalesinde burayı bulma şansları yüksek değildi. Ve bu bölgeyi daha uzun süre abluka altında tutamayacaklardı.
Ancak başka bir sorun daha vardı… Shin’in vücudu muhtemelen bu zaman sınırı dolmadan önce bu ortamda dayanamayacaktı.
“………”
Yapabileceği hiçbir şey olmadığını anladığı anda, vücudu yorgunluktan gevşedi.
Ah. Demek her şey burada bitiyor. Burası… öldüğüm yer. Kimsenin haberi olmadan. Hiçbir geri dönüş yolu olmadan.
Anlamsızca.
Bu gerçek gözlerinin önüne serilse bile, Shin garip bir şekilde sakin hissediyordu. Böyle hissetmemesi gerektiğini biliyordu ama eski alışkanlıklar o kadar kolay terk edilmiyordu Belki de bu yüzdendi. Belki de Seksen Altı’nın, askerlik hizmetinin sonunda kesin ölümün beklediği Seksen Altıncı Sektör’de geçirdiği dokuz yıl boyunca yaşam ve ölüme dair geliştirdiği o eşsiz bakış açısı yüzündendi.
Ölüm her zaman oradaydı, her zaman onu orada bekliyordu. Her gün, bir sonraki günü göremeyecek kadar yaşayamayabileceğini biliyordu. Bu yüzden bugün ölecek olsa bile bunu kabullenebilirdi. Bundan korkmaya ya da kaçınmaya gerek yoktu. Ne de olsa sonuna kadar savaşmıştı.
“…Yeterince yaptım, değil mi?”
Kimsenin duyamayacağı sözler söyleyerek – genellikle İşlemci’nin söylediği her şeyi kaydeden görev kayıt cihazı bir noktada devre dışı kalmıştı – kanopiyi açtı ve dışarı çıktı.
Juggernaut’un sistemi çoktan tamamen sessizliğe gömülmüştü. Soğutma sistemiyle aynı anda bozulmuştu, bu yüzden kokpitteki sıcaklık tehlikeli seviyelere yaklaşıyordu. Dışarı çıkmanın sadece ölümünü hızlandıracağını biliyordu ama her nasılsa, hava geçirmez bir kokpitte boğularak ölme ihtimali daha da kötü hissettiriyordu.
Onu sıcak bir rüzgâr, daha doğrusu vücudunu saran cızırtılı bir hava karşıladı. Destek bilgisayarının filtresi tarafından azaltılmayan magmanın kör edici ışığı retinalarını yakıyordu. Bu belki de çok doğaldı. O kadar çok kişinin öldüğünü görmüştü ki, artık onun da onların arasına katılma zamanı gelmişti. Seksen Altı için ölüm bir yaşam biçimiydi. Çok çabuk, çok kolay ve çok açık bir şekilde ölüyorlardı.
Ve şimdi sıra ondaydı. Hepsi bu kadardı. Ama…
“Ona söylememeliydim.”
Bunu usulca fısıldadı. Sadece bunu yapmak bile sıcak havanın boğazına batmasına neden oldu. Gelecek için dilek dilememeliydi. Dilek tutmak bir şeyleri kaybetmek demekti. Her zaman böyleydi ve her zaman böyle olacaktı. Onun gitmemesini diledi. Ne pahasına olursa olsun geri döneceğine söz verdi. Ama bunu yapar yapmaz, bu oldu.
Lena üzülecekti… Evet, muhtemelen üzülecekti. O böyleydi. Bu yüzden iki yıl önce ondan onları hatırlamasını istemişti. Ve Shin’e hiç benzemeyen ama Lena’yı gereksiz yere incitecek bir şey yapmak zorundaydı…
Isıyı yalıtmak için yapılmış askeri giysisini giymemiş olsaydı, Undertaker’ın zırhına yaslandığı gibi yaslanamazdı. Shin yukarı baktı. Dua edebileceği herhangi bir tanrıyı çoktan kaybetmişti. Tabancasını kullanırsa, sıcağın onu öldürmesine izin vermeye kıyasla biraz daha kolay ölebilirdi ama tabancasını kullanmak istemiyordu. Bir tür ihanet gibi hissetti.
Son ana kadar savaşma sözüne, ölenleri en sona, son hedefine götürmek adına verdiği söze ihanetti. Şimdiye kadar birlikte savaştığı tüm yoldaşlarına verdiği söze… ve Lena’ya verdiği canlı dönme sözüne ihanetti.
“…Lena.”
Hiç değilse… Tek şansı, nasıl öldüğünü öğrenmek zorunda kalmayacak olmasıydı…
“Özür dilerim.”
Ama sonra önünde beyaz bir gölge belirdi.
Shin’in üzerine bir ağıt sesi çöktü. Lejyon tarafından söylenen birinin son sözleri. Bir hayaletin feryadı – bir Lejyonun içine hapsolmuş ve son anlarını sonsuz bir tekrarla tekrarlayan bir beyin yapısının kopyası.
Bir kadın sesiydi. Ay ışığının soğuk, kopuk, acımasız sesi.
Shin sanki bir güç tarafından yukarı çekiliyormuş gibi başını yavaşça kaldırdı. Ve bakışları bir noktada önünde beliren tek bir yaşlı Ameise’e takıldı. Zırhı ay ışığı kadar beyazdı ve üzerine aya yaslanmış bir tanrıçanın Kişisel İşareti kazınmıştı.
Acımasız Kraliçe.
“ !”
O anda, saf, katıksız bir dehşet -düşüncelerini bir anlığına silikleştirecek kadar yoğun- onu kapladı. Bu bir ölüm korkusuydu.
Karınca’lar istihbarat toplama amaçlı gözcüler oldukları için, savaş gücü açısından en zayıf Lejyon türlerinden biri olarak kabul edilirlerdi. Ama bu sadece Reginleif ve Vánagandr gibi Saha Silah’larının bakış açısından böyleydi.
Dört uzvundan başka bir şeyi olmayan çelimsiz bir insan bir Karınca’yı yenmeyi umut bile edemezdi. Bir insan için, karşısında bir Karınca ya da bir Dinozor olması fark etmez, her türlü acımasızca ölürdü.
Tıpkı Revich Kale Üssü’nde gördüğü zamanki gibi, Acımasız Kraliçe silahsızdı; Karınca’ların normalde sahip olduğu çok amaçlı 14 mm makineli tüfeklerden yoksundu. Ama bunun pek önemi yoktu. Bir Karınca ağırlığı ve gücü ile bir insanı her türlü paramparça edebilirdi.
Ve şimdi gözlerinin önünde insanları paramparça edebilecek o ölüm makinesi duruyordu. Ölüm ona erken gelmişti. Kendini buna hazırlamamıştı.
Evet. Ölüm herkes için gelir. Eşit, acımasızca… ve aniden.
Shin burada, sıcak havada susuz kalıp yanarak öleceğini düşünüyordu. Bu ölümü onurlu bir şekilde kabul etmeye hazırdı. Ama şimdi, sanki bir şey ona bunun bile onun için fazla iyi olduğunu söylemeye çalışmış gibi, bu duyguyu kucaklamak için kalan kısa süreden bile mahrum bırakılıyordu.
Dünya acımasızdı ve Shin bunu gerçekten anladığını sanıyordu. Ancak şimdi bile, bu son anda, bu çirkin gerçek gözlerinin önüne tekrar tekrar seriliyordu.
İzci tipi ona yaklaştı. Shin refleks olarak, düşüncenin değil içgüdünün dikte ettiği bir hareketle ayağa kalktı. Kaçmaya çalışarak bilinçsizce bir adım geri attı. Hayatta kalma içgüdüleri ona kaçmasını söylüyordu.
Ölmek istemiyorum.
Bu düşünce aniden ve yoğun bir şekilde aklından geçti.
Ölmek istemiyorum. Ölmek istemiyorum. Çünkü ölürsem, onun adını söylerim. Ve eğer bir Lejyon olursam, bunu sonsuza kadar yapmaya devam ederim. Ölene kadar onun adını haykırırım.
Lejyonların, yani mekanik hayaletlerin çığlıklarını duyma yeteneği Shin’e özgü bir şeydi. Başka hiçbir Esper’in bu yeteneğe sahip olduğu keşfedilmemişti. Ve Duyusal Rezonansın aksine, bunu yeniden yaratmanın yapay bir yolu da yoktu. Eğer Shin ölürse, insan tarafı Lejyon’un çığlıklarını bir daha asla duyamayacaktı.
Ama küçük bir ihtimal de olsa, çığlıklarının sesi ona ulaşabilirse…
Ölmek istemiyordu. Onu ağlatmak istemiyordu. Evet… Onun ağlamasını istemiyordu. Onu üzmek istemiyordu. Bu dilekleri asla gerçekleşmeyecek olsa bile, vazgeçmek istemedi. Ne olursa olsun ona döneceğine dair bir söz verdi. Henüz ondan özür bile dilememişti…
Yani burada ölemezdi. Ölmek istemiyordu. Onu üzmek istemedi.
Gülümsemesini istiyorum.
Bu düşünce, bu alışılmadık durumda bile aklına geldi. Son savaştan beri içinde hissettiği boşluğa uyuyordu. Olduğu gibi kalamazdı. Değişmek zorundaydı. Ama kendisiyle ilgili neyi ve nasıl değiştirecekti? Bu soruyu sormaya ve kendine eziyet etmeye devam etti. Ve sonunda cevabı bulmuştu. Hâlâ kim olmak istediğini bilmiyordu.
Hâlâ nasıl bir geleceğe doğru gittiğini ya da hangi mutluluğu araması gerektiğini hayal edemiyordu. Ama yine de, hiç değilse…
Lena’yı gülümsetecek bir şekilde yaşamak istiyordu.
Ve eğer mümkünse, onunla birlikte gülümsemek istiyordu.
Acımasız Kraliçe basit ve sessiz adımlarla ona yaklaştı. Shin refleks olarak kendini hazırladı. Gözünü önündeki Lejyon’dan ayırmadan uzandı ve kokpitinde duran saldırı tüfeğini aldı. Sürgüyü akıcı, pratik hareketlerle çekti ve ilk mermiyi doldurdu. Katlanabilir tüfeğin dipçiğini açtı ve ekstra prosedürlerden rahatsız olarak omzuna bastırdı.
Bir Karınca’nın zırhı 9 mm’lik bir tabancanın mermilerinden hasar almazdı. Ön zırhı tam boy, 7,62 mm’lik bir tüfeğin atışlarını bile geri püskürtebilirdi. Ama Shin’in hâlâ savaşacak bir yolu vardı. Düşman yakındaydı ve siper alabileceği hiçbir yer yoktu ama tamamen silahsız da değildi. Yine de onu yenmek ve bir şekilde hayatta kalmak zorundaydı.
Hayatta kalmalı ve geri dönmeliydi. Ona geri dönmek zorundaydı.
Elbette, Acımasız Kraliçe’yi bir şekilde yenip etkisiz hale getirse bile, bu mağaralardan çıkmaya daha fazla yaklaşamayacaktı ama şu anda aklında bu yoktu. Tam önünde bir düşman duruyordu ve onu yenmek zorundaydı. Öfkeye benzemeyen ilkel bir duygu içinde yanıyor, tüm düşüncelerini kontrol ediyordu.
Vazgeçmeyeceğim. Sanki tam burada vazgeçermişim de. Ona geri döneceğimi söyledim…!
Acımasız Kraliçe yaklaştı. Zaten saldıracak kadar yakındı ama daha da yaklaştı. Sanki onunla oynuyormuş gibi. Sanki ona saldırmaya hiç niyeti yokmuş gibi. Ve sonra Shin fark etti. Sesi – bir kadının kederli çığlığı – Lejyon’un genellikle saldırmak üzereyken çıkardığı sesler gibi kana susamışlık dolu değildi.
…Bu Ameise başlangıçta bu kayalıkta nasıl ortaya çıkmıştı?
Çökmüş alanın üzerinden atlamış olamazdı. Shin o yöne bakarken, Acımasız Kraliçe arkasında belirdi. Bu da demek oluyor ki…
Shin’in ayaklarının üzerine bir gölge düştü. Ne ona ne de Acımasız Kraliçe’ye ait olan bir gölge. Kocaman, kare şeklinde, garip bir gölge…
“…!”
Shin ne olduğunu anlayıp başını kaldırdığında-
“Pi!”
Shin silahsız çöp toplama makinesinin ne düşündüğünü anlayamadı. Mağaranın derinliklerinde, engebeli kaya yüzeyinin üzerinde hızla ilerledi ve hızını hiç azaltmadan bir köşeyi döndü. Fido kendini saatte yüz kilometre hızla Acımasız Kraliçe’nin üzerine attı.
Bir Karınca bile kendisiyle aynı ağırlıktaki bir cismin tüm hızıyla üzerine düşmesini görmezden gelemezdi. Geriye savruldu, garip bir şekilde yana doğru düşerken bacaklarının uçları yerden ayrıldı. Acımasız Kraliçe bir gümbürtüyle yere çakılırken, Fido tüm ağırlığını onun üzerine bindirdi.
On tonluk bir ağırlık tarafından acımasızca ezilen Karınca’nın beyaz zırhı şekil değiştirdi ve uçtu. Acımasız Kraliçe’nin tuhaf saldırganını savuşturmak için omzuna monte edilmiş makineli tüfekleri yoktu ve Fido, tüfekleri olsa bile isabetli nişan alamayacağı kadar yakındaydı. Yine de, belki de bir savaş makinesi olarak içgüdülerinden dolayı, Acımasız Kraliçe Fido’yu uzaklaştırmak için bacaklarını savurdu…
“Fido, çık oradan!”
“Shin, olduğun yerde kal ve kımıldama!”
Fido -bir Juggernaut’un yapacağından çok daha beceriksizce- zıplayarak uzaklaştı ve bir sonraki an, bir silahın gürleyen sesi mağarada yankılandı. Atışlar yakın mesafeden yapıldı ve neredeyse serbest bırakıldıkları anda hedeflerini vurdular. 40 mm’lik makineli tüfek mermileri ve 88 mm’lik APFSDS mermileri yukarıdan aşağı süzülerek Acımasız Kraliçe’nin bacaklarını delip geçti. Mermilerin fünyeleri etkisiz hale getirilmişti bu yüzden çarpma anında patlamadılar. Sadece altı bacağını yoğun kinetik enerjiyle uçurdular.
Sadece bacakları bile oldukça ağırdı ve yakınında duran Shin’i tehlikeye atabilirdi. Fido önünde durarak onu havada uçuşan parçalardan ve makine parçalarından korudu.
Bölgede bir Juggernaut belirdi, bacakları yere inerken keskin, çıtırdayan bir ses çıkarıyordu. Zırhının üzerinde gülen bir tilkinin Kişisel İşareti vardı; bu Theo’nun birimi olan Gülen Tilki’ydi. Raiden’ın Kurt Adam’ı da kısa süre sonra onu takip etti.
“Shin, iyi misin?!”
“Hâlâ hayattasın, değil mi seni pislik?!”
Onlar da Fido gibi aniden ortaya çıktılar. Bu mağaranın arka tarafındaki yüksek duvarın tepesinde çıkıntı gibi bir şey vardı. Yükseklik ve mesafe açısından giyotinden sadece birkaç metre uzaktaydı. Bir insan bu atlayışı yapmayı umamazdı ama en iyi durumdaki bir Reginleif bunun üstesinden kolaylıkla gelebilirdi.
Shin cevap vermeye çalıştı ama boğazı sıcaktan ağrıyordu. Birkaç kuru öksürükten sonra rahatsızlığını üzerinden attı ve cevap vermek için dahili telefon düğmesini aradı.
“…Kulaklarım ağrıyor.”
Ne de olsa Juggernaut’un tareti aslında bir tank taretiydi. Yani dibinde patladığı için kulakları uyuşmuştu. Ama başka bir deyişle, ilk şikâyeti buysa, bu başka bir yerinin ağrımadığının kanıtıydı. Bunu anlayan Theo kıs kıs güldü ve sonra derin bir iç çekti.
“Evet, hâlâ saçmalayabiliyorsan iyisin demektir. Bu iyi bir şey.”
Sonra sesi gerildi.
“…İyi olmana sevindim.”
“………”
Shin neredeyse üzgün olduğunu söyleyecekti ama bunu söylemeye cesaret edemedi. Neredeyse iki yıl önce ona onları endişelendirmeyi bırakmasını söylemişlerdi… Kendini tehlikeye atmayı bırakmasını. Ama o bu anlaşmaya pek uymamıştı. Bunu o da biliyordu. Ve bu konuda kendini suçlu hissetmesine rağmen… sadece kelimelerle özür dilemek dürüstlük olarak gelmiyordu ona. Onun yerine basitçe sordu:
“Nereden gelebildiniz?”
Duruma bakılırsa, Acımasız Kraliçe’yi kovalıyorlarmış gibi görünüyordu.
“Muhtemelen gölge yüzünden aşağıdan göremiyorsun ama bu duvarın üzerinde, tam arkamızda bir yol var… Neden burayı kazma zahmetine girdiklerini bildiğimi söyleyemem.”
“Evet…”
Demek nedeni buydu. Bunu söyledikten sonra Shin bir öksürük nöbetine tutuldu. Konuşmak sıcak havayı daha fazla içine çekmesine neden olmuştu. Raiden endişeyle kaşlarını çattı.
“Konuşma, boğazını inciteceksin. Undertaker hareket edemiyor, değil mi? Hemen geliyoruz.”
“Teşekkürler.”
“Konuşma dedim. Fido, git Undertaker’ı al. Ve şu Karınca hakkında…”
“Pi!”
Fido elektronik bir bip sesiyle sözlerini kesti. Raiden doğal olarak anlamadı ama Shin boğazının ağrısına rağmen açıkladı.
“Diğer Çöpçülerin yakında burada olacağını söyledi.”
“Bunu tek bir bip sesinden nasıl anladın…? Önceki çatalda dallananlar, değil mi? Anlaşıldı, bunu onlara bırakacağız-”
“Bay Azrailllllllllllllllllllllllll!”
Birkaç Alkonost ve Çöpçü, çökmüş patikanın diğer tarafındaki mağaranın girişinde belirdi. Her nedense Chaika da grupla birlikteydi ve boşluktan atlayarak onlardan ayrıldı.
“Zarar görmediniz mi…?! Ah, Bay Kurt Adam ile Bay Gülen Tilki de buradaymış.”
“…Bekle, burada ne yapıyorsun, Lerche?”
“Bu yöne giden Sirinler tarafından, buradaki yolun Kraliçe Arı’nın atık imha alanından bağlantılı olduğu konusunda bilgilendirildim, bu yüzden oradan yeniden toplandık… Oh, ama şimdi zamanı değil. Nazik Çöpçüler, lütfen köprüleri açın.”
Çöpçülerin bazıları köprü yapımı için modifiye edilmişti. Bunlar nehir geçişi için yapılmış çok ayaklı modellerdi. Çöpçülerin kendilerini hafif tutması için köprüler en fazla on beş metre uzunluğunda sınırlandırılmıştı. Vánagandr gibi ağır bir Saha Silahı bunun üstünden geçmeyi umamazdı ama bir Juggernaut ya da bir Çöpçü geçebilirdi.
Fido Undertaker’a yaklaşırken, köprü modeli Çöpçüler sırtlarındaki merdivenleri açtılar ve birbirine bağlı on beş metrelik yapıları geçmeye başladılar. Kurt adam kayaların üzerinden hafifçe atladı. Savaş bittikten sonra her zaman olduğu gibi tuhaf bir şekilde sakin bir manzaraydı.
Kurtuldum…
Sonunda bunun farkına varan Shin yorgunluktan yere yığıldı. Birden boğazındaki kuruluğun ve vücudunu yakan sıcaklığın farkına vardı.
“Hey!”
Kurt Adam’ın optik algılayıcısı şaşkınlıkla ona doğru döndü. Raiden bir şey söylemeye çalıştı -muhtemelen iyi olup olmadığını sormak için- ama sessiz kaldı. Muhtemelen bakışlarından Shin’in iyi olmadığını anlamıştı. Gözlerindeki panikle Gülen Tilki’ye döndü.
“Theo, Shin’i al ve geri dön. Ben Fido ve Çöpçüler’e göz kulak olacağım.”
“Anlaşıldı. Güçlerin yarısını ben alacağım, tamam mı? Birinci, üçüncü ve beşinci müfrezeler, bu işi biz halledeceğiz, bize ayak uydurun. Shin, ayakta durabilir misin? Üzgünüm, sanırım yapamazsın. Bana bir saniye ver…”
Gülen Tilki boşluktan atladı ve onun yanına indi.
….
“Anlaşıldı. Belirlenen konuma döndüğünüzde rapor verin.”
Vika, Acımasız Kraliçe’nin geri getirildiği ve Shin’in kurtarıldığı teyidini aldıktan sonra başını salladı. Shin yaralıydı, bu yüzden Raiden raporla ilgilenen kişiydi ama ses tonuna bakılırsa Shin’in ölüm tehlikesi yoktu. Çok geçmeden bir sonraki rapor geldi. Öncü filosu belirlenen hatta geri çekilmişti… Saldırı Birlği’nin işgal gücündeki tüm birimler geri çekilmişti. Geriye kalan tek şey…
Annette Duyusal Rezonans aracılığıyla konuştu. Juggernaut’lardan birinin kokpitinde oturuyordu. Bu birim operasyon süresince herhangi bir çatışmaya girmemiş ve eş birimleri tarafından korunmaya devam etmişti.
“Sonunda Acımasız Kraliçe elimizde… Ondan ne elde edeceğimizi düşünüyorsun? Gelip onu bulmamız için bir mesaj bırakarak bizi buraya çekme zahmetine katlandı. Bu hazine sandığının içinde ne çıkar sence?”
“En kötü ihtimalle, Nouzen ve beni içeri çekmek için bir numaraydı. En iyi ihtimalle, bu savaşı sona erdirmenin bir yolunu bulabiliriz… Gerçekçi konuşmak gerekirse, ondan sadece bazı bilgileri tek alabileceğiz. İsteyerek versin ya da vermesin fark etmez.”
Eğer Acımasız Kraliçe Lejyon’un geliştiricisi Binbaşı Zelene Birkenbaum’un sinir ağını gerçekten asimile ettiyse, ondan elde edebilecekleri bilgiler olmalıydı. Lejyon’un kontrol sistemleriyle ilgili daha fazla veri elde etmek muazzam bir nimet olurdu.
“O…? Oh, içindeki kişiyi tanıyordunuz.”
“Onunla birkaç kez konuşmuştum, hepsi bu… Her neyse -”
Kişisel kullanımı için modifiye edilmiş geniş kontrol panelini açtı ve birkaç koşul belirlerken konuştu. Daha sonra bu ayarları girmeyi bitirdi ve devam etti:
“-Uğruna hayatını ve uzuvlarını riske attığın o deneyi bitirdin mi Penrose?”
Penrose alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi.
“Zaten bildiğiniz halde neden soruyorsunuz, Majesteleri? Bilgi sızıntısı Birleşik Krallık tarafından değildi. Para-RAID’den de değildi.”
Annette’in saldırı gücüne eşlik ettiği gerçeği Federasyon ordusuna bildirilmemişti. Annette’in burada olduğunu bilen tek kişiler Saldırı Birliği ve Birleşik Krallık ordusuydu. Kişisel İşaretleri Lejyon tarafından zaten bilinen Shin ve Vika aktif olarak hedef alınmıştı. Ancak Kişisel İşareti olmayan Annette, savaşa katılmayan ve sürekli olarak Duyusal Rezonans üzerinden diğerleriyle konuşan göze çarpan bir Juggernaut’ta olmasına rağmen saldırıya uğramamıştı.
Lejyon Annette’in varlığını fark etmemişti… ya da belki de onun orada olduğunu bilmiyorlardı. Bu durumda, bilgi sızıntısı ne Saldırı Birliği’nden ne de Birleşik Krallık ordusundan gelmişti. Zaten Duyusal Rezonans’ın durdurulduğuna dair hiçbir iz de yoktu.
Vika rahatsız hissetmeden konuşmaya devam etti. Görünüşe göre bu bile ihanete uğramış hissetmesi için yeterli değildi.
“O zaman Federasyon mu?”
Annette’in gülümsemesi yerini nefret, küçümseme ve benzeri yoğun duygulardan oluşan bir karışıma bırakarak kaybolur gibi oldu.
“…Varlığımdan haberdar olan başka bir ülke daha var.”
Birkaç kademeli güvenlik tertibatını kaldırdıktan sonra, kendi kendini imha dizisi için düğmeye basıldı. Emir, patlayıcılarla donatılmış Alkonost’ların bulunduğu Ejderha Dişi Dağı’nın her tarafını dolaşan röleler aracılığıyla iletildi.
Vika ve Annette’in yaralanması ya da radyo dalgalarının kesilmesi ihtimaline karşı hazırlıklıydılar; Sirinler Alkonost’ların içinde kalarak gerekirse fünyeleri elle çalıştıracaklardı. İlk programlamalarında, Lejyon’un beyinlerini çalmasını önlemek için gerekirse kendilerini mümkün olduğunca tamamen yok etmeleri emredilmişti. Bu yüzden Sirinler kıpırdamadı. Sadece gülümsediler ve bir dahaki sefere üzerinde duracakları savaş alanını düşündüler.
Sinyali aldıktan sonra fünyelerini ateşlediler ve patlayıcılar infilak etti.
Patlamanın sesi çoğunlukla kalın kaya tarafından emildiği için sağır edici bir kükreme yoktu. Sadece insanın midesinin derinliklerinde hissedebileceği bir titreşim vardı.
Savaş doktoru gülümseyerek, Shin’e bir süre dinlenmesini söylerken karlı bir dağda sıcak çarpması semptomlarını tedavi etmek zorunda kalacaklarını hiç beklemediklerini belirtti. Zırhlı nakliye aracının kabininde yatmakta olan Shin doğrulup oturdu. Üssü yok etmek niyetindeydiler ama bütün bir dağı tamamen yerle bir edecek bombaya sahip değillerdi. Bu yüzden, toplanma noktalarının epey uzağında patlamayı tetiklemelerine rağmen Ejderha Dişi Dağı dimdik ayakta kalmıştı.
Artık, şimdiye kadar duyduğu ağıt seslerini duymuyordu. Ne Lejyon’un ne de patlamayı tetiklemek için geride kalmış olan Sirinlerin sesini duymuştu. Annette ve Vika’nın yanı sıra dağdaki ablukayı yöneten Bernholdt da çoktan geri dönmüştü.
Ve ele geçirilen Acımasız Kraliçe’yi depolamayı bitirdiklerinde – ki bu, ne hareket etmesine ne de konumunu aktarmasına izin verecek şekilde sıkıca bağlanmış, zırhlı bir konteynırdaydı – geriye kalan tek şey güvenli bir yere çekilmeleriydi.
Nakil aracının kapısı -sanki sarayın odalarından biriymiş gibi- çalındı ve bir süre sonra kapı açıldı.
“Görüyorum ki bir kez daha epey hırpalanmışsınız, Bay Azrail.”
“…Lerche.”
Lerche, Sirinler’e özgü al renkli askeri kıyafetini giymiş bir halde odaya girmişti. Belindeki anakronik kılıçla birlikte normal üniformasına benziyordu, bu yüzden normalde göründüğünden çok farklı görünmüyordu. Örgülü sarı saçları ve yeşil, cam gibi gözleri de her zamanki gibiydi.
Bu noktada, hem görünüşü hem de içinden yükselen ölü sesi Shin’e artık iğrenç gelmiyordu.
“Derken?” diye sordu Shin.
“Hiçbir şey. Sadece sizi kontrol etmek için uğradım. Tedavinizin tamamlandığını ve dinlenmenizin emredildiğini duydum.”
Lerche’nin hem ses tonu hem de ifadesi, sanki boş konuşmaya gelmiş gibi garip bir soğukkanlılığa sahip olduğunu gösteriyordu. Ama Shin onun Revich Kale Üssü’ndeki konuşmalarından kendince rahatsız olmuş olabileceğini fark etti. Ona söylediklerinden pişmanlık duymuyor olabilirdi ama belki de hâlâ üzerinde baskı yaratıyordu.
“Zarar görmediğinizi gördüğüm için rahatladım… Ancak söylemeliyim ki, yüksek sıcaklıklar sizi hareketsiz bırakmaya yetiyorsa, insan vücudu gerçekten zayıf olmalı.”
“………”
Anka ile savaştan sonra bile olsa, Juggernaut’u o sıcağa dayanamazdı. Shin, sadece küçük gövdesini desteklemek için tasarlanmış bir soğutma sistemine sahip insan boyutundaki bir Sirin’in de orada çalışabileceğinden şüpheliydi. Shin’in gözlerini kısarak ona baktığını fark eden Lerche kaygısız bir ifadeyle gülümsedi.
“Ve yine de bir şekilde, ne kadar zayıf olursanız olun, ölümün pençesinden kıl payı kurtuldunuz ve geri dönmeniz gerektiğini anladınız. Belki de ölümden korkmayı öğrendiniz… Bu durumda savaşı biz Sirinlere emanet eder misiniz?”
Sözleri ne kadar ciddi olsa da her zamanki gibi rahat konuşuyordu. Muhtemelen Shin’in cevabını tahmin etmişti ama yine de onun bunu doğrulamasını duymak istiyordu. Ses tonunun ima ettiği de buydu.
“Şey-”
Ve böylece Shin sakince cevap verdi.
“-insanlar gerçekten de… Ben gerçekten de savaş için yaratılmış bir yaşam formu değilim. Ve asla da olmayacağım. Ama insanlar bedenlerini bir kenara atmazlar. Tıpkı dediğin gibi, biz kusurlu ve korkağız.”
“Bu durumda-”
“Ama,” Shin araya girdi, “Ne olmuş yani? Senin saygınlığın bizi ilgilendirmez. Sonuna kadar savaşmanın gururumuz olduğuna karar verdik ve bundan vazgeçmeyeceğiz. Acınası bir ölümle ölmek istemiyorum. Bedenimin bu savaş alanında savaşmaya ya da hayatta kalmaya uygun olmaması önemli değil. Bu savaştan kaçamam. Ve tüm bunların ötesinde…”
Bir an için düşüncesini tamamlamakta tereddüt etti. Bunu dile getirmeye alışık değildi. Kısa bir süre öncesine kadar dileklerinin olmaması gerektiğine inanıyordu… dileklerinin olmasını istemediğini söyledi.
Bir gün, biriyle mutlu olmak istiyorum.
“…Diğer insanlarla birlikte yaşamak istiyorum. Bu yüzden birini ya da diğerini seçemem… Çünkü ben…”
Uzun zaman önce ölen Lerche ve diğer Sirinlerin aksine. Kendisinden önce ölen ve hayaletleri Lejyon tarafından ele geçirilen yoldaşlarının aksine.
“…Ben hâlâ hayattayım.”
Lerche onun cevabına yüksek sesle kıkırdadı.
“Hiçbir şeyden vazgeçmemek ve üstüne üstlük daha fazlasını kazanmak istiyorsunuz… Yaşayanlara layık, ferahlatıcı bir açgözlülük gösterisi. Muhteşem,” dedi Lerche, kahkahalarını bastırarak ama dudaklarında hâlâ o gülümsemeyle.
Parlayan, zümrüt gözlerini -insana benzemeyen cam gözlerini- ona dikti.
“Ama yine de savaş alanında olmanıza gerek olmadığı konusunda ısrar edeceğim. Bu sözler konusunda gururumuz ve haysiyetimiz üzerine yemin ederim, insan.”
Savaş için yaratılmış ölüm kuşu bu sözleri gülümseyerek söylemişti. Shin o günün asla gelmeyeceğini bildiği için onunla şakacı bir şekilde alay etti. Buna izin vermeyecekti.
“Sadece dene, kılıç.”
ՓՓՓ
Lena operasyonun tamamlandığından haberdar edilmişti ama her şey doksan kilometre ötede gerçekleşmişti. Patlayıcılar tüm üssü yok edecek kadar güçlü olsa bile, dağın zirvesinden gökyüzüne yükselen dumanı görmesi mümkün değildi. Zaten dağı tamamen devirebilecek güçte de değillerdi. Patlama devasa monoliti gözle görülür bir şekilde bile sarsmadı.
Bu da Lena’nın bulunduğu yerden doğrudan dağa baksa bile herhangi bir değişiklik fark edemeyeceği anlamına geliyordu. Böylece yedek birlikler, ölüm kuşları ve şimdiye kadar birlikte savaştıkları diğer yoldaşlarıyla birlikte düşman topraklarına doğru ilerleyen prensi beklemeye koyuldu.
Gökyüzünü kaplayan gümüş tabaka yavaş yavaş inceliyordu. Mayıs Sineği tüm Lejyon birimleri arasında en küçük ve en hafif olanıydı, bu yüzden vücutlarında tutabildikleri elektrik miktarı azdı. Metal kelebek sürüsünün enerjisi tükendikçe güneye doğru gitmeye başladılar ve hiçbiri geri dönmediği için bulutların yoğunluğu azalmaya başladı.
Birleşik Krallık kurmay subaylarının tahmin ettiği gibi, Lejyon Ejderha Dişi Dağı üssünü kaybettiğinde, Mayıs Sineği gökyüzünde konuşlanmış olarak kalamazdı. Mavi gökyüzü yavaş yavaş geri dönüyordu.
Ve aylardır ilk kez masmavi bir gökyüzünün üzerlerine yayıldığı bir günde sabah doğarken, Ejder Diş Dağı saldırı gücü yedek düzene geri döndü.
Yaz gökyüzünün derin maviliği karlı zirvelerle tezat oluşturuyordu. Kuzeyde bile erken yaz güneşi parlıyordu ve kar aniden yoğun güneş ışığına maruz kaldığından erimeye başlamıştı. Eriyen karlar, havzalarının yakında taşacağını belli eden bir hız ve yoğunlukla nehirlere akıyordu.
Saldırı gücü, yapışkan ve erimekte olan karın üzerinden geçerek geri döndü. Ağır nakliye araçları birbiri ardına yanaştı ve İşlemciler çelik mavisi askeri giysileri içinde kabinlerden çıktı. Raiden Lena’ya yaklaştı. Shin görevde değildi, bu yüzden Raiden 2. Zırhlı Birliğin operasyon komutanı olarak onun yetkilerini devralmıştı. Raiden selam verdi ve konuştu:
“Albay Milizé, Seksen Altıncı Saldırı Birliği geri döndü.”
“İyi iş, Üsteğmen Shion ve Üsteğmen Shuga. Ve diğer herkes için de. Lütfen hak ettiğiniz dinlenmenin tadını çıkarın.”
Bir üst subayın astlarına göstermesi gereken görgü kuralları bu şekilde sona erdi. Raiden da dahil olmak üzere tüm İşlemciler onun sözleri karşısında gözle görülür bir şekilde rahatladılar. Bazıları gevezelik etmeye başlamıştı bile. Ateş kontrol ekibinin İşlemcileri de hemen onlara katıldı. Yedek düzen kısa sürede konuşma ve kargaşayla doldu.
Üsteğmen Shion ve diğer İşlemciler Raiden’ın yanından geçip zırhlı araçtan ayrıldılar. Bazıları “Geri döndük,” derken. Diğerleri “İyi işti Albay,” dedi. Kendi aralarında konuşarak yürüdüler.
Aynı çelik mavisi üniformayı giymiş ve deniz mavisi bir fular takmış bir figür ona yaklaştı. Askeri elbisesinin ve atkısının yırtık pırtık hali, bir kez daha nasıl inanılmaz derecede pervasızca bir şey yaptığını sessizce anlatıyordu. Fido, bir kez daha tamamen bakımsız bir halde olan Undertaker’ı indirirken Guren acı acı yüzünü buruşturdu, Touka ise sırıttı.
Ama yine de geri dönmüştü. Tıpkı Lena’nın umduğu gibi. Ve bu yüzden pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmesi gerekiyordu. Shin ona doğru yürüdü ve o da onu selamladı. Bir komutan olarak değil, kişisel bir düzeyde.
Gülümsedi.
“Geri döneceğini söylemiştin.”
Shin şaşkınlıktan donup kaldı. Lena gülümsemeye çalıştı ama aslında öfkeliydi. Belki de yüz ifadesinden belli oluyordu ama kendi yüzünü göremediği için bunu bilmiyordu.
“Şey… evet, bir şekilde geri döndüm.” Belki de boğazı ağrıyordu, çünkü sesi biraz boğuk çıkmıştı.
Lena boğazının neden acıdığını biliyordu ve bu da onu daha da kızdırıyordu.
“Raiden, Acımasız Kraliçe’nin iyileşmesinin ardındaki koşulları rapor etti. Ve sağlık görevlileri bana senin teşhisini söylediler. Doktorlar aksini söyleyene kadar Raiden komuta etme hakkını elinde tutacak. Anlaşıldı mı?”
Shin sessizliğe gömüldü. Lena’nın arkasından baktı, muhtemelen Raiden’ı bulmak için önünü tarıyordu. Doğru kelimeleri aradıktan sonra -ki Lena’nın bakış açısından bu daha çok bir bahane bulmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu- sonunda pes etti ve omuzlarını çökertti.
“Özür dilerim.”
“Üzgün olsan iyi edersin! Neden… neden kendini hep bu kadar tehlikeye atıyorsun…?”
Mecburdum ya da başka seçeneğim yoktu gibi bahanelerin burada pek bir ağırlığı yoktu. Kadın ona geri dönmesini söylemiş, o da döneceğini söylemişti. Yani bu, geri dönme zorunluluğu olduğu anlamına geliyordu… bu yüzden onu öldürtecek bir şey yapması söz konusu bile olmamalıydı.
Peki ya gerçekten ölmüş olsaydı…? Kalbinde bir duygu dalgalanması hisseden Lena’nın boğazı düğümlendi. Ancak, bir şekilde gözyaşlarını tutmayı başardı. Raiden ona gecenin olaylarını anlattığında, her şeyin iyi bittiğini bilmesine rağmen titremesini durduramamıştı.
“Çok ama çok endişelendim… Eğer Acımasız Kraliçe senin olduğun yere gitmeseydi… Eğer seni daha geç kurtarmış olsalardı, ölebilirdin…”
“………”
“Bunu yapamazsın. Bir daha asla böyle aptalca bir şey yapma. Etrafındaki insanlara güven. Kendini feda etmeyi seçme. Bir daha asla böyle bir seçim yapma.”
“…Özür dilerim.”
Ama sonra dudaklarında muzip bir gülümseme belirdi. Bir süredir ona gösterdiği ilk kaygısız gülümsemeydi bu.
“Sen de çılgınca şeyler yapmadın, değil mi Lena?”
Lena garip bir şekilde kaskatı kesildi.
“Tabii ki hayır.”
“Gerçekten mi? Sanırım Shiden’a sonra soracağım.”
“Shiden benim tarafımda, bu yüzden ondan dürüst cevaplar bekleme,” diye alay etti Lena.
Shin’in gülümsemesi derinleşti.
“Yani bir şey yaptığını söylüyorsun.”
“Ha…? Ah!” Lena ne söylediğini fark etti ve bir eliyle ağzını kapattı.
Shin yüksek sesle güldü, omuzları bir yükselip bir alçalıyordu.
“Bana beklediğini söylememiş miydin?”
“………”
Lena kendi sözlerinin kendisine karşı kullanılmasından dolayı suratını astı.
“Ve bunu söyledikten sonra bile hayatını dikkatsizce riske mi attın?”
“…Pislik.”
Başka bir cevabı yoktu. Aklına başka bir şey gelmiyordu ama hiçbir şey söylememeye de dayanamıyordu. Bu sadece Shin’in daha fazla gülmesine neden oldu. Somurtarak arkasını döndü ve Shin yarım adım geriden onu takip etti. Lena daha sonra yavaşladı ve Shin’nın tam yanında durdu. Onun kırmızı gözlerine baktı ve tekrar konuştu.
Bu kez kelimeler kalbinin derinliklerinden geliyordu, gülümsemesi gerçek bir sevinçle doluydu. Gerçek şu ki, bunu her zaman söylemek istemişti. İki yıl önce ona kendisini geride bırakmamasını söylediğinden beri. O zamanlar yüzünü bile tanımadığı bu çocuğa veda edip onu yoluna gönderdiğinden beri.
Hep bu sözleri söylemeyi arzulamıştı. Eğer onu uğurladıysa, döndüğünde de bu sözleri söylemek istemişti. Hem de yüz yüze geldiklerinde gülümseyerek.
“Tekrar hoş geldin.”
Adam sıcak, kıpkırmızı gözlerle ona bakarken nazikçe gülümsedi.
“Evet… Hoş buldum.”
İki yıl önce, birbirlerinin yüzlerini bilmeden, sadece isimleriyle tanıyarak yollarını ayırmışlardı.
Altı ay önce, savaşın kaosundan kurtulduktan sonra birbirleriyle yüz yüze konuşmuşlardı.
Ve üç ay önce, son duraklarında yeniden bir araya gelip, nihayet yüz yüze görüştüler.
Ve şimdi, nihayet daha da yakınlaşacaklardı. Veremeyecekleri ya da anlaşamayacakları şeyler olsa bile, tamamen farklı olsalar bile, ne kadar çaba gerektirirse gerektirsin birlikte kalmak için savaşacaklardı. Bu duyguları kelimelere dökmeseler bile, ikisi de bunu anlıyordu.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.