Seksen Altı Cilt 05 Sonsöz

SONSÖZ

ÇIÇEKLER KARLI TARLALARDA AÇMAZ

Çevirmen: Kawaragi

 

 

 

“…Ekselansları.”

Daha sıradan bir insan bu manzara karşısında sarsılırdı ama ne yazık ki Vika hiçbir şey hissetmedi. Güçsüz bir şekilde yerde yatan Lerche’ye bakarken, onun gerçekten insan şeklinde bir canavar olduğunu ve başka bir hiçbir şey olamayacağını kendi kendine onayladı.

Askeri botlarının yanında, karların erimesiyle ortaya çıkan kaldırım taşlarının üzerinde çaresizce yatan Lerche’ye baktı. Sadece üst yarısına kadar küçülmüştü ve gümüşi iç mekanizmaları, altında bir su birikintisi halinde yayılan açık mavi dolaşım sıvısıyla açığa çıkmıştı.

Tıpkı geçmişte olduğu gibi.

Vika ona bakarak, “Her seferinde kırılmayı bırak, seni yedi yaşındaki çocuk,” dedi.

“Anlaşıldı. Her seferinde emirlerinize karşı geldiğim için kendimden utanıyorum…”

Lerche, sadece üst yarısına indirgenmiş olmasına rağmen bir şekilde ustalıkla omuzlarını düşürerek onun çok da makul olmayan azarını kabul etti. Sirinler hiç acı hissetmezdi. Hasarlı parçaları kolayca değiştirilebilen mekanik bebekler oldukları için, yaşayan, yeri doldurulamaz bir bedenin gerginliği uyarmak için kullandığı alarm sistemine ihtiyaç duymuyorlardı. Ve böylece kar ve enkazın ortasında yatan saat gibi kız, eksik bacaklarına, etrafına yayılan mavi can suyuna ya da açıkta duran mekanik iç organlarına aldırmadan gülümsedi.

Tıpkı bir zamanlar yaptığı gibi.

“Zarar görmediniz değil mi, Majesteleri?”

“Elbette.”

Çünkü bana onları korumamı söyledin. Bu yüzden bu ülkenin insanlarını koruyacağım. Lejyon Savaşı sona erene kadar ölemem. Ve ondan sonra ise… Sonuna kadar yaşayacağım… Hiçbir umudum ya da hayalim olmasa bile.

Çünkü inanıyorum ki… aynı yaşta olmamıza rağmen benden önde giden o kız, Lerche de bunu isterdi.

“Hadi eve gidelim Lerche… Seni şu anki halinle taşımak aslında işleri oldukça kolaylaştırıyor ama seni yeni baştan inşa etmek zorunda kalacağımı düşünmek bile başımı ağrıtıyor.”

“Utançtan yerin dibi-”

“Bu kadar yeter.”

“Ve… Mümkünse göğsüme biraz daha hacim katabilirseniz çok memnun olurum.”

“Ne bu, ergenliğe falan mı girdin sen?”

İç çekerek uzandı ve onu başının arkasından tutarak başını boynuna bağlayan kilidi açtı. Bir insan kafası, örneğin bir kediden daha ağırdı ama o bir kraliyet mensubu olmasına rağmen hayatının çoğunu savaş alanında geçirdiği için rahatlıkla kaldırdı.

Bir anti-materyal tüfeğinden bile daha hafifsin.

Mekanik bebekler olan Sirinler, sadece kafalarına indirgendiklerinde bile kırılmazlardı. Lerche’nin göğsünde depolanan soğutma sistemiyle teması kaybettiğinde otomatik olarak kapandığını doğruladıktan sonra Vika arkasını döndü, üniformasının manşetleri rüzgârda dalgalanıyordu. Başı elinde, mevsiminin çok ötesinde şiddetlenen kar tanrıçasının dalgalanan peçesinin içinden ilerledi.

Salomé’den fırlamış bir sahne gibiydi, diye not etti kendi kendine.

Yine de…

“Seni bir kez bile öpmedim.”

Ne ona temel teşkil eden merhum kızı ne de bir mezar taşı kadar soğuk olan bu kızı.

Rüzgâr onları kapıp götürürken, onun kendi kendine konuşmasını duyacak kimse yoktu.

 

 

Juggernaut’undan ayrılan Rito, Sirinler’in kuşatma rotasına tekrar baktı. Onunla beraber yoldaşlarından birkaçı da cesetlerin oyduğu grotesk, doğal olmayan yola baktı. Savaşta düşene kadar hayatta kalmak ve sonuna kadar yaşamak Seksen Altı’nın gururuydu. Savaşırken inandıkları şey buydu. Bunu kimlikleri olarak benimseyerek, şimdiye kadar akıllarında başka hiçbir şey olmadan savaşmışlardı.

Ama…

Rito korkusunu ve içinden gelen ürpertiyi gizleme zahmetine girmeden düşündü: Kendilerinin yaptıklarıyla, Sirinlerin bu şekilde ölüme koşarken gülmelerinde ne farkı vardı ki…?

Rito Sirinlerden her zaman korkmuştu. Tüm yoldaşlarıda aynı şekilde bir dereceye kadar korkuyordu. Ürkütücüydüler. Tarif edilemeyecek kadar tuhaflardı, bu yüzden Seksen Altı onları sadece uzaktan izleyebiliyordu. Ama artık biliyordu. Onu korkutan şey, bu tedirgin edici kızların kendi yollarının sonunu yansıttığı fikriydi. Uzun savaşlarının sonunda, kendi ceset dağlarının tepesinde ölü yatmaya yazgılı olduklarına dair belli belirsiz bir önsezi hissetti.

Belki de başından beri, Seksen Altıncı Sektör’den beri biz de onlar gibiydik. Ve bunca zamandır buna gururumuz diyorduk. Tıpkı onlar gibi ölüme koşuyorduk ve bu sırada hep gülüyorduk.

Yanında duran Raiden’ı fark etti. Yeraltı hangarında savaşmıştı, bu yüzden kuşatma rotasına ilk kez bakarken yüzünü buruşturdu. Rito’nun bilmediği bir Federasyon argosu söyledi.

“Demek seni bu kadar heyecanlandıran şey buydu.”

“Kaptan Yardımcısı Shuga… Ben-”

“…Yapma.”

Sözünü kesti. Sonra elinin ayası bir endişe jestiyle Rito’nun omzuna düştü. Ama buna karşılık sözleri…

“Diğer herkes de muhtemelen aynı şeyi düşünüyordur. Ama bunu kelimelere dökme… Seni buraya getiren yaşam tarzını ikinci kez sorgulamamalısın.”

Yalıtımlı savaş kıyafeti elinin sıcaklığının Rito’ya ulaşmasına bile izin vermiyordu.

Ludmila’nın yıkık kafası kuşatma yolunun yanındaki karda yuvarlandı. Shin sözsüzce kızın sessiz kalıntılarına baktı. Ezilmiş Alkonost’ların, Juggernaut’ların ve Lejyon’un birbirine karışmış kalıntıları arasından Sıvı Mikro Makineler, deri altı dolaşım sıvısı ve tanıyamadığı birkaç çeşit yağ karışımı sızarak tuhaf, çok renkli bir su birikintisi oluşturmuştu.

Kafası yuvarlanırken, hem çarpıcı kızıl saçları hem de yapay derisi koptu ve geriye metalik gri kalıntılardan başka bir şey kalmadı. Onu kaldırdığında, kafatasındaki bir çatlak genişleyerek parçalanmasına neden oldu. Çekirdeğinde gökkuşağı renginde şeffaf bir sıvı – merkezi işlemcisi – ve mavi kan kalın dereler halinde kafatasından döküldü ve yerde birikti. Artık ondan gelen feryatları ya da ağıtları duyamıyordu.

İnsan cesetleri görmeye alışkındı. Tıpkı Cumhuriyet’teki operasyonları sırasında Dustin’e söyledikleri gibi. Onlar da yüzlerinin yarısı olmayan kesik kafalar görmeye alışkındı. Seksen Altıncı Sektör’deki ilk filosundan beri tanık olduğu sıradan bir olaydı bu.

Bu yüzden Ludmila’nın, en başından beri hayatta olmayan bir Sirin’in, tamamen farklı bir kan rengiyle parçalandığını görmek… Sayıları sayılamayacak kadar çok kişinin parçalandığını görmek onu rahatsız etmemeliydi.

Ama yine de… acıtmıştı. Hem de çok.

Evet, gerçek şu ki zordu. En başından beri zordu. İlk filosunun kaptanını hatırladı, en genç yeni üye olduğu için sık sık onu gözetmiş ve ona yardım etmek için telaşlanmıştı… Kopmuş, yarısı çökmüş kafasını kaldırdığını hatırladı.

Buna ne zaman alışmıştı? Ne zamandan beri başkalarının ölmesini doğal bir durum olarak görmeye başlamıştı? Sıra dışı olmayan bir şey olarak görmüştü? Ne zaman farkına bile varmadan kendinden bir parça koparmıştı?

Eskiden Ludmila’nın içinde hapsolmuş olan ölü insanın parçası artık yoktu. Yok olurken ortadan kaybolmuş ve artık ondan geriye tek bir iz bile kalmamıştı. En azından Shin öyle olmasını diliyordu. Geriye dönüp baktığında, sık sık tekrar ölmek isteyip istemediklerini sormak isterdi. Bu sorunun ardındaki soğukluğu hiç düşünmeden hem de.

Bir zamanlar birinin söylediği sözler zihninde canlandı. Şu anda kim olduğunu bile hatırlayamıyordu. Diğerleri Para-RAID aracılığıyla söylerken o bunu yüzüne karşı söylemişti. Bazen başkalarının yanından geçerken kulak misafiri oluyordu ya da telsizin parazitine karışıyordu. Ancak nerede ve ne zaman olduğu önemli değil, her seferinde, her seferinde bu sözleri duymuştu.

Seni canavar.

“…Evet.”

Bu çok uygun, diye düşündü Shin kuşatma rotasına bakarken. Lejyon’un, Alkonostların ve kız şeklinde yapılmış mekanik bebeklerin enkazından oluşan, şimdiye kadar yapılmış en grotesk kuşatma rotasıydı bu. Üzerine basmak ve saldırmak zorundaydı, çünkü bunu yapmasaydı herkes ölecekti. Başka kimsenin ölmeyeceğinden emin olmak için o kızları çiğnemek zorunda kalmıştı.

Aynı şey diğer herkes ve her yer için de geçerliydi. Cumhuriyet Seksen Altıları, Birleşik Krallık Sirinleri, Federasyon ise çocuk askerleri, Vargusları ve Maskotları çiğnedi. Ve çiğnenenler bile bu dünyada hayatta kalabilmek için sırayla başkalarının ölümünü çiğnemeye devam etti.

Bu durumda, hayatta kalmak için yapmaları gereken buysa…

 

 

…insanların hepsi canavardı.

 

 

Birinden tut hepsine.

 

Karın belli belirsiz parıltısı kuşatma rotasının tepesinde duran Juggernaut’un 88 mm’lik taretinden yansıyordu. Shin ilk kez bu parıltıyı tek kelimeyle iğrenç olarak görebiliyordu.

 

“…Shin!”

Shin hareketsiz dururken, bir ses kulaklarına ulaştı. Herhangi bir ayak sesi duyamadı çünkü yağan karın sesi diğer her şeyi bastırıyordu. Arkasını döndüğünde gümüş benzeri sesin daha da yaklaştığını fark etti.

Bilmediği karlı yolda ayağı takılan Lena ona doğru koştu ve telaşla vücuduna sarıldı. Kalın askeri giysisi ısıyı iletmediği için onun sıcaklığını hissedemiyordu.

“Bana sarılarak kendini kirletiyorsun.”

“Ne diyorsun sen…?!”

Lena muhtemelen panik içinde dışarı fırlamıştı. Üniforması darmadağınıktı, sanki kıyafetlerini yolda koşarken değiştirmiş gibiydi. Ve bluzunun üzerine ceketini giymemişti, Sadece bir paltoyla buraya gelmişti. Muhtemelen askeri şapkasını bir yerlerde düşürmüştü ve şaşırtıcı bir şekilde karlı zeminde ayakkabılarıyla koşabilmişti.

“Buraya tek başına gelerek ne yaptığını sanıyorsun? Buralarda hâlâ Lejyon olabilir…!”

“Burada hiçbir şey yok… Bunu zaten biliyorsun.”

Hiçbir cevap vermedi. Herhangi bir kelime yerine parmakları onu daha da sıkı kavradı. Sanki bıraktığı anda Shin’in yok olabileceğini söyler gibiydi. Bir neden söylemeye çalıştı ama sesi çıkmadı.

Sirinlerden oluşan kuşatma rotasının nasıl oluştuğunu görmeliydi. Ve Saldırı Birliği’nin saldırmak için bunun üzerinden tırmanması gerektiğini anlamalıydı. Öyleyse neden hiç korkmadan onlara yaklaştı? Normal insanların bu noktada onları sadece canavar olarak görebileceği kadar savaş alanında yontulmuş olan Seksen Altı’nın yanında neden kaldı?

Öncelikle, savaş alanının neyle ilgili olduğunu biliyordu. Savaşın yakında biteceği inancıyla savaşmak için hiçbir hazırlık yapmayan Cumhuriyet’in savaş alanındaki geniş çaplı saldırısı sırasında, sadece bir noktada yardım gelebileceğine dair zayıf bir umutla iki uzun ay boyunca o savunma hattını korumuştu.

Yavaş yavaş duvara yaslanırken bile geri çekilme üstüne geri çekilmeyi tekrarladı. Savaşa alışkın olan Shin bile bu umutsuz savunma hattını korumanın ne kadar çaresiz olduğunu hayal edemezdi ama Lena bunu çok iyi biliyordu.

Alba Cumhuriyeti vatandaşlarının on milyonlarcasının katledildiğini biliyordu… Kardeşlerinin ve yurttaşlarının her birinin… Savaş alanının, yaşamın onuruna ya da kutsallığına dair hiçbir umuda yer bırakmayan, ahlaksız bir ölüm yeri olduğunu biliyordu. İnsanların köşeye sıkıştıklarında yapabilecekleri alçaklıkları ve adilikleri biliyordu.

Peki neden? Nasıl?

Nasıl olur da bu dünyadan vazgeçmezdi? Bir peri masalından bile daha boş olan bir değere, dünyanın güzel bir yer olduğuna nasıl inanabilirdi…?

Lena, Seksen Altı’nın kendi iyilikleri için dünyadan vazgeçtiğini söylemişti. Ondan nefret etmek, gururlarından vazgeçmekten daha kolay olurdu. Bu durumda, nasıl…? Artık kimsenin duymaya bile tahammül edemeyeceği kadar sakar bir ideali nasıl taşıyabiliyordu…?

Neden? diye merak etti.

Neden ısrar ediyorsun? Neden bu dileğe tutunarak devam ediyorsun? Ondan vazgeçmek her şeyi çok daha kolay hale getirecekken, nasıl oluyor da onu dilemeye devam edebiliyorsun?

Aklına hiçbir cevap gelmedi. Ve Shin, Lena’yı bunu anlamak için herhangi bir ipucu bulacak kadar iyi tanımıyordu. İki yıl önce, Özel Keşif görevi için ayrılırken ona veda etmişti ve onunla sadece birkaç ay önce tekrar karşılaşmıştı. Onun hangi savaşlarda mücadele ettiğini bilmiyordu. Ne hissettiğini, neye üzüldüğünü, neye değer verdiğini, hangi dilek için savaştığını bilmiyordu. Onu savaşmaya devam etmeye iten arzunun ne olduğunu sormak aklına bile gelmemişti.

Bilmek istediğini hiç düşünmemişti. Onunla yeniden bir araya gelerek bir şey başardığına inanmıştı ama… onunla tanıştıktan sonra onu anlamak için hiçbir girişimde bulunmamıştı.

İlk kez bugün fark etti ki:

 

 Onun hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyorum.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.