Seksen Altı Cilt 05 Bölüm 06

BÖLÜM 6

Çevirmen: Kawaragi

 

 

 

“Görünüşe göre su onları oldukça uzaklara sürüklemişti.

Bir şekilde devrilmiş ağaçlar ve tortularla dolu bir kıyıya kadar sürünmeyi başardılar. Kanopilerini açtıklarında Juggernaut’larının yarısının sular altında kaldığını gördüler. Anju makinelere baktı ve iç geçirdi.

“…Yaralandınız mı, Teğmen?”

“Ben iyiyim, öyle ya da böyle.”

Reginleif’ları kullanıyor olmaları iyi bir şeydi. Pilotun sağlığını pek umursamayan tasarımıyla, Cumhuriyet’in alüminyum tabutu, su geçirmezlik fikriyle alay edercesine, kanopi ile çerçeve arasında bir boşluğa sahipti. Eğer Cumhuriyet Juggernaut’larını kullanıyor olsalardı, şimdiye kadar boğulmuş ya da donarak ölmüş olurlardı.

Yine de sudan sürünerek çıktıklarında tamamen kuru değillerdi. Onlar baygınken güneş batmıştı ve kar yağışı durmuş olsa da hava gittikçe soğuyordu. Anju buz gibi havada durmuş, bir yandan etrafına bakınıyor, bir yandan da donacakmış gibi soğuk olan saçlarını süpürüyordu. Rüzgârdan korunmak için bir yer, herhangi bir yer bulmaları gerekiyordu.

Nehir kenarında, uçurumlarla çevrili dik bir vadinin dibinde küçük bir kulübe bulduklarında oraya sığınmaya karar verdiler. Muhtemelen bir av kulübesi ya da onun gibi bir şeydi. Karın hiç durmadığı bu dağlarda günlerce avlanmak için kurulmuş bir yer gibi görünüyordu.

İçerisi eski püskü ama neyse ki iyi donanımlı tek kişilik bir odaydı ve şanslılardı ki sonunda bir şömine vardı.

“Yani burada yardım gelmesini mi bekleyeceğiz?”

“Fazla seçeneğimiz yok. Juggernaut’ların enerjisi bitti ve Para-RAID’i şu anda kullanamıyoruz.”

Sıcaklık sıfırın altına düşmüştü. RAID Cihazları metalik olduğu için onlara dikkatsizce dokunmak donmaya neden olabilirdi.

“Burada rüzgâr ve kardan korunabiliriz. Donarak öleceğimizi sanmıyorum… Ancak…”

Bunu düşünmek bile iç çekmesine neden olmuştu. Kokpitlerinde katlanabilir tabanca dipçikli saldırı tüfekleri vardı ve onları kılıflarındaki tabancalarla birlikte getirmişlerdi.

“…kundağı motorlu mayınlar bir yana, eğer başka tür bir Lejyon ortaya çıkarsa, başımız belaya girebilir.”

 

 

“Mahsur kaldılar.”

“Öyle görünüyor.”

Yaz olmasına rağmen karlı bir dağdı ve az sayıda izole insan vardı. Sadece Shin değil, genellikle her durumda kibirli hissettirecek kadar soğukkanlı olan Vika’nın bile yüzünde ciddi bir ifade vardı.

Revich Kale Üssü’nün toplantı odasındaydılar. Anju ve Dustin’in heyelana yakalandıklarını fark etmişlerdi ama Lejyon’un bölgelerinden gelebilecek bir karşı saldırı endişesiyle ve yeniden stok yapmak için geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Üsse döner dönmez bu acil durum toplantısı için çağrı yapılmıştı.

Raiden, Theo ve Kurena hâlâ zırhlı uçuş giysileri içindeydiler. Birliklerine asgari miktarda yakıt ve malzeme verilir verilmez yola çıkıp onları aramaya hazırdılar. Lena’nın endişeli ifadesi ve Vika’nın gözlerindeki sert bakış, arazideKİ bölgenin kapsamını fark etmelerinden kaynaklanıyordu. İçine düştükleri vadinin derinliklerinden Juggernaut’ların sinyallerini alamıyorlardı ve Para-RAID de bağlantı kuramıyordular. Şu anda hayatta kaldıklarını doğrulamanın hiçbir yolu yoktu.

İşte o zaman Frederica ayağa kalktı ve kızgın bir ifadeyle alay etti.

“Sanırım çok önemli bir şeyi unutuyorsunuz. Böyle zamanlarda gerçek değerimi ortaya koyuyorum.”

Lena bunu fark ettiğinde, “Yeteneğin onların nerede olduğunu görmeni sağlayabilir!” dedi.

“Kesinlikle. Bu işi bana bırak Milizé. Anju ve Dustin’in yerini birkaç dakika içinde bulacağım.”

Yetersiz göğsünü olabildiğince şişiren Frederica “gözlerini” açtı.

Ancak.

“İşte, onları buldum! Bu……………”

Uzun bir süre sessiz kaldı.

“……………Nerede bu?!”

Frederica’nın sözlerini bitirmesini nefesini tutarak bekleyen Lena neredeyse sinirden düşecekti. Shin iç çekerek sordu, sanki bunun geleceğini görebileceğini söyler gibiydi, “Frederica, şimdilik bize etraflarında ne görebildiğini söyle.”

“Hmm…”

Frederica ciddiyetle etrafına bakınıyor gibiydi. Kıpkırmızı gözleri belli belirsiz parlarken küçük kafası sağa sola dönüyordu.

“…Kar görüyorum! Ve dağlar da!”

Şey, evet. Ne de olsa burası karlı bir dağdı.

“Göze çarpan, işaret olabilecek bir şey görebiliyor musun?”

“Hmm, uh, bir çeşit eski bir kulübedeler… Sağında büyük bir ağaç var!”

Şey, evet. O da orada olmalı.

Söz konusu kulübe muhtemelen bir tür av kulübesiydi ama bölgede birkaç taneden fazlası vardı; bu pek bir ipucu sayılmazdı.

“Yıldızları görebiliyor musun?”

“Görebiliyorum ama bu, hmm, konumlarını anlamama pek yardımcı olmuyor…”

“Sanırım Kuzey Yıldızı’nı tam olarak tanıyamıyorsun… Nasıl olduğunu anlatsam bulabilir misin?”

“Bu… hmm… Çok fazla yıldız var, hangisinin hangisi olduğunu gerçekten anlayamıyorum…”

Yani pratikte işe yaramazsın.

Belki de bilmemesi doğaldır, diye düşündü Shin. Dağlarda, karda ve pusularda savaşma deneyimi olan ve hatta geçmişte gruptan ayrılıp mahsur kalmış biri olarak karlı bir dağda yönünü bulmanın neredeyse imkansız olduğunu biliyordu.

Bu arada, Vika masanın üzerine düşmüştü ve bir süredir seğiriyordu. Anlaşılan o kadar çok gülüyordu ki konuşamıyordu.

“Anlaşıldı. Sanırım onları eski usullerle kendimiz aramamız gerekecek.”

“Özür dilerim…” Frederica kederli bir şekilde omuzlarını düşürdü.

Shin tamamen bilinçsiz bir hareketle onun başını okşadı.

“Bize ikisinin de iyi olduğunu ve yıldızları görebildiğini söyledin… Başka bir deyişle, bulundukları yer aydınlık. Eğer etraflarında kar fırtınası olsaydı, onları asla bulamazdık.”

“…Doğru.”

Nihayet gülme krizinden kurtulan Vika ayağa kalktı, gözleri hâlâ yaşlarla doluydu.

“Bununla birlikte, havanın aydınlık olduğu geceler aslında daha soğuktur. Acele etmezsek başları belaya girecek… Bizim taraftan da adam göndereceğiz. Onları bir an önce bulmalıyız.”

 

 

Hayatta kalma kitlerini kokpitlerinden kulübeye taşımışlar, içindeki su geçirmez kibritleri ve katı yakıtı şömineyi yakmak için kullanmışlar ve beklemekten başka yapacak bir şey bırakmamışlardı. Anju ıslak savaş giysisinin üstünü çıkarıp yerine hayatta kalma kitinden aldığı battaniyeyi örttükten sonra, hâlâ büyümemiş olan ateşe baktı.

Savaş alanında kaybolmak ve mahsur kalmak Seksen Altıncı Bölge’de sık rastlanan bir durumdu ve bu yüzden sığınacak bir yer bulmak için acele etmesine rağmen paniğe kapılmış ya da endişeli değildi. Sadece…

Anju yüzünü buruşturdu. O zamanlar… ilk atandığı filodan beri olduğu gibi hep onun yanındaydı. Ama şimdi değildi. Şimdi hiçbir yerde değildi.

“…Teğmen Emma?”

“Önemli değil… Bana Anju diyebilirsin. Aynı yaştayız, değil mi?”

Dustin de üstünü çıkarmış ve bir battaniyeyle örtünmüştü. Gümüş gözleri titreyen alevi yansıtıyordu. Bir Alba oluğunu simgeleyen gümüş gözleri. Keşke onun gözleri de o renk olsaydı… o ve annesi toplama kamplarına gönderilmek zorunda kalmazlardı. Dustin’e ya da Lena’ya her baktığında bu düşünce aklından geçerdi.

Duvarların içinde beyaz bir domuz olarak yaşamak istemiyordu ve Seksen Altıncı Bölge’de tanıştığı yoldaşları onun için yeri doldurulamazdı. Yine de toplama kamplarına ve Seksen Altıncı Bölgeye sürülmesinin iyi bir şey olduğunu asla söyleyemezdi…

Annesi neredeyse tamamen bir Adularia’ya benziyordu ve o da Adularia’dan neredeyse ayırt edilemeyen kızını korumak için elinden geleni yapmıştı. Ama sonunda ölmüş, hastalıktan perişan olmuş, bir kadından çok yırtık pırtık bir paçavraya benzemişti.

Ve babası olan adamın söylediği sözler. Bugüne kadar solmayan sözler.

“Bir şey sorabilir miyim?”

Soru neredeyse istemsizce dudaklarından döküldü.

“Neden bu birlik için gönüllü oldun?”

Gümüş rengi gözlerini merakla ona çevirdi.

“Sana nedenimi zaten söyledim. Cumhuriyet’in günahlarından arınmaya ihtiyacı var.”

“Tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum.”

Savaşmamak için dünya kadar sebebi vardı.

“…”

Dustin ateşe bakarken sessizliğe gömüldü. Ve tam Anju soruyu unutmaya hazırlanırken konuşmaya başladı.

“Ben bir Alba’yım ama İmparatorluk’ta doğdum.”

Anju’nun gözleri şaşkınlıkla irileşti. Dustin bakışlarını ateşten ayırmadı, dönüp ona bakmadı.

“Ben hatırlayamayacak kadar küçükken ailemle birlikte Cumhuriyet’e taşındık ve sonra vatandaşlık aldık, bu yüzden kendimi hiç İmparatorluğun bir parçası gibi hissetmiyorum. Ama aslında bir İmparatorluk vatandaşıydım.”

 

 

“Yaşadığım yer ilk nesil göçmenler için yeni bir kasabaydı. İlkokulumdaki tek Alba da bendim. Sonra… Lejyon’la savaş başladı ve ben ve ailem dışında herkes toplama kamplarına gönderilmek üzere işaretlendi.”

Dustin konuşurken bir şeyler hatırladı. Dışarıda her şeyin gürültülü olduğunu düşünmüştü ama o gece neler olduğunu gören annesi, ertesi sabah ne olursa olsun dışarı bakmaması gerektiğini söylemişti. Ve ertesi gün, her zamanki gibi okula gittiğinde… kalan tek öğrenci oydu.

“Hiçbir anlamı yoktu. Kesinlikle anlamsızdı. Yüzbaşı Nouzen’e bakın, ailesi İmparatorluk’tandı ama o Cumhuriyet’te doğmuştu. O da benim gibi İmparatorluk soyundan geliyordu ama benim aksime Cumhuriyet’te doğmuştu… Ama onu toplama kampına gönderdiler, beni değil. Tam tersi olmalıydı. Tüm gerekçeleri İmparatorluk’tan gelen insanları gönderiyor olmalarıydı, ama bu sadece bir bahaneydi. Ve bu okuldaki herkes için de geçerliydi. Bir tek benim kalmamın, duvarların içine sığınan tek kişinin ben olmamın hiçbir anlamı yoktu.”

Hepsi Dustin ve ailesi Alba olduğu içindi.

“Yani bu benim için başkasının sorunu değildi. Her zaman durdurulmaları gerektiğini düşündüm… Ama artık çok geçti ve sonunda hiçbir şey yapamadım.”

Bu daha ne kadar sürecek?!

O gün, Cumhuriyet’in kuruluş kutlamasındaki veda konuşması sırasında böyle bağırmıştı. Festivalin arifesinde ve Lejyon’un saldırdığı ve Cumhuriyet’in yok olduğu gündü bu. Vatandaşlardan hiçbiri onun sözlerine tepki vermemişti.

“…Anlıyorum.”

Yüzünü dizlerine gömen Anju başka bir şey söylemedi. Dustin onun söyleyebileceği tek şeyin bu olduğunu hissedebiliyordu.

Savaş alanının köşesinde duran küçük av kulübesine bir kez daha sessizlik çöktü – öncekinden biraz daha garip bir sessizlik. Bu arada, şöminenin düzgün bir şekilde yanması zaman aldığından, kulübedeki hava hâlâ soğuktu. Yanından gelen küçük bir hapşırık sesi duyan Dustin bakışlarını çevirdiğinde yoldaşının omuzlarını ovuşturduğunu gördü. Dustin battaniyesini çıkarıp ona uzattı.

“Al bakalım.”

Anju şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırırken, Dustin battaniyeyi ona doğru itti.

“İki tane al. Böylesi daha iyi olur… Bir kadın vücudunun üşümesine izin vermemeli.”

“…Teşekkür ederim.”

Ama uzun bir süre durakladı çünkü uzun mavimsi gümüş saçları hâlâ ıslaktı ve bu haliyle battaniyeyi giyerse ıslanacaktı. Saçlarını başının arkasından bağladı ve aşağıya doğru akmasını engelleyecek şekilde sıkıca sardı. İki elini kaldırdığında battaniyesi ve atletinin yakası biraz aşağı kaydı.

Gecenin loşluğunda bile göz kamaştıran beyaz teni görüş alanına girince Dustin aceleyle başını çevirdi ama sonra sırtındaki yara izini görünce nefesi kesildi.

“Fahişenin kızı” yazıyordu.

Soru, onu durduramadan dilinden dökülüverdi.

“Aldırmak istemiyor musun?”

Cumhuriyet’te yara izlerini yok etmek için oldukça gelişmiş tedaviler vardı, Federasyon’da da öyle. Tamamen silmek mümkün olmayabilirdi ama en azından daha az dikkat çekici hale getirilebilirdi.

Dustin’in bakışlarını takip eden Anju belli belirsiz gülümsedi. Biraz nahoş bir gülümsemeydi bu.

“Özür dilerim, iğrenç görünüyor olmalı.”

“Ah, hayır, öyle değil…”

Konuyu açmak için daha nazik bir yol aradı. Düşüncelere dalmışken ağzını açtı ama aklına bir şey gelmedi ve sonunda aklından geçenleri söyledi.

“Acı verici görünüyor.”

Anju’nun ifadesi birden değişti; hazırlıksız yakalanmış gibiydi.

 

 

“Yani, manevi değeri olan bir yara izi gibi değil. O yüzden… buna katlanmak için kendini zorlamana gerek yok.”

Anju onun beklenmedik sözleri karşısında birkaç kez gözlerini kırpıştırdı ve sonra yavaşça gülümsedi.

“…Haklısın.”

Bu, Shin’in boynunda kardeşi tarafından açılan ve onu öldürdükten sonra bile taşıyacak kadar önemli ve değerli olan yara izinden farklıydı, ancak bu günahın izine kimse dokunmasın diye onu saklıyordu…

“Doğru ya. Belki de çıkarttırmamın zamanı gelmiştir. Sırtı açık elbiseler giymek istiyorum.”

Yine de saçlarını kestirmek istemiyordu.

“Ayrıca bikini giymeyi denemek istiyorum.”

“Bikini…”

Dustin’in ifadesi sanki katı bir şey yutmuş gibi sertleşti.

“Seni bikinili görmek isteyen biri var mı? Ya da…”

Bu çekingen soruyu duymak Anju’yu hınzır bir ruh haline soktu.

“Neden soruyorsun…? Ne o, Dustin, benden hoşlanıyor musun yoksa?”

“Şey-”

Dustin bir an dilini tuttu ve sonra yarı çaresizlik içinde kelimeleri tükürdü.

“E-evet, hoşlanıyorum! Bununla ilgili bir sorunun mu var?!”

Anju bunu sadece onu kızdırmak için söylemişti ama Dustin’in beklenmedik teyidi karşısında şaşkınlıkla gözlerini açtı.

“Ha…?”

“Yani, tabii ki var. Sen güzelsin ve… ve bir Alba olmama rağmen her zaman bana göz kulak oluyorsun. Senden hoşlanmaya başlamasaydım daha garip olurdu.”

Anju onun dudaklarından çıkan her kelimeyle daha da kızardı. Ona doğru bakamayarak arkasını döndü ama Dustin cesur itirafına devam etti.

Sadece her şeyi söyle. Bu şansı kullan ve ona her şeyi anlat, lanet olsun!

“Seni ilk gördüğüm andan beri gözlerinin rengine hayranım, bu yüzden eğer bir elbise giyeceksen bence gözlerinin rengine uygun olmalı.”

Yüzü kıpkırmızı olan Anju kıpır kıpır bir tavırla başını öne eğdi.

“Um… Ben, uh, onur duydum…?”

Nedense cevabı bir soru gibi çıkmıştı ve bu da onun ne kadar utanmış olduğunu gösteriyordu. Kızaran yanaklarını gizlemek için yüzünü dizlerine gömdü.

“Ama… Ben… Ben artık aşık olamam.”

Ses tonundaki bir şey sanki kendini azarlıyormuş gibi geliyordu. Dustin soğuk suyla ıslatılmış gibi yılgın görünüyordu.

“…Neden?”

“Bir zamanlar birini sevmiştim.”

“Nng…”

Sevdim. Geçmiş zaman. Ve Anju seksen altı’ydı, yani…

“Çok tatlı bir insandı. Onu sevdim, sonuna kadar… Ve kime aşık olursam olayım, onu asla unutmayacağımı biliyorum. Başkalarını onunla kıyaslamaya devam edeceğim. Ve bu yanlış olur, bu yüzden artık kimseye aşık olamam.”

Dustin bakışlarını yeniden yanan şömineye çevirdi.

“Bence bu yanlış.”

Emin olduğum bir şey varsa o da bunun yanlış olduğu.

“Onu unutmayacağın çok açık. Özellikle de iyi bir adamsa. Ve eğer unutamıyorsan, diğer insanları onunla karşılaştırmaya devam etmen çok doğal. Ama bence onu unutamadığın için kimseyle birlikte olmamak… Çünkü sevdiğin herkesi onunla kıyaslamaya devam edeceğini düşünmek… Bu yanlış. Çünkü bunu yaparsan… asla mutlu olamazsın.”

Kızın masmavi gözlerinin görüş alanının kenarında kendisine sabitlendiğini hisseden Dustin, bilerek ateşe bakarak devam etti. Eğer duygularına cevap veremiyorsa, o zaman bu aşkı burada bitmiş demekti. Ama kendini bir daha asla birini sevememeye, bir daha asla neşeyi tadamamaya bağlamak korkunç olurdu.

“Yani… onu unutamasan bile… onu hatırlasan bile… bence sevecek yeni şeyler bulmana izin var… En azından onu unutmanı asla beklemem…”

Göklerdeki en yüksek noktanın renginde olan mavi gözlerine baktı.

“……Sizi almaya geldim,” dedi Shin. “Ama görünüşe göre bir şeyi bölüyorum.”

Dustin ve Anju birbirlerinden hızla uzaklaştılar. Dustin başını sertçe duvara bağlı bir rafa çarptı ve Anju üzerine çektiği battaniyeleri kıvırıp ona bakarken arkasını döndü.

“Sh-Shin?!”

Shin kulübenin girişinde durmuş, Anju’nun onu tanıdığı onca yıl boyunca hiç görmediği kadar soğuk bir bakışla onlara bakıyordu. Her zaman hiç ses çıkarmadan yürümek gibi bir alışkanlığı vardı. Anju’nun düşüncelerinin panik içinde daireler çizmeyen küçük bir kısmı bunu not etti. Görünüşe göre, bu yeteneği çıkardığı diğer seslere de yayılmıştı. Kapı açmak gibi.

“Siz ikiniz gayet iyi görünüyorsunuz. Havayı bozduğum için özür dilerim.”

“Ne zamandır oradasın?!”

Shin cevap vermeden önce düşünmek için durakladı.

“Bikini.”

“Yani neredeyse tüm zaman boyunca buradaydın! Hayırrrrrrrrrrr!”

Anju çaresizlik içinde başını kucaklayarak çığlık attı. Shin, Anju’yu acı çekmeye bırakarak kapıya döndü ve çaprazlamasına yukarı baktı. Juggernaut’u uçurumun tepesinde oturuyordu ve görünüşe göre inmek için bir tel kullanmıştı.

“Fido, görünüşe göre yardımımıza ihtiyaçları yok. Onu yukarı çek.”

“Pi…?!”

“Ah, bekle, bekle, bekle, Shin! Gitme! Bize yardım et!”

Fido’nun panik içindeki bip sesi, Anju’nun kalması için umutsuzca yalvardığı sırada geldi. Hâlâ Lejyon’un istila ettiği tehlikeli bölgedeydiler ve soğuk, karanlık gece boyunca arayıp buldukları arkadaşlarını kaygısız bir romantizm yaşarken gören herkes muhtemelen biraz sinirlenirdi.

Neyse ki Shin sadece şaka yapıyordu ve eliyle Çöpçü’ye bir şey işaret ettikten sonra Fido bir nesne düşürdü, Shin de Anju’ya doğru fırlattı: su geçirmez vinil ambalaj içinde mühürlenmiş bir askeri üniforma. Diğer herkes muhtemelen ikisinin üşüyüp ıslanacağından endişelenmişti.

“Teşekkürler… Özür dilerim.”

“Sorun değil.”

Fido daha sonra önceden paketlenmiş bir üniforma daha bıraktı. Dustin onu Shin’den almak için uzandığında, yüzüne çarptı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Giysi demeti havada iyi yol alamamasına rağmen Shin ile Dustin arasındaki boşluğu geçti ve acımasızca, tam güçle Dustin’e çarptı.

Dustin sadece göğsünü kaldırarak inledi.

“Hey, ne oluyor?!”

“Bu Daiya’a içindi. Eğer onu ağlatırsan, Daiya adına seni Lejyon’a yem ederim.”

Shin’in söylediği kadar tarafsız olan bu yanıt, Dustin’in sahip olabileceği tüm itiraz sözcüklerini yutmasına neden oldu. Bu ismi ilk kez duyuyordu. Ama duruma bakılırsa, Shin’in kimden bahsettiğini biliyordu.

“-Tamam.”

Anju ise aralarında geçen konuşmadan sonra tekrar kızardı.

“Bekle, Shin… Daiya’yı falan unutmadım ve Dustin’e aşık olmuş falan da değilim, yani…”

Onu Daiya kadar uzun süredir tanımıyor olabilirdi ama Shin yine de Anju ile uzun zaman geçirmişti. Onun için aileden biri gibiydi. Ve onun şu anki durum hakkında ne düşündüğünü pek umursamasa da… kendisinin gevşek ya da kararsız olduğunu düşünmesini istemiyordu.

Anju telaşla paniklerken Shin omuz silkti ve arkasını döndü.

“Dustin’i bilmem ve bu onun duyabileceği bir zamanda konuşulacak bir şey değil… Ama Daiya öleli iki yıl oldu. Böyle zincirlenmiş bir şekilde kalmanı isteyeceğini sanmıyorum.”

Bu sözler Anju’nun gözyaşları içinde gülümsemesine neden oldu. O her zaman çok iyimser, çok yumuşak kalpli… çok nazikti.

“…Haklısın. Muhtemelen yapmazdı, ama… ama… yapamam. Henüz yapamam.”

Son birkaç kelimeyi kendi kendine fısıldarken ve bir damla gözyaşı yanağından aşağı süzülürken, arkasını dönmüş olan Shin ve Dustin onu biraz yalnız bıraktılar.

 

 

Bu arada, Shin tüm bu süre boyunca telsizini açık tutmuştu, bu yüzden aramaya çıkan herkes ikilinin bikini kısmından başlayan konuşmalarına kulak misafiri oldu. Üsse döndükten sonra Dustin; Raiden, Theo, Kurena ve Shiden’in bitmek bilmeyen alaylarına maruz kaldı.

 

 

“…Kar Cadısı ve Yay da yeni kurtarıldı. Üsse geri getirilir getirilmez tamir ve bakıma alınacaklar,” dedi Vika ve muhtemelen kurtarma ekibinden Para-RAID aracılığıyla aldığı bir raporu aktardı.

“Onları aramak için gönderilen Reginleif’ler için gerekli bakımın bir sonucu olarak, bundan üç gün sonraki Ejderha Dişi Dağı operasyonu muhtemelen iki ila üç saat gecikecek.”

Lena rahatlayarak iç çekti.

“…Şükürler olsun. Ama üzgünüm…”

“Bunun seni rahatsız etmesine izin verme. Operasyon üç gün sonrası için planlandı. İki ila üç saat kabul edilebilir bir hata payı içinde… Ve şimdi geri döndüklerine göre, heyelan tuzağını biliyoruz. Araştırmaları için Sirin’leri gönderdik ve görünüşe göre Lejyon, tehlikeli bölgelerdeki olası her rotada bunları kurmuş. Bunlardan ikisi Saldırı Birliği’nin operasyon sırasında izleyeceği rota üzerinde.”

Lena’nın ifadesi sertleşti. Eğer fark etmemiş olsalardı, tüm birliğin geri çekilme yolu kesilebilirdi. Normal bir mayının aksine, bu tuzak ısı, ses ya da salınım algılamasına yanıt vermiyordu. Tetiklenmeden bulunması zor olurdu. Kalın donmuş kayaların altına gizlendikleri için tespit edilmeleri zor olan bu bombalar Saha Silahı’nın kendisini değil araziyi yok etmeyi amaçlıyordu. Tuzağın tek kusuru, tetiklemek için kundağı motorlu bir mayına ihtiyaç duymasıydı ve Zentaurlar kimse fark etmeden onları yaymayı yeterince kolay hale getirmişti.

“Zamanımız kısıtlı olduğu için hepsini kazmak zor olacak, bu yüzden şimdilik ipleri ve fünyeleri çıkarıp tüm tuzağı alev geciktirici reçineyle kaplıyorlar. Bu sadece geçici bir önlem, ancak operasyonun süresi boyunca işe yarayacaktır.”

“…Bu sana da garip gelmiyor mu?”

Vika’nın menekşe rengi gözleri Lena’nın temkinli sözleri karşısında parladı.

“Evet, öyle.”

“Buralar Birleşik Krallık ve Lejyon güçlerinin çarpıştığı çekişmeli bölgeler. Saha Silahı’nın muhtemelen geçeceği tüm güzergâhlar boyunca tuzaklar kurmak mümkün. Ancak bugünkü savaş sırasında, Teğmen Emma fark edene kadar tuzak tetiklenmedi. Bu da demek oluyor ki…”

Küçük Anne’ler ve Juggernautlar bu yollardan girip geri çekilirken bu tuzakları bozmak için kullanmadılar… Bunlar bölgeyi savunmak için kurulmuş tuzaklar değildi.

Sanki…

“…Sanki bu, kuvvetlerimizi bölgenin derinliklerine çekmek ve onları düşman hatlarının gerisinde tuzağa düşürmek için yapılmış gibi.”

“Ve Mayıs Sineği kullanılarak havanın soğutulması da bu planın bir parçası olabilir.”

“…Bu mümkün. Onlar bizi bu şekilde yavaş yavaş boğarken, Birleşik Krallık ordusunun er ya da geç bir karşı saldırı düzenlemekten başka çaresi kalmazdı. Ve biz de bunu yapmaları için elitlerimizi göndereceğiz. Artık Lejyon’un standart birlikleri için yeterince kellesi olduğuna göre, daha iyi avlar aramaya başlayabilirler.”

Vika bir süre sessiz kaldıktan sonra başını hafifçe salladı.

“-Bazı hazırlıklar yapmamız gerekiyor. En kötü senaryonun gerçekleşmesi ihtimaline karşı yedek kuvvetlerimizi takviye edeceğim. Böylece savaş alanında sıkışıp kalan askerleri kurtarmak için gönderebileceğimiz birileri olacak.”

 

ՓՓՓ

 

Şimdiye kadar buna alışmış olmalıydı ama nedense normalden çok daha fazla cesaret toplaması gerekiyordu. Hem Para-RAID’i bağlamak hem de bu tek cümleyi söylemek için.

 

“Lena, benimle biraz dışarı gelebilir misin?”

 

Her nasılsa, sesindeki utangaç endişeyi susturmuş ve her zamanki tonunu taklit etmişti ama bunu bilinçsizce yaptığının farkında değildi. Ayrıca neden yaptığını da.

 

Revich Kalesi Üssü’nün gözlem kulesi, üssü örten örtüyü destekleyen dağın içine kazılmış bir kale kulesinin kalıntıları üzerine inşa edilmişti. Aşırı dik, saat yönünde uzanan spiral bir merdiven, düşmanın hareketlerini izlemek için bir gözlemevinin bulunduğu gölgelikteki uzun yolculuğu oluşturuyordu. Bölgedeki en yüksek üssün tepesinde durmak insana bir kuğunun sırtında oturuyormuş izlenimi veriyordu.

Kanatların çevresine, gece gökyüzünün görüşünü kesen, anti-hava otomatik topları ve anti-yer, anti-hava sensörleri yerleştirilmişti. Yüzeye birkaç yüz metre mesafedeki bu yüksek nokta bile, kanopinin en ucunda durulmadığı sürece zeminin görülmesine izin vermiyordu.

Onu buraya çağıran Shin, Federasyon’un standart trençkotunu giymiş, sanki gece gökyüzünde süzülüyormuş gibi orada durmuş, onun gelmesini bekliyordu. Baharın sonları olabilirdi ama burası karlı bir savaş alanıydı. Böylesine rüzgârlı bir yer gerçekten de çok soğuk olmalıydı.

“Ve yukarı… Oha…”

Shin, gözlem kulesinin içine açılan patlama kapağının sesini duyabiliyordu. Karda asla açamayacak olan menekşe çiçeklerinin kokusu onun gelişinin habercisiydi. Son iki aydır alıştığı bir kokuydu bu… Lena’nın parfümünün kokusu.

“-Shin? Neden beni buraya kadar çağırdın? Bir sorun mu var-?”

Lena’nın sorusu yarıda kesildi. Shin onun soluğunu uzaktan bile duyabiliyordu. Pembe dudaklarından bir “Vay canına…” şaşkınlığı kaçtı. Bakışlarını doğal bir şekilde yukarı kaldırdı ve o manzarayı izledi; sayısız yıldız gece gökyüzünü doldurarak parlak bir ışıkla aydınlatıyordu. Genellikle onları gizleyen güneş batmıştı ve bu gece ki gökyüzü Mayıs Sineği’nin gümüşi bulutlarından arınmıştı.

Göz kamaştırıcı güzellikte yıldızlı bir geceydi.

Adlarını bilmediği sayısız yıldız, kadifemsi siyah gök küreye parıldayan ışıklar gibi dağılmıştı. Beyaz bir galaksi ve dönen nebulalar gökyüzünü bir uçtan diğerine eğimli bir şekilde dolduruyordu.

İnsan şehirlerinden uzakta, dolayısıyla yapay ışıktan yoksun bir savaş alanında bir geceydi. Gece gökyüzü karanlık ve siyahtı, bu da yıldız ışığını ve karın ışıltısını çok daha fazla öne çıkarıyordu.

Işık, yıllarca kazınmış ve aşınmış olmasına rağmen beyazlığını koruyan gölgeliğin üzerine belli belirsiz yayılıyordu. İnce hilal şeklindeki ay, gökyüzünün zirvesine yakın bir yerden onlara soğuk bir kraliçe gibi bakıyordu.

Bakmaya çalışırken boynunu olabildiğince geriye eğen Lena neredeyse düşüyordu ki Shin onu kolundan yakaladı ve destek için insanların kuleden düşmesini engellemek için kurulan çite tutunmasını sağladı.

Birkaç dakika şaşkın şaşkın durduktan sonra küçük bir “Ah” çekti ve iç çekerek “…Muhteşem!” diye haykırdı.

“Evet… Bir keresinde Kaie ile bu konu hakkında konuşmuştunuz, değil mi? Birinci Bölge’den yıldızları göremediğin ve bu yüzden yıldızlı bir gökyüzü görmek istediğin hakkında.”

Lena ona bakarken Shin omuz silkti.

“Ne yazık ki senin için bir meteor yağmuru ayarlayamadım ama… Anju ve Dustin’i ararken bunu düşündüm. Yıldızlar çok parlaktı.”

Shin için savaş alanına ait yıldızlı gökyüzü sıradan bir manzaraydı ama Lena’nın o zamanlar Kaie ile yaptığı konuşmayı hatırlıyordu. Seksen Altıncı Bölge’nin ilk koğuşunun ilk savunma biriminin eski kışlasında konuşmuştular… Birlikte aynı yerde duracakları zamanın asla gelmeyeceğini düşündükleri günlerde.

“Bana göstermek istediğin şey bu muydu?”

“Bu yersiz mi?”

“Hiç de değil…”

Masumca gülen Lena, gümüş gözlerini tekrar yıldızların aydınlattığı gökyüzüne çevirdi. Saçları esintide dalgalanıyor, manzaraya karşı parıldıyordu. Cumhuriyet’ten ayrıldığında baharın başlarıydı, bu yüzden resmi kışlık kıyafetlerini yanına almamıştı. Federasyon’a ait bir trençkot giymişti ve sevkiyatının ne kadar hızlı olduğunu hatırlayınca gülümsedi.

“Seksen Altıncı Bölge’de yaşamanın güzel yanlarından biri de kesinlikle buydu, değil mi?”

 

Lena gülümsedi ve artık hayatta olmayan Seksen Altı kızının iki yıl önce ona söylediği sözleri anımsadı. Her zaman Seksen Altıncı Bölge’nin yeryüzündeki cehennem, sadece Seksen Altı’nın itildiği bir savaş alanı olduğunu düşünmüştü. Ve aynı kapana kısılmış ruhların orada bulunabilecek iyi şeyler olduğunu söylediklerini duyacağını hiç düşünmemişti.

Onlarla aynı yerde olmamasına rağmen. O sırada yüzlerini ve hatta isimlerini bilmemesine rağmen.

Bir şey düşünerek sessizce gökyüzüne bakan Shin’e gizlice bir bakış attı. Ceketinin uzun yakasının arkasına gizlenmişti, bu yüzden şu anda göremiyordu… ama başının kesilmesine benzer yara izi hâlâ oradaydı.

Lena ona bu yara izinin kökenini hiç sormamıştı. Shin’i yeterince iyi tanımıyordu. Sormaya niyeti olmadığına ve Shin’in de bundan bahsetmediğine bakılırsa, aralarındaki mesafe muhtemelen hâlâ oldukça fazlaydı. Aynı yerdeydiler, aynı savaş alanında duruyorlardı… ama bu mesafe hâlâ vardı.

Onunla daha yeni tanıştınız.

Grethe’nin dediği gibiydi. Daha yeni tanışmışlardı ve birbirlerinin isimlerini daha yeni öğrenmişlerdi… ve nihayet birbirlerinin yüzlerini. Ama yine de kalbinin bir yerinde, birbirlerini daha derin bir seviyede anladıklarını düşünüyordu. Yukarı bakarken ona seslendi.

“Shin.”

“Lena.”

Her nasılsa, birbirlerinin isimlerini tam olarak aynı anda söylemişlerdi.

Bir an için ikisi de nasıl devam edecekleri konusunda bocaladılar. İkisi de diğerine nasıl tepki vereceğine karar veremedi ve yıldızlarla aydınlatılmış gözlemevinin üzerine garip bir sessizlik çöktü. Shin önce toparlandı ve “…Devam et.” dedi.

“Özür dilerim…”

Rüzgâr yelkenlerinden çekildiği için tekrar konuşmak için cesaretini toplamak zorunda kaldı.

“…O zamanlar olanlar hakkında.”

Shin’in gerginleştiğini belli belirsiz hissedebiliyordu. Görünüşe göre bu tartışma Shin’i etkilemişti. Bir şekilde bu gerçekle rahatlayan Lena ileri atıldı.

“Özür dilerim. Biraz fazla ileri gittim.”

“…Sorun değil.”

“Ama gerçekten üzgünüm. Geri alamayacağım tek şey bu. Hepiniz Seksen Altıncı Bölge’den ayrıldınız ve o kesin ölüm kaderinden kurtuldunuz. Daha doğrusu kurtulmuş olmalıydınız ama daha yeni kurtuldunuz.”

Sonunda tek özgürlüklerinin nerede ve nasıl öleceklerine karar vermek olduğu savaş alanından kaçmışlardı ama hala aynı savaş alanında duruyorlardı. Acı sona kadar savaşmanın gururları olduğunu söylemek, gerçekten de tutunabilecekleri tek kimlikti. Ve artık daha fazlasını istemekte özgür olduklarına göre, istemiyorlardı.

Her yere gidebilirlerdi. İstedikleri her şey olabilirlerdi. Artık özgürdüler.

Ama yine de kendi geleceklerini düşünecek cesareti kendilerinde bulamadılar.

“Elinizden alınan şeyler hala kayıp, bu yüzden gelecekte bu şeyleri dilemeyeceksiniz. Hangi geleceği arzulamanız gerektiğini söyleyemezsiniz. Ve bu düşünce… Beni üzüyor.”

Şu anda mutluluğunu dilemeye hakkın var. Senden çalınan şeyleri hatırlamaya hakkın var.

Tıpkı Vika, Shiden ve hatta Grethe’nin bir zamanlar söylediği gibi, Seksen Altı’ya, onları elinden alan kendi tarafıyken bu şeyleri dilemelerini söylemek inanılmaz derecede kibirliydi.

Onlara kafeslerinin kapısını açtığını, bu yüzden dışarı çıkmaları gerektiğini söylemek gibiydi. İstedikleri yere gitmekte özgür olduklarını… bu yüzden kendisine gelmelerini istiyordu.

Ama Lena devam etti. Geriye dönüp baktığında, bunların ona geçen sefer söylemesi gereken sözler olduğunu fark etti.

“Bence hepinizin dünyadan vazgeçmenizin nedeni… o kadar nazik olmanız.”

“…Nazik mi?”

“Evet.”

“Dediğin gibi, ben dürüstçe… Evet, dürüstçe Cumhuriyet ya da Federasyon umurumda değil… Buna naziklik diyebileceğini sanmıyorum.”

Ama Lena kendini gülümserken buldu. Bunun mümkün olduğunu sanmıyordu ama…

“Sakın bana fark etmediğini söyleme Shin… Sen iyi ve nazik bir insansın. Öyle olmasaydın, ölen tüm o insanların anılarını yanında taşımazdın. Kardeşini, Kaie’yi ve Lejyon’dan çalınan tüm yoldaşlarını kurtarmaya çalışmazdın.”

“………”

“Sen nazik bir insansın. Raiden, Theo, Kurena, Anju, Shiden ve diğer tüm Seksen Altı da öyle. Çünkü nefret etmeyi seçmek çok daha kolay olurdu. Bu gerçekten Cumhuriyet’in hatasıydı, bu yüzden tüm suçu onlara yüklemek ve onlardan nefret etmek çok daha kolay olurdu. Ama yine de hepiniz kendi kalplerinizi parçaladınız. Kendinizi yaraladınız, böylece dünyanın geri kalanını kınamak zorunda kalmayacaktınız.”

Mutluluğun anılarını kendi elleriyle toz haline getirdiler.

“…Çünkü hepsini lanetlemek her şeyi kaybetmek anlamına gelirdi.”

Sahip oldukları son gurur kırıntısını bile.

“Evet. Sizin için bu yaralar gurur kaynağınızdı.”

Onlardan ne kadar çok şey alınırsa alınsın ve ne kadar sert bir şekilde çiğnenirlerse çiğnensinler, tek gururları asla zalimleri kadar aşağılık olmamaktı.

“Ve size bu yaraları kaybetmenizi söylemiyorum. Ama… iyiliğinin ödüllendirildiğini görmek istiyorum,” dedi Lena, Shin yıldızlı gökyüzüne bakarken kendi kendine konuşur gibi. Sanki insanların yaşamına izin vermeyen acımasız dünyaya meydan okurcasına. Sanki ilan edercesine:

“Nazik olanlar mutlu olmaya hak kazanır. Adil olanlar ödüllendirilmelidir. İnsan dünyası şu anda bu şekilde yaratılmadıysa bile, bu şekilde olmasını istiyorum… Çünkü insanlar ideallerini bu şekilde gerçeğe dönüştürürler -yavaş yavaş-.”

Umarım bu dünya bir gün adil ve nazik bir yer olur.

 

 

Shin bu şarkı gibi sözler karşısında sessiz kaldı. Bu asla gerçekleşemeyecek bir idealdi. Bu sadece bir dilekti, gerçekliğin asla gerçekleşmesine izin vermeyeceği boş bir hayaldi. Hayalin güzelliği onun tek kurtarıcı lütfuydu.

Ama bu onun düşüncesi olsa da ve Lena’nın söylediklerini göz ardı etmek ne kadar kolay olsa da, nedense bu düşünceleri kelimelere dökemiyordu.

Deniz.

Altı ay önce o karlı askeri mezarlıkta söylediği sözler zihninde canlandı. Ona göstermek istiyordu. Şu anda göremedikleri her şeyi ona göstermek istiyordu. Şu anda savaşmasının nedeni buydu. Ve şimdi, Lena’nın görmek istediği dünyanın hiçbir yerde var olmayan ve var olmayacak bir dünya olduğunu bilse bile, Shin bunu inkâr etmeyi kendine yediremiyordu.

“Özür dilerim. Bu konuşmayı garip bir yöne çektim. Sen de bir şeyler söylemeye çalışıyordun, değil mi…?”

“………Evet…”

Rüzgâr yelkenlerinden çekilince, konuyu tekrar açmak için cesaretini toplamak zorunda kaldı. Doğru ya, onu buraya ne söylemek için çağırmıştı? Ejderha Dişi Dağı operasyonu için yola çıkmadan önce – bu operasyonun sonunda elde edecekleri bilgilerin her şeyi iyi ya da kötü yönde değiştirip değiştirmeyeceğini öğrenmeden önce bu konuyu konuşmak istiyordu.

“Lena, eğer Federasyon ve Birleşik Krallık Acımasız Kraliçe’nin Binbaşı Zelene Birkenbaum olduğundan şüpheleniyorsa ve savaşı durdurmak için bir yöntem biliyorsa…”

Ve bu muhtemelen gerçekleşmeyecekti. Sözlerinin aksine Shin’in Zelene’den böyle bir beklentisi yoktu. Savaş muhtemelen sona ermeyecekti. Ama bitebilirse…

“Eğer bu savaş gerçekten sona erecekse… bu gerçekleştiğinde-”

Birden sözleri kesildi.

Denize gidelim. Mümkünse gidip daha önce hiç görmediğimiz bir şey görelim. Birlikte.

Bunu söylemeyi düşündü. Lena’nın okyanusu görmek istediğini söylediğini duymuştu ama bu sözleri ona hiç aktarmamıştı. Ona söylemek istiyordu. Ve bu tek başına asla bir yalan olamazdı.

Sana denizi göstermek istiyorum. Şu anda savaşma sebebim bu.

Ama tam bunu söyleyecekken… kendinden şüphe, boğazında donan sabun köpükleri gibi kalbinden yükseldi.

Sana denizi göstermek istiyorum. Hiçbir şey başaramadan öleceğim bir savaş alanını değil. Sana savaşın ateşiyle harap olmuş bu dünyadan başka bir şey göstermek istiyorum. Benim dileğim bu.

Ama sonra ne olacak?

Ona denizi gösterdikten sonra ne olacak? Lena o zaman ne dileyecek? O zaman ne dilememe izin verirdi? Ve bu ne kadar sürecek?

Shin’in kendisi de denizi görmek istemiyordu. Bu değişmemişti. Kendisi için istediği hiçbir şey yoktu. Ve bunun boşluğu onun için anlaşılmazdı. Refleks olarak bunu düşünmeyi bıraktı ama şüphesi devam etti.

Savaşmak Seksen Altı’nın gururudur. Ama eğer durum buysa, eğer savaşmaya devam edecek ve hayatta kalacaklarsa…

 

 

 

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.