Seksen Altı Cilt 04 Bölüm 01
BÖLÜM 01
GÖREV ÇAĞRISI
Çevirmen: Kawaragi
Batı cephesinin entegre karargâh üssünde ölümün kokusu belli belirsiz hissediliyordu. Son operasyon onlara yüz binlerce kişi ve dört kolordunun ve toplam kuvvetlerinin yüzde 60’ından fazlasının hayatına mal olmuştu. Nakliye kapasiteleri geri gönderilmesi gereken cesetlerin sayısına yetişememiş ve üs bir süre morg olarak işlev görmek zorunda kalmıştı.
“Seksen Altıncı Baskın Birliği.”
Tümgeneral Richard Altner -hem 177. Zırhlı Tümen’in hem de San Magnolia Cumhuriyeti Yardım Seferi Gücü’nün komutanı- adını söylediğinde, bahar olmasına rağmen hava tuhaf bir şekilde soğudu.
“Reginleif’leri kullanan, Lejyon’un ana merkezlerini bastırmak için konuşlandırılmış bağımsız bir mobil saldırı gücü. Aslında Seksen Altı’dan oluşan yabancı bir güç… Yani nihayet kraliçelerini karşılama zamanı geldi, öyle mi?”
Eski San Magnolia Cumhuriyeti’nden misafir bir yabancı subay olan “kraliçe “nin işgal edeceği ofise uzun bir bakış attıktan sonra, kahve ikamesinden yükselen kokulu buhar perdesinin arkasından sohbet arkadaşının gözleriyle karşılaştı.
“Sence iyi geçecek mi?”
“En azından savaş potansiyellerinden şüphe duymuyorum.”
Batı Ordusu Genelkurmay Başkanı Amiral Willem Ehrenfried’in yüzünde sakin bir ifade vardı. Soylu birinin karakteristik özelliği olan beyaz yüzünde ince, soğuk bir gülümseme oluştu.
“Korumamız altına aldığımız Seksen Altı’nın çoğunluğu İsim Taşıyıcıları dedikleri kişiler. %0.1 hayatta kalma oranına rağmen Seksen Altıncı Bölge’nin savaş alanında yıllarca yaşamış gaziler. Düzgün bir savaş eğitiminden geçen askerlerimizle kıyaslandıklarında bile çok çok farklı ligdeler. Dolayısıyla taktiksel açıdan onları kullanmamak bir seçenek değil.”
Bu şeye kahve demeye bin şahit lazımdı ancak yardımcıları tarafından onlar için özenle pişirilmiş ve porselen kahve fincanlarında şık bir şekilde servis edilmişti. Kahvenin çiçekli aromasının tadını çıkaran Willem tekrar konuştu.
“Reginleif’lerle ilgili olarak, artık onları pratikte nasıl kullanacağımıza dair kabaca bir fikrimiz var. Hareket kabiliyeti açısından, maksimum hızda hareket eden bir Gri Kurt ile boy ölçüşebilecek durumdalar. Ve Seksen Altı sayesinde artık Lejyon’un değerli operatörlerimizi daha fazla yemesine gerek kalmadı.”
“Ben Seksen Altı’nın durumundan bahsediyordum Willem,” dedi Tümgeneral Altner, kahve fincanını tabağına geri koyarken. Porselenin porselene çarpmasının karakteristik yankılanma sesi odada yankılandı.
“Barış nedir bilmiyorlar, vatanları yok ve savaş alanında koruyacak hiçbir şeyleri olmadan duruyorlar… Sadece savaşçılarımızla aynı yerde bulunarak bile sürtüşmeye neden olabilirler. Bu durumda Federasyon’un kılıcı olarak hareket edebileceklerini gerçekten düşünüyor musun?”
İstemeden barındırdıkları ilk beş Seksen Altı, bir test vakası olarak duruyordu. Huzurlu bir hayat sunulduktan sonra bile bunu kabul etmemeyi seçmişlerdi, kabul edemezlerdi. Canlı dönme umutlarının çok az olduğu ya da hiç olmadığı savaş senaryolarını durmaksızın takip etmeleri, diğer güçlerin onlardan korkmasına neden oldu. Federasyon ordusunda eşi benzeri olmayan başarılar elde etseler bile, “Cumhuriyet’in yarattığı canavarlar” olarak kendilerinden nefret ediliyordu. Willem’in kesin olarak bildiği bir şey varsa, o da savaş meydanında yetişmiş bu insanları barışa zorlarsanız, sadece bocalayacakları, tereddüt edecekleri ve sonunda boğulacaklarıydı.
“İyi av köpekleri hırçın bir mizaca sahiptir. İyi bir sahip ise, bu hırçınlığı düşmanlarına karşı ne kadar iyi yönlendirebildiğiyle ölçülür, Richard.”
Başkalarının insanlığını inkâr eder gibi görünen bu aristokrat konuşma tarzı, Tümgeneral Altner’in gözlerine çelik gibi bir parıltı getirdi. Bu bakışların kendisine sabitlenmesi Genelkurmay Başkanı’nın zarif bir şekilde omuz silkmesine neden oldu.
“…Tabii ki barışa alışamazlarsa, savaş bittikten sonra işler sadece onlar için değil bizim için de zor olabilir. Ne de olsa savaş bittikten sonra ülkemizde suçluları barındıramayız.”
Tümgeneral Altner bir kaşını kaldırdı.
“Beni şaşırttın, Willem. Ben de her biri için bir mermi bütün olayı çözer diyeceğini düşünmüştüm.”
“Cesetleri yakmak için kullanılacak yakıtın maliyetini ve bu işi yapanların akıl sağlığı masraflarını göz önünde bulundurmalısınız, kaybolmalarını örtbas etmek için gereken evrak işlerinden ve olaya karışan herkese ödenecek sus payından bahsetmiyorum bile. O zaman bile eninde sonunda ortaya çıkacaktır… tıpkı Cumhuriyet’te olduğu gibi.”
Morpho’nun ortadan kaldırma operasyonunun ardından, sadece Birleşik Krallık, İttifak ve Cumhuriyet’in değil, diğer bazı ülkelerin de hayatta kaldığını doğruladılar. Tüm bu ülkeler Cumhuriyet tarafından işlenen vahşeti şimdiye kadar öğrenmiş olmalıydı. Colorata olarak da bilinen Seksen Altı, Cumhuriyet’te azınlıktaydı. Birçoğunun bu ülkelerde aynı ırktan ve etnik kökenden kardeşleri vardı.
Cumhuriyet’in Seksen Altılara yaptığı muamele, tüm kayıtlı tarih boyunca insanlara yapılan en iğrenç zulüm olarak bilinecekti. Bu lekeli itibar, Cumhuriyet’in adında yıllarca bir leke olarak kalacaktı -tabii ki insanlığın çok uzun yılları kaldığını varsayarsak.
“Tüm bu güçlüklerle kıyaslandığında, onları barışçıl bir hayata alıştırmak ve özel subay akademisine eşdeğer bir eğitim vermek daha verimli olacaktır. Önlerinde parlak gelecekleri olan bir filo dolusu genç kadın ve erkeğe sahibiz… Ayrıca…
Genelkurmay Başkanı’nın gülümsemesi, bakışlarına karşılık veren tek siyah göze baktığında aniden kayboldu.
“…Morfo’nun bastırılması ve Cumhuriyet’in kurtarılmasıyla halk kutlama havasına girmiş olabilir, ancak gerçek şu ki savaş daha da kötüye gidiyor. Bu inanılmaz kayıplar nedeniyle batı cephesinin savaş potansiyeli düştü, bu da vergilerin artması gerektiği anlamına geliyor. Herkes mızrağını Cumhuriyet’e doğrultmuşken bu savaş köpeklerinden faydalanmalıyız… Aksi takdirde, tüm bunlardan en çok etkilenenler Seksen Altı olabilir.”
Փ Փ Փ
Sayısız kez gördüğü bir kâbustu bu.
İsimsiz bir çorak arazinin kenarında, kavrulmuş, ıssız savaş alanının ötesinde, bir avuç başsız, güneşten ağarmış iskelet, metalik canavarlardan oluşan bir gelgit dalgasına karşı savaşıyordu. Erzak ya da herhangi bir destek olmadan yürüyüşe zorlanan iskeletler, ezici sayıdaki düşman tarafından yıpratılana kadar defalarca düştüler. Biri düştü, ardından bir diğeri.
Ve sonra son bir kişi tek kaldı -yakın dövüşte uzmanlaşmış biri- Dinozorya tarafından kuşatıldı ve acımasızca parçalara ayrıldı. Kırık yüksek frekanslı bıçağı boş bir mezar işareti gibi yere saplandı. Trajedi sona ermemişti. Lejyon kanopiyi yırtıp kokpiti açtığında içerisi kan gölüne dönmüştü. Ardından içeri uzanıp bir İşlemcinin parçalanmış cesedini çıkardılar, bir bez bebek gibi sallanıyordu. Ölülere hiçbir saygıları yoktu; sadece kafalarını yağmalayıp bedenlerinin geri kalanını paramparça ediyorlardı. Lena onların yüzlerini hiç bilmiyordu. Bu yüzden, çöl kamuflajı bir saha üniforması giymiş siluet kokpitten sürüklenerek çıkarıldığında, yüzünü hiç görmedi.
Lena’nın yapabildiği tek şey sonuna kadar izlemekti. Sesi onlara asla ulaşmıyor, onları desteklemek için tek bir mermi bile ateşleyemiyordu. Sadece korkunç kaderlerinin onlara neler yaptığını izleyebiliyordu. Kaç gece boyunca aynı ismi tekrar ve tekrar haykırarak uyandı? Para-RAID’i kaç kez çalıştırdı ve kaç kez boş yere onlarla temas kurmaya çalıştı? Her başarısız girişim kalbini tekrar ve tekrar kırarken bunu kaç defa denedi?
Gerçeği hiçbir zaman görmemesine rağmen, gördüğü rüyadan milyonlarca kat daha kötü bir kaderi deneyimlediklerinden emindi. Sadece bunu düşünmek bile omurgasından aşağı bir ürperti gönderiyordu.
Ama o rüyayı bir daha asla görmek zorunda kalmayacaktı.
Federal Giad Cumhuriyeti’nin batı cephesindeki entegre karargâh üssünde, Lena o sabah kalktı ve kıyafetinin düzgün olduğundan emin oldu. Kolalı bluzunun düğmelerini boynuna kadar ilikledi ve siyaha boyanmış üniformasının ceketini giydi. Rütbe nişanını ve silah kemerini taktı, hatta nizami kepini taktı ve kızıla boyanmış tek tel saçını kenara taradı. Bu eşyaları, savaşa girmeye hazırlanan bir şövalye gibi kararlılıkla teker teker giydi.
Aynadaki yansımasının gümüş gözlerine -saçlarıyla aynı renkte- baktı. Üniforması, kaybettiği astlarının yasını tutmak için siyaha boyanmıştı ve saçının bir şeridi onların dökülen kanlarını anmak için kırmızıya boyanmıştı. Kanlı Kraliçe’nin, Kanlı Reina’nın sertleşmiş suratı, kendi renkleriyle sırılsıklam olmuş bir halde ona bakıyordu.
Tam kravatını sıkarken kapı çalındı ve sabahın sessizliği bozuldu.
“-Albay?”
Lena gülümsedi. Onun yüzünü hiç tanımamıştı… Şimdiye kadar hiç. Ama onun sesini tanıyordu. Geçtiğimiz iki yıl boyunca bu ses ona usulca destek olmuştu. Kulağa hoş gelen telaffuzuyla bu dingin, huzur dolu ses. Şu anda, sesin sahibi onun yanındaydı, böylece o kâbusu bir daha asla görmek zorunda kalmayacaktı.
“Uyandım… İçeri gel.”
Neredeyse tereddütlü hissettiren kısa bir duraklama oldu. Ama hemen ardından kapı hafifçe açıldı ve Shin yüzünü içeri uzattı. Siyah Oniks saçları ve kıpkırmızı Pyrope gözleri vardı. Onun renginin Rei’ninkinin tam tersi olduğunu daha dün öğrenmişti. Federasyon tarafından yeni verilmiş çelik mavisi bir üniforma giymişti ama sanki buna çoktan alışmış gibi görünüyordu. İnce yapısı ve beyaz yüzü Rei’nin hayal ettiği sessiz çocuk imajına uyuyordu ama sertleşmiş fiziği savaş alanında geçirdiği uzun zamanın bir kanıtıydı.
Albay, karargâh üssüne bir nakliye aracı saat 08:25’te yola çıkacaktır. Lütfen o zamana kadar hazır olun.”
“Tamam.”
Lena arkasını dönerken kısa bir cevap verdi. Ardından, karanlık görünümünü yansıtan kırmızı gözlere tekrar bakarak başını salladı.
“Ben hazırım… Gidelim.”
Yeni kurulan Cephanelik üssü, eski İmparatorluk ile bir zamanlar üretim ve imalattan sorumlu olan eski bölgeleri sınırlayan boş bir bölge olan Kurt Bölge’sine inşa edildi. Burası Lena’nın yeni birimi Seksen Altıncı Saldırı Birliği’nin ana üssüydü. Batıdaki hafif yüksek dağlardan aşağıya doğru uzanan ormanlarla çevrili geniş bir üs. Kısa bir mesafe ötedeki bir nehir, üssü eski bir tahkimatın kalıntılarının gölgesinde duran yakındaki bir şehirden ayırıyordu.
Kışlalarında yaklaşık on bin İşlemci ve bir taburu dolduracak kadar destek personelinin yanı sıra yaklaşık bin üs personeli ve Reginleif’leri barındırmak için birkaç hangar bulunuyordu. Ayrıca nakliye uçaklarının iniş kalkışı için bir pisti ve karşı tarafta orman ve nehirle kıyaslandığında oldukça büyük olan bir eğitim alanı vardı.
Üssün ulaşım kolaylığı için bir şehrin yanına kurulduğu söylenilse de, asıl nedenlerden biri Seksen Altı’nın topluma rehabilitasyonuna yardımcı olmaktı. Çok küçük yaşlardan itibaren savaş alanında yaşamışlardı, bu yüzden bu onları barışçıl bir ortama alıştırmak için gerekliydi. Altı ay önce koruma altına alınan Seksen Altı hâlâ eğitimdeydi -özel subay akademisinde- ve Raiden gibi diğer dört kıdemli Seksen Altı da evrak işlerini halletmeleri gerektiğini söyleyerek kışlaya çekip Shin’ide onlara rehberlik etmesi için başlarına dikmişlerdi.
Shin, güneşin sıcağını acımasızca yansıtan pistteyken, bagajını ve kedi taşıyıcısını almayı teklif etti.
“Onları senin için taşımama izin ver.”
“Oh, sorun değil. O kadar da ağır değiller.”
Shin onun cevabını duymazdan geldi, çantalarını aldı ve öylece uzaklaşmaya başladı. Lena, yardım etme konusunda bu kadar ısrarcı olduktan sonra onları geri almanın kabalık olacağını düşündü, bu yüzden sadece bu seferlik onu şımartmaya karar verdi.
“Çok teşekkür ederim.”
“Önemli bir şey değil.”
Başka biriyle olsa hemen mesafe yaratacak o sert ton… çok nostaljik hissettirdi. Lena kendisinden bir baş daha uzun duran adamın profiline baktı ve dudaklarına yerleşen gülümsemeyi engelleyemedi. Gözleri üniformasının yakasının altından zar zor görünen kırmızı yara izine takıldı. Tüyler ürpertici yara izi boynunu boydan boya kat ediyordu ve ürkütücü bir şekilde kafa kesme yarasını andırıyordu; sanki kafası koparılmış ve kabaca yerine dikilmiş gibiydi. Bu eski bir savaş yarası mıydı? Çünkü oldukça eski görünüyordu.
Onlarla dün, dört harap Juggernaut ve 576 merhum İşlemcinin anma töreninde buluştuğundan beri Shin ve diğerleriyle pek fazla konuşma fırsatı bulamamıştı. Bundan sonra, batı cephesinin entegre karargâhına kabul edildi ve teknik olarak Cumhuriyet’in temsilcisi olduğu için, ilgilenmesi gereken epeyce sosyal mesele vardı. Bu da ona eski dostlukları yeniden canlandırmak için çok az zaman bırakmıştı.
Shin’le sadece üsse giderken arabada konuşabilmişti, bu yüzden duyabildiği tek şey iki yıl önceki Özel Keşif görevi sırasında neler olduğu ve Federasyon’a nasıl geldikleri olmuştu. Yara izi hakkında soru sorma fırsatı olmamıştı ama… belki de en iyisi bunu ona kendisinin anlatmasını beklemekti. Vücudunda böylesine korkunç bir yara izi bırakan her neyse, muhtemelen kalbinde de eşdeğer bir yara izi bırakmıştı. Bu o kadar kolay açılabilecek bir konu değildi.
Belki de bakışlarının kendisine sabitlendiğini fark eden Shin ona döndü.
“…Ne oldu?”
“Hiçbir şey.”
Ona bakmanın bile onu mutlu ettiği gerçeği… yüksek sesle söylenemeyecek kadar utanç vericiydi. Shin, yanakları kızarmış bir halde yere bakan Lena’ya şüpheli bir bakış attı. Kısa bir süre sonra konuşmaya devam etti.
“Bu arada, gördüğüm kadarıyla terfi etmişsiniz. Tebrik ederim.”
“Ah evet…” diye yanıtladı Lena utangaç bir ifadeyle, farkında olmadan yakasındaki rütbe işaretine dokunarak.
Sahra subaylığına terfi etmek zordu ve albay gibi bir komutan rütbesine terfi etmek daha da zordu. Savaş zamanında terfilerin saçma bir şekilde hızlı gerçekleştiği doğru olsa da, bir askerin onlu yaşlarındayken albay rütbesine ulaşması duyulmamış bir şeydi.
“Hepsi bir kandırmaca, gerçekten. Yabancı bir ülkeye gönderiliyorum, bu yüzden en azından bu rütbede olmasaydım görünüşe uygun olmazdı.”
Buna karşılık, sadece düşük rütbeli bir subay Cumhuriyet’e gönderilen yardım birliğinin komutanı olmak için gönüllü olmuştu. Gran Mur’un çöküşünden bu yana altı ay geçmişti ve Cumhuriyet’te hâlâ birilerinin onların yerine savaşıp kendilerini kurtarmasını bekleyen ve kendileri için savaşmaya niyeti olmayan pek çok kişi vardı.
Plan, Federasyon’un yardım kuvvetlerinin kuzeydeki idari bölgeleri geri aldıktan sonra geri çekilmesi ve Cumhuriyet’in şu anda eğitilmekte olan kendi kuvvetlerinin masrafları kendilerine ait olmak üzere savunmayı devralmasıydı… Ancak işlerin gidişatına bakılırsa, Lena umutlu olmakta zorlanıyordu
“Ama bu sizin için de geçerli Yüzbaşı Nouzen. Federasyon’da sadece iki yıllık askeri deneyiminiz var, ancak bu kadar çabuk yüzbaşılığa terfi ettiğinize göre epey bir şey başarmış olmalısınız.”
“…Benim üstümdeki tüm rütbeler boştu, bu da Federasyon’un ne kadar berbat durumda olduğunu gösteriyor.”
Omuz silkerken yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Lena biraz şaşkınlıkla onun yüzüne baktı. Bugünden önce onun nasıl göründüğünü bilmemesine rağmen ifadesinin biraz yumuşadığını düşündü. Seksen Altı’nın bu genç adamı soğukkanlı tavrının altında hep bir şeyleri bastırmıştı; o kadar şiddetle bastırmıştı ki, her an kırılabilirdi.
Ölümüne kadar geri sayım yapan bir zamanlayıcının yüzüne bakıyordu. Amacı kardeşinin ruhunu mekanik hapishanesinden kurtarmaktı. Onu serbest bırakmaktı. Her halükarda, artık tüm bunlardan kurtulduğuna göre, belki de sonunda huzura kavuşabilirdi. Belki de artık silahıyla öldürmek zorunda kaldığı kardeşinin anısına -en başta onunla savaşmayı hiç istememiş olmasına rağmen- biraz sevgiyle bakabilirdi
“Artık bir taktik komutanı olduğunuza göre, emrinizde çalışan yardımcılarınız ve subaylarınız olacağını düşünmüştüm, ama yalnız gelmişsiniz.”
“Kimse gönüllü olmadı. Ama yine de gönüllü olan bazı İşlemcilerle ve… bir teknik memurla… Binbaşı Henrietta Penrose ile görüşmem gerekiyor.”
Bu ismi söylerken sesi biraz alçaldı.
“…? Oh, Para-RAID teknik danışmanı.”
Shin bir anlık kuşkulu sessizliğin ardından başını salladı. Lena’nın Annette’in adını söylemeden önce neden duraksadığını anlamamış gibiydi.
Lena ona yan gözle baktı. Henrietta’nın adı genellikle Annette olarak kısaltılmazdı, bu yüzden ona tam adıyla hitap etmişti… Ama belki de Lena onunla ilk tanıştığında, Annette kendisini bu alışılmadık kısaltmayla tanıtmıştı çünkü bir zamanlar ona farklı bir lakapla seslenen başka birini hatırlamak istememişti. İncitip terk ettiği ve o zamandan beri görmediği bir çocuk, bir çocukluk arkadaşı
“…Gerçekten hatırlamıyorsun.”
“… Neyi?”
“Boş ver.”
Lena başını sallayarak tartışmayı kesti. Ne de olsa bu duruma yabancı biriydi. Annette onunla bu konuda konuşmak isterse konuşurdu. Kısa bir sessizliğe gömüldüler ve bu sessizlik Lena’nın taşıyıcısındaki kediden gelen ani bir miyavlamayla bozuldu.
Shin şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak yere baktı.
“Bir… kedi?”
“O, Öncü filosunun kışlasında beslediğiniz kişi.”
“Oh.”
Yüz hatlarında duygudan eser yoktu ama bu onun tipik özelliğiydi. Kedi ise en sevdiği kişinin sesini tanımış gibiydi ve heyecanla miyavlıyordu.
“Adını ne koydun?”
“Thermopylae.”
Ya da kısaca TP. Shin bir an sessizliğe gömüldü. Bu, tesadüfen, küçük bir ordunun çok daha büyük bir orduyla karşı karşıya geldiği ve küçük ordunun askerlerinin onurlu bir şekilde ölmesiyle sonuçlanan bir savaş alanının adıydı.
“…Leonidas değil mi?”
“Bu doğru.”
“İsim seçme konusunda şaşırtıcı derecede kötüsünüz.”
“Çok konuşuyorsun, Kaptan. Bu küçük adam seni uğurladı, o yüzden Leonidas olamaz. Savaşta onurlu bir yenilgi almadı sonuçta, değil mi?”
“Sanırım, ama ‘Thermopylae’ ise nasıl desem…”
“Peki, Özel Keşif görevinden önce ona ne diyordunuz?”
Öncü filosunun İşlemcileri, silah arkadaşlarından biri olmadığı için kediye belirli bir isim vermiyordu ve Shin de o sırada okuduğu kitabın yazarının adını söyleme eğilimindeydi.
“Sanırım… Ougai’ydi?”
“…Sakın bana o sırada ‘Takasebune’ okuduğunu söyleme…! Bu benimkinden bile kötü…!”
Lena bıkkınlık içinde inledi. Konusu farklıydı ama kaba özeti, küçük kardeşini öldüren genç bir adamın hikayesiydi. Shin’in bir Dinozorya’ya dönüştürülmüş olan kardeşi Rei ile yüzleşmek için Özel Keşif görevine gittiği ve muhtemelen birbirlerini öldüreceklerini ya da birinin diğerini ters köşeye yatırıp onu öldüreceğini bildiği düşünülürse, bu hikayeyi okumak zevksizliğin ötesine geçip doğrudan mazoşizm alanına giriyordu.
“Tesadüfen elime aldım. O kadar derin bir anlamı yoktu… Oh…”
Shin sözlerini yarıda kesti. Sınıfların ve Lena’nın ofisinin bulunduğu ilk kışlaya bağlanan üssün en büyük hangarının önündeydiler. İçinde barındıracağı Saha Silahı hâlâ nakliye aracının içindeydi ve panjurlar açık olduğundan içerisi boştu. Tavan yüksekti ve çok sayıda portal vinçle donatılmıştı; hangarın ikinci katı sayılabilecek kısımda ise platformlar bulunuyordu.
“…Albay.”
“…? Ne oldu?”
“Deli gibi öfkeleneceğinizi biliyorum, ama lütfen öfkenizi sadece bana yöneltin.”
“Pardon?”
Aniden, kalın bir ses bir tank kulesinin ateşi gibi gürledi.
“Nişan al!”
Lena kendisine silah doğrultulduğunu düşündüğü için siper aldı ancak…
“Ateş!”
… Kafasını çevirdiğinde gördüğü şey silah değil…
… üzerine gelen su yığınıydı…
“Hwaaaaaah!”
Ve tabii ki, ıpıslak oldu.
Bir küvet dolusu suyla çarpılmış olan Lena sendeledi. Göz açıp kapayıncaya kadar sırılsıklam oldu. Etrafına baktığında, her biri boş bir kova tutan üniformalı ve iş kıyafetli bir grup kız ve erkek gördü. Belli ki üzerine sıçrayan suyu onlar fırlatmıştı.
Lena yavaş yavaş toparlanırken Shin – “Nişan al!”ı duyar duymaz hangardan kaçmıştı- onun yanına döndü. Anlaşılan bu yüzden bavulunu almakta ısrar etmişti. Belki bir yanlışlık olmuştu, belki de gerçekten kendini suçlu hissediyordu, çünkü yüz ifadesi oldukça garip ve rahatsızdı. Bu arada kedi, Shin’in dikkatini çekmek için miyavlamaya devam ederek sahibesinin içinde bulunduğu kötü durumu fark etmemişti bile.
“Şey… Sadece su, o yüzden endişelenmeyin… Değil mi, Başçavuş Bernholdt?”
“Efendim! Yakındaki su kaynağından aldık!”
Hayatının baharında bir asker göğsünü gere gere (gururundan değil, askeri disiplinden dolayı) cephaneliğin önüne yürüdü ve cevap verdi.
Ayrıca su yerine boya kovaları getiren iki aptal vardı, ama ceza olarak üzerlerine döktürdüm!”
“Oh…”
Bu, köşede duran kırmızı ve beyaz boyalı iki askeri açıklıyordu. Onlara yan gözle baktıktan sonra Shin konuştu. Sesi başçavuşunki kadar sert değildi ama emredici tonu şaşırtıcı bir rahatlıkla yayılıyordu.
Boyalı olan iki askere dönüp “Burada yıkanırsanız giderleri tıkarsınız. Gidin ve dışarıda yıkanın. Ayrıca siz diğerleri ise yaptığınız bu pisliği temizleyin. Hemen!”
“Evet, efendim!”
Gürültülü ve çaresiz cevapları Shin’in soğukkanlı bir baş hareketiyle onaylandı. Lena hâlâ şoktaydı.
“…Yeni memurları bu şekilde karşılamak bir tür Federasyon geleneği mi?”
“Öyle değil. Federasyon sadece on yıl önce kuruldu, bu yüzden bu tür gelenekleri geliştirmek için yeterli zamanı olmadı.”
“Kaptan Nouzen, bu anlamsız konuları geçin. Elimizde ilgilenmemiz gereken daha önemli meseleler var.”
Genç bir kadın memur, elinde birkaç parça banyo havlusuyla onlara doğru yaklaştı. Lena irkilerek dönüp ona baktı. Bu Seksen Altıncı Saldırı Birliği’nin komutanı Albay Grethe Wenzel’di. Basitçe söylemek gerekirse, onun komuta subayıydı.
“Albay Wenzel?! Özür dilerim…!”
“Oh, resmiyeti bir kenara bırakabilirsin, canım. Sıralamada senden üstün olabilirim ama aynı rütbedeyiz.”
Bir havluyu Lena’nın başına yerleştirdikten sonra diğerini Lena’nın ıslak üniformasını kurulamak için kullandı. Havlular muhtemelen yeni yıkanmışlardı, çünkü sıcaktılar ve güneşte kurutulmuş gibi kokuyorlardı.
“Odanızda kıyafetleriniz var ve banyo sizin için hazır… En azından Kaptan Nouzen size havlu getirmelerini söyleme nezaketini gösterdi.”
“…Özür dilerim.”
“Ama bu düşüncesizlik hâlâ bir çocuk olduğunuzu kanıtlıyor Kaptan Nouzen ve bu da kendice sevimli. Ama şu andan itibaren düzgün bir eskort gibi davranmaya başlamazsanız, sizden hoşlanmamaya başlayabilir.”
“Albay-”
“Oh, çok mu şey söyledim? Ama tüm konuşmaları görev kayıt cihazında arşivleyen bir Saha Silah’ında böylesine ilginç bir kişisel konuşma yapmanızın sizin hatanız olduğunu düşünüyorum.”
Shin kızgınlıkla homurdandı. Grethe kıkırdadı ve ıslak havluları da yanına alarak oradan ayrıldı. Hangardaki başçavuş aceleyle oraya koştu.
“Biz hallederiz, Albay.”
“Başçavuş Bernholdt, genç bir kadının kullandığı havluyla ne yapmayı planlıyorsunuz?”
“Böyle şakalar yapmayın lütfen! Özellikle de kaptanın önünde! Neredeyse benim çocuklarımla aynı yaşta! Muhtemelen henüz orada kılları bile çıkmamıştır!”
“…’Kıl’ mı dediniz?”
“Aaaaaaah, bir şey yok, bir şey yok! Hiçbir şey duymamış gibi davranın!”
Bir saha subayının bir astsubayla yapacağını hayal bile edemeyeceği bu canlı sohbet yavaş yavaş sona erdi. Onların gidişini izleyen Shin yorgun bir ses tonuyla konuştu.
“Şimdilik üniformanı değiştirmelisin… Sana odanı göstereyim.”
Lena’nın birinci kışlanın en üst katında bulunan özel odası iki odadan oluşuyordu: koridora bakan çalışma odası ve yatak odası olarak kullanılan iç oda. Burası bir askeri üs olabilirdi ama cephe hatlarından yüz kilometreden daha uzakta, güvenli bir bölgedeydi. Savunmadan ziyade yaratıcılığa ve konforuna öncelik veren geniş bir odaydı – bir komuta subayına yakışır şekilde – ve belki de genç hanımefendi sakinleri düşünülerek seçilmiş yumuşak inci beyazı mobilyalar oldukça hoştu.
Shin çantasını ve kedi taşıyıcısını yere bırakıp odadan çıktı ve kara kedi hemen bu yeni yeri temkinli bir şekilde ilk kez keşfetmeye başladı. Dört duvar renkli camlarla kaplıydı ve ofisin büyük penceresi nehrin diğer tarafındaki şehrin engelsiz manzarasını gösteriyordu.
Şehrin bir köşesinde yeni inşa edilmiş bir okul vardı. Bu okul, ilkokul eğitimi almaya fırsat bulamadan toplama kamplarına götürülen Seksen Altı’lar için yapılmış özel bir tesisti. Genelde manga büyüklüğündeki bir birime sadece bir ruh sağlığı ekibi atanırdı, ancak bu birime iki ekip verilmişti. Bu bakımı sağlamak Cumhuriyet’in sorumluluğunda olması gerektiği halde…
Lena başını sallayarak yatak odasının bitişiğindeki banyoya doğru ilerledi. Banyo duvarlarının renkli fayanslarına buhar yapışmıştı ve görünüşe göre suya bir miktar çiçek özü katılmıştı, çünkü odayı saf, hoş bir koku dolduruyordu. Hafif makyajını sildi ve şık musluğu çevirerek sıcak suyun altına girdi.
Düşünecek olursak, bunun neden başına geldiğine dair hâlâ bir açıklama alamamıştı. Banyo kapısını açtı ve havlusunun üzerinde duran RAID Cihazını takarak Para-RAID’i etkinleştirdi. Hedefi elbette özel odasının dışındaki koridorda bekleyen Shin’di.
“Ee, Kaptan…”
Çağrıyı cevap bile vermeden kapattı.
Lena Rezonansı yeniden bağladı ve çağrı bağlanır bağlanmaz sordu:
“Neden kapattın?”
Ancak gelen cevap konuşmaktan rahatsız olmuş gibiydi.
“Madem söyleyeceğiniz bir şey var, o zaman neden onca zaman içinde banyodayken bağlanıyorsunuz?”
“Sormam gereken önemli bir şey var çünkü.”
“…Bunu daha sonra da sorabilirsiniz. En azından önce duşunuzu alın, lütfen.”
Lena geri adım atmayı reddetti.
“Neden bunu ben duştayken yapamıyoruz?”
“Ne demek ‘neden’…?”
Aralarında bıkkın bir duraklama oldu ve Lena onu ısrarla sıkıştırarak bu duraklamayı bozdu.
“Daha önce sorun etmemiştin. Bana Kara Koyun ve Çobanlar’dan bahsettiğinde, iki yıl önce Öncü filosunun kışlasında, sen… sen duştayken bağlanmıştın.”
“Evet… Ama bu konuda iyi görünmüyorsun, bu yüzden kendini zorlamana gerek yok.”
Bu…
Evet, bu konuda oldukça utanmıştı.
Sadece işitme duyuları rezonansa giriyordu ama bu durum bile yüz yüze oldukları izlenimini veriyordu. Lena bunun, durumdan duyduğu utanç hissinin doğrudan Shin’e iletildiği anlamına geldiğini fark etti ve aniden huzursuzlandı.
Üstüne üstlük, akan suyun, sıcaktan ve buhardan sızan nefesinin ve saten gibi uzun saçlarından damlayan suyun sesi de iletiliyordu.
“Ama bu sefer- Ah…”
Duyusal Rezonans tekrar sona erdi ve bu sefer yeniden bağlanamadığı için karşı tarafın RAID Cihazını çıkarmış olduğunu anladı.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.