Samayou Shinki no Duelist Cilt 2 Bölüm 4: Son Kısım

SON KISIM

 

Çevirmen: Alper

 

Labirent’in girişine bakan bir tepenin doruğu. İçeride olup bitenleri seyretmekte olan Elfride dudağını ısırdı.

Yenilgiye uğradım.

“Ay” tanrıçasını ve Silahşorunu kullandığı halde, üstüne bir de Cisimsiz Ejder yolladığı halde, sonuç başarısızlık olmuştu.

 

“Göğü tutan tanrıça”nın bu işe burnunu sokabileceğini düşünmemişti. Hangi yolla olursa olsun, Yuuki’yi ve Tina’yı yeryüzünden silmeye kararlıydı… ama, şu koşullar altında elinden bir şey gelmezdi. Şu anda, Halif Birlikleri arasında en kuvvetlisine sahip olan “Gök” tanrıçası ile başa çıkması imkansızdı.

 

“Kai, geri çekiliyoruz. Tapınağa döneli…”

“Ohooo, iş işten geçti bile.”

 

Elfride bu rahat sesin kaynağına döndüğünde, gözleri iri iri açıldı. Karşısında, üç siluet belirmişti: ‘Göğü Tutan Tanrıça’ Lea; ve onun yanında Yuuki ile Tina.

“Başarısız olunca, bir sonraki adımı hemen atman gerekir. Karar vermekte bu kadar gecikirsen, inisiyatifi düşmana kaptırırsın, Elfride.” Lea böyle söyleyerek gözlerini, Elfride’nin sağ elindeki cisme çevirdi. “Şimdi anlaşıldı… Hiçliğin Sır Kutusu’nu kullanmışsın. Labirent’le oyun olmaz halbuki. Zavallı araştırıcıları ne kadar üzdüğünü biliyor musun?”

Elfride nihayet ağzını açtı:

“Burada olduğumu nereden…” Jahar’la arasında kurduğu bağ sayesinde, Labirent’te olup bitenleri gözleyebilmişti. Eğer Jahar, kendisinin nerede olduğunu onlara söyleseydi Elfride bunu hemen anlardı ve kaçardı.

“Labirent’e önce Jahar’ı sonra da o canavarı ışınladın. Üstelik güçlerini, Jahar’ın gözünden içeride olup biteni seyretmek için kullandın. Kutsal Güç’ü bu kadar cömertçe saçarsan, yerini de belli etmiş olursun.”

“…Demek öyle. Yaşlılar daha deneyimli oluyor tabii.” Nasıl insan medyumların bazısı kerametleri daha ustaca kullanıyorsa; tanrıçaların mucize gösterme becerileri arasında da farklar vardı. Beş tanrıça (hayır, altı) arasında en uzun süredir bu dünyada bulunan kişi, Lea’ydı.

 

Elfride, serinkanlılığını tekrar kazanmıştı. “Ee, ne yapmaya geldiniz buraya?”

“Ne biçim soru o öyle?” diye yanıt verdi Yuuki sert bir suratla. “Biz, senin yüzünden öldürülüyorduk az daha.”

“Neticede düşmanız. Ben size saldırmak için nasıl bir yöntem kullanırsam kullanayım şikayet etmeye hakkınız yok bence. Ayrıca, benim öldürmeye çalıştığım şey ‘Kıyametin Yılanı’. İnsanları ve dünyayı korumak istiyorsak, o varlığın yaşamasına izin veremeyiz.”

 

Elfride hem konuşuyor, hem de kaçacak yol arıyordu. Güvenli bir yere ışınlansa bile, Lea peşinden gelirdi herhalde. İş, mucizeleri kullanmaya gelince Lea kendisinden çok daha üstündü.

Öyle bile olsa…

Yuuki’de bir kan dökme isteği yok gibiydi. İntikam almak ister gibi görünmüyordu. Elfride, Hakikaten ne yapmaya gelmiş bunlar, diye düşünürken; üçlünün arasındaki ufak tefek kız, Tina, öne çıktı.

 

“Seni ilk defa görüyoruz, ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ Elfride. Biz, Albertina’yız. Bir tapınağımız filan yok galiba, o yüzden bize ‘Şehirde Oturan Tanrıça’ diyebilirsin.”

“………”

“Tanrıçalar birbirleriyle dövüşürler. Tina da böyle bir savaşa girmek zorunda olduğunu biliyor. Ancak… hiçbir şeyden haberi olmayan birine saldırmak bağışlanacak şey değil. Tina, şu… Kı, kı… ‘Kısmetin Yılanı’ denen şey mi?” dedi Tina, kelimeyi doğru söyledim mi dercesine Yuuki’ye bakarak.

“O dediğin, bayağı neşeli bir yılan olsa gerek. Kıyamet diyeceksin, Kıyamet.”

“Hı-hım. ‘Kıyametin Yılanı’ filan değiliz biz. Bu yanlış anlaşılma ortadan kalktığına göre, bundan sonra ne yapacağımızı konuşalım.”

“Hangi çiçek bahçesinde büyüdün de bu kadar iyimser olabiliyorsun?” dedi Elfride. Yuuki başını salladı, ister istemez bu kıza hak vermişti.

“Ama…”

Yuuki, itiraz dolu bir yüzle konuşmaya başlamış minyon tanrıçanın başına elini koydu ve gülümsedi:

“Benim şimdiki görevim, bu kızı korumak ve ona güvenmek.”

 

Elfride, Lea’ya baktı. “İnsan öldürmeyi seven bir tanrıçanın, bu dünya için de insanlar için ne ne kadar büyük bir tehdit teşkil edeceğini sen de bilirsin. Sen, bu ikisinin sözüne güveniyor musun?”

“Kesinlikle güveniyorum!”

“Ortada hiçbir kanıt olmadığı halde mi?”

“Belki de vardır,” dedi Lea kurnaz bir gülümsemeyle. “İyice bir düşün bakalım, Elfride. Sen bile fikir yürütmeyi becerebilirsin, değil mi? Sence, eğer ben bu Tina denen kızın ‘Yılan’ olmadığına kesinlikle inanıyorsam bunun sebebi ne olabilir?”

“…!” Elfride nefesini tuttu. Dünyada, kimin ‘Yılan’ olup kimin olmadığını kesinlikle bilebilecek bir tek varlık mevcuttu. Lea, yalnızca o varlığın ta kendisi ise…

“Anladın mı? Öyleyse sana istediğin kanıtı göstereceğim.”

“Hii!” Kocaman bir sırıtmayla ileriye doğru bir adım atan Lea’nın karşısında, Elfride iki adım geri çekildi. Ayağı bir kere takıldı ve komik bir şekilde yere yuvarlandı. Lea’nın içindeki Kutsal Gücün büyüdüğünü hissediyordu…

…ve ansızın, bir metal çınlaması işitti.

 

O ana dek sessizce, bir kenarda beklemiş olan Kai, Lea’nın boynunu hedeflerek kılıcını savurmuş; bu hamleyi Yuuki, beyaz kılıcı ile durdurmuştu.

“Bizim patronu fazla ürkütmeseniz daha iyi olmaz mı?” Kai gülümsüyordu ve ses tonu çok nazikti. Ama gözleri ölüm saçıyordu; rakibini hiç duraksamadan kesip biçebilirdi.

“Kuvvetli gibi davranıp blöf yapsa da, kolay korkan biridir aslında.”

“Ya. Öyledir, bilirim. O yüzden ürküttüm ya zaten.”

“Ah, yeter! Bu konuşma iyice arapsaçına döndü sizin yüzünüzden, ahmaklar!”

 

Yuuki böyle bağırdı ve Kai’ın yeniden savurduğu kılıcı, siyah hançeri ile karşıladı. Kai’ın elindeki silah, ‘Mor Rüzgarın Çift Kılıcı’ denen aletti. Çok hafif ve çevik bir silahtı bu, sapının her iki ucundan keskin birer kılıç namlusu uzanıyordu.

“Şimdilik şu kılıçları bir kenara bırakamaz mısınız? Sadece ufak bir deneme yaptım. Bu arada, zahmetin için teşekkürler Yuuki.”

 

Kai, yavaşça geri çekidi. Yuuki, damağını şaklatarak kılıcını ortadan kaldırdı.

 

“Niyetin ne senin?”

“Böylece, her şey ortaya çıkmış oldu değil mi? Şu tepkisine bakınca, bu kızın ‘Yılan’ olmadığı belli oluyor.”

“………”

Elfride, bir sınavdan geçirildiğini anlamıştı. Utançtan yüzü kıpkırmızı kesildi. Evet, eğer kendisi ‘Kıyametin Yılanı’ olsaydı düşmandan korkmaz, ürkek ürkek kaçmaya da kalkışmazdı.

 

“Ama sen de hiç duraksamıyorsun, ‘Yıldız’ın Silahşoru. Eğer ben ‘Yılan’ olsaydım, sen şu an ölmüştün.”

“Öyle bile olsa, hiçbir şey değişmez. Bu benim işim. Ne yazık ki…” diye omuz silkti Kai, usulca gülümseyerek. “Sırf ben öleceğim diye, görevimi bir kenara atamam herhalde.”

“Kai….” diye mırıldandı Elfride. Gözleri yaşlarla dolmuştu.

“Ah, evet. İnsanın başında yaramaz bir çocuk olunca, ilgilenmeden duramıyor.”

“Aynen öyle.”

“………”

Nedense, herkes bu konuda aynı fikirdeydi. Lea, çöken sıkıntılı havayı değiştirmek istercesine gülümseyerek:

“Korkuttuğum için özür dilerim,” dedi. “Ben, Yuuki’nin söylediklerine güveniyorum çünkü o Muriel’i, yani önceki ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’yı tanıyordu. Bir diğer deyişle, onun davranışlarının değişimini Yuuki yakından seyretti. ‘Yılan’ın bu dünyaya doğarak değil, aramızdan birinin dönüşüm geçirmesiyle geldiğini bilecek deneyime sahip. Önümüzde bir örnek var, eğer bir ‘Yılan’ arayacaksak sadece bu kızdan değil hepimizden şüphelenmeliyiz. Sen de dahil olmak üzere, Elfride.”

“………”

“Bu durumda, geçmişte neler olduğunu ve bundan sonra neler yapmamız gerektiğini açıklığa kavuşturmak için, Yuuki’nin deneyimine ve bilgisine ihtiyacımız var. Onun öldürülmesi işime gelmez doğrusu!”

“İşte bu Elfride’nin hoşuna gitmedi, eminim ki.” diye söze karıştı Yuuki. “Dünya için, insanlar için demesine bakma. Bu ne yaptıysa, sonuçta korkudan ve öfkeden ötürü yaptı. Suçlarına mantıklı birer bahane uydurarak o duygulardan kurtulamaz.”

“Ne!” Elfride’nin tepesi atmıştı. Ayağa fırlayarak:

“Sen mi, sen mi söylüyorsun bunu! Beş yıl önce, gözümün önünde tüm Halif Birliğimi katleden sendin, sen ve senin o tanrıçan!”

 

Tina, Yuuki’ye kaygılı bir bakış fırlattı. Yuuki, yüzünü hiç değiştirmeden iç çekti.

“Eh, öyle. Af dilememi istiyorsan, dilerim. Ama beni bağışlayabileceğini sanmıyorum. Aslında, beni bağışlamaya hakkın olduğunu da sanmam. Kimsenin öyle bir suçu bağışlamaya hakkı olamaz. Dahası…” Yuuki, alçak sesle devam etti. “Bugün aynı durumda kalsam, yine aynı şeyi yapardım. O günlerde, benim korumak istediğim şey bu dünya da, bu dünyanın insanları da değildi. Dürüst olmak gerekirse, şimdi de çok umurumda değil bunlar. Tabii ki, aynı olayları tekrar yaşamayı hiç istemiyorum. Sözlerim senin hoşuna gitmiyordur herhalde, beni anlayabilecek olgunlukta değilsin henüz. Yine de yürekten duyarak söylüyorum bunu: Tekrar aynı şeyleri yaşamanın düşüncesi bile tiksindiriyor beni.”

“………”

“Kendimi tekrar etmek istemezdim ama, sizler ve ben birbirimizin düşmanıyız. Bundan sonra da, eğer bizim hayatımıza kast edecek olursanız, ben de tüm gücümle sizinle savaşırım. Ancak… bir ortak noktamız var. Sen de ben de, ‘Yılan’ ile tekrar karşılaşmak istemiyoruz.”

“Buna itiraz etmem doğrusu…”

 

Yuuki’den de, ‘Yılan’dan da nefret ediyor ve korkuyordu. Ama, duygularına teslim olup bu savaşa devam etmek, tanrıçalığa yakışmayacaktı. “Yaramaz çocukların” bile gururu vardır.

 

“Pekala. Öyleyse konuşalım. Zaten konuşmak için gelmiştik… ama önce bir soru soracağım. Sen neden bu dünyayı korumak istiyorsun?”

 

Elfride kaşlarını çattı. Bu ani sorunun manasını anlayamamıştı.

“Dünyayı da insanları da korumamız gerekiyor değil mi? Bu tanrıçaların görevi çünkü.”

“İşte burada bir acayiplik var. Hey, Tina.”

“Ne var, Efendi?”

“Bu dünya, mutlaka korunması gerekecek kadar güzel mi? Ve bu dünyadaki insanlar?”

“Elbette,” diye kestirip attı kız, cevabı bu kadar belli bir soruyu neden soruyorsun dercesine. “O yüzden, tanrıça olarak onurumuzu ortaya koyup dünyayı korumak istiyoruz.”

“Siz de mi aynı fikirdesiniz?” dedi Yuuki, Lea’ya ve Elfride’ye bakarak.

“Eh, öyle.” diye onayladı Lea. Elfride de, başını hafifçe öne doğru salladı.

“Anlaşıldı. Bunun ne kadar garip bir durum olduğunun farkında bile değilsiniz.”

 

Üç tanrıça da, şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar.

 

“Ah, onu yanlış anlamayın. İnsanları korumak istemekte tuhaf bir şey yok. Acayip olan, bu isteğin nedeni.”Konuşan, tanrıçalardan biri değildi. Kai’dı: “Adeta tersine düşünür gibisiniz.”

“Aynen öyle,” dedi Yuuki. “Dünya çok güzel, öyleyse onu koruyacağım. Böyle bir mantığı anlarım. Ama, siz böyle düşünmüyorsunuz. İçinizde doğuştan gelen bir koruma isteği var, dünyayı o isteğe göre yargılıyor ve güzel buluyorsunuz. Yani sizin kafanızda karar, sebepten önce geliyor.”

“Bunu biraz daha kolayca anlatabilirdin…” dedi Tina anlamamış bir yüz ifadesiyle.

“Dediğim şu: Normalde, daha doğar doğmaz: ‘Bu dünya harika bir yer,’ diye düşünmeniz imkansız olmalı. Çünkü böyle düşünmek için önce dünyayı görmeniz gerek. Ama siz, daha doğduğunuz andan başlayarak dünyayı korumak istiyorsunuz.”

 

Elfride’nin gözünde, o istekte sıradışı veya yanlış olan hiçbir şey yoktu. Bir tuhaflık var mıydı sahiden? Durup düşününce, Yuuki’nin ne demek istediğini anlıyordu ama kafası, ona hak vermek elinden gelmiyordu.

 

“Ne ironi ki, doğuştan gelen bu görev duygunuz olmasaydı dünya yok olup gitmişti.”

“Öyle de, bu zaten dünyayı koruyalım diye Göksel Tanrı’nın bize verdiği bir emir…”

“Öyle olsa, hepiniz arkadaşça el birliği eder, bu dünyayı korurdunuz. Olur biterdi.”

 

Elfride uzun uzun düşündü. “Bab-ı Ali labirentinin en alt katında, bir başka dünyaya açılan bir kapı varmış. Ve o kapıyı sadece bir tanrıçadan başka hiç kimse açamazmış. Üstelik muazzam miktarda Kutsal Güç gerekliymiş o kapıyı açmak için. O yüzden…”

“Savaşıp birbirinizden Kutsal Güç çalacaksınız. Ama bunun için savaşmaya gerek yok ki. Aranızdan birine o görevi verseniz de olur. Eğer tek amacınız, insanları kurtarmaksa tabii.”

“Ama ben, gerçekten de insanları kurtarmak istiyorum!”

“Ondan şüphem yok.” dedi Yuuki alçak sesle. “Senin bana ve ‘Kıyametin Yılanı’na karşı duyduğun nefret ve korku, laftan ibaret değil. Ama sen, işi kuralına göre savaşmayı seçtin. Kentin ortasında bize saldırmadın, Labirent’e girdiğimizde bizi diğer araştırıcılardan ayırdın; üstelik bizim ekibin bir su kaynağı bulmasını sağladın. Bu kadar dolambaçlı bir plan yaptın, çünkü tanrıçalardan ve Silahşorlarından başkasını savaşa karıştırmaktan kaçınıyordun. Öyleyse, söyle bakalım:” Kelimeleri tek tek, ağır ağır söylemeye başladı. “Böyle kişiler olduğunuz halde, neden birbirinizi öldürüyorsunuz? Neden bu dünya, adeta savaşmaya elverişli meydan olsun diye yaratılmış bir yer?”

 

Elfride cevap vermedi. Bu soru, onu ruhunun derinliklerinden sarsmıştı.

 

“Kıyametin Yılanı da aynı amaca hizmet ediyor. O varlığın yüzünden…”

 “Tanrıçaların nasıl olsa yenişemiyoruz deyip, savaşı bırakmaları imkansız oluyor.” diye cümleyi tamamladı Lea. Yüzünde, her zamanki neşesinden eser yoktu. “Beşimiz bir araya gelsek, hepimizin çıkarlarına uygun koşullarda bir ateşkes imzalasak bile, ‘Yılan’ ortaya çıkınca denge bozulacak; ve savaşmak kaçınılmaz hale gelecek. Yılan, neticede bu amaca hizmet ediyor.”

“Neticede filan değil, bilinçli olarak bu amaçla yaratılmış olmasın? Sanki birisi bu dünyayı, sadece ve sadece savaş için tasarlayıp yaratmış gibi gelmiyor mu size?” diye sordu Yuuki, etrafındaki herkese hitaben. “Kilise, bize tüm bunların Göksel Tanrı’nın eseri olduğunu söylüyor. Ama sonuçta hiçbiriniz Göksel Tanrı ile karşılaşıp, ona ne düşündüğünü sormadınız.”

 

Kimse cevap vermedi. Evet, Kilise böyle bir öğretiyi yayıyordu. Ve tanrıçalar, bu öğretiyi bilerek ve ona inanarak dünyaya geliyorlardı. Ama tanrıçalar bile Göksel Tanrı’yı hiç görmemişti.

 

“Keşke ona danışıp soru sormamız mümkün olsa. Ben, Miriel’in başına neden öyle bir şey geldi diye sorardım.” Çok usulca konuşuyordu ama sesindeki üzüntü ve öfke, yine de hissedilmişti.

 

Yuuki, ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’ Miriel’in hizmetindeyken kimseyle konuşmamıştı. Elfride’nin araştırıcılarını öldürüp, nefrete layık kötülükler yapmış bir Silahşor… olarak tanınmıştı.

 

Nedense, kendimi ihanete uğramış gibi hissediyorum

 

“Beş yıl boyunca, Labirent’ten uzak durup sürekli düşündüm.” dedi Yuuki. “Bu soru aklımdan hiç çıkmadı. Ben, dünyaya veya insanlarına iyilik yapmak gibi güzel bir niyetim yok. Ama, onun ölümünün nedenini ve anlamını bilmek istiyorum.”

 

Tina, kafasını kaldırıp Yuuki’nin yüzüne baktı. Yüzünde pek çok duygu, birbirini takip ediyordu. Ama Yuuki, ona da diğerlerine de konuşma fırsatı vermeden, lafa devam etti:

“O yüzden, size ittifak öneriyorum. Savaş kazanmak için değil. Bu berbat dünyayı reddedip, hep birlikte hayatta kalmak için bir ittifak.”

 

* * *

EPİLOG

 

Ben, o oğlan çocuğuna şöyle demiştim:

Benim asıl isteğim, senin kalbinde yara açmak değildi.

Ama, senin kalbinde önemli bir yere sahip olabilmek beni mutlu etti. Biraz da gururlandırdı, aslında. Bunu söyleyerek seni kırmıyorumdur, umarım.

 

Artık sen bir alet değilsin.

Bundan böyle, insan olarak, özgürce… yaşa.

 

Ve… o siyah hançeri, benim göğsüme sapla.

 

* * *

 

Yuuki, geçmişi hatırlamaya ara verip, bakışlarını pencereden dışarıya çevirdi.

 

Hava çok güzeldi.

 

Güneş ışığı, insanın içini aydınlık veriyordu. Yuuki, gerindi ve o günün işlerine başlamaya karar verdi. Ve, kapı aralığından uzanıp tek gözüyle odanın içine bakmakta olan kızı fark etti.

“Ne yapıyorsun, Tina?”

“Imm… tez –tezgahın temizliği bitti, dükkanı açalım demeye gelmiştik de, şey, Efendi düşünüyor gibiydi. Şe, şey, ne düşünüyordun acaba?”

“Ah, öyle ya…” Eskiye dair berbat hatıralarımı… diyecek hali yoktu.

“Kabuğumun altında yara kalmış mı diye bakıyordum.”

“Yara mı? Tina hemen iyileştirir!”

 

Tina’nın yüzündeki ciddi ifade Yuuki’yi güldürdü. “Ben iyiyim. Artık iyileştim zaten… biraz yara izi kaldı gerçi, ama olsun.”

 

Halen mutlu değildi. Ama en azından, bir zamanlar neredeyse aklını kaçırtacak kadar şiddetli olan acıları, artık silinmişti. Bir yara ne kadar büyük olursa olsun, eğer öldürmezse iyileşirdi. Dünyanın kuralı böyleydi.

 

“İ –iyileşmene sevindim. Ama, bir şey olursa hemen Tina’ya söylemelisin. Tina mutlaka sana yardımcı olur. Kutsal gücümüz az ama, bir şekilde, kesinlikle Efendi’ye yardım…”

Mırıl mırıl…

“İyi misin sen? Nedense bu aralar halin bir tuhaf senin.” Tina, son günlerde bir canla başla çalışıyor; bir içine kapanıp somurtuyordu. Duygularını kah parlayıp kah duruluyordu.

“Bir şeyim yok!” diye pat diye, yüksek sesle bağırdı Tina.

 

Birkaç gün önceki konuşmada, ‘Göğü Taşıyan Tanrıça’ Lea ile ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ Elfride; ayrıca ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’ Kaiya, üçlü bir ittifak kurmuşlardı. İttifak demişken, bu öyle karışık bir antlaşma değildi. Sadece, savaşa ara vermek üzerinde anlaşmışlardı. Eğer birisi bu ittifaka ihanet edecek olursa, geri kalan iki kişi onun ‘Kıyametin Yılanı’ olduğunu düşünecekti. Böylece, hiç olmazsa bir süreliğine, Elfride başlarına dert açmayacaktı.

 

Geriye kalan tek şey, Lea’dan aracılık yapmasını istemek; geri kalan tanrıçaları da anlaşma masasına oturtmaktı. Ancak bu, ilerdeki günlerde yapılacak bir şeydi.

 

“Bana pek de bir şeyin yokmuş gibi görünmüyorsun. Ağzındaki baklayı çıkar bakalım.”

“Şey…”

“Evet?”

“Eee, bakla… demişken… sen tek başına bir şeylere üzülüp, tek başına bir şeyleri çözmeye çalışıyor gibisin, Efendi. Geçen günkü ateşkesi de tek başına yaptın. Ateşkese çok mutlu olduk, orası ayrı ama… şey, Tina, bir ortak olarak güvenmiyor musun?”

 

Küçük tanrıça, gözlerini kaldırıp Yuuki’ye baktı.

 

“Öyle bir şey yok. Sen bana yeteri kadar yardımcı oluyorsun.” Sırf gönül almak için söylemiyordu bunu. Biraz düşünüp, ekledi: “Eğer merak ettiğin bir şey varsa söyle gitsin. Dürüstçe cevap veririm.”

“Hımm… şey…” Tina, kendini epeyce zorlayarak konuşmaya başladı. “Aklıma takılan şey, Efendi’nin… eski tanrıçası. Araştırıcıları öldürdüğü doğru mu?”

Konuşmakta zorluk çekme sırası Yuuki’ye gelmişti. Ama dürüstçe yanıt vereceğim demişti bir kez, öyle de yapmalıydı: “…Doğru. Miriel, ‘Kıyametin Yılanı’ olduktan sonra, o ve ben içindeki öldürme isteğini dizginlemenin bir yolu var mı diye düşünüp durduk.”

 

Miriel’in kana susamışlığını durdurmanın en etkili yolu, onun birini öldürmesiydi. Ama Miriel, öldürmeyi reddediyordu. Alternatif bir yol olarak Muriel, bir diğer insanın ‘ölümüne’ şahit olmanın, geçici olarak öldürme hırsını yatıştıracağını düşünmüştü.

 

Yuuki, ‘Kar Kılıcının Kralı’ unvanını terk edip, düelloda ona rakip olmaya istekli araştırıcılarla dövüşmeye başlamıştı. ‘Karanlık İblis’ diye anılmaya, işte o günlerde başlamıştı.

 

Fakat kısa süre sonra bu, Miriel’in kan tutkusunu bastırmaya yetmez olmuştu. Böylece ikisi, Cisimsiz Mahluk avlamaya girişmişlerdi. İnsan olmayan bir varlığa, kendi elleriyle ölüm vererek Miriel, geçici olarak sakinleşebiliyordu. Kız, sağlıklı mantığı ve hastalıklı içgüdüsü arasında sıkışıp kalmıştı. Bu durum ona çok acı veriyordu ama, Yuuki zorla da olsa ona Cisimsiz Mahluk öldürtüyordu. Çünkü eğer günün birince, kendini tutamayıp da bir insana zarar verecek olursa Miriel’in üzüntüden öleceğini hissetmişti. Yuuki ne pahasına olursa olsun, öyle bir şeyin yaşanmasını önlemeye çalışıyordu.

 

Muriel değişmiş de olsa, bir süre daha… onun yanında olmasını istiyordu.

 

“Fakat bu gayretim çok kötü sonuçlandı. Bir gün, derin katmanlarda bir Cisimsiz Ejder ile karşılaştık. Miriel, güçlerini o canavara karşı kullanmayı denedi…”

 

Kocaman bir canavardı. Onu öldürebilseydi, Miriel uzun süre kimseye zarar vermek istemezdi. En azından plan buydu… ama ansızın çıkagelen bir grup adam, Cisimsiz Ejdere saldırıp onu yenmişti.

 

Bunlar, Elfride’nin adamlarıydı. Elfride fırsat kollamış; Silahşor’unu ve Halif Birliği’nin büyük bölümünü, Kutsal Emanetler arasında en kıymetlisini, yani Ejderdişi taşını almak için Cisimsiz Ejder’in üstüne göndermişti. Ejderi onun adamları avlarsa, Ejderdişi taşı da onların hakkı olacaktı.

 

Yuuki’nin gözünde taşın hiç değeri yoktu. Sorun şu ki… Miriel’in öfkesi, kusulacağı hedefi kaybetmişti.

 

“Ekibin bir kısmı bize saldırmaya kalkıştı. Aralarından birini öldürmeye karar verdim. Gözlerinin önünde birisi ölecek olursa, Miriel’in öldürme isteği yatışır sanmıştım.”

 

Ama neticede hiçbir şey değişmemişti. Daha kötüsü, Miriel’in “Yuuki’ye insan öldürtüyorum” diye düşünmesine yol açmıştı. Bu düşünce, kızın içindeki kötülüğü serbest bırakmıştı.

 

Miriel’in gücü, çılgın bir kasırga gibi serbest kalıp, göz açıp kapayana dek herkesi öldürmüştü. Yalnızca Elfride ve Kai, tapınaklarına ışınlanıp kaçarak, kıl payı hayatta kalabilmişlerdi.

 

Miriel kendine geldiğinde, kendi hayatına son vermeyi seçmişti.

 

Yuuki, kara hançerini savurmuştu. Ve Miriel ölmüştü.

 

İnsan olarak, özgürce yaşa… Son sözü buydu. Çünkü özgürlük, benim biricik isteğimdi.”

“Bu istek yerine geldi mi?”

“Geldi. O, benim gülümsemeyi öğretti, mutlu olmayı öğretti. Diğer insanlara yardımcı olmayı öğretti… ve sevilen birini kaybetmenin acısını. Onu öldürdüğüm için acı çekebiliyorsam, bu benim kesinlikle insan olduğum anlamına gelir.” Gülümsemeyi denedi ama yüzündeki pişmanlık ifadesi kaybolmadı.

 

“Senin için gerçekten de çok önemli biriymiş,” dedi Tina hüzünlüce.

“Sonrasını biliyorsun,” dedi Yuuki. “Boris Amca beni evlat edindi; o günden beri Amca’nın bana miras bıraktığı bu dükkanda, satış yapmayı sürdürdüm. Talim okuluna gittim, normal bir hayat sürdüm.”

 

O günden sonra kuvvete de, değerli Kutsal Emanetlere de, Ejderdişi silahını da ihtiyacı kalmamıştı. Ve kendi günahının simgesi olan kara hançer dışında her şeyi fırlatıp atmıştı.

 

“Bugünden sonra da, aynı şekilde yaşamak istiyordum.”

“İstiyordun, derken?”

“İsmi lazım olmayan biri yüzünden o plan değişti, mecburen. Haydi, git de dükkanı aç bakalım.”

 

Yuuki, elini başına koyup saçlarını karıştırarak tanrıçayı sevdi. Sonra da, iş yerine doğru yürümeye başladı.

 

“Ah, günaydın!” Franca yine dükkana gelmişti. Günaydın, diye onun selamına karşılık verdi Yuuki.

“Kavga mı ettiniz?” diye sordu Franca, bir Yuuki’nin yüz ifadesine, bir de Tina’nın yüzüne bakarak.

“Franca!” Yuuki daha cevap veremeden, Tina gözünde yaşlarla Franca’nın üstüne atıldı. “Ço, çok güçlü bir rakibimiz varmış! Bu durumda yenilgiden başka bir sonuca varılamaz! Çok sinirimiz bozuldu! Ne yapmalıyız?”

“Ah…” Franca iç çekti. “Ne dediğini anladım. Her şeyi kabullenecek kadar cesur olman gerek. Bu çok zor olacak, ama başka şansın yok.”

“Neden bahsettiğini pek çözemedim ama, buradan bakınca iyi geçinen iki kız kardeşe benziyorsunuz.”

Yuuki böyle söyleyince, iki kızın çok tuhaf, çok da suçlayıcı bakışları onun üstüne odaklandı.

   

Geçen günkü olaylardan sonra Franca, Edgar ve Selim’i kazasız belasız yeryüzüne çıkarmıştı. Tesadüfen araştırmaya çıkmış Stephan’la karşılaşmış, yüzeye dönebilmek için ondan yardım almıştı.

 

“Bu arada, buraya gelirken ağabeyime rastladım. Halif Birliğine devam etmeye karar vermiş, ona yeni bir ekip vermişler.”

Görüşüne göre, kaderin ayrı düşürdüğü ağabey ve kardeş, artık savaş baltalarını gömüyorlardı.

“Ağabeyimin yanında çok neşeli bir kız, bir de çok sessiz bir kız vardı. Biri destek elemanı, diğeri ise medyummuş galiba. Onlara bu dükkandan bahsettim, o yüzden yakında buraya uğrayabilirler.”

“Onları bekleyeceğim ama geleceklerini pek sanmıyorum,” dedi Yuuki sıkıntılı bir gülüşle. Bu aralar dükkanda pek çok yeni müşteri görüyordu. Edgar ve Selim, Talim Okulu’nun tatil olduğu günlerde geliyorlardı. Elbette, bir şeyler almak için değil oynamaya geliyorlardı; o yüzden onlara müşteri demek zordu.

 

Ve Kaiya ile Jahar’ı da gördüğü oluyordu. Savaşa ara verildiğine göre, artık aralarında dayanışma da kurulabilirdi. Jahar bulduğu Kutsal Emanetlerin bir kısmını buraya getiriyor; buna karşılık Yuuki de ona bilgi veriyor ve diğer tanrıçalarla pazarlık yapmasına yardım ediyordu. Aralarında bir tür ortaklık başlamıştı.

 

Kaiya, Silahşor’uyla halen çok terbiyelice konuşuyordu ama, inadı Jahar’a söküyordu artık. Artık eskisi gibi ürkek değildi. Hatta Jahar ona söz dinletemediğinden yakınmaya başlamıştı. Eh, insanın göğsünden bir kez bıçak geçince; o bıçağı tutan kişiye karşı tavrı da az çok değişirdi tabii.

 

Alfredo sık sık, sanki evine gelir gibi dükkana geliyordu. Lea için çalıştığı, gözünü Yuuki’nin üstünde tutmakla görevlendirildiği çoktan açığa çıkmıştı; ama hiç de utanmış gibi değildi. Doğrusu, Yuuki de ona gücenmemişti; iş iştir deyip omuz silkiyordu.

 

Tina, tezgahlardaki malları düzenlerken Franca ile sohbet etmeye başladı. Belli ki, bir tanrıça olarak Miriel ile kıyaslanmak onu tedirgin ediyordu. Bu çok yersiz bir kaygıydı ama, Yuuki ‘endişelenme’ dese bile kızın duyguları değişmeyecekti. Ne yapmak lazımdı acaba?

 

Miriel ile beraberken, Yuuki böyle şeylere kafa yormazdı. Tina ile arasındaki kurulan ilişkinin doğası çok farklıydı. Tuhaf bir histi bu.

Tina’nın bağırarak söylediği sözleri anımsadı:

Tanrıça Albertina, ölse bile Yuuki Takamigahara’ya güvenecek!

 

Tina, bu sözleri Yuuki’nin duyduğunu sonradan fark etmişti. O sözler sayesinde Yuuki, geçmişe bir sünger çekebilmiş; yeni bir sayfa açabilmişti. Ve ‘Ölümün Siyah Hançeri’ni, daha iyi bir gelecek kurmak için kullanmaya ant içmişti.

Miriel, Yuuki’nin destekçisi ve kurtarıcısıydı. Tersine, Tina içindeki o müthiş enerjiyle Yuuki’yi ileriye doğru çeken, bambaşka bir karakterdi.

 

Bir tanrıça öldüğünde yenisi doğardı. Ve bir ‘Kıyametin Yılanı’ ölünce, yerine bir başkası gelecekti.

Neden bu dünya, böyle bir yer acaba? Bizim için, öldürmekten başka yol yok mu?

Bu sorunun cevabını öğrenmek istiyordu. Hem Tina için, hem de Miriel için.

 

“Efendi! Bu kılıcın etiketi düşmüş. Ne kadardı fiyatı?”

“Dur bir bakayım…”

Abartılı bir tavırla dikkatini çekmeye çalışan Tina’ya; ve kızın hallerini gülümseyerek seyreden Franca’ya doğru yürüdü.

 

Yuuki Takamigahara tek başına dünyayı koruyamazdı. Ama, hiç olmazsa bu manzarayı korumayı yürekten diliyordu.

 

‘İnsan’ ve ‘Alet’ arasındaki fark buydu: İnsanlar, acı nedir bilen varlıklardı.

Yuuki, artık kimin tarafından, hangi amaçla kurulduğu belirsiz bir sistem için, değer verdiği kişilerin kendisinden çalınmasına dayanamazdı.

 

O yüzden… bu dünyayı, kendi elleriyle değiştirmeye yemin etti.

 

-SON-

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.