Samayou Shinki no Duelist Cilt 1 Bölüm 3

[ A+ ] /[ A- ]

BÖLÜM 3 – DİBİ VAR MI BİLİNMEZ BİR YERALTI LABİRENTİ : BAB-I ALİ
   
Çevirmen: Alper
 

  Mekana böyle diyorlardı; ama üçüncü katmanına kadarki kısımları, Beş Kutsal Kilise’nin  eliyle düzenlemeden geçmişti.  Duvarlar, içine ışıktaşı konmuş fenerler ile donatılmıştı; bekçilik eden şövalyeler devriye gezerdi. Buralarda görülen Cisimsiz Mahluklar kolayca halledilebilecek düzeyde varlıklardı, zaten kendilerini pek sık göstermiyorlardı. Biraz bilgisi olan bir araştırıcı, yemekten sonra yürüyüş olsun diye gezebilirdi buraları.

  “Neden… aslında… tanrıça… lara…”

  Tina kesik kesik aldığı solukların arasından, fısır fısır şikayet ediyordu. Zavallının kuvveti hakikaten çok azdı. Neyse ki burada yol eğimli değildi de, dağdaki kadar zorluk çekmiyordu.

  “Labirent’in… hazineleri… adak… adandığı… halde.”

  “Şimdilik sana adak adayacak kimse yok, değil mi? Öyleyse, tek çare hazineleri bizzat bulmak.”

  Kiliseye dilekçe vermiş, Tina’ya geçici araştırıcı ehliyeti çıkarttırmıştı. Yanında garanti niyetine tam ehliyete sahip birinin bulunması şartıyla da olsa, Tina’nın kısa süreliğine araştırıcılık etmesine izin veren bir sistemdi bu. Tamirat ve hamallık gibi işler için Labirent’e kısa süreliğine işçi getirmek gerekince, her bir işçi normal prosedürü izleyip resmi araştırıcı ehliyeti alacak olsa bu, zaman ve emek açısından çok külfetli olurdu.

  İkinci katmana indiklerinde, kızın dinlenmesine izin verdi. Verir vermez de, Tina sırtını taş duvara yasladı, duvar boyunca kaykılarak sonunda yere oturdu.

  “Biraz, biraz daha kolay yollardan gitmeliyiz…”

  “Buralar zaten kolay yollar. Sen bu Labirent’te kaybolmamış mıydın? Diğer katmanlar daha beter değil miydi?”

  “O saygısız adamı kurtarmamızdan sonra olanları mı diyorsun? Doğrusu, pek hatırlamıyoruz. Panik halindeydik. Yaya yürüyerek kaç katman çıktık kim bilir…”

  “Eh, fiziksel kuvvetini biraz geliştirmen gerek. Baksana, Labirent’e dair ne kadar bilgin var?”

  “Hımmmm…” Biraz düşündükten sonra, Tina cevap verdi:

  “Burada Kutsal Emanetler var.”

  “Bu kadar mı?”

  “Kutsal Emanetlerde Kutsal Güç var, böylece Tina’ya kuvvet verecekler.”

  “Sadece kendini ilgilendiren şeyleri biliyormuşsun! Dediklerin doğru, gerçi. Ama Labirent’te bulunan her şeyde Kutsal Güç bulunmasını da bekleyemezsin. Dahası, Kutsal Emanetin içindeki Kutsal Güç bazen çok, bazen azdır. Senden farklı olarak, neredeyse hiçbir insan Kutsal Gücü duyumsayamaz. Fakat, Kutsal Emanet’in görünüşüne bakarak barındırdığı Kutsal Gücün büyüklüğünü tahmin etmek mümkündür.”

  Kutsal Emanetleri inceleyen dükkanlar da alıp satan dükkanlar da pek çoktu. Bunlar arasında en ustaları, elbette Kilise ve ‘Halif Birlikleri’ gibi organizasyonlar hesabına çalışanlardı; ama duruma göre sivil dükkanların yaptığı incelemeden daha isabetli neticeler çıkabiliyor, Emanetler iyi paraya satılabiliyordu. Bu sayede, ufak çaplı bir tüccar bile erbaplık işinde nam salar da Kutsal Emanet inceletmek için sürekli gelen müşteriler edinebilirse mesleğinde çok başarılı olabilirdi.

  “Kimi Cisimsiz Mahluklar, Kutsal Emanet bulup biriktirmek gibi bir huya sahiptir; bunlar genelde kendileri ne kadar kuvvetli ise o oranda güçlü Kutsal Emanetlere yönelirler. Tabii ki sakladıkları hazineye konmak için önce onları haklamak gerekir.”

  Hem güvenlik nedeniyle, hem bir çırpıda büyük paralar kazanmak gayesiyle, ekibe güçlü yoldaşlar almak en verimli stratejiydi. Yüksek seviyeli araştırıcı statüsüne sahip kişiler, farklı ekipler arasında çekişme meselesi olurdu.

  “Ha, demek Efendi’nin buraya tek başına inmesine sebep, dokuzuncu sınıf ehliyeti yüzünden kimsenin onunla ekip arkadaşı olmak istememesiymiş.”

  “Hiç çekinmeden istediğini söylüyorsun, değil mi? Eh, haksız da sayılmazsın.”

  Araştırıcılıkta yalnızca çok düşük bir seviyeye sahipti, Talim Okulu’na hiç gitmemiş sayılacak kadar kötü bir öğrenciydi. Kimse onu ekibine davet etmezdi. Şey, Alfredo gibi bir tek istisna hariç.

  “Ben aldırmıyorum. Yalnız kurt olmak hoşuma gidiyor. Cisimsiz Mahluklarla savaşmaktan kaçınma politikası uyguluyorum. Ah! Bir tanrıça başkalarını yaralayamazdı, öyle değil mi? Bu kural, düşman Cisimsiz Mahluk olduğunda da geçerli mi?”

  “Hı–hı. İçimizde, zarar vermeye karşı çok güçlü bir psikolojik engel var. Savunma bariyerleri kurabilir, mucize kuvvetiyle hareket etmelerini önleyebiliriz; hatta onları başka bir boyuta uçurabiliriz, ama…”

  “Bunları yapmak için de Kutsal Emanet yemek zorunda kalırsın. Nedense, güçlerini kullanmaya fazla fırsat bulamayacakmışsın gibi geliyor. Anlaşılan, araştırıcılığa yatkın değilsin.”

  “O yüzden tanrıçaya yakışan şey araştırıcılardan adak almaktır diyoruz ya. Yeri gelmişken, güçlü bir araştırıcı kaliteli Kutsal Emanet bulabilir demiştin. O zaman, dünkü şu Stephan denen zat, epeyce güçlü demektir, değil mi?”

  “Ah, o mızrağı diyorsun, değil mi?”

  “Hı–hı, acaip güçlü bir Kutsal Güç vardı onda. Aynı mızraktan bir tane bizde olsa, Silahşor çağıracak kadar güce kavuşabilirdik…”

  “Ona Ejder Dişi Silahı diyorlar. Duymuş muydun?”

  “Duymuştuk, ama hiç görmemiştik.”

  Ejderdişi taşı denilen bir Kutsal Emanet cinsi vardı. O cisimlerin, dehşet verici miktarda Kutsal Güç sakladığı söylenir; dünyada topu topu on iki adet bulunduğu, ‘Cisimsiz Ejder’ denilen korkunç güçlü Cisimsiz Mahlukların da onlara bekçilik ettiği anlatılırdı –bunlar efsanelerde söylenen şeylerdi. Nasıl ele geçirilebileceklerini bilen yoktu.

  Ejderdişi silahı denilen şey; bu kadim cevherlerin tanrıçaların gücü sayesinde işlenmesi ile yapılan, efsanevi denecek kadar nadir silahlardı –bir nevi Kutsal Emanettiler. Özelliklerine gelince… akıl almaz keskinlikte, hafiflikte, ve dayanıklılıkta silahlardı. Normalde gözle görülür bir cisimleri yoktu, sahiplerinin dileğine cevaben ortaya çıkarlardı.

  Altı çizilmesi gereken bir nitelikleri daha vardı: Kutsal Kalkanları kesip açabiliyorlardı.

  Tanrıçalar ve silahşorları, ayrıca bazı çok yüksek seviyeli Cisimsiz Mahluklar, kendilerini ‘Kutsal Kalkan’ denilen görünmez savunma duvarları ile korurlardı. Kelimenin tam manası ile aşılmaz kalkanlardı bunlar. Çok büyük Kutsal Güç taşıyan bir Kutsal Emanet yoksa delinemezlerdi. Tanrıçalara ait kalkanlar, Kutsal Kalkanlar arasında en sağlamları olarak nam salmıştı ve onlara, Ejderdişi silahları dışında hiçbir şeyin hasar veremeyeceği rivayet ediliyordu.

  Silahşorlerin beşi de, Ejderdişi silahları taşıyordu. Tanrıçaların, ellerinde beşten çok Ejdertaşı silahı varsa artanları yüksek seviyeden araştırıcılara bahşettiği söylenirdi. Araştırıcılara göre bu silahlardan birine layık görülmek, hem seviyelerinin yüksekliğinin hem de tanrıçaların güveninin delili idi. Araştırıcılar için, bundan büyük onur olamazdı.

  Stephan’ın mızrağı muhtemelen ‘Göğü Tutan Tanrıça’ya aitti, onun hediyesiydi. Yani, o silahı taşımaya layık bir araştırıcı olduğu o Tanrıça tarafından onaylanmış, şu ifadesiz suratlı gıcık herif kelimenin tam anlamıyla bir elit savaşçı olup çıkmıştı.

  “Herhalde çok pahalıdır değil mi, öyle bir silah?”

  “Birinci sınıf Kutsal Emanetler arasında bile tartışmasız en üstünü onlardır, paha biçilmez eşyalardır. Zaten sahiplerinin onları satması da söz konusu olamaz. Dükkanı satsam, parası öyle bir silaha süs diye eklenmiş iplik parçasını bile satın almaya yetişmez.”

  “Offf !”

  “O yüzden boş hayaller görmeyi bırak da dürüst yoldan para kazanmaya bak. Labirent’te şifalı otlar bulunur. Satılınca iyi para bırakırlar. Önce onların çeşitlerini, nerelerde yetiştiklerini öğreteceğim. Kalk bakalım, gidiyoruz.”

  “A, be –bekle, Efendi!” Tina, yanındaki kayaya elini dayayıp doğruldu ve aceleyle Yuuki’nin peşine takıldı.

*

  Beraberce içlere doğru ilerleyip, üçüncü katmandan dördüncüsüne inen basamaklara eriştiler. Orada, yüzlerinden düşen bin parça merdivenden çıkmakta olan birkaç araştırıcı ekibine rast geldiler. Yuuki, kalabalıktan birini yakalayıp sordu:

  “Hey, bir şey mi oldu? İri kıyım bir Cisimsiz Mahluk falan mı çıktı karşınıza?”

  Bu kademelerin yöresinde öyle şeyler çok nadir yaşansa da, Labirent’te yaşanan ciddi kazalar ve sıradışı vakalar hakkında bilgi paylaşmak araştırıcılığın yazısız bir kanunuydu.

  “Hayır, merdivenin öbür tarafında iki ekip arasında çatışma var. Her ikisi de ‘Halif Birliği’, yani bir süre buradan öteye geçemeyeceğiz.”

  “Ah be, amma sıkıcı bir durum…”

Yuuki teşekkür etti ve Tina’ya döndü: “Cisimsiz Mahluklara karşı değil, insan insana savaş. Adi bir kavgadan başka bir şey değil bu.”

“Neden meslektaşlarına karşı savaşıyorlar ki? Ganimeti paylaşmayı beceremeyip birbirlerinden mal çalmaya mı kalkıştılar acaba?”

“Öyle şeyler de olur bazen, ama bu seferki galiba…”

Yuuki, biraz düşündükten sonra lafı sürdürdü: “Ne dersin, gidip şunlara bir bakalım. Sen de bir kavga dövüş görsen iyi olur, tecrübe hesabı.”

Dördüncü kademeye inip biraz yürüyünce, kulaklarına kargaşanıın gürültüsü geldi. Demin duydukları haberler doğruydu: Galiba iki ekip, her an birbirlerine dalmak üzere, karşılıklı atışıyordu.

Burası sığ bir katman olduğundan, eni konu bir seyirci kitlesi toplanmıştı. Tina, olayı uzaktan seyreden bu insan seddinin arasından kafasını çıkardı… ve kaşlarını çattı.

“Bu dün dükkana gelen tip, değil mi?”

“Öyle gibi.”

Kavgadaki tarafların ilki, ‘Göklerin Halifleri’ ekiplerinden biriydi. Yuuki’nin dükkanına dalmış ekipti bu. Liderleri olan Stephan, büyük bir kılıç taşıyan Jahar, bakışları insanı rahatsız eden Berthold, iki tane de medyum.

“Diğer taraf da ‘Yıldızın Halifleri’ galiba.” Yani ‘Yıldızları Göğe Serpen Tanrıça’ için adanmış araştırıcılardı bunlar –Yuuki onları amblemlerinden tanımıştı. İleri kanat için üç ve arka kanat için iki elemandan oluşan bir ekipti bu –tıpkı Stephan’ın ekibi gibi.

“Bağımsız çalışan araştırıcılarda durum farklıdır ama, ‘Halif Birlikleri’ üyeleri arasında rekabet duygusu çok baskındır. Labirent’te gözle görülmez sınırlar vardır adeta, bir Halif Birliğinin kendi bölgesi saydığı yere diğeri ayak basmaz. Bassa bile bölgeyi sahiplenmiş ekibe dert çıkarmamaya çalışır. Ama, o sınırlara yakın yerlerde sık sık didişme çıkar.”

“Amma da aptalcaymış…”

“Bence de öyle ama, kavgaların ardı kesilmiyor işte. Can çıkar, insanoğlunun bu huyu çıkmaz. Bu civar ‘Göklerin Halifleri’ bölgesi yani Stephan’ların çöplüğü. ‘Yıldızın Halifleri’ buraya izinsiz girmiş olacak.”

Kilise dayanışmayı teşvik etse de, ‘Halif Birlikleri’ arasındaki çekişmeyi körüklediği de oluyordu. Rekabet, Kutsal Emanetlerin daha bol çıkartılmasına yarıyordu.

Esasen, ‘Halif Birlikleri’nin tüm hareketlerinden Kilise’nin haberi olurdu. Yani Berthold’un, ekibi tümden imha edildikten sonra kaçıp kurtulduğunu da, rakip kamptakiler biraz sorup soruşturup öğrenmiş olmalıydı. Yuuki gibi bu işi ancak ucundan tutmuş birinin bile haberi varsa, demek ki olayı herkes duymuştu. Ortada kavga olmasa bile, bu vesileyle birilerinin çıkıp laf sokmak, Berthold’un ekibinin haysiyetini incitmek isteyeceği aşikardı.

Ufak sürtüşmeler sık yaşanıyordu, bir diğer deyişle olaylar çoğu kez laf dalaşı kapsamından çıkacak kadar büyümüyordu. Fakat şimdi…

“Ulan senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” diye, avazı çıktığı kadar bağırdı ‘Yıldızın Halifleri’nden birisi.

“Alt tarafı gerçekleri söyledim. Sizin gibi yarım yamalak savaşçıların bize ayak bağı olmasından hoşlanmam, dedim. Yolumuzdan çekilin.” Stephan gizlemeye çalışmadığı, buz gibi aşağılayıcılıkla cevap vermişti.

 “Dene de gör bakalım yarım mıyız yamalak mıyız? Gebertirim seni velet.”

Adam, kafasını tek yanağı yukarı bakacak şekilde yana eğdi ve kılıcını kınından çekti.

Yuuki gözü, ‘Yıldızın Halifleri’ saflarında tanıdık bir yüze isabet etti. Başlangıç düzeyi eğitim alan bebeleri derse getirdiğinde, Labirent girişinde karşılaştıkları iri kıyım adamı görmüştü –bu ekip, onun ekibiydi.

İzleyenler sorumsuzca tezahürata başlarken, Yuuki içinde kötü bir önsezi duyarak yüzünü ekşitti. İnsanlar birbirlerine kızınca kolayca ölmekten öldürmekten bahsederlerdi, ama her ufak kavga cinayetle noktalansa bu dünyada canlı kalmazdı. Öldürmek bir yana, kim durup dururken ölmeyi göze alırdı ki?

Bundan ötürü, kavga genelde taraflar silaha sarılmadan biterdi. Kan dökülmeye başlanacak eşiğe gelene dek, iki taraf da kavgayı tırmandırır ama geri dönüşü olmayan noktadan önce fırtınayı dindirmenin bir yolu bulunurdu. Bu, buralarda herkesin sessizce kabul ettiği bir anlaşmaydı. Lakin, nadiren de olsa bu düşünüşe uymayan birileri çıkardı.

“Hepimiz tanrıçanın barış içinde yaşattığı hemşerileriz, ama… eğer bu düşmanlığı sonuna kadar götürmek istiyorsan…” dedi Stephan alçak bir sesle.

“Hemşeri mi? Bana ne lan bundan? Geçmek istiyorsan beni yolundan zorla çek bakalım.”

Dev yavrusu, herhalde tehditkar görünmek için, kılıcını Stephan’a doğrulttu, ucunu yukarı kaldırdığı kılıcı boşluğa doğru sapladı. Ancak, kaldırdığı kılıcı tekrar indirmek nasip olmadı. Çünkü bu hareketi yapar yapmaz, tam ortasından biçilip bir et kütlesine dönüşmüştü.

“Çok yavaşsın.” Birkaç adım geride duran Jahar bir sıçrayışta gelmiş, omuzuna asılı koca kılıcı korkunç bir hızla çekip savurmuştu.

“………!!” Yuuki, yanıbaşındaki Tina’nın nefesini tuttuğunu işitti.

‘Yıldızın Halifleri’nin adamları, dalaşmak için yanlış insanları seçmişlerdi. Jahar çok eğleniyormuş gibi kahkaha attı: “Kılıç çekmek demek, elbet öldürülmeyi de göze almış olmak demektir!”

Birkaç kişi, asık suratla olay yerinden ayrıldı; fakat seyircilerin çoğu heyecanlanmıştı: Müthiş bir tezahürat koptu. Araştırıcılar, ‘Ecel’ denen şeyi kanıksamış kimselerdi. Ezici bir güce sahip birinin özel saldırı tekniğini seyretmek, dalaşın kendileri ile alakası olmadığı müddetçe, sadece eğlenceydi.

Bir an cesaretleri kırılsa da ‘Yıldız’ ekibinin ileri kanadından sağ kalan iki adam, peşpeşe kılıçlarını çektiler. Canlarına yönelik her tehlikeye göğüs germek araştırıcılarda bir içgüdüydü, seçkin ‘Halif Birlikleri’ olarak onurlarını korumak zorundaydılar.

Fakat neticede ahmakça bir hareketti. İki tarafın dövüş yetenekleri arasındaki ayrım çok büyüktü. Göz açıp kapayıncaya kadar ikisi de can verdi: Biri, Jahar’ın kılıcıyla zırhında haç şeklinde bir yarık açılarak öldü. Berthold’un yatağanı diğer adamın iki kolunu da kopardı; sonra da, canının bağışlanmasını dileyen ağzının ortasından geçerek, başını gövdeden ayırdı.

‘Yıldız’ birliğinin geride kalan iki medyum, dizlerinin bağı çözülerek yere çöktüler.

“Hey, Stephan. Bunları da öldüreyim diyorum. Müsaade var mı?”

Stephan’ın hiçbir şey demeden iç çekmesini olumlu cevap saymış olacak ki Berthold, bulaşan kan akıp gitsin diye kılıcını sallayarak sadistçe sırıttı. Jahar denilen adam, savaş meydanına çıkınca neşeli bir deliliğe tutulan birine benziyordu; buna karşılık Berthold etrafa ürkütücü bir karanlık yaymaktaydı.

“Ev– veet, önce hanginizi keseyim? Cevap versenize! ”

Medyumlar, gözlerinin önündeki ölümden uzaklaşmak istercesine, taş döşeli zeminde ağır hareketlerle kımıldandılar. Düşmanla bu kadar yakında olunca, sihirlerini söylemeye yetecek zaman bulamazlardı; hiç şansları yoktu. Kaçamayacak, ayaklarını oynatamayacak kadar korkuyorlardı.

Berthold, onların bu halini alaya alır gibi, ağır ağır saldırı pozisyonuna geçti, kılıcını savurmak üzere kaldırdı…

“Dursana artık, akıl fukarası! ”

“Ha?”

O saniye ufak tefek bir gölge atıldı, yatağan ile onun keseceği adamların arasına girdi. Kılıç bu yeni gelen kişiyi kesmek için rota değiştirdi, gümüş rengi bir pırıltıyla gölgenin boynuna yöneldi.

“Salak!” Yuuki son anda Tina’yı yakasından yakaladı, kızı çekip aldı. Bir yandan da onun boynuna inmek üzere olan kılıca yandan bir tekme atmış, onun yörüngesini değiştirmişti. Berthold’un yatağanı kızın saçlarını yalayıp geçti.

“Savaşmak istemeyenleri öldürmek olmaz!” Tina, Yuuki’nin kolları arasında debelenip çırpınarak bağırdı. “Araştırıcılar, adil ve meşru araştırma yaparak rekabet etseler daha iyi olmaz mı! Sizde onur diye bir şey yok mu!”

“Nereden çıktı bu velet! …Hımm, seni bir yerde gördüm mü ben, evvelden?”

“Velet değiliz biz!” Yuuki’nin elini kenara ittirdi, gözlerini mağrur bir edayla Berthold’a dikti.

“Albertina adında, kentinizi koruyan bir tanrıçayız!”

“………”

Berthold gözlerini iki, üç defa kırpıştırdı; omuzları sarsılmaya başlıyordu.

“H –hı, ha, HAHAHAHAHA! Ah, ah, hatırladım. Sen, o çerçöp dükkanındaki küçük karı değil misin? Neydin neydin, hayalcilik huyun mu vardı, öyle bir şeydi…”

“Hayal filan de…”

Berthold öfkeyle itiraz eden Tina’yı görmezden geldi, Yuuki’ye yaklaşıp onun yakasına yapıştı. “Sana ne dediğimi hatırlıyor musun, hurdacı? Onu güzelce azarla demiştim hani?”

Yuuki, cevap vermeye çalıştığı an yanağına balyoz gibi bir yumruk yedi. Ağzına demir tadı gelmişti.

“Bu da yetmezmiş gibi tam avımı vuracakken elimdekine tekme attın ha?”

“O, o iş bu çocuğu korumaya çalışırken ayağım kazara değdiği için oldu.”

“Orasını anladık. Bilerek tutturabilir miydin ki? Niyetin neyse neydi, benim eşyama pis ayağını sürmene tahammül edemem.”

Tekrar bir yumruk!

“Kimin sayesinde bu şehrin korunduğunu velede öğretsen iyi edersin.”

Berthold’un siniri herhalde geçmişti, Yuuki’yi bırakıp yere tükürdü ve uzaklaştı.

“E –Efendi!” Tina, ağlamaklı bir yüzünü Yuuki’ye çevirdi, Stephan’a öfkeli bir bakış attı.

“Sen lider değil misin! Neden bu şiddete izin veriyorsun!”

Sorusuna cevap beklememişti, ama oğlan buz gibi bir ifadeyle kısa bir yanıt verdi:

“Güç her şeydir. Bu Labirent, böyle bir dünya.”

Bunu söyledi ve ilgisini kaybetmişçesine yürüyüp gitti. Jahar, enteresan bir şeyi inceler gibi Tina’ya şöyle bir baktıktan sonra onu takip etti. Stephan’ın ekibindeki iki medyum, liderlerinin peşinden yürüdü. En son, kendi öldürdüğü adamın cesedine bir tekme savurduktan sonra, Berthold da aşağı kata doğru indi ve gözden kayboldu.

‘Yıldızın Halifleri’nin medyumları, deminki hırgür sürerken sıvışmışlardı. İzleyenler de dağılınca Labirent, her zamanki görüntüsüne geri döndü. Tek fark, geride bırakılan cesetler ve yerdeki kan gölüydü.

“Sakinleştin mi?”

Bu soruyu duyunca, Tina başını kaldırıp hiddetle Yuuki’ye baktı.

“Sa –sakinleşebilir miyim hiç! Neden onlara bir şey söylemedin! O zorba, o kibirli…” Kızın asabı o kadar bozulmuştu ki sözcükler boğazında düğümleniyordu. Cümlenin gerisini getiremedi.

“Eh, Labirent’ten gelme Kutsal Emanetlerin tanrıçalara adanması bizim kenti muhafaza ediyor da ondan. Bu görevdeki başarısı herkesten üstün ‘Halif Birlikleri’nden kim şikayetçi olabilir ki?”

“Efendi, seni böyle aşağıladıkları halde neden bu kadar sakinsin?”

“Tüccarlar kar – zarar hesabına göre hareket ederler çünkü. Ardını düşünmeden ona buna diklenmenin tek kuruş bile getirisi olmaz bana.”

“Öyle de olsa! …” Tina ufacık ayağını yere vurdu. “En azından Tina istediği gibi davransa olmaz mı? Neden bizi durduruyorsun! Nasıl olsa o Berthold denen tip, bu bedende bir sıyrık bile açamazdı!”

Her ne kadar iyi bir kılıç ustası da olsa, Ejderdişi taşından yapılma silahı olmadan Tina’yı yaralaması imkansızdı. Yatağan ile kesmeye kalkışsa, alacağı tek netice kendi elini incitmek olurdu herhalde.

“Fakat, Stephan beyzademizin bir Ejderdişi silahı var, hatırlarsan…” Tabii o da, bir sürü şahidin önünde küçük bir kıza mızrak saplayacak kadar akılsız olamazdı, orası ayrı. “Ayrıca, kılıçla sert bir darbe aldığın halde incinmezsen sende bir fevkaladelik olduğu apaçık ortaya çıkar. İnsanlar, kavrayışlarını aşan şeyler karşısında korkuya kapılırlar. Tıpkı daha önce, Berthold’u kurtardığın zaman canavar muamelesi görmen gibi. Aynı şey başına tekrar gelsin mi istiyorsun?”

“…………”

“Kılıcını çeken insanın öldürülünce, ektiğini biçmiş olur. Kavganın kazananı kaybedeni belli olduktan sonra ceset üstüne ceset yığmaya kalkışmak ise, elbette aşırıya gitmektir. Başka kimse bir şey yapmazsa, ben onları ikaz edip durdurmaya çalışırdım sanırım… Sen iki hayatı kurtarmayı başardın. Bu kadarı kafi değil mi?”

“Ama…”

Tina’nın duygularını dizginlemekte zorlandığı belliydi. Gözleri yaşlarla dolmuştu.

“Ama insan insanı öldürüyor, hele de görenler bundan eğleniyor! Hele de Tina’nın gözü önünde! İnsanları korumak için yaşayan bir tanrıçanın önüne yaşanıyor bunlar! Bu, araştırıcıların gerçek yüzü mü? Biz buna nasıl katlanacağız? Böyle şeyleri, normaldir deyip kabul etmek zorunda mıyız?”

“………”

Yuuki diyecek bir şey bulamadı. Bir süre sonra, Tina derin bir nefes aldı: “Özür dileriz, sesimizi yükselttik. Efendi, Tina’yı korumak için kendini ortaya atmıştı halbuki. Canın yanıyor mu?” Küçücük elini uzattı, Yuuki’nin ağzındaki kanı sildi.

“İyiyim ben. Önemli bir şey değil.”

“Kutsal Gücüm olsa hemencecik iyileştirebilirdim. Bu haliyle Tina hakikaten hiç işe yaramıyor.” Tina, acı acı gülümsedi. “Böyle bir faciaya yol açsalar da başları derde girmez mi bu adamların?”

“Labirentin içinde olan şeyler için girmez.”

Kent sınırları içinde insan öldürmek yasaktı elbette. Orada kan dökeni Kilise Şövalyeleri hemen enseler ve yargı önüne çıkarırdı. Fakat yasaların gücü, genellikle yeraltına dek uzanmazdı. Labirent’in sessizce kabul edilen uzlaşmalarından biri de, burada yaşanan her elim olayın kaza sayılmasıydı. Bir vaka meydana geldiğinde içeri şövalye birlikleri gönderip inceleme yapmak zordu, yaşamını yitiren her araştırıcı için ayrı ayrı soruşturma açılsa bu işin sonu gelmezdi.

“Güç herşeydir. Bu Labirent, böyle bir dünya.” Stephan sözlerinde haklıydı. En azından, gerçeğin bir boyutu buydu.

“Eh, ben de bu kana susamış işlerden hazzetmiyorum. Ne de olsa ben de buralarda dolaşarak para kazanıyorum.” Yuuki, kendini aşağı görür bir tavırla güldü.

Halbuki eskiden her şey ne kadar farklıydı…

“Efendi? Bir şey mi oldu?”

Tina’nın sesi, Yuuki’yi kendine getirdi. “Ah, yok bir şey. Haydi, ilerleyelim. Burada dikilmenin yararı yok. Daha Labirent’in üst katmanlarındayız, şövalyeler birazdan naaşları kaldırmaya gelir nasılsa.” Aşağı katmanlarda ölenler ise Cisimsiz Mahluklara mama oluyordu.

Ne kerametlerin kudreti ne de Tanrıçaların mucizeleri ölenleri diriltebilirdi. Doğa yasaları böyle buyuruyordu.

“Şey… böyle durumlarda, siz insanlar ölenlere hürmetinizi nasıl gösterirsiniz?”

“Immm, dini törenlerin detayını ben de bilmiyorum, ama genel olarak şöyle:” Yuuki, üç cesede doğru döndü, eliyle boşlukta bir yıldız işareti çizdi. Ve dua etti:

“Göklerin sahibi Tanrı, bu cesur kullarını huzuruna kabul eyle. İlahi merhametinin defterine onların isimleri yazılsın, huzur içinde yatsınlar.”

* * *

 “Ah, çok geçmiş olsun…”

Franca, bir yandan yürüyor bir yandan da başını sempatiyle sallıyordu. Tina’nın geçen gün karıştığı söylenen Halif Birlikleri arası çatışmanın haberini duymuştu.

“Franca da, nasıl desem, öyle tehlikeli münakaşalara giriyor mu?”

“Yok canım.” Yanıt, acı bir gülüşle beraber gelmişti. “Bay Yuuki sana anlatmıştır. Onlar, birbirleriyle rekabete çok önem veren Halif Birliği mensupları. Biz hiçbir yere bağlı olmadan, ufak ufak çalışıyoruz sadece. Gerçi, araştırıcıların birbirleriyle kavga etmeseler de hayatlarını kaybetme ihtimalleri vardır. Her zaman tehlikeli bir yerdir, Labirent.”

Cisimsiz Mahlukların saldırıları, bilinmeyen tuzaklar, talihsiz kazalar… ölüm nedenleri türlü türlüydü. Fakat pişman değildi –kendisi gibi genç bir kız bile, karnını doyuracak parayı bu meslekten kazanabiliyordu. Franca’nın düşüncesi bu yöndeydi.

İki kız yanyana gelmiş kentin ana caddesinde yürüyorlardı. İstikametleri, kentin yukarı bölgesi, Büyük Katedral’in önündeki Büyük Meydan’dı. Tina, önceden beri kukla tiyatrosu seyretmek arzusundaydı; ikisi boş zamanlarını uydurup beraberce gitmeye karar vermişlerdi. Bugün Büyük Meydan’da kukla oynatılıyor olmalıydı, şimdi acelesiz adımlarla oraya doğru gidiyorlardı. Yol bir tepeye doğru hafif bir eğimle yükseliyordu. Fakat yürümeyi zorlaştıracak kadar dik bir yokuş yoktu.

“Benim babam da araştırıcıydı, bir Halif Birliği’nin üyesiydi. Ama, araştırma yaparken bir kaza geçirdi… neredeyse üç yıl oluyor.”

“Demek öyle…” Tina’nın yüzü acıyla burkulmuştu, sesinin tonu değişmişti. Franca ona bakıp: Ne iyi çocuk… diye düşündü.

“Ah, özür dilerim. Ben iyiyim, benim adıma üzülme, olur mu? Kendimi toparladım artık, babam hakkında konuşabiliyorum. İlk başlarda, çok üzgündüm ve bunalmıştım ama… o günlerde, Bay Yuuki bana çok yardımcı oldu.”

“Efendi mi?”

“Annem erkenden vefat etmişti, kardeş desen… bizimle beraber yaşayan kardeşim de yoktu. Yapayalnız kaldığım sırada, biraz çetrefil bir belaya bulaştım.”

Sır niyetine saklanacak bir şey değil, anlatayım gitsin… Böyle düşünen Franca, söze devam etti: “Babamın borçları vardı.”

Franca’nın babası, insanlara yardımı seven, emri altındaki insanlara harçlık veren, borç alacakları zaman onlara kefil olan, kısacası başkaları için sık sık para sarfeden bir adamdı. Hesapsızca para ödünç alacak birisi değildi, ama birdenbire ölünce borçlarının ödenmesi aksamıştı.

Bir başına kalan Franca, borçlardan tamamen habersizce, üzüntüsüne gömülmüş halde yaşıyordu. Bir süre sonra kapısına alacaklılar dayanmış, kendine gösterilen senet kağıtlarında yazan rakamları okuyunca dehşete düşmüştü.

“Faiz işledi böyle oldu dediler ama, aslında hesabı dürüstçe yaptıklarından kuşkuluyum. Ama hesapta hile yaptılarsa bile, bunu ispatlamam imkansızdı. Paradan hiç anlamazdım, çakal tipli adamlar her gün evime geldikçe korkuyordum. Elimdeki para hiç mi hiç yeterli değildi, evde para edecek ne varsa satmak zorunda kaldım.”

Babasından miras kalan birkaç adet Kutsal Emanet vardı. Başına bir şey gelirse Franca sıkıntı çekmesin diye bir kenara ayırdığı eşyalardı bunlar. Alacaklılar, bunları satıp geliriyle borçları kapatmak şart, diye ısrar etmişlerdi. Eşyalar resmi olarak Franca’ya aitti, bu yüzden eşyalara kıymet biçecek erbeba kızı da götürmüşlerdi. Dükkanda, Franca’ya eşyaların beş para etmez şeyler olduğu söylenmişti.

“Öyle olamazlar, diye düşündüm. Babam, çok usta bir araştırıcıydı. Kutsal Emanetlerin değerini doğru tahmin etmiş olmalıydı. Ama benim Kutsal Emanetler hakkında bilgim hiç yoktu, itiraz edemedim.”

Kutsal Emanetler satılsa da borcun kapanmayacağı belliydi. Artık, Franca’nın satılığa çıkarabileceği iki şey kalmıştı: Yaşadığı ev… ve kendisi. Alacaklılar, böyle söylüyordu: ‘Kendini de satabilirsin.’ Bu cümlenin manasını yarım yamalak da olsa anlayan Franca’nın, üzüntüden eli ayağı tutmaz olmuştu.

O sırada…

“İyi malmış doğrusu.”

Birden, böyle diyen bir ses duymuştu. Dönüp baktığında, erbabın dükkanının kapısında durmuş içeriye bakan genç bir oğlan görmüştü. Franca’dan iki üç yaş daha büyük görünse de, tanıdık birisi değildi.

“Bunların hepsi en az ikinci seviye. Siz ne kadar değer biçtiniz bunlara, bayım? Ah, bu zırhlı kolçak çok iyimiş! Bir savaşçı görse iki bin, hayır üç bin dinar basardı buna.”

“Sen de kimin nesi oluyorsun?” Dükkan sahibi böyle demiş ve Franca’nın babasından yadigar Kutsal Emanetleri kucaklamıştı. Sanki onları, oğlanın gözlerinden kaçırırcasına.

“Ben mi? Ben, şu karşıdaki dükkanın çalışanıyım. Demin geçiyordum da, sizi bu eşyaları incelerken gördüm. Ben de erbaplık eğitimi alıyorum da, sizin engin bilginizden istifade etmek istedim… dermişim.”

Oğlan sırıtıyordu. Bu gülüşte tuhaf bir şeyler var, diye düşünmüştü Franca.

“Meşgulüz şimdi. Bas git velet.” İri kıyım bir alacaklı, en ürkütücü tavrını takınıp çocuğun üstüne yürümüş, onu göğsünden ittirmişti. Bunu yapar yapmaz da, bir gövdenin yere yuvarlanırken çıkardığı ses işitilmişti.

Düşen, oğlanın değil adamın gövdesiydi. “A–aa! Ayağınız mı takıldı? İyi misiniz bayım? Ah, eyvah. Baygınlık geçiriyor bu.” Franca’ya hiç de ayağı takılmış gibi görünmemişti ya, adam gerçekten de şuurunu yitirmişti.

“Sen, Boris’in dükkanındaki çocuk musun?” demişti dükkan sahibi nefretle.

“He ya. Sizinle de birkaç kez rastlaşmıştık değil mi? O neyse de, şu Kutsal Emanetlere kaç fiyat biçtiniz, ondan bahsediverin hele. Ben mi siz mi, hangimiz eşyaya daha isabetli fiyat biçiyoruz bir görelim, görmek için de şu eşyaları loncaya bir gösterelim diyorum…”

“O gelen çocuk Efendi miydi?”

“Öyle ya, Bay Yuuki’ydi: Normalde Kutsal Emanetin ederi öğrenileceği zaman birkaç dükkan gezilir ve farklı kişilerin fikri sorulur, dedi bana.” Franca bunu yapamasın diye, alacaklılar yanına takılıp onu istedikleri erbaplık dükkanına götürmüşlerdi. Kız, tefecilerle ortak çalışan ahlaksız bir tüccarın eline düşmüştü yani.

“Borç senedinin yüzde altmışını ben öderim. Bundan sonra Franca’ya el uzatılmayacak.”

O günlerde henüz sağ olan Boris, tefeci çetesine böyle demişti.

Franca borç ödemek için gereken parayı ‘Boris’in Dükkanı’ndan ödünç almış, karşılığında babasından kalma Kutsal Emanetleri rehin vermişti. Yuuki’den, bir yetimin bile araştırıcı olarak kendisini ortaya koymasının mümkün olduğunu öğrenmişti. Yuuki, Talim Okulu’na gidiyordu. Franca da hiç tereddütsüz okula kaydolmuş, öğrenebildiği tüm sihir tekniklerini aklına kazımıştı. Onu Alfredo ile tanıştıran da Yuuki’ydi.

Babasından kalma yadigarları bir bir rehinden kurtarıyordu. Dükkanda hala birkaç tane Kutsal Emaneti kalmıştı.

“Böylece bugüne geldim. Bay Yuuki’ye de, rahmetli Bay Boris’e de ne kadar teşekkür etsem azdır doğrusu.”

“Demek öyle…”

Tina hikayeyi uslu uslu dinlemişti, şimdi de dinledikleri aklına yatmış gibi kafa sallıyordu. “Demek bu yüzden Franca bizim Efendi’yi çok seviyor.”

“Hı?” Franca birdenbire kulaklarına varana dek kızardı. “Ha? Ne? Ni, ni, niye şimdi…”

“Franca, Efendi ile konuşurken, hatta Efendi hakkında konuşurken de, yüzünden mutluluk okunuyor. Sevinince çok güzel oluyor Franca… gördükçe biz de seviniyoruz.”

“Tina, sen de seviyorsun, değil mi? Şey… Bay Yuuki’yi.”

“Tina da seviyor, sevmez mi? Artık anladık ki, o dıştan bakınca kötü kalpli birisi ama içi iyi kalpli. Çok ilginç bir insanoğlu, bizim Efendi.”

Tuhaf şey, diye düşündü Franca: Çocuk iki basit cümleyle onu ne kadar güzel tarif etti!

O bir yana…

Tina’nın ‘sevmek’ derken kastettiği şey, benim düşündüğüm sevgiden farklı galiba.

Kız daha küçüktü, herhalde iki tür sevgiyi birbirinden ayırt edemiyordu. Franca bir yandan rahatladı, bir yandan da suçluluk duydu. Aaah, onunla aynı çatı altında yaşayan kim olursa olsun kıskanmadan edemiyordu.

“…dükkanda, gececi kalarak çalışacak bir çırağa daha yer yok mu acaba?”

“Hımm? Franca da tüccar olmak mı istiyor? Zor bir meslek galiba. Efendi, gece olunca defterlere baka baka, yok paraydı yok vergiydi, fısır fısır söylenip duruyor.”

“Ama insanların el ele verip zorlukları paylaşması da bir mutluluktur.”

O: ‘Kusura bakma, benim yüzümden buraya tıkılıp kaldın’ dese…

Ben: ‘Üzülme, sen yanımda olduktan sonra ben mutluyum’ diyerek gülümsesem.

…aaah! Ne iyi olurdu.

Çok güzel olurdu, kısa sözlerle hoş beş ederken aşk aralarında kök salsaydı. Bugüne dek kimbilir kaç kez hayal ettiği: ‘Onunla Benim Mutlu İstikbalimiz: Önizlemeler Dosyası’ içinde ilk üçe girecek bir aşk filizlenme sahnesiydi bu. Bu senaryoyu güzelce hafızasına kaydetse iyi olacaktı doğrusu: Franca kıkır kıkır güldü.

“Baksana, araştırıcılık eğlenceli midir?”

“Efendim?” Bu apansız soru onu gerçek dünyaya geri getirmişti. “E… şey, hobi olsun diye yapmıyorum, çok da eğlenceli diyemem doğrusu. Neden sordun?”

“Nasıl desem? Franca, sen baban vefat edince gönlüne göre iş seçecek durumun kalmadığı için araştırıcı olmuşsun, değil mi? Kaderine… tanrıçalara lanet etmiyor musun? Her şey başka türlü olsa Labirent’e inmeden yaşayabilecektin.”

“Hayır, hayır. Bu mesleği ben seçtim. Hem para kazanmak zorundaydım, hem de babamın ayak izinden gittiğim için mutluydum. Şey… başka nedenler de vardı.”

Franca gülümsemeyi denedi. Yaptığı seçimden pişman olmadığı doğruydu. “Benim için Labirent’e inmek sadece bir iş değil, hayatın bir parçası oldu artık. Tanrıçalar için: Labirent’i de bizi de esirgesinler, diyebilirim.”

“Her insan kendine göre, her biri birbirinden farklı.” dedi Tina fısıldarcasına.

Franca, içinden: ‘Göklerin Halifleri’ ve ‘Yıldızın Halifleri’nin birbirini öldürmesini izledikten sonra bir sürü şey düşünmüş olmalı… diye geçirdi. Ne zaman bir insanın ölüşüne bakmak zorunda kalsa, Franca’nın bile adeta dünyası kararıyordu. Böyle şeyler hiç meydana gelmese ne güzel olurdu!

Şu ‘Halif Birlikleri’ yok mu

Bu tabir aklından geçince, Franca üzerine bir gölge düşmüş gibi hissediyordu. Bir sürü şey hatırında canlanıyordu… hatırlamak istemediği, düşünmek istemediği şeyler. Şüphe ve güvensizlik, öfke ve üzüntü; ve daha başka, adını koyamadığı bir sürü olumsuz duygu ile birlikte.

Hayır, hayır… bugün Küçük Tina’yı götürdüğüm kukla tiyatrosunu, neşeyle seyretmem gerek. İçinden böyle söyleyen Franca, Tina’ya döndü:

“Baksana, meydan buradan görülüyor.”

“Öyle… dükkanların olduğu mahalleden çok farklı, buraların manzarası.”

“Doğru ya, sende hafıza kaybı vardı. Bak şu meydanın yanındaki, Büyük Katedral. Onun ilerisinde, tepeyi daha da çıkınca, tanrıçaların varlıkları ile onurlandırdığı Kutsal Mabed var. Beş tane vardır bunlardan, biliyor musun?”

“Hımm, demek orası. Franca, hiçbir tanrıça ile karşılaştın mı?”

“Yok canım. Hiç tanrıça görmedim, silahşor de görmedim tabii.”

Hiç düşünmeden gülümsedi. Tanrıçaları gözüyle görmüş bir insan var mıydı ki? Silahşorlerin, Labirent’te zuhur ettiği söyleniyordu ama hiç bir silahşor görmemişti. Herhalde, yalnızca en yüksek mertebeden araştırıcıların Labirent’in en derin katmanlarında karşılaşabileceği kişilerdi silahşorler. Franca gibilerle bir alakaları yoktu.

Fakat, onların mevcudiyetini insan hep hissediyordu. ‘Büyük Yutan’, bariyer sayesinde Kemirme yapmaktan alıkonulmuştu; iklim istikrarlıydı ve hasat hep bereketliydi… bunlar, tanrıçaların mucizeleri olmadan olamazdı. Mabedlere adanan Kutsal Emanetlerin ödülü olarak, mucizelerin gerçekleştirilebildiği söyleniyordu. Bu şehrin insanlarının yaşantısı, tanrıçalarla birlikte devam ediyordu.

“Hey, daha başlamamış!” Tina sesini yükseltip adımlarını çabuklaştırdı.

“Öğleden sonraki tiyatro, çan saat biri vurduktan sonra başlayacak. Acele etmesen de yetişiriz!” Franca böyle söyleyerek kızın peşinden gitti.

*

Jahar, katedralden çıkıyorken: “Ah, ne sıkıcı!” diye bağırdı. “Bu ne yahu? Belge, belge, mühür, mühür, formaliye mormalite… neden Labirent’e inmek için bu kadar çok izin almaya gerek var ki?”

“Çünkü biz ‘Göklerin Halifleri’yiz.” diye yanıtladı Stephan.

Şimdilik, Labirent’in bilinen altmış iki katmanı vardı: ‘Göklerin Halifleri’nin tuttuğu kayıtlarda, bu katmanların her biri hakkında bilgi vardı. Daha derin bir katmana inmek için, önce yeni katmana gitmeyi planladıklarını Beş Kutsal Kilise’ye bildirmeleri gerekiyordu. Resmi olarak amaçları alt katmanların haritasını çıkarmaktı; ve Berthold’un tanık olduğu o insan biçimli Cisimsiz Mahluk’u bulmak.

‘Halif Birlikleri’nin elit savaşçıları, bu şehrin insan sermayesiydi. Onları biraz olsun verimli kullanmak, gereksiz yere ölmelerini önlemek için her birliğe, geniş çaplı bir araştırma planladıkları zaman bunu önce Kilise’ye bildirme mecburiyeti getirilmişti. Bu, Kilise’den destek talep etmek için değildi. Aşağı inen gruptan haber alınamayacak olursa peşlerinden, yaralananlara ilk yardım uygulayıp Labirent’ten çıkaracak birileri gönderilsin diyeydi.

“Kafamıza göre pat diye insek, kafamıza göre hop diye araştırma yapsak daha iyi değil mi? Zaten bu Kilise adamları elimize bakıyor, onlara ağzımızı eğip de yardımlarını dilemeye ne lüzum var?”

“Bu sefer büyük bir hedefin peşindeyiz de ondan. Başarı ihtimalimizi arttırmak için hiçbir zahmetten kaçınmam.”

Harita çıkarmak, şu malum yaratık var mı yok mu diye keşif yapmak… yalan yoktu, bunları zaten yapacaklardı. Fakat ‘Göklerin Halifleri’ olarak asıl büyük hedefleri, başkacaydı: Bu dünyadaki en değerli Kutsal Emanetlerden birini, ‘Beyaz Karların Ejderdişi Taşı’nı elde etmekti.

Önceki ekibi öldükten sonra tek başına geri dönen Berthold, verdiği ifadede bu taşın varlığından söz etmişti. Stephan, adamı ekibine katıp bu en yüksek dereceli Kutsal Emaneti ele geçirmek istemiş; bu isteğini Birlik’e iletmiş ve gereken izni koparmıştı. Mecburen, ‘Gökleri Taşıyan Tanrıça’nın gösterdiği bir mucize ile Berthold’ün kopuk kolu iyileştirilmiş, adam Stephan’ın emrine verilmişti.

Ejderdişi Taşı hakkındaki bilgiler sır olarak saklanıyordu. Diğer ‘Halif Birlikleri’nin aynı avın peşine düşmesini engellemek şarttı.

“O haydi neyse de, sen şu Berthold denen herifin sözüne inanıyor musun? Ejderdişi taşıymış bilmem neymiş, bunlar bana efsane gibi geliyor.”

“Adamın kafası, kendini korumaya çok iyi çalışıyor. Yalan söyleyecek olsa herhalde daha kolay inanılacak bir şey uydururdu.” Ayrıca, Birlik’in üst rütbeli azaları da Berthold’ün anlattıklarını dinlemiş ve adamın, doğruyu söylediğine hükmetmişlerdi. Stephan’a sadece, görevi üstlenmek için ekibi adına gönüllü olmak kalmıştı.

“İyi, anladık da… offf, gene de bu kağıt işleri zaman israfı gibi geliyor bana.”

“Canım çok sıkılıyor, ben de sizinle geleyim diyen sen değil miydin? Haydi, yatakhaneye dönelim.”

Büyük kılıçlar kullanan bu adam, kısa zaman önceye dek adı sanı bilinmez, bağımsız çalışan bir araştırıcıydı. İnce yapılı bünyesine bakanın hiç ummayacağı kadar mükemmel bir kılıç ustasıydı. Okulda, sınav olarak girdiği tüm müsabakaları kazanmıştı. Herhalde bugüne, sırf bu çiğ gücünü kullanarak gelmişti. Üçüncü dereceden araştırıcı ve savaşçı sertifikası vardı.

Jahar’ın karakter sorunları vardı, sık sık şiddete başvurup olay çıkarıyordu. Kendini tutamayıp kavga çıkaran bir tipten ziyade, dövüşmeyi çok sevdiği için kavga çıkaran biriydi. Tasmasını sıkı sıkı tutmak gereken bir adamdı.

Saat öğleden sonraydı, Büyük Meydan çok canlıydı. Büyük Katedral’den çıkınca insanın gözü, kuklalar için kurulmuşa benzeyen bir tiyatro sahnesine isabet ediyordu. Toplanan insanların sayısından, piyesin başlamak üzere olduğu anlaşılıyordu.

*

Franca ve Tina, sahneye en yakın sıradan yer kapmayı başarmışlardı. Sahnelenecek oyun: ‘Kar Kılıcının Kralı ve Karanlık Şeytan’ın hikayesiydi.

“Efendi, Franca’nın böyle tiyatrolar hakkında çok şey bildiğini söylemişti.”

“Bilgili miyim, değil miyim o tartışılır ama sevdiğim doğru. Sık sık tiyatro izlemeye giderim.”

“Bu oyunun nasıl bir hikayesi var? Daha önce, oyunu ortasından biraz izleyebilmiştik ama pek de iyi anlayamamıştık doğrusu.” Tina bunu söylerken, sanki önemli bir şeyi fark etmiş gibi gözlerini irice açtı: “Ama oyunun öyküsünü öğrenirsek eğlencesi kaçmaz mı? Boşver. En iyisi hiç sormamış olalım.”

Franca’nın üstüne ister istemez bir gülme geldi. Hafızasını kaybetmiş birine gülünmezdi, tabii; ama dünyadaki her şeyi ilk defa görüyormuş gibi davranan bu kız da çok şekerdi.

“Haklısın, haklısın. Öyleyse, ‘Kar Kılıcının Kralı’ hakkında birazcık ön bilgi vermekle yetineyim.”

“Hı–hı, lütfen.”

“Denilene göre, aşağı yukarı yüz yıl önce olmuş bir olay bu. İnce yapılı birisi, tam bir hafif siklet. Dıştan bakınca, sanki küçük bir oğlan çocuğu gibi göründüğü yazılıyor, eski kitaplarda.”

Bu nedenle, ‘Kar Kılıcının Kralı’nı tiyatroda sık sık genç, efemine aktörlere oynatırlardı: Franca’nın çok beğenmediği tiplere yani. “Hiç de kuvvetli gibi görünmese de, aslında çok ama çok güçlüymüş. Gözle görülmeyecek bir çabuklukla, göz açıp kapana dek Cisimsiz Mahluk’ları dilim dilim kesecek kadar güçlüymüş. Ve onun kullandığı silah…”

“Ah, onu biliyorum. Bembeyaz bir kılıç.”

“Aynen öyle. Tanrıçalar, onu silahşor ilan etmişler; o da, ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’ni yenip eline bir ejderdişi taşı geçirmiş. Böylece, Ejderdişi Taşı Silahı olarak ona, ‘Nyx’ de denilen ‘Byeaz Karların Kılıcı’ armağan edilmiş.”

“Hı–hı.”

“Silahşorler asla yaşlanmadığı için, onlarca sene boyunca görev yapmaları olağandır. O yüzden, bir silahşorun tüm hayat öyküsünü tiyatro yapacak olsalar oynamaya da, izlemeye de kimsenin zamanı yetmez. Silahşorler arasında en çok macerası olanlardan biri Kar Kılıcının Kralı’dır. Sadece en meşhur maceralarını saysak bile ortaya en az on tane hikaye çıkar. Şimdi seyredeceğimiz, onun hayatının son yıllarını anlatan bir efsane. En güçlü düşmanı ile yaptığı savaş hakkında, çok heyecanlı bir öykü bu! Herhalde, bugüne kadar adını duyduğumuz tüm silahşorlar arasında en çok sevileni odur; her bir macerası pek çok tiyatro yazarının kaleminden geçmiştir. O yüzden ne zaman izlesem ‘acaba bu yazar hikayeyi nasıl bitirecek?’ diye meraklanırım.”

“Demek öyl…”

“Fakat, gerçek hayatta ‘Kar Kılıcının Kralı’nın sonu çok trajik olmuş diyorlar. Tanrıçası nedense ona çok hiddetlenmiş; bu yüzden ‘Kar Kılıcının Kralı’ umudunu ve savaşma isteğini yitirmiş. Yenilmiş ve ölmüş. O yüzden, hikayenin o kısmını tiyatroya koymuyorlar. Kimse izleyenleri boş yere üzmek istemez.”

“Her tanrıçanın bir silahşoru var. Aslında ben de onlardan birini görmek isterdim; ama biriyle karşılaşma fırsatı ömür boyu karşıma çıkmaz gibime geliyor. Bir sürü Birinci Sınıf araştırıcı güç birliği etse de boy ölçüşemeyecekleri kadar kuvvetli, nereden geldikleri gittikleri kimseciklerce bilinmeyen, isimsiz kahramanlar onlar. O yüzden herkes onların cazibesine kapılıyor, hikayeleri kuşaktan kuşağa aktarılıyor… bir şey mi oldu?” Tina’nın, tuhaf bir ifadeyle kendisini süzdüğünü fark etmişti.

“Şey… demin çok mütevazi konuşmuşsun. Sen konuyu son derece iyi biliyormuşsun.”

“Öy… öyle mi ki? Aslında, ben…”

Bir çan, Franca’nın sözünü kesercesine, ciddi ciddi çaldı; sesi meydanda yankılandı.

“Ah, başladı bile.”

Daha çanın yankılanması sona ermeden, kuklacı bir adam çıkageldi; piyesten önce birkaç şey söylemek için ağzını açtı.

Tam o esnada…

Savrulan bir kılıcın gümüşi parıltısı, korkunç bir hızla…

…Tina’nın başına doğru indi.

* * *

 Çan, öğleden sonra saat biri vurdu.

Stephan, hiçbir şeye aldırmaz bir tavırla, bakışlarını civarda gezdirdi. Birden, Jahar’ın yanında olmadığını fark etti.

“Nereye gitti bu adam?”

Burası Labirent değildi, şehrin ortasıydı. Stephan: Herhalde burada problem çıkaracak kadar enayi olamaz… diye düşünse de, bu iyimserliği çabucak boş çıktı.

Çok sayıda insanın bir ağızdan attığı bir çığlık… bakışlarını o tarafa çevirdi ve Jahar’ın, o çok sevdiği koskoca kılıcı çekmiş halde, bir kalabalığın ortasına daldığını gördü. Kılıç havayı yararken, ta Stephan’ın kulağına kadar gelen, inanılmaz bir ses çıkardı. Havaya bir toz bulutu yükseldi.

Tozlar dağıldığında; Stephan kılıcını yeni savurmuş Jahar’ı; ve gözlerinden ateş saçarak adamı süzen minyon bir kızı gördü.

“Ho–hooo! İnsan biraz olsun yüzünü geri çeker hiç değilse, küçük hanım! Hakikaten çok cesursun. Neydi senin adın, Tina mıydı?”

“Ne yaptığını sanıyorsun, sen?”

“Yok bir şey yahu, bir merhabalaşalım dedim. Ben yürekli insanları çok severim de. Berthold denen salağa bulaştığın dakikadan beri seni biraz merak ediyordum, o yüzden…”

Ağır ağır, kelimeleri sündüre sündüre bir konuşması vardı. Kızın yüzüne, Jahar’ın konuşma tarzından tiksinmiş gibi bir ifade yerleşti. Stephan o sırada hatırladı: O hurdacının yanında gezen kızdı bu:

“Kentte kılıç çekilmez, Jahar. Haydi, dönüyoruz.”

“Oldu patron.” dedi Jahar, Stephan’a itiraz etmeksizin.

“Bek…”

“Bekle lütfen!” Tina tam bir şey diyecekken, ikinci bir kişi Stephan’a seslenerek kızın sözünü kesti. Bu, Stephan’ın iyi tanıdığı bir sesti. Deminden beri onu görmezden gelmek, varlığının farkına bile varmamak için çaba göstermişti ya; bu sefer de beriki kendiliğinden Stephan’ın karşısına çıkmıştı.

Sesin sahibi, yavaş adımlarla yaklaştı, Stephan ile Jahar’ın yolunun üstünde durdu.

“Senin adamın, benim arkadaşıma zarar vermeye çalıştıktan sonra bir özür olsun dilemeyecek misin?”

“Zarar marar vermedim, o yüzden bir sıkıntı yok…”

Franca, böyle söyleyen Jahar’ı görmezden geldi ve bakışlarını Stephan’ın üstüne dikti.

“Kimse yaralanmadığı için, özrün de lüzumsuz olduğuna karar verdim. Yolumuzdan çekil.”

“Çekilmeyeceğim.” dedi Franca, normal konuşmasına hiç benzemeyen sert bir ses ile.  “Hazır yeri gelmişken sana bir şey daha soracağım. Bu Berthold denen adamı ekibe katmak senin fikrin miydi?”

“………”

Franca, Stephan’ın sessizliğinin ne manaya geldiğini anlayarak sordu: “Neden?”

Stephan bu kez yanıt verdi: “Öyle icap ettiği için.”

Franca’nın yüzü burkuldu, gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Öfke ve üzüntüyle dolu gözlerle Stephan’a baktı ve şöyle dedi:

“Seninle aramıza soğukluk girmesi kaçınılmazdı. Farklı dünyalarda yaşıyorduk. Şimdiye dek, ileriye bakarak yaşamaya ve sana karşı hınç beslememeye, kin gütmemeye çalıştım. Ama böyle bir şeyi neden yaptığını çözemiyorum.”

“………”

“Neden o adamı yoldaş olarak kabul ettin? Hem de sen! Nasıl olur da onu, hayatını emanet edeceğin bir üye olarak ekibine buyur edersin?” Franca yavaşça, tane tane konuşuyordu ama sesi sertti: “Yoksa düşündüğüm gibi, o adam babamı öldürdüğünde sen de onunla beraber miydin? Ağabey…”

“Kimse onun ölümü hakkında bir suç duyurusunda bulunmadı. Durum böyle oldukça, bu konu hakkında tek söz bile söyleyemem.”

“Suçlama hakkına sahip olan kişi, ekip lideri olan babamdı! Bir ölü nasıl mahkemeye başvursun! Ağabey… sen neden hiçbir şey yapmadın? O senin öğretmenindi, sana hep çok sıcak davranırdı, buna rağmen onun başına gelenleri hiç umursamadın mı?”

Stephan, buna cevaben sadece tek bir cümle konuştu:

“Kesin ölüm nedeni ne olursa olsun, bir insanın Labirent’te can vermesinin asıl sebebi zayıflıktır… hepsi bu kadar.”

Bu cümleyi en ufak bir duygu bile içermeyen bir sesle söyleyen Stephan, nutku tutulan Franca’nın yanından geçip gitti.

*

“Ah, geldi geldi. Bay Yuuki, buradayız.” Franca, Labirent’in girişindeki demir kapının önünde neşeyle el salladı.

Yuuki, Talim Okulu’nun verdiği getir götür işlerinden birini bitirmiş dönüyordu ki, öğretmenlerden biri ona Alfredo’dan bir mesaj iletmişti. Yuuki dükkana gitmiş, orada can sıkıntısından patlamak üzereymiş gibi beklemekte olan Tina’yı da yanına katmış, ve buraya gelmişti.

“İkiniz de kusura bakmayın, sizi ayağıma çağırmış oldum.” dedi Alfredo.

“Ne de olsa iş. Karşılığında para alabileceksem şikayet etmem. Eee, iş neymiş bakalım? Senin beni öyle durup dururken çağırtmazsın, amca.”

“Labirent’te bulduğumuz bir şey var da, incelemeni isteyecektim.”

“İyi, öyleyse onu dükkana getir de, hemen…”

“Yok, o imkansız işte. Taşınabilecek bir şey değil pek…”

“Taşınabilecek bir şey değil mi? Nasıl yani…”

“Açıklaması uzun sürer, gözünle görsen daha iyi. Bizimle içeriye gelmez misin? Zahmetine karşılık para öderim. Yeri, üçüncü katmanda… tam olarak neresiydi?”

“İkinci katmana çıkan basamaklara yakın bir yer.” dedi Franca, haritaya bakarak. “İkinizin de oraya kadar gelmenizi rica edeceğiz. Elbette, Labirent içinde biz de size eşlik edip sizi koruyacağız. O yüzden endişelenmenize gerek yok.”

Beraber yürürken, Franca Tina’ya: “Dün yaşananlar için özür dilerim. Sonra bir gün belirleyip gene gideriz, olur mu?” dedi.

“Senin üzülmene gerek yok. Suç tamamen onlara ait.” dedi Tina, asabi bir sesle. Yuuki’nin duyduğu kadarıyla, dün bir tatsız olay meydana gelmiş ve ikisinin kukla seyretmesine engel olmuştu. ‘Göklerin Halifleri’nden o Jahar denilen adam Tina’ya kılıç çekmiş, tehditkar hareketlerde bulunmuştu. Meydanda izdiham çıkmış, kukla tiyatrosunun gündüz matinesi iptal edilmişti.

Eve burnundan soluyarak dönen Tina’dan işittiğine göre, suç tümüyle karşı taraftaydı. Gene de Yuuki, keşke ben de onlarla gitseydim diye çok hayıflanmıştı.

Franca ve Stephan, aralarından her an fırtına kopacakmış gibi bir tavırla şeyler konuşmuşlardı, bundan sonra Franca: “Kendimi iyi hissetmiyorum. O yüzden ben eve döneceğim.” deyip Tina’yı bir başına bırakıvermişti.

“Kendini zorlamasan da dinlensen daha iyi olmaz mıydı, Franca?”

“İ– iyiyim. Seni de korkuttum, özür dilerim. Bir şeyim kalmadı. Bak!” Franca olduğu yerde dans eder gibi bir tur döndü.

“Sırf sığ katmanlardayız diye disiplinsizlik etme. Koruduğumuz insanlar var burada.” diye ikaz etti Alfredo.

Yuuki, Franca’nın tedirginliğini hissetti. Fazla neşeliydi, sanki kendini mutlu kız rolü kesmeye zorluyordu. Yoksa bana mı öyle geliyor? diye düşündü Yuuki.

Bir müddet yürüyüp, herhangi bir Cisimsiz Mahluk saldırmaksızın üçüncü katmana ulaştılar.

“Eh, neyi göstereceksiniz bakalım?”

“Bunu, bu taş… anıtı, mı demeli?” Alfredo’nun parmağıyle gösterdiği şey, duvarın bitişiğindeki ince uzun bir kayaydı. Yüksekliği yetişkin bir insanın boyu kadardı. On yıllardır, yüz yıllardır burada yatıyordu; her yeri yosun kaplanmıştı. Biçimi sahiden bir anıtı andırsa da, görünürde kayaya kazınmış herhangi bir kitabe filan yoktu.

“Bir şey fark ettim.” dedi Franca, elini kaldırarak. “Şurasına dokunmayı deneyin lütfen.”

Yuuki, söyleneni yaparak elini değdirdiğinde, gözleri şaşkınlıkla açıldı: Taşın soğukluğunu duyumsamayı beklerken, ılık bir yüzeyle karşılaşmıştı. İlaveten, taşın hafifçe titreştiğini hissetmişti.

“Neyin nesi bu?”

“Tuhaf, değil mi? Bunun ne olduğunu açıklayan bir bilgi, geleneklerimizde yok mu? Sana sorarsak bilirsin diye düşünmüştüm ama…”

“Hımm, şimdilik aklıma, pek bir şey gelmiyor… biraz incelememe izin verir misin?”

“Lütfen, buyur…” Alfredo kenara çekildi.

“İnsanın kalbi güm güm ediyor, değil mi, böyle bir şey olunca? Yeni bir şey keşfedince.”

“Öyle, yeni bir keşif yapanlara en azından bir miktar zahmet akçesi ödüyorlar.”

Birisi Labirent’te yeni bir mekanizma veya aygıt bulunca, Kilise ona bir miktar para öderdi. Bu, faydalı bilgileri insanlar kendilerine saklamayıp paylaşsın, böylece Labirent araştırmalarının ilerlemesine katkı sağlansın diyeydi.

Tabii Kilise’ye bilgi vermeden önce bunun nasıl bir cisim olduğunu araştırmak lazımdı. Yuuki, Tina’yı yanına çağırdı. Taş anıtın yanıbaşına, tek dizini yere koyarak çömeldi. Alfredo’ya, ‘anıtı biraz kurcalayacağım ama ne olacak bilemem’ demiş; onu anıttan biraz öteye göndermişti. Tina’ya alçak sesle fısıldadı:

“Bu taşta bir Kutsal Güç hissediyor musun?”

Tina, başıyla evetledi. “Hı–hı. Oldukça büyük bir güç. Lakin…” Tina boynunu yana eğdi. “Daha önce buraya geldiğimizde, böyle bir şey hissetmemiştik.”

“Daha önce mi?”

“Efendi’yle Labirent’e gelmiştik ya hani. Şu küstah ‘Halif Birlikleri’nin olay çıkardığı gün.”

“Haa…” diye baş salladı Yuuki. Kız, birkaç gün evvel şifalı ot toplamaya gelmelerinden söz ediyordu. Tina, Stephan’ların kavgasına karışınca sonunda yumruklanan Yuuki olmuştu.

“Üff, o adamların zorbalığını hatırlayınca içim bulanıyor…”

“Onu boşver de şu taş abideden bahset biraz.”

“Doğru ya. Ah, hatırlıyorum ben bunu. Tina burada dinlenmişti.” Öyleydi. Burası, Tina bitkin düştüğünde mola verdikleri yerdi. “Ve, Tina’nın oturduğu yer de, herhalde şurasıydı.” Narin parmağıyla, taş anıtın yanıbaşını gösterdi. “Tuhaf şey. Bu kadar yakınımızda Kutsal Güç olsaydı kesinkes hissederdik.”

“Dalgınlık edip görmemiş olman ihtimali var mı?”

“Efendi, kulağının bir metre yanında çalınan bir çanın sesini, duymaman ihtimali var mı? Bu taşın Kutsal Gücü bize adeta havlıyor şu anda. Hissetmek istemesek bile hissederdik bunu.”

“O halde… son zamanlarda, bizim buraya uğramamızdan sonra mı ortaya çıktı?” Sığ katmanlarda, Tina gibi Kutsal Güç hissetme yeteneği olmasa bile birileri böyle bir anıtı mutlaka farkederdi. “Ayrıca, neyin nesi oluyor bu taş? Kutsal Güç barındıran her şeyin, kesinlikle bir işlevi vardır. Sence bu ne işe yarıyor olabilir, Tina?”

“Hımm… sanki hatırlayacak gibiyim, ama…” Tanrıça, yüzünde çok ciddi bir ifadeyle düşünceye daldı. “Bunun içindeki Kutsal Güç, tek yöne doğru akıyormuş gibi geliyor. Güç, yerin derinliklerinden kaynayıp bu taşa ulaşıyormuş gibi…”

“Ulaşıyormuş gibi…” Bu sözü duyar duymaz, Yuuki’nin aklında bir şimşek çakmıştı. “Tina!”

“Ne, ne oldu Efendi?”

“İyice düşün lütfen. Sen, buraya daha önce geldiğinde bu taşa dokundun mu?”

“Eee, hımm…” Tina bir şeyler mırıldanarak taş anıtın etrafında dolandı, sonra yere çömeldi. “Doğru ya. Tina buraya oturmuştu. Efendi ‘gidiyoruz’ deyince, o telaşla şöyle kalkarken böyle… A!”

Tina’nın sol eli, istemsizce taş anıtın üzerine yaslanmıştı.

“Demek böyle olmuş. Taşı sen harekete geçirmişsin. Hatırlayabiliyor musun? Senin doğduğun odada, ya da onun civarında da buna benzer bir nesne vardı bence.”

“A, ah! Evet!” Tina yumruk yaptığı elini öbür elinin avucuna vurdu. “Tina’nın doğduğu odada, hemen duvarın yanıbaşındaydı! Demek öyle, demek o yüzden bize tanıdık geliyordu bu taş.”

“Bu taş muhtemelen bir tür ışınlanma aygıtı. Bu ve ikizi, sen doğduktan sonra kentin yakınlarına çabucak gelebilesin diye yerleştirilmiş olmalılar. Taşın içindeki Kutsal Gücü biraz daha derinlemesine inceleyebilir misin?”

“Olur, hallederiz!”

Hevesle başını salladıktan sonra, Tina ellerini taş anıtın üstüne koydu. “Aşağılardan yukarıya çok büyük bir akım var. Güç, bu taşa vardıktan sonra, dağılıp yavaşça tekrar aşağıya dönüyor. Ama aşağıya gelişigüzel iniyor, aşağı inerken belli bir hedefe doğru akmıyor. Ah, anıt kendisi hakkında bilgi veriyor: Bu, ışınlanma aygıtının çıkış istasyonu. Çalıştırılması için, uygun kişinin dokunması gerekli. İsteğe göre, bir seferde birkaç kişiyi birden ışınlayabiliyor, ya da belli bir yarıçap içindeki herkesi.”

“Her iki istasyon da çalışacak olursa, alt katmanlardan buraya, üçüncü katmana dek gelmek mümkün olacak yani. Kutsal Güç senin dediğin şekilde akıyorsa, burası tek taraflı bir yolculuğun bitiş noktası. Şu anda hiçbir işimize yaramıyor.”

“Çünkü Tina’nın aşağı kadar gidip, aşağıdaki taşı çalıştırması gerekiyor, öyle değil mi?”

“Galiba öyle. Aygıtın asıl önemli parçası senin doğduğun odadaki anıt. O çalışırsa, bu ikinci anıt da otomatik olarak işlemeye başlayacak, gibi bir olay işte. O sayede oradan buraya, kentin yakınına göz açıp kapayana dek gelebileceksin.”

“…öyleyse, Tina kestirme dururken çooooook daha uzun yoldan gelmiş.”

“Muhtemelen.”

Doğar doğmaz bir Silahşor çağırıp, ışınlanma mekanizmasıyla kısa yoldan kente çıkmak. Bu, Tina’nın normalde izlemesi gereken yoldu. Oysa Tina, Berthold’u kurtarmakla Yuuki tarafından bulunmak arasında, döne dolaşa bir sürü taban tepmişti. Gerçi, bu onun kabahati sayılmazdı.

“Labirent’te yolunu bir kez kaybeden, yolunu bir daha bulamaz… kelimenin tam anlamıyla yorgunluktan tükenene dek. Her neyse, boş verelim bunları. Tanrıçalar geçmişte kalmış şeylere dönüp bakmazlar.”

“Tanrıçalıkla alakası yok, senin şahsiyetin öyle bir kere.”

“Övgülerini kabul ediyoruz.”

Tam: “Neden öyle dedin ki şimdi…” diye cevap verecekken, Yuuki’nin gözü taş anıtın bir parçasına takıldı. “Bu da ne?”

Taşın dibine yakın bir yere, bir şeyler kazınmıştı. İzler, bir hançerle kazınmışa benziyordu  ve daha tazeydi. İyice bakınca… ‘Göklerin Halifleri’nin arması değil miydi bu?

“Eee, bir şeyler öğrenebildin mi bakalım?” diye, az öteden seslendi Alfredo.

“Evet, işimiz bitti. Artık gelebilirsiniz.”

Geldiklerinde, Yuuki onlara bu taşın bir ışınlama aygıtının parçası olduğunu, ama tek başına bir işe yaramadığını açıkladı:

“Daha derin bir katmanda, bunun bir eşi olacak. Hal böyleyken, bizim bir işimize yaramaz bu.”

“Biraz yazık oldu doğrusu.” dedi Franca acı bir gülümsemeyle.

“Mesela Kilise bu taşı inceleme altına alabilir, o zaman bir keşif ödülü de öderler sanırım. Bu arada, amca, şu şeyi siz mi kazıdınız?”

Taş abideye kazınmış izleri gösterdi. Alfredo kaşlarını çattı.

“Böyle çirkin bir şeyi ne yaparım, ne yapılmasına izin veririm.”

İncelenmesi bitmemiş ‘Bilinmeyen Nesne’lere el sürmemeye gayret etmek, bir gelenekti. Cisim zarar görebilir, değerini yitirebilirdi; veya dokunulunca hiç beklenmedik bir tepki verebilirdi.

“Bu taşın özel bir taş olduğunun farkına vardığımızda, bu izler yoktu. Yukarı tarafa giden araştırıcılardan birini tutup ondan, Yuuki’ye mesaj iletmesini rica ettim; taşı biraz inceledikten sonra, sizi Labirent’in girişinden almak için yukarıya çıktım. Yoksa…”

Alfredo bir şeyi farketmiş gibi surat buruşturdu. Tam o sırada, çok sayıda ayak sesi; ardından da soğuk bir erkek sesi işitildi.

“Oradan çekilin bakalım. Burası artık bizim denetimimiz altında.”

Stephan, ifadesiz bir suratla Yuuki’yi ve yanındakileri süzdü. Yanında, Berhold ve normal ekibinin diğer üyeleri ile beraber; birkaç araştırıcı daha vardı.

“………” Franca’nın yüzü, buz gibi bir ifadesizliğe bürünmüştü.

“Bunu biz sizden önce bulduk.” diye, sakin bir sesle itiraz etti Alfredo. “Labirent’te, bir nesne üzerinde hak sahibi olan, o nesneyi ilk bulandır.”

“Ne yazık ki, Bay Alfredo, onu ilk bulanlar siz değilsiniz, biziz.” diye cevap verdi Berthold. Adamın yüzünü, insanı hasta eden bir gülümseme kaplamıştı.

Yuuki damağını şaklattı. Durum açıkça ortadaydı.

“Ah, tam tahmin ettiğim gibi. Fareler…” diye söylendi Alfredo. Gözlerini, Stephan’ın ve ekibinin ardında duran, ekipmanı gayet fukara işi araştırıcılara dikti. Garibanlar, ürkerek birer adım geri çekildiler.

‘Fareler’ diye, başkalarının kazanıp da taşımaya değer bulmadığı ufak tefek ganimetlere konan, başkalarının başarılarından bir kıymık olsun nasiplenmeye çalışan, bunu bir nevi uzmanlık haline getirmiş düşük seviyeli araştırmacılara takılan argo isimdi. Ufak bir parayla tutulur, patronları adına başka araştırıcıların ne yapıp ettiğini gizlice seyreder, onların önüne engel çıkarırlardı. Alfredo ve Franca’nın peşinden gelmiş, taş anıtta bir fevkaladelik olduğunu anlamış, ikisi buradan ayrılınca da taşa bir amblem kazıyıp patronlarına haber yetiştirmişlerdi.

“Kusura bakma. Taşa işlenmiş olan amblem güzel bir kanıt, değil mi? İyi çocuk olun da çekip gidin artık buradan.” Berthold, zafer kazanmış adam tavırlarına bürünmüştü.

“Ne kadar despotça!” Tina, hiddetle bağırarak öne çıktı. Durdurmaya fırsat kalmadan, kız yeni gelenlerle atışmaya başlamıştı. “Sizlerin ne gibi bir hakla…”

“Ah, bu öfkeli yüzünüzü tekrar görmek ne güzel, küçük hanım!” dedi Jahar, çarpık bir sırıtmayla. O böyle söyleyince, Tina söyleyeceği sözleri yutup biraz geri çekildi. Bu adamdan rahatsız olduğu açıktı. Yuuki kızı ardına aldı, konuşmadan önce ciğerlerine derin bir soluk çekti.

“Bizi böyle korkutmasanız iyi olur. Bizler, sipariş üzerine araştırma yapmaya gelmiş hurdacılarız sadece.”

“Duydum, duydum. Işınlanma aygıtı mıymış neymiş. Sayende bizim zahmet etmemize gerek kalmadı.” Berthold alaycı alaycı güldü. Araştırmayı bu herif için yapmamışlardı tabii, ama neticede sanki Berthold’a çalışmışlar gibi olmuştu. “Anıtı daha fazla kurcalamanızı istemiyoruz. Ağzınızı kapatıp gidin artık.”

“İyi de, o zaman bedavaya çalışmış olmuyor muyum? En azından…”

O anda, Yuuki’nin sol kulağından kan fışkırdı.

“Efendi!”

“Bay Yuuki!”

İki kızın attığı çığlıklar birbirine karıştı. Berthold, yanından ayırmadığı yatağanını çekip sallamıştı: “Sana ağzını kapat demedik mi? Öğretileni öğrenemeyen köpeği öldürürler.”

Bu adama laf dinletmek mümkün değildi. Yuuki iç çekip vazgeçti.

“Vay, zayıf gördüğün köpeğe de sert çıkabiliyormuşsun demek ki… uyuz it seni.”

“Bu heriften önce seni öldürmemi ister misin, Jahar?”

“Kesin şunu.” Stephan alçak sesle söylediği tek sözle ikisini de susturdu, bakışlarını Alfredo’ya çevirdi. “Her ne olursa olsun, bu tür bir aygıt keşfedildiğinde önce mühürlenip emniyete alınır, sonra detaylı bir incelemeye tâbi tutulur. O da sizin gibi bağımsız araştırıcıların kapasitesini aşar. Güç sahibi olan biz ‘Halif Birlikleri’ne düşen bir iştir. Lütfen şehre geri dönün.”

Söyledikleri gerçekti, bu her ne kadar mide bulandırıcı bir gerçek olsa da. Keşif sahibi olsalar bile, Alfredo ve yanındakiler öyle işleri pürüzsüzce halledemezdiler. Böyle durumlarda Kilise, mecburen ‘Halif Birlikleri’ni bilgilendirir ve inceleme işini onlara devrederdi. Yani, bütün mesele bu şeyi ilk keşfeden kişiler olmanın şerefini ve ödüllerini almakta ısrar edip etmeyecekleriydi…

Alfredo şöyle dedi: “Eh, birinin keşfimizi bizden çalabileceğini göz önünde bulundurmam gerekirdi. Hata bende…” Hıh, diye küçümseyen bir ses çıkardı. “Bu seferlik geri çekilelim. Kavga etsek de yararı olmaz.”

“Teşekkür ederim.” Fakat Stephan’ın sesinde şükran tınısı yoktu. Sakin kafayla düşünülünce, sonucun böyle olması kaçınılmazdı. ‘Göklerin Halifleri’ ile tekme tokat kavga etseler de ellerine bir şey geçmezdi. Hoşnutsuzca somurtan Tina’yı kolunun altına alan Yuuki, topuğunun üstünde dönüp yürümeye başlayacaktı…

…ki, bir ses şöyle dedi:

“Güç, öyle mi?” Konuşan Franca’ydı. “Sen, bu sözcüğü çok seviyorsun. Güç, senin gözünde bu kadar mı önemli, Bay Stephan?”

Yuuki nefesini tuttu. Aralarında kavgadan en çok nefret eden kişi, şimdi sert ve düşmanca bir tavırla Stephan’a meydan okuyordu. Stephan kaşlarını çattı. Bu kadarcık da olsa bu adamın yüzünde bir ifadenin belirmesi, çok ama çok nadir bir vakaydı.

“Burada güç her şeydir. Bunu sana daha önce de söylemiştim.”

“Eğer seni mağlup edebilirsem, lütfedip de bu saçma sapan fikrini değiştirir misin acaba?”

“Eğer beni yenebilirsen, bu yalnızca benim zayıf olduğum manasına gelir. Güç elde etme isteğimde herhangi bir değişiklik olmaz. Ancak, beni yenmek senin için imkansız.”

“İmkansız mı, onu deneyip görmek gere…”

“Sana bir şey öğreteyim.” Stephan, sertçe Franca’nın sözünü kesti. “Yarın, ekibim altmışıncı katmana, sonra da daha da ileriye, araştırma yapmaya gidecek. Senin yüzleşmeyi başaramayacağın kadar derin bölgelerde, ben varım. Çapını, haddini bilsen iyi olur.”

“………”

Franca, Stephan’ı kindar gözlerle süzse de söylediklerine karşı çıkmadı.

“Konu araştırıcılık olduğun sürece, sen benden aşağıdasın. Eğer benimle kıyaslanınca çıkan sonucu beğenmiyorsan, bu mesleği hemen bıraksan iyi edersin.”

*

“Hiç rahat edemedim burada.”

“Öyle deme. Ye haydi, ye.” Meyhanenin bir köşesine oturmuşlardı. Önlerinde koca koca tabaklarda yemekler diziliydi.

“Ooo, bu çöp şiş çok lezzetli, Efendi! Evde yediğimiz şeylerden çok daha iyi!” Çekingenlikten nasibini almamış Tina, yemekleri hapur hupur götürmeye başlamıştı bile. Daha demin öfkeyle, Stephan’ların aleyhine atıp tutsa da şimdi keyfi yerindeydi.

Bunun bir önemi yoktu tabii; ama Yuuki, bu kadar da adab–ı muaşeret bilmeyen tanrıça mı olur, diye düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. Kıza biraz terbiye öğretmesi gerekecekti.

“Hesabı düşünmeden yiyin. Hepsini ben ısmarlıyorum.”

“Birisi bir şey ısmarlayınca, ardından ne gelecek diye düşünmek beni korkutur. Ismarlanan şeyin karşılığında ne talep edilecek, zararım ne olacak der endişelenirim. Tüccarlar böyledir.”

“Bugün bizim yüzümüzden, para almadan bir sürü taban teptiniz. Bu ısmarlamayı, bir özür olarak kabul edebilirsin.”

“Çok teşekkür ederim, ama Franca’yı dışlamasan daha iyi olurdu.” Yuuki ve Tina yorgun argın dükkanlarına döndükten sonra Alfredo tek başına gelmiş, onları akşam yemeğine çağırmıştı. Adamın tek başına gelmesi bir tesadüf değildi herhalde.

Alfredo biraz düşündü; sonra, birdenbire şu soruyu sordu:

“Yuuki, sen ‘intikam’ denen şey hakkında ne düşünürsün?”

Yuuki, kaşlarını çatıp Alfredo’nun ifadesini tahlil etti. Adamın yüzünde, o her zamanki safça ifade vardı. Ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi.

“Damdan düşer gibi nasıl bir soru sordun öyle, amca? Birini öldürmeye mi niyetlisin?”

“Hımm… farz edelim ki benim bir akrabam öldürüldü de, ben de intikam almaya karar verdim. Beni durdurur muydun?”

“Durdurmam. Yakınındaki insanlara zarar vermediğin sürece, ne istersen yapabilir, istersen hapse de girebilirsin bence. Ama bir müşteri kaybetmek ve satışlarımın bir müşterilik kayba uğraması, beni üzer.”

“Tam sana yakışan bir cevap.” diye güldü Alfredo. “Fakat ben cidden sormuştum. Pekala, dosdoğru soruyorum, senin değer yargılarını öğrenmek için: Tanıdığın birisi intikam almaya niyetlenirse, ne düşünürsün?”

“…Öldürme isteği ve nefret duygusu, kişinin kendisine aittir ve o hisleri kalpten silmek de, onları dizginlemek de sadece kişinin kendisinin başarabileceği işlerdir. İntikama niyetli kişiyi durdurmak istesem bile, durdurabilir miyim bilmem.”

Alfredo, hımlayarak başını salladı, kafasını kaşıdı. Söze devam etti:

“Bu arada, sence Franca çok sevimli bir kız değil mi? Karakteri de iyi, üstelik çok güzel yemek yapıyor. Öyle bir kızı seven bir erkek mutlaka mutlu olur.”

“Bu muhabbeti nereye götüreceğini merak ediyorum.”

“Kalp, kişinin kendine ait olsa da, onu etkileyecek güce sahip insanlarla bir araya geldiğinde değişebilir, diyorum.”

Yuuki duraksadı. “İntikam almayı planlayan kişi, Franca mı?”

“İntikam almaya kararlı mı, henüz bilemiyorum. Ama… evet, Franca’dan bahsediyorum.” Böyle söyledi ve meyve suyundan bir yudum aldı. ‘Bu sofrada içki içilmeyecek’, diye daha yemek başlamadan beyan etmişti. “Herkese, kızcağızın babasının Labirent’teki bir kazada öldüğü kabul ettirildi. Aslında, öldürüldüğü rivayet ediliyor.”

Labirent’te olan olaylara, kentin asayişini koruyan Beş Kutsal Kilise hiç karışmazdı. Labirent’te hayatını kaybeden araştırıcılar arasında, cinayete kurban gidip de ölümüne kaza süsü, ya da Cisimsiz Mahluk saldırısı süsü verilenler vardı.

“Katil kim?”

“Belirsiz. En azından, ortada kesin delil yok. Fakat o ‘kaza’nın yaşandığı gün, merhumun ekibinde, Stephan ve Berthold da varmış.”

Yuuki, kayıtsız suratlı mızrak ustası ile yüzünden kötülük akan eğri kılıçlı adamı gözünün önüne getirdi. Her ikisi de, karıncayı incitmez denecek iyi yürekli insanlar değillerdi şüphesiz.

“Berthold’un şöhreti, o zamanlar da kötüydü. Kılıç kullanma yeteneği fena olmasa da, başkalarının kazandığı Kutsal Emanetleri aşıran, diğer ekiplere engel olan, yükselmek için her yolu mübah sayan bir adam. Bugünkü ‘Fareler’ de, herhalde onun fikri olsa gerek. Adam kente de, Labirent’e de kök salmış adeta. Normalde, bizler göz hapsinde tutmaya değecek kişiler değiliz. Taş abideyi keşfetmemiz hadisesi bir tesadüftü.”

“Adam hakkında epeyce bilgin var.”

“Ne diye gizleyeyim? Ben de o zamanlar ‘Göklerin Halifleri’ndeydim.” Gülümsemeye çalışsa da başaramadı. Söze devam etti: “Ama bazı olaylardan sonra, onlara yoldaşlık edemez oldum. Birlikten çıktım. Henüz birliğe kayıtlı iken, Franca’nın babasının bana çok iyilikleri dokunmuştu. Bugün araştırıcı eğitiyorsam, rahmetliyi kendime örnek aldığım içindir.”

“Franca’ya, baban kazada öldü dememişler miydi? Nasıl olduysa, olayın bir cinayet olduğunu; ve failinin kimler olabileceğini öğrendi mi diyorsun?”

“Herhalde. Belki yeni öğrenmiştir, belki öğrenmesinden bu yana biraz zaman geçmiştir. Orasını bilemem. Ama, bu aralar halinde giderek tuhaflaştı kızın. Bugün, Stephan’a sanki saldıracak gibi konuştu, mesela. Son zamanlarda araları hiç iyi değil, ikisinin.”

“Bir dakika. Yani ikisi eskiden ahbap mıydılar?”

“Kardeşler, be. Haberin yok mu?”

Yanaklarını, çöp şişten aldığı tavuk eti lokmalarıyla şişirmiş Tina lafa karıştı: “Franca, dün o adama ağabey demişti. Ama sesi de tavrı da çok kötüydü.”

“Öyle. Stephan, Franca’nın anne bir, baba ayrı kardeşi. Franca’dan büyük, Stephan’dan küçük bir kardeşleri daha olacak. Anneleri, Klose ailesinin odalıklarından biriymiş, sonra da Franca’nın babası ile evlenmiş. Uzun yıllar önce hastalanıp öldü, ne var ki.”

“Vay arkadaş…”

“Stephan, Klose ailesinin meskeninde yetiştirilse de, rahmetli annesi henüz sağ iken ara sıra onunla görüşmeye gidermiş. Franca ile görüşürlermiş yani. O günlerde, alelade iki kardeş gibi, birbirlerini severlermiş.”

“Ama artık kedi köpek gibi kavga edecek hale gelmişler.”

“O yüzden kızda bir tuhaflık olduğunu anladım ya zaten. Daha önce, senin dükkanında Stephan ile karşılaştığında o kadar kötü davranmamıştı. Talim Okulu’nda da birbirlerini görüp duruyorlar, kavga ettiklerini hiç duymadım. Aralarında, öyle boynuz tokuşturan hayvanlar gibi didişmelerine neden olacak bir olay yaşanmadı. Franca uzun süredir Stephan’dan tedirgin oluyordu belki, ama neden sadece bugün öyle saldırgan bir tavır takındı ki?”

Haklıydı. Kızın davranışı, sorgulamayı bile gereksiz kılan kesin bir delildi.

“Immm…” Yuuki’nin kafasında düşünceler birbirini kovaladı. “Babasının öldürülmesi ile Stephan’ın ilgisinin bulunduğunu gösteren bir ipucu bulmuş olmasın, son zamanlarda?”

“Evet, Stephan çok kuşku uyandırıyor. Franca’nın babası ‘kazada öldüğü’ gün, o da oradaymış. Amunis mızrağının önceki sahibi de Franca’nın babasıymış.” O mızrak, Stephan’ın kullandığı ejderdişi taşı silahıydı. “Mızrak, ‘Göklerin Halifleri’nin ortak malıymış, Tanrıça onu kimin kullanacağını belirler, mızrak böylece kuşaktan kuşağa sahip değiştirirmiş.”

“Öyleyse, bir sahibi ölünce mızrağın sonraki sahibinin kim olduğunu bulmak için adaylar belirlemişlerdir. Elbette, en güçlü aday da Stephan olmuştur.”

“Aynen. Yani, adamın cinayet işlemek için motivasyonu vardı. Tabii bu bir delil sayılmaz. Ama Franca’nın duyguları o kadar şiddetliydi ki, sırf Stephan’ı ‘şüpheli’ görmüş değil, onun suçluluğuna kesin inanmış olmalı. Normalde, insanlarla kavga etmekten kaçınan bir kızdır, bilirsin.”

Belli ki Franca soz zamanlarda bir şeyler duymuş, bir şeyler öğrenmişti. Ancak, yıllar önce yaşanmış olayların sırları öyle kolayca gün ışığına çıkmazdı. Kız bir bilgi kaynağı bulup, araştırma yapmış olmalıydı.

Yuuki böyle düşünürken, önemli olabilecek bir şeyler hatırladı. Belki de…

“Her neyse, bunu bir kenara bırakalım. Sen, benden ne bekliyorsun onu söyle. Kıza gidip de ‘Babanın öldüyse ne olmuş canım? Suçluyu bulmayı filan kafana takma sen.’ diyecek halim yok ya.”

“Bir zincir olamaz mısın?”

“Ne zinciri?”

“Şu senin meşhur ‘kar / zarar analizi’ metodundan bahsediyorum. İntikam almaktı, öldürmek öldürülmekti, böyle vahşice işlerin dünyasına bir girdin mi bir daha çıkamazsın. Kız giderse ‘ziyan’ olacak yani; ama onu bize bağlayacak bir şeyler söylesen… mesela, onunla arana bu kadar mesafe koymasan da, kıza biraz daha sıcak davransan? O kız sana vurgun. Fark etmişsindir herhalde?”

“………”

Tam üstüne basmıştı. Yuuki, Franca’yla aralarındaki çekimi görmezden gelmeye çalışsa da Alfredo’nun gözünden bir şeyin kaçmayacağını da biliyordu. Bir an, konuyu geçiştirmeyi düşündü ama herhalde, açıkça konuşsa daha iyi olacaktı.

“Galiba, ‘Reddediyorum’ demekten başka çarem yok.”

“Niye be?”

“Ona bir müşteri olarak değer veriyorum, Franca’dan hoşlanmıyorum da diyemem. Ama onun özel hayatına dahil olmak için bir nedenim yok. Bir diğer deyişle, bana bir getirisi yok bunun.”

“Efendi!” Daha Alfredo bir şey diyemeden, Tina tepki gösterdi. “Bu cümle hem çok vicdansızca, hem de çok duygusuzcaydı!”

“Bunu sana nasıl açıklasam? İnsanların kalpleri ve yaşantıları, senin sandığından daha çetrefildir, Tina. Franca, babasının ölümünü bir kan davası haline getirmiş… ben, bu duyguları onun kalbinden temizleyebilir miyim, bu sorumluluğu alabilir miyim? Kendime o kadar güvenim yok. Elimden gelip gelmeyeceği meçhul işe başlamanın anlamı da yok.”

“Ama…”

“Sorun değil, Tina’cığım. Benim, Yuuki’den bu kadar zor bir şey istemeye hakkım yoktu.” diyerek, acı acı gülümsedi Alfredo. “Bir insanın, kalbini bir başka insana açması emirle, buyrukla olacak şey değil. Benimki sadece bir ricaydı…  her neyse, kızla konuşmayı denedim. Ama ‘Bir sorunum yok!’ dedi de başka bir şey söylemedi. O yüzden, senin de yardımını istiyorum. Yoksa, bu gidişle o kız bir halt yiyecek; hatta kararını çoktan vermiş bile olabilir.”

“………”

“Madem ilk önerimi kabul etmedin; hiç olmazsa, onu bu yoldan vazgeçirmeme yardımcı olabilir misin?”

Önce zor bir şart öne sürüp, sonra orta yolu buluyor. Çok iyi pazarlık ediyor, doğrusu. diye düşündü Yuuki. Tina, ateş saçan gözlerle onu süzüyordu.

Yuuki, çaresizce iç çekti.

* * *

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.