No.6 Cilt 1 Bölüm 4

Derin Dehşet

 

Kanalizasyon akıntısı, Shion’un beklediğinden daha hızlı ve daha derindi. Ne olduğunu anlayamadığı şeyler yüzünün yanından geçip duruyordu. Arada bir, bazı şeyler gözlüklerine yapışıp görüşünü kapatıyordu. Daha önce hiç koklamadığı bir şeyin kokusunu duyumsadı; çürük, tatlımsı bir koku ve sert bir başka koku daha burnuna doldu. Bu kahverengi karanlıkta, önündeki Nezumi’yi zar zor takip edebiliyordu. Üstelik nefes almak da zordu. Kalbi gümbürdedi, göğsü acıyla gerildi.

Nezumi yanına süzüldü ve duvardaki kolu işaret etti. Shion uzanıp tuttu. İkisi birlikte, ellerinden geldiğince sert bir şekilde kolu çektiler. Yuvarlak bir geçit açıldı.

 

Shion artık nefes alamıyordu. Sınırına dayanmıştı. Bilinci bulanıklaşırken birden bir deliğe çekildi. İleri atıldı, itildi ve kuru toprağa düştü. Karaya çarpan bedenini ve şoktan karıncalanmış ayak parmaklarını hissedebiliyordu. Ama artık yüzünde ıslak bir bez varmış gibi hissetmiyordu. Nefes alabiliyordu. Rahatlamanın ardından gelen öksürük nöbetine direnemedi. Midesi bulanmıştı, ağzının içi yapış yapıştı. Gözlüklerini çıkardı ve gözlerini kapattı. Bir süre kımıldamadı.

 

“Uyumak için erken,” dedi Nezumi takılarak ama o da nefes nefeseydi. Shion gözlerini açtı, çıplak beton yüzey gözünün önüne geldi.

 

“Neredeyiz?”

 

“Kanalizasyon borusundayız. Yirminci yüzyıldan kalma bir eser. Ya da hâlâ kullanıldığına göre, tam olarak ‘eser’ sayılmaz.” Nezumi başını hızla iki yana salladı. Saçlarından su damlaları döküldü. “Kanalizasyon, kapasiteyi aştığında arka kapıyı açıp borulara yönlendiriyorlar.”

 

“Kanalizasyon buraya mı akıyor? Filtrelenmeden mi?”

 

“Evet. Senin canım Şehrin yapıyor böyle şeyleri.”

 

“Nereye gidiyor peki?”

 

“Batı Bloku’na.”

 

“Yani… kirli suyu doğrudan oraya mı gönderiyorlar? Böyle bir şeyi nasıl yaparlar…” Shion’un cümlesi boğazında kaldı. Nezumi durdu.

 

“Onlara göre Batı Bloku şehre ait değil. Kenar mahalle. Muhtemelen bu yeri çöplükten sayıyorlardır.”

 

“O derken… kim?”

 

Nezumi gözünü kırpmadan bir süre öylece durdu. Ardından bakışlarını, az önce onları yıkayan kanalizasyon çıkışına çevirdi. Pis su, beton boyunca ince akıntılar halinde damlıyordu.

 

“Gidelim,” dedi Nezumi. Eğilip ayağının dibinde koşturan fareyi kaptı ve Shion’a arkasını döndü. Shion hızla ayağa kalktı. Midesi bulansa da ayakta kalacak gücü vardı. Dayanabilirim. Yeteri kadar. İyi olacağım. Shion, zihninde kendini cesaretlendirdi. Nezumi’nin omzundaki fare, dostça bir sesle yön gösterdi.

 

“Ah!” Shion elini boynuna götürdü. Garip bir his vardı. Boynunun ortasında küçük bir kabartı hissetti. Parmaklarıyla tam dokunduğu yerde, bezelye büyüklüğünde bir kabarcık vardı. Hafifçe kaşıdı. Ürpertici bir his bedeninden geçti. Kalbinin kasıldığını hissedebiliyordu.

 

Bu hareket—yani ensesini kaşımak—Shion’a daha önce gördüğü birini hatırlattı.

“Yamase-san.” Yamase’nin kahve döken, sohbet eden, ensesini sürekli kaşıyan hali gözünde canlandı. “Sakın—”

Nezumi arkasını döndü.

“Ne oldu?”

“Yok, yok bir şey.”

“Yürüyemiyorum diye sızlanmaya başlama bari.”

“Aksine,” dedi Shion, “biraz daha egzersiz yapabilirim. Ne dersin, seni sırtıma alayım mı?”

“İyi teklif ama kalsın.”

Omzundaki fare bıcırdadı. Shion, Nezumi’yi yakalamak için hızlandı.

Çok düşünüyordu. Sadece bir kabarcıktı. Omzu çizilmişti ve vücudu morluk içindeydi, bundan daha beter durumdaydı. Tanrı aşkına, sadece bir kabarcıktı. Sadece bir kabarcık…

“O surat ne? Anneni mi özledin?”

“Annem…” diye mırıldandı Shion. “Nezumi, sence onunla iletişim kurabilir miyim?”

“Unut bunu.”

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

“Bilmen gerekirdi. Şu an evin, çöp kutusuna kadar Güvenlik Bürosu tarafından aranıyordur. Telepatik güçlerin olmadığına göre ona ulaşmanın bir yolu yok.”

“Sanırım haklısın.”

Üzgünüm anne. Özür dilemeliydim. Güvendeyim. Yaşıyorum. Lütfen…
Shion, onun kendini çaresiz hissetmesini istemiyordu. Üzülmesini istemiyordu.

“Saçmalık,” dedi Nezumi ve yere tükürdü.

“Ne oldu?”

“Sen. Senin her şeyin.”

Shion’a ilk kez biri açık açık hakaret ediyordu.

“Ne demek istiyorsun?”

“Diyorum ki, sanki dünyanın en değerli şeylerini taşıyormuşsun gibi, çöplerle dolusun.” Nezumi gözlerini kıstı, bakışlarını Shion’a dikti. O kadar keskindi ki neredeyse düşmanca bir hal almıştı.

Shion ona daha fazlasını sormak için ağzını açtı, ama Nezumi aniden duvara tırmanmaya başlamıştı. Dikkatli bakınca Shion, duvara sabitlenmiş paslı bir metal merdiven olduğunu fark etti. Yukarı çıktığında günbatımının gökyüzüyle karşılaştı. Tekrar yere çöktü. Gökyüzü, günbatımı renkleriyle canlı bir şekilde boyanmıştı ve serin hava tenine değdi.

Burası Batı Bloku’nun girişine benziyordu. Boşluğun ilerisinde No.6’nın duvarları, batan güneşin yansımasıyla parlıyordu. Batı Bloku’nun alçak konumundan bakıldığında No.6 daha da devasa görünüyordu. Parlayan duvarlarla çevrili bu şehir nefes kesiciydi. Hatta Shion, buranın tanrısal bir havası olduğunu düşündü.

Nezumi, ters yöne doğru yürümeye başladı. Seyrek bir ormandan geçtiler ve kısa süre sonra bir evin harabesine ulaştılar. İçeriden duman yükseliyor, bazı sesler geliyordu.

“Burada insanlar yaşıyor mu?”

“Fazlasıyla,” dedi Nezumi.

Harabeyi geçince, benzer barakalar arka arkaya sıralanmıştı.

“Bu yoldan.” Kolundan tutup Shion’u başka bir harabe binaya yönlendirdi. Belli ki burası önceden bir depoydu. Bina yeterince genişti, ancak yarısı molozlarla kaplıydı.

“Yine yer altına iniyoruz.” Nezumi duvarlara doğru yürüdü ve sessizce yanlarından süzüldü. Fare merdivenlerden aşağı atladı. Ayaklarının dibinde bir kapı belirdi. İçerisi zifiri karanlıktı. Bir klik sesiyle oda loş bir ışıkla aydınlandı.

Shion nefesini tutarak olduğu yerde donakaldı.

Yığınlarca kitap vardı; üst üste tehlikeli bir şekilde yığılmışlardı. Odanın çoğunu kaplıyorlardı.

“Bunlar… kitap mı?”

“Yemeğe mi benziyorlar?”

“Daha önce hiç bu kadar çok kitabı bir arada görmemiştim.”

“Tahmin edeyim, şimdiye kadar sadece elektronik kağıtlardan okudun.”

“Evet… şey, tam olarak değil ama… ama wow, muhteşem.”

“Ve bir tahmin daha: Muhtemelen Molière, Racine ya da Shakespeare’i hiç okumadın. Çin klasikleri veya Aztek mitolojisi hakkında da hiçbir şey bilmiyorsun.”

“Bilmiyorum.” Shion itiraz edemedi. Tam anlamıyla ezilmiş hissediyordu.

“E, o zaman ne biliyorsun?” Nezumi sordu ve elini ıslak saçlarının arasından geçirdi.

“Ha?”

“Şimdiye kadar ne çalıştın? Sistematik bilgi mi? İleri teknoloji mi? Yoksa uzmanlık gerektiren bilimsel makalelerin şifrelerini çözme üzerine mi?”

“Daha pek çok şey,” diye yanıtladı Shion sinirle.

“Mesela?”

“Nasıl ekmek pişirilir, kahve yapılır, parkın düzeni ve temizliği… Kanalizasyona nasıl dalınacağını bile saymıyorum.”

“Ah, ‘onu sadece arkadaş olarak gördüğün için sana birlikte olmak istediğini söyleyen bir kızı nasıl reddedeceğini’ de ekleyelim. Gerçi bunda pek iyi sayılmazsın.”

Shion çenesini kaldırıp ona dik dik bakan gri gözlere karşılık verdi.

“Benimle dalga geçeceğine, yıkanmama müsaade etsen?”

“Önce ben.” Nezumi, kitapların arasından bir havlu kaptı ve Shion’a attı. “Kızma,” dedi, “dört yıl öncesine kıyasla oldukça ilerlemişsin. Sıcak çikolata yapmaktan daha işe yarar şeyler öğrenmişsin.”

“Nazik sözleriniz karşısında minnettarım.”

“Hey, cidden kızma.”

Nezumi, kitap yığınının içinde kayboldu. Az sonra duşun boğuk sesi duyuldu. Shion odaya göz gezdirdi. Her yer kitaplıktı ve tamamı kitaplarla doluydu. Kitaplar düzenli sıralanmamıştı; boyutları kitaplık boşluklarına uyumsuz düşüyordu. Bir an için tren istasyonundaki o gürültülü, yoğun hissi hissetti. Soluk renkli halı, önceden yeşil olduğunu belli eden gölgeler taşıyordu ve onun da üstü kitapla doluydu. Aralarında bir yatak vardı. Ne pencere vardı ne mutfak ne de başka bir mobilya.

Vıyk vıyk.
Bir kitabın tepesinden bir fare bıcırdadı. Shion kitabı aldı, arkasını çevirdi. Tozlu kapağın baygın kokusunu duyumsadı. Uzun zaman önce böyle bir koku almış olduğunu hatırladı. Yumuşak ve sıcak bir şeyin üzerinde oturuyordu—anı geldi ve gitti. Hatırlayamıyordu. Fare, omzuna tırmandı. Bıyıklarını oynatıp tekrar bıcırdadı.

“Sana okumamı mı istiyorsun?”

Vıyk vıyk.

Kitabın ortasında bir ayraç vardı. O noktadan itibaren yüksek sesle okumaya başladı:

Lady Macbeth:
İşte, kan kokusu hâlâ burada. Arabistan’ın tüm parfümleri bu küçük eli tatlı kokutamaz. Ah, ah, ah!

Doktor:
Ne içli bir ah! Kalbi derinden yüklenmiş.

Hizmetçi Kadın:
Bütün bedenin asaleti için bile olsa, böyle bir kalbi göğsümde taşımak istemezdim.

Gölge’den Not: Shakespeare – Macbeth, 5. Perde, 1. Sahne

Bir başka minik fare Shion’un ayaklarının dibinde belirdi. Büyüleyici, renkli gözleri vardı. Omzunda oturan kahverengi fare, onu teşvik edercesine kafasını kitaba doğru salladı.

Lady Macbeth:
Yatağa, yatağa! Kapıda birinin vurduğunu duyuyorum. Gel, gel, gel, gel, elini ver bana. Yapılanı geri almak mümkün değil. Yatağa, yatağa, yatağa!

Shion, arkasında birini hissetti ve döndü. Nezumi, omzuna sardığı bir havluyla ayakta duruyordu. Saygıyla başını eğdi.

“Majesteleri memnun olacaksa, banyonuz hazırdır. Kıyafetlerinizi de hazırlattık.”

“Nezumi, bu kitap—”

“Shakespeare. Macbeth. Hiç duymuş muydun?”

“Sadece adını.”

“Tahmin etmiştim.”

“Tüm bu kitaplar klasik mi?”

“Hayır, Majesteleri. Ayrıca ‘Ekolojiye Giriş’ kitaplarımız ve ilginizi çekebilecek bilimsel dergilerimiz de mevcut.”

“Bunların hepsi senin kitapların mı?”

“Yine mi sorgu?” Nezumi bıkkınlıkla konuştu. “Git, duşunu al. Sonra sana yiyecek bir şeyler vereceğim.” Bir anda durdu, sonra başını inatla yana çevirdi.

 

~~~

 

Duş oldukça eskiydi ve sıcaklığı ayarlamak zordu. Soğuk patlamalarla geçen bir duş olsa da Shion kendini iyi hissediyordu. Uzun zamandır bu kadar keyifli duş almamıştı. Ensesindeki kabartı mucizevi şekilde kaybolmuştu.

Yaşıyorum. Kurtuldum.

Shion, sıcak su bedeninde akarken düşündü. Yarın ne olacağını bilemiyordu. Ama şu an hayattaydı ve banyo yapmak yeterince iyiydi.

Ona henüz teşekkür etmedim.

Kurtarılmıştı. Nezumi onu kurtarmak için hayatını riske atmıştı. Minnet duygusu içinde kabarıyordu—hiçbir kelime bu borcu karşılayamazdı. Gerçek o anda kafasına dank etti. Banyodan çıktığında minik bir fare ona doğru koşturdu.

“Okumanı çok sevmiş.” Nezumi, gazlı ısıtıcının üzerindeki tencereyi karıştırıyordu. Yükselen buhar odaya sıcak, ev hissi veren bir hava yayıyordu.

“Ah!” Shion bir anda bağırdı. Kitabı ilk açtığında hissettiği sıcaklık ve nostalji şimdi zihnine tam anlamıyla oturmuştu.

“Ne oldu? Neden bağırdın?”

“Yok, sadece hatırladım. Eskiden annem bana kitap okurdu.”

“Sana Macbeth mi okurdu?”

“Tabii ki hayır. O zamanlar çok küçüktüm. Dizlerine otururdum, bana okurdu.”
O hikâyenin ne olduğunu merak etti. Sayfalar gözünün önünde dönüyordu. Karan’ın sesi zihninde yankılanıyordu—başta yüksek, sonra yavaşça alçalan bir tonla. Sıcaklığı hâlâ bedeninde hissediyordu. Kitabın kokusu burnundaydı.

“Kendini mahvedeceksin,” dedi Nezumi aniden. Sesi buz gibiydi.

“Ne?”

“Daha önce de söyledim. Tüm bu işe yaramaz yükler… bir gün seni mahvedecek. Ağırlıkları seni yere serecek.”

“İşe yaramaz mı? Mesela?”

“Anılar. No.6’ya vatandaş olarak bağlı kalma arzun. Güvenli yaşam, yeteneklerini abartman, seçtiğin yanılgılar, gururun… Bu liste sonsuza dek uzar. Ama en kötüsü de annen. Oedipus kompleksin mi var? Annen sana bu kadar musallat oluyorsa, Tanrı bilir sonrası ne olur. Belki de seni anacığının yanına götürmemi istemeye başlarsın.”

Gölge’den Not: Oedipus Kompleksi: Freud’un psikanaliz kuramında geçen, çocuğun karşı cinsten ebeveyne duyduğu bilinçdışı arzular ve aynı cinsiyetten ebeveyne karşı hissettiği rekabet/öfke duygularını tanımlar. Halk arasında “anneye fazla düşkün olmak” şeklinde de bilinir.

Bu damarına basmıştı.

“Ailemin işe yaramaz olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi Shion gergin bir sesle. “Ne durumda olduğumun farkındayım, anneme ulaşamayacağımı da biliyorum. Ama onu en azından düşünebilirim. Bu senin karışabileceğin bir şey değil.”

“Unut.” Nezumi’nin sesi daha da soğumuştu, neredeyse metalik bir tınıya bürünmüştü. “At o anlamsız hisleri.”

“Neden… neden böyle diyorsun?” Shion inanamayarak sordu.

“Çünkü tehlikeliler.”

“Hislerim mi? Tehlikeli mi?”

“Orada, kimliğini fırlattın çünkü bizi tehlikeye atardı. Aynı şekilde, diğer insanlara duyduğun hisler de öyle. Sürüklerler seni, oraya buraya çekerler, sen farkına bile varmadan seni tehlikeye atarlar. Annen, baban, büyükannen… artık hepsi birer yabancı. İçinde yabancılar için endişelenmeye yer yok. Hayatta kalmak için elin zaten dolu.”

“Ve bu, her şeyi bir kenara atmam için yeterli bir sebep mi?”

“At. Şu ana dek yüklendiğin her şeyi kes at.”

Shion iki yanındaki yumruklarını sıktı. Nezumi’ye doğru bir adım attı.

“Ya sen?”

“Ben mi?”

“O zaman neden bana yardım ettin? Ben de yabancıyım ama bana yardım etmek için tehlikeli bölgeye adım attın. Söylediklerini sen de pek uygulamıyorsun.”

“Senin kişiliğin…” dedi Nezumi sertçe. “Madem benim seni kurtardığımı düşünüyorsun, o zaman neden bazı şeyleri söylerken daha mütevazı olmuyorsun?”

Nezumi, Shion’un yakasını kavradı ve onu kitaplığa itti.

“Sana borcum vardı.” Sesi alçalmıştı, neredeyse bir tıslamaydı. “Dört yıl önce hayatımı kurtardın. Ben de sana borcumu ödedim. Hepsi bu.”

“O zaman yeterince ödedin. Fazlasıyla.” Shion, Nezumi’nin yakasındaki elini tutup çekmeye çalıştı. Ama Nezumi’nin kası bile kıpırdamadı.

“Bırak.”

“Bıraktır ufaklık.”

“O zaman burnunu ısırırım.” Shion dişlerini tıklattı. Saniyelik bir tereddütten sonra, elini Nezumi’nin ensesine doladı.

“Burun ısırmak da benim özel yeteneğim.”

“Ha? Bir dakika, pis—”

“Söylemeyi unuttum, son dört yılda nasıl kavga edileceğini de öğrendim.”

“Hey, kes şunu,” dedi Nezumi gergince. “Isırmak en kötüsü— aaah—!”

Nezumi dengesini kaybetti ve birlikte kitap yığınının üstüne düştüler. Üstlerine kitaplar yağdı.

“Ov…” Nezumi yüzünü buruşturdu. “İşte bu en fenasıydı. Sanırım kafamı bir ansiklopediye vurdum… Shion, iyi misin?”

“Hımm… bu da ne? Chumayel’in Chilam Balam’ı mı?”

Gölge’den Not: Chumayel’deki Chilam Balam Kitabı: Kehanetler, tarih, mitoloji, tıp ve ritüeller içeren; sembolik ve mistik anlatımlarla dolu Maya metinleri.

“Mayalara ait tarihi bir metin—tanrılar ve insanlar hakkında. Muhtemelen ilgini çekmez.” Nezumi, kitapları toplarken solukça gülümsedi.

“Ne demek istiyorsun?”

“Doğru değil mi? İnsanlar, tanrılar ya da hikâyeler hakkında hiç derin düşünmemişsindir.”

İnsanlar? Tanrılar? Hikâyeler? Hiç derin düşünmemişti. Bir kez bile. Ama bu eskidendi.

Shion’un bakışları Nezumi’deydi. Havaya yayılan sıcak kokuyu içine çekti. Bilmediği bir kelime zihnine düştü. Günler geçtikçe neler görecek, duyacak, öğrenecek ve düşünecekti? Kalbi hızla atıyordu, ama nedenini bilmiyordu. Sadece bir an için—tıpkı okyanusu ilk kez gören biri gibi—ruhu beklentiyle dans etti. Sonra yüz ifadesinin nasıl olduğunu düşündü. Utancının yüzüne yansıdığını hissedince Nezumi’nin görmesini istemedi, eğildi ve rastgele bir kitabı aldı.

“Bu ne?”

“Hesse’nin şiirlerinden bir koleksiyon,” diye yanıtladı Nezumi.

“Bazen bir kuş öttüğünde,
Ya da bir yel estiğinde çalıların arasında,
Ya da uzak bir çiftlikte bir köpek havladığında,
Çıt çıkarmadan uzun uzun dinlerim.”

Gölge’den Not: Herman Hesse – “Sometimes” şiirinden bir alıntı.

“Daha önce duymuş muydun?”

“Hayır.”

“Tahmin etmiştim.”

“Biliyorsan niye soruyorsun ki?” dedi Shion ekşi bir ifadeyle.

“Bilmiyorsan öğrenmek senin işin.”

“Ve bunlar işe yaramaz şeyler değil yani?”

“Bir gün işe yarar,” dedi Nezumi dümdüz. “Neyse, bu kadar yeter. Çorba neredeyse hazır—” Nezumi bir anda durdu. Gözleri kocaman açıldı.

“Sorun ne, Nezumi?”

“Shion, elin…”

“Ne?”

“Elin… o noktalar… ne zaman…?”

Shion’un gömleği, kolunun yarısına kadar sıyrılmıştı. Tenine koyu renkli noktalar yayılmıştı. Banyo yaparken yoklardı. Kesinlikle.

“Ne? Bu da ne?”
Çığlık attı. Aynı anda kafasını delen keskin bir acı hissetti.

“Shion!”

Acı, dalgalar hâlinde geliyordu. Bir an geri çekilip sonra tekrar saldırıyordu. Parmakları kasılıyor, bacakları sertleşiyordu.

“Shion, orada kal! Doktor getireceğim—”

Shion, kontrolünü yitirmiş bedenini ileri itti. Nezumi’nin giysisini yakaladı. Vakit yoktu. Doktor bir işe yaramazdı.

“Ne yapayım? Shion, ne yapmamı söyle!”

“Ensem…” dedi Shion zayıf bir sesle.

“Ensen mi?”

“Kes… aç…”

“Ama hiç anestezim yok.”

“İhtiyacım yok…” Yüzünü buruşturdu. “Acele et…”

Bilinci gidiyordu. Vücudunun kaldırıldığını hissedebiliyordu. Bayılma. Bayılırsan asla uyanamayabilirsin.
Bu güçlü hissin nereden geldiğini bilmiyordu ama neredeyse emindi. Acı kısa süreliğine uzaklaştı. Yamase’nin cansız bedeni gözlerinin önüne geldi.

Ama Yamase-san acı çekmemişti.

Yerde kıvranmamıştı. Birden yaşlanmış, solan bir ağaç gibi ölmüştü. Yamase’nin semptomları farklıydı. Belki hâlâ bir şansım vardır.

Beynine, kor gibi yanan kızıl iğneler saplanıyordu. Sayısızdılar, her yönden saldırıyorlardı. Bedeni, daha önce hiç hissetmediği bir acıyla kıvranıyordu. Kendi çığlığı, alev gibi içinde parçalanıyor, bedenini delik deşik ediyordu. Ter içinde kalmıştı. Şiddetli bir mide bulantısı hissetti. Ağzı, kan ve mide sıvısıyla doldu; dudaklarından taşıyordu.

Acıyor, acıyor, acıyor.

Shion artık kurtarılmak ya da hayatta kalmak istemiyordu. Sadece bu acıdan kurtulmak istiyordu. Gözlerini açmasına gerek yoktu. Yaşamasına gerek yoktu. Fazlasını istemiyordu. Sadece—

Birinin saçını arkasından çektiğini hissetti. Karanlığa doğru sürükleniyordu. Rahatladı. Belki de tek yapması gereken bu güce yaslanmaktı. Belki daha iyi bir yere götürülürdü. Sonunda uyuyabilirdi.

Kalın, acı bir sıvı dudaklarına döküldü. Sıcaktı. Boğazından aşağı süzüldüğünde, karanlıktan geri çekildiğini hissetti.

Gözlerini açık tut.
Bir çift gri göz yüzüne bakıyordu.

“Nezumi… yapamıyorum…” Shion yalvardı. “Bırak beni…”

Yüzüne sert bir tokat indi.

Bana maval okuma! Bir yere gitmiyorsun. İç şunu.
Güçlü, acı sıvı tekrar zorla ağzına döküldü. Karanlık geri çekiliyordu. Kafasında bir ağrı, nabız gibi atmaya başlamıştı.

Kemirti kemirti kemirti… kemirti kemirti…

Bir ses duyuyordu sanki—ya da hayal mi görüyordu? Beyninin canlı canlı yendiğini mi hissediyordu? Sanki sayısız küçük böcek vardı. Beynini kaplıyor, yavaşça kemiriyorlardı.

Ye. Ye. Ye.

Bu bir hayal mi? Ya da… Korkunç acıyordu. Dayanamıyordu. Dehşete düşmüştü. Boğazından bir çığlık koptu.

“İşte böyle. Bağır. Pes etme. Hâlâ on altı yaşındasın. Havlu atmak için çok erken.”

Shion, gücün bedeninden çekildiğini hissetti. Ağır hissediyordu, sanki bir tonluk bir ağırlıkla bağlanmış gibiydi. Boğuluyordu. Ama acı, az da olsa hafiflemişti.

“Bağırmaya devam et. Burada kal. Kesiyorum.”

Nezumi’nin elinde gümüş bir neşter vardı.

“Elektronik neşter gibi süslü şeylerim yok, bil diye diyorum. Kımıldama.”

Şiddetli acıdan sinirlerinin yarısı hissizleşmiş miydi, yoksa tüm gücü bedenini terk ettiği için mi bilmiyordu ama Shion bir kasını bile kıpırdatmadı. Kıpırdayamıyordu.

Kitap yığınlarından birinin tepesinde üç fare yan yana duruyordu. Onların olduğu tarafta, duvarda yuvarlak bir saat vardı. Analog bir saat. Tik tak tik tak. Sesini duyuyordu. İlk kez zamanın geçişini duyumsuyordu. Bir saniye geçti, bir dakika. Zaman kendini kazıdı. Geçti—nazikçe, dolambaçlı bir şekilde—ve geçti. Ardındaki dünya bulanıklaştı. Yanakları yanıyordu. Bir gözyaşı süzüldü, dudaklarına dokundu ve hâlâ sıcakken çarşafa damladı.

“Bitti,” dedi Nezumi derin bir nefes vererek. Zeminden metalik bir çınlama gelmişti sanki.

“Fena kanıyor. Acıyor mu?”

“Hayır…” Shion’un sesi pürüzlüydü. “Sadece… uyumak istiyorum.”

“Henüz olmaz. Biraz daha dayan.”

Nezumi’nin sesi gitgide soluyordu. Shion yalnızca saatin tik-taklarını duyabiliyordu.

“Shion.”

Sarsılıyordu.

“Gözlerini açık tut. Sadece biraz daha—lütfen—gözlerini aç.”

Sus, demek istedi. Sus, kapa çeneni. Biraz daha mı? Daha ne kadar?

“Kes bu saçmalığı. Beni onca belaya sürükledin—öylece çekip gidemezsin. Shion, ne anlama geldiğini biliyor musun, ha? Annen ağlayacak. Peki ya o kız? Safu muydu adı neydi… onunla ne yapacaksın? Daha önce hiç bir kızla yattın mı? O teklifi geri çevirmek ne büyük israftı.”

Sus. Konuşmayı bırak. Sadece dur…

“Henüz hiçbir şey bilmiyorsun. Seks hakkında, kitaplar hakkında ya da insanlarla düzgünce nasıl kavga edeceğini… Ve yine de yaşamaya devam edemeyeceğini mi düşünüyorsun? Shion! Aç şu gözlerini!”

Gözlerini açtı. Bir sürü göz ona bakıyordu. Bir çift gri göz—ve bunlar bir insana aitti. Diğer üç çift, üzüm tanesi gibi gözlerse fareciklere aitti.

“İyi çocuk. Aferin sana.”

“Nezumi…”

“Hmm?”

“Ben… adını bilmiyorum…”

“Adım mı?”

“Gerçek… adın…”

“Şey, bilmediğin bir şey daha. Tamamen iyileştiğinde, bu senin geçmiş olsun hediyen olur. Bekle bunu.”

Birkaç kez daha o acı sıvıyla beslendi. Birkaç kez daha zorla uyandırıldı. Bunu sayısız kez tekrarlamış gibiydiler. Ateşler içinde yandı. Çok terledi, defalarca kustu. Bedenindeki tüm sıvı sıkılıyormuş gibi hissetti.

“Su…”

Defalarca yalvardı ve her seferinde boğazını serinleten soğuk suyla karşılaştı.

“Tadı güzel…”

“Değil mi? Sonuçta dünya o kadar da berbat değil.” Nezumi, Shion’un başını yavaşça okşadı.

“Artık her şey yolunda. Uyuyabilirsin.”

“Uyuyabilir miyim?”

“Evet. En kötüsü geçti. Kazandın. Bu çok önemli.” Parmaklar saçlarını nazikçe okşuyordu; tıpkı Nezumi’nin sesi gibi. Rahatlama hissi bedenini yıkadı. Shion gözlerini yumdu ve kendini uykunun kollarına bıraktı.

 

~~~

 

Elini saçından çekmeden Nezumi, uyuyan Shion’un nefes alışlarını kontrol etti. Henüz zayıftı ama düzenliydi; bu da onu rahatlattı.

Atlattın.

Önemli olan buydu. Ne kibarlık olsun diye ne de teselli etmek için söylüyordu; gerçekten öyleydi. Shion, göründüğünden çok daha fazla yaşama gücü olan biriydi. İnatçıydı, güçlüydü. Nezumi, Shion’un uyuyan yüzüne baktı—yorgun ve zayıf düşmüş görünüyordu ama düzenli nefes alıyordu—ve o an, kendisinin de ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Fiziksel değil, zihinsel bir yorgunluktu bu. Az önce yaşananları ne anlayabiliyor ne de tam anlamıyla kabul edebiliyordu. Zihnini saran huzursuzluk, damarlarında bir karıncalanma gibi dolaşmaya başladı.

O an ne oldu?

No.6… Bir şeyler, Kutsal Şehir dedikleri yerde birikiyordu. İnsanın hayal gücünü aşan ve yavaş ama istikrarlı bir şekilde büyüyen bir şeyler. Nezumi en arkadaki rafı karıştırdı ve bir petri kabı çıkardı. Keserken Shion’un teninden aldığı maddeyi onun içine koydu.

Petri kabı: Mikroorganizmaları incelemek için kullanılan kap.

Buna inanamıyorum.

Evet… Olan şey inanılmazdı. Gerçek, insana çok kolay ihanet ederdi ve hayatları hiç beklenmeyen bir yöne savurabilirdi. Aynı zamanda, onları umutsuzluğun en derin noktalarına fırlatırdı. Bu, hem zalimce hem de şiddetliydi. Bir o kadar da saçmaydı. Güvenilmezdi. Her an her şey olabilirdi.

Nezumi bunu zaten biliyordu ama bu bilgisi, içinde artan gerginliği bastırmaya yetmiyordu. Böyle bir şeyin mümkün olması… Ama gerçek, zaten yaşanmıştı. Artık görmezden gelinemezdi ve gözlerini kapatıp dönemezdi.

Nezumi, Shion’un yanına döndü. Tekrar, yavaşça Shion’un saçlarını okşadı.

Uyandığında bu gerçekliğe inanabilecek misin?

Başa çıkabilecek miydi? Bu çocuk, Kutsal Şehir’in güvenli kucağında on iki yaşına kadar beşikte büyümüştü. On altı yaşına kadar da Kayıp Şehir’de yaşamıştı—kenar mahalleydi belki ama yine de bir parçasıydı. Güvenli bir kabukta yetişmiş birinin gerçekle başa çıkabilmesi mümkün müydü? Bu kadar güçlü müydü?

Gerçi, dağılacak kadar da zayıf değil.

Yine de emin olamıyordu. Önünde sessizce uyuyan çocuğun içinde ne kadar güç ya da zayıflık olduğunu bilmiyordu. Dayanır mıydı, yıkılır mıydı—Nezumi bilmiyordu. Ama Shion hayatta kalmıştı ve bu da başka bir gerçeklikti. Hayatta kalmak istiyorsan, dişlerini hayata geçirip sımsıkı tutunmalıydın. Ne kadar çirkin ve sert olursa olsun… Hayatta kalanlar, yaşamı en çok arzulayanlardır. Nezumi, bu tecrübeyle birlikte acı verici bir gerçeği daha fark etmişti. Önündeki çocukta o açgözlülük vardı. Çirkin bir şekilde hayatta kalmak, güzelce ve kahramanca ölmekten çok daha zordu. Ve bir o kadar da değerliydi. Nezumi bu gerçeğin acı verici farkındalığına sahipti.

İyi olacaksın.

Nezumi, Shion’un çatlamış dudaklarını suyla nemlendirdi. Ardından sessizce kapıyı açtı ve dışarı çıktı.

Şafak söküyordu. Göğün tonları siyahtan mora dönüyor, yıldızlar gökyüzünde yanıp sönüyordu.

“No.6.” Nezumi, uzaktaki karanlığın içinde duran devasa şehre seslendi. “Sadece bekle. Bir gün, sendeki o enfeksiyonu söküp atacağım.”

Gökyüzünden bir ışık huzmesi geçti. Bir kuş sürüsü, alacakaranlıkta göğe yükseldi. Güneş doğuyordu. Sabah oluyordu. Bakı Bloku hâlâ karanlıkla örtülüyken, Kutsal Şehir, doğan güneşin ışıklarıyla yıkanıyor, karşısındakini küçümsercesine parlıyordu.

Nezumi, sessizce şehre bakarken öylece durdu.

 

~~~

 

Aşağıdaki sokaklar ışıklarla doluydu. Bu odadan sabahı izlemekten hiç yorulmamıştı; işte o kadar muhteşemdi.

—Nefis.

Bereketli ışıklar, yan yana dizilmiş ağaçların rengârenk görüntüsüyle birleşince ortaya gerçek bir güzellik çıkıyordu. İşlevsellik ve canlılığın hayat bulduğu bir yerdi. Hiçbir yerde müsriflik ya da çirkinlik yoktu. İnsan eliyle üretilmiş, olabilecek en büyük—

Bir çan sesi çınladı. Duvardaki monitör titredi ve uzun, ince yüzlü bir adamın görüntüsünü sergiledi.

“Sabahın bu erken saatinde sizleri rahatsız ettiğimden ötürü özürlerimi sunarım.”

“Gereği yok. Seni bekliyor olmalıyım.”

“Araştırma tamamlandı. Size doğrudan sonuçları göstermek isterim.”

Doğrudan mı? Bu sana göre epey temkinli bir davranış. Bir sorun mu var?”

“Şüpheli kayboldu.”

“Öyle mi diyorsun… duymuştum. Ama eminim çok da önemli değildir.”

“Bu işe karışan O’ydu. Şüphelinin kaçmasına yardım etti.”

Ekrandaki adam, burnunun üstündeki gözlüğünü düzeltti. Çerçeveli ve gözle görülür şekilde eski modaydı. Belki de bu tarzın kendisine yakıştığını düşünüyordu, çünkü son on yıldır hiç değiştirmemişti.

“Emin misin?”

“Doğruladık. Ses dalgaları uyumlu.”

“Kaçışa yardım ha… ve yöntemi?”

“Size tüm detayları yakın zamanda ileteceğim.”

“Anlaşıldı. Bekliyor olacağım.”

“Müsaadenizle o zaman.”

Görüntü kayboldu ve duvardaki monitör soldu. Adam bakışlarını etrafta gezdirdikten sonra, gökyüzünü ortaya seren pencerenin özel cam panellerine çevirdi. Gözleri delip geçen derin bir mavilik. Mevsimler yeniden rota çiziyordu.

—Yani döndün.

Onu ne döndürmüştü? Neden tekrar kendini gösterdi?

Masadaki güllerin arasından bir yaprak sıyrıldı ve yavaşça yere düştü.

—Sessizce olduğun yerde kalmalıydın… aptal.

Kırmızı yaprağı ayağının altına aldı ve ezdi. Yaprak, yemyeşil halıya karışarak kan lekesi gibi bir iz bıraktı.

 

~~~

 

Yamase-san yere çökmüş, dizlerine sarılmış, başını eğmişti. Azarlandıktan sonra köşesine çekilen bir çocuğa benziyordu.

“Yamase-san,” diye seslendi Shion. Cevap yoktu.

“Yamase-san, sorun nedir?”

Yamase-san gözyaşlarına boğulmuştu.

“Yamase-san, ağlama.”

Shion elini onun omzuna koydu. Yamase’nin acı dolu hıçkırıkları kalbini sızlattı. Onu dinlemek acı vericiydi.

“Seni ağlatan nedir? Yapabileceğim bir şey var mı?”

Bu.” Yamase’nin eli, Shion’un bileğini sıktı.

“Shion… yalnız kalmak istemiyorum. Neden kurtuldun?”

“Ne?”

“Benimle gel,” diye yalvardı. “Geleceksin, değil mi?”

“Yamase-san, ne—?”

Bileğini kavrayan elin rengi değişiyordu. Büzüşmeye başlamıştı. Yamase’nin kolundaki et, parça parça çürüyüp büzüldü. Shion artık kemiğini görebiliyordu.

“Beraber gidiyoruz… değil mi?”

Shion’un bileği daha da sert çekildi. Karanlığa doğru çekiliyordu. Yamase’nin kurumuş kolu ona uzanmaya devam ediyor, sonunda boğazını sıkana dek gövdesine dolanıyordu.

“Hayır—dur—”

“Shion…”

Shion elinden geldiğince ileri uzandı. Keskin ve net bir şey hissetti—ve aynı zamanda, elini kavrayan başka bir eli de. Çığlık attı.

“Hayır!”

…Ve böylece uyandı.

Boğazında acı verici bir kuruluk vardı.

“Neye ‘hayır’?” Nezumi ona ciddi bir ifadeyle bakıyordu.

“Nezumi…” diye sersemce mırıldandı Shion. “Ah… yaşıyorum…

“Yaşıyorsunuz. Güvenli dönüşünüz için sizi tebrik ederim. Ve vaktinizi çaldığım için üzgünüm ama elimi bırakır mısınız? Fazla sıkıyorsunuz ve acıyor.”

Shion, Nezumi’nin elini parmakları etine batacak kadar sert tutuyordu. Karanlıktan kaçmak için bu ele tutunmuştu.

“Su ister misin?”

“Evet,” dedi Shion minnetle.

Su soğuktu ve tüm bedenine yayılıyordu.

“Bana bunun gibi bir su verdiğini hatırlıyorum… tekrar tekrar.” Kelimeler, Shion’un dudaklarından yavaşça döküldü ve parçalanarak havada kaldı.

“Yakınlarda çok da kötü olmayan bir su kaynağı var. Bedava yani, endişelenmene gerek yok.”

“Beni… tekrar kurtardın.”

“Seni ben kurtarmadım. Buna herhangi bir doktor ya da medikal beceri yetemezdi. Olsa bile, daha iyisini yapamazdı. Seni kimse kurtarmadı. Sen kendin döndün. Zor bir savaş verdin. Doğrusu biraz etkilendim. Söz veriyorum, bir daha sana oğlan çocuğu demeyeceğim.”

“Öyle mi… sağ ol…”

Shion, bakmak için elini kaldırdı. Biraz kuru ve pürüzlü hissettirse de kırışıklık ya da leke yoktu. Aynı genç eldi. Rahatlayarak nefes verdi.

“Bir rüya gördüm…” Shion yavaşça konuştu. “Birinin bana yardım etmesini istedim. Yapabildiğim kadar ileri atıldım… ve senin elini tuttum.”

“Korkutucuydu, ha?”

“Yamase-san oradaydı. Bana, kurtarılmış olanın sadece ben olamayacağımı söyledi… kollarını bana doladı, göğsümden boynuma…” Shion, boynundaki hissi yokladı. Bandajla kaplıydı.

“Göğsünden boynuna mı?” Nezumi kısa bir nefes aldı. Bakışlarını indirip yataktan uzaklaştı.

“Yamase-san asla öyle bir şey yapmazdı…” diye devam etti Shion düşünceli bir şekilde. “Benim için, kurtarıldığım için mutlu olurdu. Neden rüyamdaydı ve…”

“Çünkü bunun için suçlu hissediyorsun,” dedi Nezumi kısaca, omzuna süper fiber kumaşı dolarken. Kitap yığınının üzerinden bir fare omzuna çıktı. “Şu Yamase dediğin öldü, sen hayattasın. Suçlu hissediyorsun ve böyle aptal rüyalar görüyorsun.”

“Sana göre her şey aptal ya da işe yaramaz, değil mi?”

“Fark etmez. Yaşayanlar kazanır. Kendini suçlu hissetme. Suçluluk hissedecek vaktin varsa, o vakitte bir gün, bir dakika daha uzun yaşamaya çalış. Ve arada bir, senden önce ölenleri hatırla. Bu yeterince iyi olur.”

“Bunu bana mı diyorsun?” diye sordu Shion.

“Başkasıyla mı konuşuyorum?”

“Sanki…” Shion tereddüt etti. “Neredeyse kendi kendine konuşuyormuşsun gibiydi…”

Nezumi gözlerini kırpıştırdı. Bir süre Shion’a baktı ve nefesi arasında “gülünç” diye mırıldandı.

Shion yataktan kalkmaya çalıştı. Henüz istediği kadar hareket edemiyordu. Göğsü sıkı bandajlarla sarılıydı.

“Neden bu kadar çok?”

“Acıyı bastırmak için. Uzan, kımıldamak için çok erken. Ve yastığındaki ilacı al. Eve döndüğümde sana çorba yaparım.”

“Gidiyor musun?”

“Çalışmam gerek.”

Nezumi dönüp hızla odadan çıktı.

Shion, söylendiği gibi ilacını yuttu. Kahverengi bir fare, bir bardak suyun yanında bıcırdadı.

“Teşekkür ederim.”

Fare, başını teşekkürü anlamış gibi salladı ve Shion geri yatarken göğsüne tünedi.

“Sahibin nasıl bir işte çalışıyor?”

Vıyk vıyk.

“Adı ne? Şu ana dek nasıl bir hayat yaşadı? Nerede doğdu ve ne…” diye sıraladı. Uykuluydu. Bedeni biraz daha dinlenmek istiyordu. Uyumak için başını salladı. Bu kez rüyalar yoktu. Uyandığında, bedenindeki ağırlık ve uyuşukluk gitmişti. Boynundaki yaranın donuk acısından başka bir şey hissetmiyordu. Hızla iyileşiyordu.

Odada başkası yoktu. Belli ki Nezumi henüz dönmemişti. Loş bir karanlık ve dinginlik hâkimdi. Shion başını çevirdiğinde, üç küçük farenin boynunun kenarına kıvrılıp uyuduğunu gördü. Sessizce kalktı ve ayakkabılarını giydi. Açık havada nefes almayı fena hâlde istiyordu. Ciğerlerini ve temiz havayı içine çekmek, canlı hissetmek istiyordu. Birkaç dikkatli adım attı. Göğsündeki ve boynundaki bandajlar terletiyordu. Boynundakini çözdü. Artık nefes almak daha kolaydı. Adımları hafifti ve baş dönmesi ya da mide bulantısı yaşamıyordu. Shion kapıyı açtı ve merdivenleri çıktı. Soğuk hava yüzüne çarptı. Zemin seviyesindeki dünyada kırmızımsı bir ışık yansıyordu. Alacakaranlıktı. Rengârenk yapraklar ağaçlardan süzülerek iniyordu. Rüzgârda dans edip kuru bir hışırtıyla yere konuyorlardı. Karanlıkta yukarı baktığında, ağaçların koyu gölgelerinin gökyüzüne yaslandığını görebiliyordu. Ve o boşluğun içinde, No.6‘yı da.

Shion, gözlerinde sıcak bir yanma hissetti. Bu, doğup büyüdüğü şehre duyduğu nostalji değildi. Bu, sonbaharın muazzam manzarasının kalbini sızlatmasıydı. Düşen yaprakların hafif hışırtısı, dünyanın kokusu, gökyüzünün rengi… Hepsi, gözyaşlarını davet etmek istercesine kalbinin derinliklerinde yankılanıyordu.

Beni böyle görse yine gülerdi.

Shion, gözyaşını tutmak için dudağını ısırdı, derin bir nefes aldı.

Arkasından gelen yüksek bir kahkaha sesi duydu. Döndüğünde, ağaçların orada koşuşturan üç çocuk gördü. İkisi kız, biri erkekti. Önceden gördüğü yıkık evde mi yaşıyorlardı? Yüzleri birbirine benziyordu. Neye güldüklerini bilmiyordu ama Shion onları izlerken içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Karan, çocukları severdi; hatta “On yaşın altındaki çocuklara yarı fiyatına” derdi. Fırın her zaman küçük çocukların sesiyle dolu olurdu… No.6’da. Burası No.6 değildi. Ama duvarın öbür tarafındaki dünya ne kadar farklı olursa olsun, çocukların sesi aynıydı.

Shion’u ilk fark eden en büyük kızdı. Olduğu yerde durdu, gözlerini kocaman açtı. Yüzü kaskatı kesilmişti. Shion onu korkutmak istememişti. Selam verir gibi elini kaldırdı ve konuşan ilk kişi oldu.

“Merhaba.”

Kızın arkasındaki küçük çocuk ağlamaya başladı.

“Ha? Ah, ağlama—” Shion bir adım attı. Kızın yüzü çarpıldı.

Yılan!” diye çığlık attı.

Telaşla küçük çocuğu kucağına aldı, diğer kızın elini tuttuğu gibi yokuşa doğru koştu. Gün batımında çığlık yankılanıyordu. Shion, sessizlik içinde kalakaldı.

Yılan mı? Neden çığlık attı? Ne yılanı?

Kızın ne dediğini anlamamıştı.

Ne gördü?

Etrafına baktı. Sonbaharın büyülü sahnesinde kayda değer hiçbir şey yoktu. Ne yılan, ne kuş… Yaşama dair bir iz bile yoktu.

Acaba bir dalın gölgesini mi yılan sandı? …Hayır. Doğrudan bana bakıyordu. Sadece bana.

Shion ürperdi. Kafası karıncalanıyordu. Elini kabaca kahküllerine doladı ve sertçe çekti. Sinirlendiğinde hep yaptığı bir hareketti.

“Ne—”

Nefesi boğazında kaldı. Parmaklarına birkaç tel saç takılmıştı. Neredeyse saydam, beyaz saç telleri. Gün batımının ışığında parlıyorlardı.

“Nasıl… ne…”

Birkaç tel daha kopardı. Hepsi aynıydı. Yüzüne dokundu. Avucunun altındaki ten hâlâ gençti, kırışıklık ya da iz yoktu. Ama boynunda garip bir his vardı. Derisinin altında bir şey dolanıyordu, hafif bir kabartı şeklinde. Shion, panikle merdivenlerden neredeyse yuvarlanarak indi.

Ayna… Ayna lazım…

Bir yığın kitabı devirdi. Farecikler yatağın altına kaçtı. Banyoya giden ahşap kapıyı buldu. İçerisi bir insanın oturabileceği kadar büyüktü. Arka duvarda bir şey, ayna gibi duruyordu. Duvarda birçok şey vardı ama Shion’un bunlara bakacak hâli yoktu. Işığı açtı ve aynaya yaklaştı. Bacakları titredi. Elleri sarsıldı. Yine de gözlerini aynaya kaldırdı.

Korku dolu bir çığlık attı.

Aynadaki şey neydi? Bu… bu…

Yılan!

Kızın çığlığı hâlâ kulağında yankılanıyordu. Havaya ihtiyacı vardı, boğuluyordu. Nefes alamıyordu. Shion sendeledi, duvara yaslandı. Gözleri hâlâ aynadaydı. Görüntüden kopamıyordu. Başka yere bakamıyordu.

Saçı beyazdı ve parlıyordu. Ve bir yılan… iki santim genişliğinde kırmızı bir sarmal, boynunun etrafına dolanmıştı. Öylece oradaydı. Şüphesizdi.

“Olamaz…” Giysilerini çıkardı. Bedenine dolanan bandajları sökmeye çalıştı. Sıkı ve dikkatlice sarılmışlardı, sanki Shion’un beceriksiz elleriyle dalga geçercesine dolanıp düğümlenmişlerdi. En sonunda bandajlar çözüldü. Shion boğuk bir çığlık attı.

Derisindeki kızıl çizgi, sol ayak bileğinden başlayarak bacağını sarıyor, kasıklarından gövdesine, koltuk altından geçip boynuna kadar uzanıyordu. Evet… gerçekten de bedenini bir yılan sarmış gibiydi. Çıplak bedenini yere sürükledi. Kıvrımlı kırmızı bir yara izi. Bacaklarındaki güç çekilmişti. Etrafa saçılmış bandajların ortasında yığıldı kaldı.

Beyaz saçlar ve kızıl sarmal. Hayatta kalmanın bedelini ödemişti.

“Çıplak vücuduna bakarken eğleniyor musun?” diye konuştu biri, sesi kısık ve neredeyse bir fısıltı gibiydi. Nezumi, arkasındaki kapıya yaslanmıştı.

“Nezumi—bu…”

“Ateşin düştüğünde ortaya çıktı. Etkisi yalnızca yüzeyde. Damarlarına ulaşmamış. Yani dolaşım sistemine bir zararı yok. İyi değil mi?”

“İyi mi? Bunun neresi iyi? Bu…”

“Öyle düşünüyorsan, kurtulabilirsin,” dedi sessizce. “Deri nakli bu çağda yaygın değil mi? Saçın için de boyarız gider. Ben bir sorun görmüyorum. Ama bilmeni isterim ki—” hafifçe omuz silkti, “burada saçın için bir şey yapabiliriz belki ama deri nakli mümkün değil.” Sesi sakindi, duygusuzdu, en ufak bir sempati belirtisi taşımıyordu. Shion olduğu yerde kaldı, dalgın gözlerle bacaklarının etrafına dağılmış bandajlara baktı.

“Shion.”

“…Evet…”

“Yaşadığına pişman mısın?”

Shion’un cevap vermesi zaman aldı.

“—Ne?” dedi belli belirsiz. “Ah—Bir şey mi dedin?”

Nezumi iç geçirdi, Shion’un yanına çöktü, parmaklarını çenesine uzattı ve yüzünü yukarı kaldırmaya zorladı.

“Yere bakmayı kes. Bana bak. Şaşırmayı bırak ve söylediklerimi dinle. Hüsrana mı uğradın?”

“Hüsran duymak…? Ne için?”

“Hayatta olduğun için.”

“Hüsran… Yani, ‘olmamasını dilemek’ gibi bir şey mi?”

“Tabii ki hayır,” dedi Nezumi alayla. “Fransızca konuşuyordum, tıpkı la menthe gibi. Gerçekten mi? Kendine gel. Beynine de mi bir şey oldu?”

Gölge’den Not: Nezumi burada ‘lamenting’ kelimesiyle bir kelime oyunu yapıyor. Japoncasında ise ‘koukai’, yani pişmanlık anlamında bir sözcük kullanılmış. Ben ingilizceye çeviren kişinin kelime oyununu bırakmayı tercih ettim~

Pişmanlık? Yaşadığı için mi? Burada olduğu, hayatta kaldığı ve aynadaki hâli için mi? Shion yavaşça başını salladı.

“Hayır, hüsrana uğramadım.”

Ölmek istememişti. Yere yığılsa bile hayatta kalmak için sürünerek devam ederdi. Belki net bir hedefi, umudu yoktu. Geleceğe dair bir planı da. Bedeni şaşırtıcı şekilde değişmişti, ruhu karma karışıktı. Ama yine de, ölmek istememişti.

Hayat, boğazını ferahlatan o soğuk suyun tadındaydı. Gözlerinin önündeki gökyüzünün rengindeydi. Sakin akşam havasında, taze pişmiş ekmeğin kokusunda, birinin parmaklarının net dokunuşundaydı. Yumuşak, gizemli bir kahkahadaydı.
“Shion, neyi umut ediyorsun?”
Beklenmedik bir itirafta, bir kararsızlıkta, bir tereddütteydi. Bunların hepsi, yaşamanın parçalarıydı. Dış görünüşü ne olursa olsun, bunlardan vazgeçmek istemiyordu.

“Nezumi…” fısıldadı. “Ben… ben yaşamak istiyorum.”

Tuttuğu gözyaşları artık durmuyordu. Bir damla yanağından süzüldü. Hemen sildi.

“Saklamana gerek yok, salak,” dedi Nezumi yumuşak bir sesle. “Nasıl böyle ağlayabiliyorsun? Utanmıyor musun?”

“Gardımı düşürdüm, tamam mı?” dedi Shion hafif sitemle. “Henüz duygusal olarak toparlanamadım. Kontrolümü kaybediyorum. İyileşmekte olan bir hastayım ben, benimle dalga geçmeyi kes.”

Nezumi sessizce Shion’a baktı, sonra nazikçe uzanıp saçlarına dokundu.

“Bu kadar üzülüyorsan sonra boyarız. Ama böyle de oldukça güzel. Ve ayrıca…” Parmakları Shion’un göğsündeki kırmızı yarayı izledi.

“Düşünsene, kırmızı bir yılan bedenini sarmış. Oldukça… etkileyici.”

“Çok da gurur duyduğum söylenemez.”

“Eh, ben de seni çıplak görmekten keyif almıyorum,” diye sertçe karşılık verdi Nezumi. “Giyin. Sana özel sıcak bir çorba ve et hazırlayacağım.”

Düşününce, uzun zamandır bir şey yememişti. Shion’un midesi, içini kemiren bir açlıkla kıvranıyordu.

“Ne çorbası? Yardım edeyim mi?”

Nezumi gözlerini kırpıştırdı.

“Çabuk toparlandın, ha?”

“Ne?”

Nezumi’nin sesi birden değişti, alçaldı:

“Kazanın etrafında dönelim;
Zehirli bağırsakları içine atalım.
Otuz bir gün, gündüz gece
Soğuk taşın altında yatan
Ve zehirini biriktiren kurbağa,
Önce sen kayna büyülü kazanda.”

Gölge’den Not: Shakespeare — Macbeth, 4. Perde, 1. Sahne.

“Neydi bu?”

Macbeth. Cadıların kazanlarında semender gözü, yarasa kanadı ve fare ayağıyla özel çorba yaptıkları sahne. Büyüleyici, değil mi?”

“Eğer özel çorban buysa, ben almayayım, sağ ol.”

“Yarasa kanadı yerine tavuk, semender yerine taze sebzelerimiz var. Kurbağa yerine bir diş sarımsak. Biraz bekleyin, majesteleri.”

Nezumi’nin çorbası sıcaktı. Ve Shion’un şimdiye dek yediği en lezzetli şeydi.

 

 

 

-Bölüm 4 -Derin Dehşet- Son-

 Çeviri: Gölge

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.